Toplu iğne ve savunma sanayii
İbrahim Kiras 01 Ocak 1970
Ne bizim ülkemizde ne de dünyanın başka yerinde hiçbir hükümetin mucize yaratma kudreti yoktur. Hiçbir yol bir nefeste alınmaz. Tüm kurumlar tarihi süreçte yaşanan aşamalı bir gelişimin neticesinde teşekkül eder. Sanayi de “toplu iğne” üretimiyle başlar, bütün aşamaları bir anda atlayıp uzay aracı yapmakla işe başlayamazsınız. Önce mühendis yetiştirirsiniz, sonra fabrika kurarsınız.
“Dün toplu iğne üretemiyorduk, bugün top tüfek yapıyoruz” şeklindeki mübalağalı retorik siyasi propaganda çerçevesi dışında anlam taşımıyor. Ne toplu iğne üretimi daha dün başladı ne de savunma sanayii bugün kuruldu. Türkiye -birtakım sosyokültürel sebeplerle- sanayileşmesi geç başlayan ülkelerden biri ama o kadar da değil!
Tarihi gerçekleri eğip bükmeden konuşmak lazım bu konuