« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

M. Metin KAPLAN

08 Eyl

2011

MHP NE YAPMALI? (7)

08 Eylül 2011

“MHP NE YAPMALI?” başlıklı bütün yazılarımda MHP (ve Ülkü Ocakları’nın) ‘Ülkücü Dünya Görüşü’nden uzaklaştığını anlatmaya çalıştım. Artık sıra bunun niçin ve nasıl olduğunu arzetmeye geldi. Bu yazımda ‘Ülkücü Dünya Görüşü’ndan niçin ve nasıl uzaklaşıldığını anlatmaya gayret edeceğim. Ancak bunu, yazmanın ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz… Çünkü hiç istemediğim halde çok sayıda eski cezaevi arkadaşımın/ülküdaşımın kalbi kırılacak ve hatta bazıları belki bana küsüp darılacak… O sebeple bu yazıyı yazmamalıyım… Yazsam bile Site’ye göndermemeliyim… Göndersem bile Site yayınlamamalı… Site yayınlasa bile siz okumamalısınız… Lâkin yazmaya da Site’ye göndermeye de mecburum. Site de yayınlar… Siz okur musunuz, okumaz mısınız işte onu bilemem… Her ne kadar sürçi lisan edeceksek (şimdiden) affola!

MHP (ve Ülkü Ocakları) Ülkücü Dünya Görüşü’nden niçin uzaklaştı? Bunun, müsebbibi kim ya da nedir? Bu iki sualin tek bir cevabı var: 12 Eylül! Evet, Evet… MHP (ve Ülkü Ocakları’nın) Ülkücü Dünya Görüşü’nden uzaklaşmasının bir tek müsebbibi vardır, o da 12 Eylül’dür! “Suçu/kabahati, 12 Eylül’ün üzerine at ve sıyrıl. Ne âlâ memleket… M. Metin Kaplan, bu dediğine sen dahi inanıyor olamazsın. Bu, o kadar basit bir olay mı ki bir tek sebep her şeyi açıklamaya yetiyor?” Basit olduğunu iddia etmiyorum, aksine çok karmaşık/girift olduğunu ben de biliyorum, ama bu söylediğim hakikatin/gerçeğin ifadesidir! MHP’nin (ve Ülkü Ocakları’nın) Ülkücü Dünya Görüşü’nden uzaklaşmasının müsebbibi 12 Eylül’dür! 12 Eylül’ün yaptığı/yaptırdığı işkenceler ile tutuklamalardır! İşkenceler ile tutuklamaların biz ülkücülerde sebep olduğu travmadır; sadmedir, sarsıntıdır! 12 Eylül’ün bu tutuklu ya da hükümlülere uyguladığı çok özel strateji ile plân ve programdır!

Bakın, bu nasıl oldu? Bir haylisi, 5 Ocak 1978’de kurulan ve 22 ay süren CHP ve Bağımsızlar Hükümeti döneminde ve gerisi 12 Eylül’den sonra olmak üzere on bir bin (11000) ülkücü, 12 Eylül döneminde tutuklandı… Bunların hemen hemen tamamı ya Ülkü Ocakları’nda ya da MHP’de yöneticilik yapmıştı... Allah’tan Ülkü Ocakları’nda üyelik sistemi yoktu, yoksa bu sayı belki yüzbini (100 000) bile geçerdi… Bu ülkücüler, hem tutuklanmadan önce polis ya da jandarmada hem de tutuklandıktan sonra ceza ve tutukevlerinde sistemli, düzenli ve sürekli olarak akıl almaz işkencelerden geçirildiler.

Bilmeyenler ile yaşamayanların konuyu daha iyi kavrayabilmeleri için yapılan bu işkence usullerinden bazılarını şöylece sıralayabilirim… Falaka: Yaygın ve sürekli olarak uygulandı. Ayak tabanına sopa, cop, pik demir vb. vurularak gerçekleştirildi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ezer ve morartır, hatta patlatır ve hatta tırnakların düşmesine sebep olur. Bazan ayakları kırar, hatta sakat kalınmasına sebep olur. (Emin Asma, Recep Çil ve Tuncay Yüksel’in de şahit oldukları gibi bunu, ben bizzat yaşadım. Sabah sayımından akşam sayımına kadar falakaya çekildim. Sonuç: Ayak tabanlarım çöktü ve buna bağlı olarak bel fıtığı rahatsızlığı gelişti. Ayrıca 44 olan ayakkabı numaram 46,5 oldu)… Yat, yat: Gardiyanlar ve jandarmalar ellerinde kazma kürek saplarıyla koğuşa girip, "yat, yat" komutunu verince, koğuşta bulunanlar yüzüstü betona yatarlar. Gardiyanlar ve jandarmalar ellerindeki sopalarla rastgele vurmaya başlarlardı. (Bunu da yukarda isimlerini zikrettiğim arkadaşlarımla birlikte hem de birçok kez yaşadık. Hele bir defasında iki (2) kaburgam çatladığı için uzun süre tedavi olmak durumunda kaldım. Bu işkence türünün en kötü tarafı ise buz gibi betonda saatlerce yüzüstü yatmaktan dolayı herkesin ishal olması ve fakat yeteri kadar tuvalet olmaması sebebiyle zaman zaman altına kaçıran tutukluların bulunmasıydı)… Cop sokma: Gardiyanlar ya da polisler copu yağlar ve yağlı copu tutuklunun makatına zorla sokardı... Kitap okuma: Koğuşta bir tutuklunun eline Atatürk ya da atatürkçülükle ilgili bir kitap verilir, tutukluya bu avazı çıktığı kadar yüksek sesle okutulurken, diğer tutuklular bunu tekrarlarlardı. Saatlerce süren bu işlem sırasında, tutuklular ayakta durmak zorundaydı… Marş söyletme: Cezaevinde bulunan herkes on (10)’dan fazla marşı ezberlemek zorundaydı. Bu marşlar tutukluların ses telleri tahriş oluncaya kadar tekrar ve tekrar söyletilirdi... Banyo: Tutuklular hazırlanır ve tek sıra halinde banyoya götürülür. Banyoda ya sıcak su olmaz soğuk su ile ya da soğuk su olmaz kaynar su ile yıkanılırdı. Bundan şikâyetçi olan ya falakaya yatırılır veya sopalarla dövülmek suretiyle cezalandırılırdı… Sayım düzeni: Tutuklular günde en az üç kez sayılır. Her sayımdan önce, tutuklular sayım düzenine geçer, sayım talimi yapar, yüksek sesle tekmil verir, rahat-hazır ol ile çöküp kalkar. İstiklâl Marşı’nı okurdu... Gece nöbeti: Geceleri her koğuşta mevcuda göre 2-3 kişi sırayla nöbet tutar. Nöbet sırasında gardiyanlar, koğuşun mazgal deliğini açar, nöbetçi tutuklunun mazgaldan dışarı elini uzatmasını ister, tutuklunun ellerine cop veya sopayla istediği kadar vururdu... Ayakta bekletme: Bu yöntem cezaevinde hemen hemen her gün geçerli olurdu ki bu genellikle sabah saat 07'den akşam 17 veya 19’a sürerdi... Konuşma yasağı: Tutuklunun koğuş içinde konuşması, gülmesi ve hatta düşünür gibi görünmesi bile yasaktı. Böyle bir suçu işleyen tutuklulara diğer işkence yöntemleri uygulanırdı... Gece baskını: Nöbetçi askerler ve gardiyanlar, gece geç saatte arama yapmak bahanesiyle koğuşa girerek, uyandırdıkları tutuklulara cop veya kalın sopalarla saldırırlardı... Mahkeme dayağı: Tutuklular mahkemeye götürülürken cezaevi arabasına bindirilirler. Elleri arkadan kelepçeli olur. Cezaevi arabasına binerken ve inerken gardiyanlar tarafından dövülürlerdi… Elektrik verilmesi: Vücudun belli yerlerine özellikle de cinsel organlara ceryan verilirdi… Çarmıha germe: Kolları T şeklinde açtırılan tutuklunun kollarının arkasına, tutuklunun ağırlığını taşıyabilecek kadar sağlam üç (3) metrelik bir kalas yerleştirilir. Kollar, on (10) santim genişliğinde çok sağlam bir bant, arada milim boşluk kalmayacak şekilde sıkı sıkı sarılmak suretiyle bu kalasa sabitlenir. Kalasın iki başından birer kişi tutarak, kalasın iki ucunu tutuklunun ayakları yere deymeyecek kadar yüksek yerlere meselâ iki çelik dolabın üstüne yerleştirir… Böylece tutuklu T şeklinde açılmış olan kollarından asılmış olurdu... Önce kaslar zorlanmaktan ötürü zangır zungur titremeye, sonra kramp girmiş gibi ağrımaya başlar. Çok acı ve ıstırap verir. En kötüsü de tutuklunun önce idrarını sonra da kakasını altına kaçırmasıdır. (Bu satırların yazarı bu işkenceyi de bizzat yaşamıştır)… Kaba ve rastgele dayağı işkenceden bile saymıyorum ki bu aslında en çok uygulananıdır. (Meselâ 10 Nisan 1981’de Eskişehir’den Afyon Cezaevi’ne gönderildiğimizde; Efendi Barutçu, Emin Asma ve ben, buna maruz kaldık. En acısı da işkenceyi Ülkücü Memurlar Derneği Afyonkarahisar Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi bir başgardiyan, sırf darbecilere kendisinin ülkücü olmadığını ispatlamak için yaptırmış olmasıydı)… Ankara'da BEKİR BAĞ, Malatya'da AYDIN DEMİRKOL ve MEHMET KAZGAN isimli ülkücüler sorgulardaki ağır işkencelerden dolayı, HÜSEYİN KARAMAHMUTOĞLU isimli ülküdaşımız da Mamak zindanlarında gördüğü işkenceden ötürü şehit düşmüşlerdir... Bu isimler bilebildiklerimizdir, bilemediğimiz ya da hatırlayamadığımız kim bilir daha kaç kişi vardır?

Kaldı ki tutuklu ülkücüler hiçbir işkenceye maruz kalmasalar dahi, sırf doksan (90) günlük gözaltı süresi bizatihi en büyük işkencedir! Zihninizde canlandırarak, gözünüzün önüne getirin: Küçücük bir nezarethaneye onlarca kişi tıkış tıkış doldurulmuşlar. Bunlar, doksan gün boyunca yatacak kuru bir yer dahi olmadığı için ya atlar gibi ayakta uyuklamak ya da betonun üzerine kıvrılmak durumunda kalıyorlar... Doksan gün boyunca kuru ekmek ve su ile beslenmek zorunda oluyorlar... Doksan gün boyunca banyo yapamıyorlar… Doksan gün boyunca çamaşır değiştiremiyorlar… Doksan gün boyunca yüzlerini bile yıkayamıyorlar... Temizlik yapamadıkları için hepsi uyuz oluyor… Bitleniyorlar… Ve tuvalete gitmek için doksan gün boyunca bir bekçiye yalvarmak durumunda kalıyorlar… Allah aşkınıza, daha başka bir işkenceye lüzum var mı? Bundan daha büyük işkence olur mu? Ne hale gelir, bu insanlar?

Tutuklanan ülkücüler cezaevine gönderilir… Ve cezaevinde ilk iş olarak saçları üç numara tıraş edilir. Dış kıyafetleri çıkartılır, mahkûm elbisesi giydirilir. Bir süre geçici bir yerde tutulduktan sonra da koğuşa verilir. Koğuş karışıktır; ülkücülerle komünist/devrimciler aynı koğuşta kalmaktadırlar. Oran bire üç gibidir; bir ülkücüye üç komünist/devrimci düşmektedir. Lütfen bir kere daha tasavvur edin: Bir koğuş… Kırk kişi… Otuz (30)’u komünist devrimci, on (10)’u ülkücü… Bu kırk (40) kişi 24 saat birlikteler; yemeği birlikte yiyorlar, çay denilen sıcak bulaşık suyunu birlikte içiyorlar, bulaşıkları birlikte yıkıyorlar, koğuşu birlikte temizliyorlar, havalandırmaya birlikte çıkıyorlar, yirmi (20) günde bir defa da olsa banyoya birlikte gidiyorlar, altlı üstlü ranzalarda birlikte uyuyorlar. Sayımı birlikte veriyorlar. Marşları birlikte söylüyorlar. Kitapları birlikte okuyorlar. Dayağı birlikte yiyorlar. İşkenceyi birlikte görüyorlar. Vs. Vs. Vs. Tutuklanan ülkücülere -yukarıda kısaca bahsettiğim hiçbir işkenceye maruz kalmasalar dahi- 12 Eylül’e kadar karşılıklı olarak silâh sıkıştığı insanlarla bir arada yaşamaktan daha büyük bir işkence olabilir mi? Kaldı ki sürekli kapalı bir yerde kalmayı, istediği kıyafeti giyememeyi, istediği yemeği yiyememeyi, istediği yere gidememeyi, istediği kişilerle görüşememeyi, bütün sevdiklerinden ayrı kalmayı ve bunun, aylar ve yıllar boyu devam etmesini işkenceden saymıyorum, bile!
Ne ise… Ankara, Çankırı, Kastamonu illeri Sıkıyönetim Komutanlığı Askerî Savcılığı, 29 Nisan 1981 tarihinde 945 sayfalık bir iddianameyle 587 sanıklı "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası"nı açtı… Savcı Nurettin Soyer, başta Başbuğ Alparslan Türkeş olmak üzere 220 ülkücü sanık hakkında idam cezası talep ediyordu ki BU, İNSANLIK TARİHİNİN EN ÇOK İDAM İSTENEN DAVASIDIR! Ve AHMET KERSE, ALİ BÜLENT ORKAN, CENGİZ BAKTEMUR, CEVDET KARAKAŞ, FİKRİ ARIKAN, HALİL ESENDAĞ, İSMET ŞAHİN, MUSTAFA PEHLİVANOĞLU ve SELÇUK DURACIK isimli Ülkücüler idam edildiler!
Lâfı daha fazla uzatmadan ve döndürmeden söyleyeyim: İşte bu durum yani kendisi dâhil ve başta Liderleri Alparslan Türkeş olmak üzere bütün önder kadrosu tutuklanmak (bu çok önemli çünkü ümitlerin yok mesabesine inmesine sebep olmuştu), sistemli ve devamlı bir işkenceye maruz kalmak, düşmanla aynı yerde yaşamak ve devletin ihanetine uğramış hissetmek biz ülkücüleri psikolojik olarak Ülkücü Dünya Görüşü’nden uzaklaşmaya müsait ve hazır hale getirdi... Bu dahi şöyle gelişti: Bütün bu olumsuzluklardan birinin sorumlu olması gerekliydi; ancak 12 Eylül’ü sorumlu tutmak doğru olmazdı, çünkü bunlar düşmandı ve düşmanın böyle davranmasından daha normal bir şey olmazdı… Ülkücü Hareket’in Kurucu Lideri ve Başbuğu Alparslan Türkeş’i suçlamak doğru olmazdı, çünkü o da hepimizle birlikte tutukluydu ve hatta fazladan idamla yargılanıyordu… MHP’yi suçlamak doğru olmazdı, çünkü Murat Bayrak hariç, 10 Haziran 1979 tarihinde seçilen MHP Genel İdare Kurulu Üyelerinin tamamı hepimiz gibi tutuklanmışlardı. (MHP GİK Üyesi Murat Bayrak’ın tutuklanmadığını yıllar geçtikten sonra ancak fark edebildik!)… Ayrıca MHP’nin 17 İl Başkanı, 48 İlçe Başkanı, İki Genel İdare Kurulu Üyesi, 2 Belediye Başkanı ve bir Genel Başkan Yardımcısı olmak üzere dört yüz (400) yöneticisi şehit düşmüşlerdi... Ki bunların sırf 199’u İstanbul MHP il ve ilçe yöneticileriydi; Beşiktaş’ta 11, Bakırköy’de 18, Beyoğlu’nda 12, Beykoz’da 2, Eyüp’te 23, Eminönü’de 8, Fatih’te 11, Gaziosmanpaşa’da 15, Kartal’da 24, Kadıköy’de 15, Sarıyer’de 1, Şişli’de 39, Üsküdar’da 2 ve Zeytinburnu’nda 16 kişi… Üstelik 30 Haziran 1979 günü akşamüzeri 7’si Polis Koleji öğrencisi, 4’ü Pol-Der’li komiser muavini, 4’ü de Pol-Der’li polis memuru olmak üzere 15 kişilik komünist/devrimci bir çete, MHP Genel Merkezi’ni basıp, seksen (80) kurşun sıkmak suretiyle iki (2) MHP’liyi şehit etmişlerdi.

Ülkü Ocakları’nı suçlamak doğru olmazdı, çünkü mensuplarının iki bin (2000)’e yakını şehit olmuş, on bir bini (11000) ise tutuklanmışlardı… Ülkü Ocakları Genel Başkanlarını suçlamak doğru olmazdı, çünkü başta Yaşar Yıldırım, Hasan Çağlayan, S. Şefkat Çetin, Muhsin Yazıcıoğlu ve Sami Bal olmak üzere onlar da hepimizle beraber cezaevindeydiler. (Sadece Muharrem Şemsek bedenen özürlü ve Ali Batman yurdışında olduğu için tutuklanmamışlardı)… Ancak bu durumların yani işkenceler görmemizin, cezaevinde bulunmamızın ve devletin ihanetine uğramamızın illâki bir sorumlusu/müsebbibi olmalıydı. Her şeyin bir sebebi ve faili vardır! Kala kala sorumlu tutulacak bir tek Ülkücülük kalmıştı ve üstelik Ülkücülük kendini de savunamazdı, öyle ise suçlu Ülkücülüktü (Ülkücü Dünya Görüşü)’ydü! ‘Bizim bu durumlara düşmemizin müsebbibi ülkücülüktür, ülkücü olmamızdır’ dedik. Suçluyu(!) bulmanın gönül huzuru içinde rahatladık… Suçluyu (!) tesbit edince, kimimiz açıkça ve bütün hıncımız ve gücümüzle çoğumuz da içimizden ve sadece vicdanlarımızın duyabileceği bir sesle ‘Kahrolsun ülkücülük!’ dedik. Bunun istisnası yok muydu? Olmaz olur mu? Elbette vardı ve sayıları çok çok da fazlaydı… Ve böylece, Ülkücü Dünya Görüşü’nden uzaklaşmaya başladık!

Burada bir parantez açıp, çok mühim bir şeyi açıklamam lâzım. Aksi halde bilmeden ve belki de istemeden bana bühtan edilecek... Aç parantez. Yazdıklarımın buraya kadar olan kısmını okuyan ülkücülerin çoğu ‘Ülkücüler böyle bir süreç yaşamadı. Böyle bir zaaf ve zafiyet de göstermediler… Ülkücüler aksine cezaevlerini/tutukevlerini Yusufiyelere/Taş Medreselere çevirdiler’ denilerek, Ülkücülüğü bilmemekle ve ülkücüleri en çok da Yusufiyelerdeki/Taş Medreselerdeki ülkücüleri tanımamakla ve hatta bunlara iftira atmakla suçlanacağım… Saygı duyarım… Ben, biz zindanlardaki ülkücülerin böyle bir süreç yaşamış olmamızı bir zaaf ve zafiyet saymıyorum. Bu, normal bir insanî tepkidir! Çünkü işkence ve zindan insan fıtratına aykırı şeylerdir! Bunlara tahammül edebilmek ve sabır gösterebilmek imkânsız kadar zordur. Eğer öyle olmasaydı, İFTİRAYA UĞRAYARAK ZİNDANA ATILAN HZ. YUSUF, BEN İFİTRAYA UĞRADIM DİYEREK, HERHALDE FİRAVUN’A HABER GÖNDERMEZDİ’. (Hz. Yusuf Kıssası’nı hatırlayınız… Yusuf Sûresi’nin tamamına, özellikle da 30. Âyet’ten başlayarak 42. Âyet’in sonuna kadar… Olmazsa sadece ve bilhassa 42. Âyet’e bakınız!). Allah’ın Peygamberi bile zindan şartlarına tahammül edemiyerek Firavun’a haber göndermek durumunda kalıyorsa, sıradan insanlar olan biz ülkücüler zindan şartlarına nasıl tahammül edebiliriz ki?

Bilirsiniz Peygamberler, insanlık hususiyetleri ve ihtiyaçları bakımından diğer insanlar gibidirler. Doğarlar, yerler, içerler, hastalanırlar ve ölürler. Evlenirler ve çocukları olur. Fakat Peygamberler yaratılışı, huyu, ilmi ve aklı, zamanında bulunan insanlardan üstün, kıymetli ve muhterem kişilerdir. Hiçbir kötü huyları, beğenilmeyecek hâlleri yoktur. Peygamber oldukları bildirilmeden önce de bildirildikten sonra da küçük ve büyük hiçbir günah işlemezler. Peygamber oldukları bildirildikten sonra, Peygamber oldukları yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar körlük, sağırlık ve benzerleri, ayıp ve kusurları da olmaz… Yani Peygamberler, Allah’ın özel kullarıdır! Allah’ın, Cebrail (a.s) vasıtasıyla özel olarak eğittiği kullarıdır! Allah’ın, Cebrail (a.s) vasıtasıyla devamlı olarak kontrol ettiği ve yanlış yapma ihtimaleri olduğunda gene Cebrail (a.s) vasıtasıyla ikaz ettiği kullarıdır! Ya biz ülkücüler, sıradan insanlar/kullar değil miyiz? Peygamberlerde olmayan/bulunmayan binbir zaaf ve zafiyetimiz yok mu?

Ne ise… Allah’ın peygamberi olan Hz. Yusuf bile, Allah’a sığınıp sabredeceği yerde insan fıtratına aykırı zindan şartlarına tahammül edemeyerek ve iftiraya uğradım diyerek haber göndermek suretiyle Firavun’a bir nevi sığınmak yoluna gittiğine göre, Allah’ın sıradan kulları olan biz ülkücüler zindan şartlarına nasıl tahammül ve sabır edebiliriz? Bu tahammül ve sabrı gösteremiyorsak/gösterememişsek bu niye zaaf ve zafiyet olsun ki? Biz, Allah’ın peygamberi Hz. Yusuf’tan daha imanlı, daha metanetli, daha güçlü, daha tahammüllü ve daha sabırlı mıyız? Böyle bir şey olabilir mi? Böyle bir iddiada bulunmak gerçeğe/hakikate aykırı olmaz mı? Kapa parantez.

Kaldığımız yerden devam edelim… Üstelik biz ülkücüler beynimizin/hafızamızın bir köşesinde siyasal İslâmcıların yıllarboyu süren propagandalarından kaynaklanan küçücük küçümencik bir şüphe taşıyorduk. Siyasal İslâmcılar, ‘İslâm milliyetçiliği reddeder’, ‘milliyetçilik İslâm’a aykırıdır’ ve hatta ‘milliyetçilik küfürdür’. ‘İslâmiyet’te her şey var, öyle ise ideolojiye ve doktrine ne gerek var’ gibi şeyler söyleyerek, biz ülkücülere hem de tam cepheden saldırıyorlardı. Fakat biz hem İslâmiyet’i yeteri kadar (İlm-i Hal bilgilerinden daha fazlasını) bilmediğimiz hem de komünist devrimcilerle savaşmaktan siyasal İslâmcılara cevap vermeye zamanımız kalmadığı için bu iddialara yeterli ve gerekli cevapları vermemiştik, verememiştik. Velhasıl siyasal İslâmcıların bu saçma iddialarına/suçlamalarına hiçbir zaman inanmadıksa da içimizden bazan ‘acaba’ dediğimiz zamanlar da olmuştu… Böyle bir psikolojik durumumuz da söz konusuydu.

Böyle bir psikoloji içindeyken hem yüce ve mukaddes dinimizi öğrenmek hem zamanı iyi/güzel/faydalı bir şeyle değerlendirmek hem de beynimizde/hafızamızda taşıdığımız mikro şüpheyi izale etmek için İslâmi kitaplar okumaya yöneldik. Ancak 12 Eylül günü cezaevlerindeki bütün kitaplar alınmış, bir daha da iade edilmemişti. Dolayısıyla okuyacak hiç kitabımız yoktu… Kabul etmeyeceklerini tahmin ettiğimiz halde çaresizlikten cezaevi idarelerine müracaat ettik ve dinî kitaplar verilmesini talep ettik. Yanılmışız, talebimiz kabul edildi. Çünkü Beşli Cunta’nın ağababası ABD, SSCB’nin Afganistan’ı işgalinden sonra komünizmi İslâmla kuşatmak anlamına gelen ‘Yeşil Kuşak Projesi’ni hayata geçirmiş, Cunta da Türkiye’de bunu, tutukevleri ile cezaevlerinde dine ve dinî kitaplara tolerans göstermek suretiyle uygulamaya koymuştu. Fakat çok istememize rağmen -cezaevinde bulunduğumuz için- Ehl-i Sünnet vel Cemaat çizgisinde kitaplara ulaşamadık. O zaman piyasada bolca bulunan Şia çizgisinde kitapları (İran’da İslâm devrimi gerçekleşmiş ve Türkiye’de bu tür kitaplar bir moda gibi çokça yayınlanır olmuştu) okumak durumunda kaldık ve Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki farklarla farklılıkları bilebilecek kadar İslâmi bilgi sahibi olmadığımız için kafalarımız iyice karıştı… Beynimizdeki soru işaretleri küçülüp yok olacağına, büyüdü de büyüdü... Sonunda önce doktrinden; Dokuz Işık’tan vazgeçtik… Sonra ideolojimiz yokmuş ve hiç olmamış gibi; milliyetçi değilmişiz ve hiç milliyetçi olmamışız gibi bir tutum geliştirdik… Ve böylece Ülkücü Dünya Görüşü’nü teşkil eden üç unsurdan ikisini yani Dokuz Işık’ı ve Milliyetçiliği dolayısıyla Ülkücü Dünya Görüşü’nü terk etmiş olduk!

Bazılarımız bunu ‘İslâmiyet varken Ülkücü Dünya Görüşü’ne ihtiyaç yoktur. Milliyetçilik zaten küfürdür. Biz ülkücülükten vazgeçtik ve İslâm’a döndük’ diyerek açık açık ilân ettiler, çoğumuz ise bunu çeşitli sebeplerle açıkça ilân etmedik/edemedik, ama ‘Siyasal İslâmcıların iddiaları doğru olabilir’ diye büyük bir soru işareti olarak beynimizde/hafızamızda sakladık/taşıdık ve bu yüzden bütün ülkücü faaliyetlerimizi rölantiye indirdik… Bu iki halin istisnaları yok muydu? Olmaz olur mu, elbette vardı! Hem de sayıları hiç azımsanmayacak kadar da çoktu, lâkin bunlar diğerleri kadar cazgır/şirret olmadıkları için seslerini duyuramıyorlardı! Ve istisnasız hepimiz uzun yıllar kapalı bir yerde hem de çeşit çeşit işkenceler görerek kalmaktan ötürü -deli demek istemiyorum, ama- zaten psikopatlaşmıştık!

Aslında konu tamamlanmış olmadı, ancak yazı gene haddinden fazla uzadığı için burada kesmek zorundayım, gerisini inşallah gelecek yazımda anlatmaya gayret edeceğim.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,76 M - Bugn : 5447

ulkucudunya@ulkucudunya.com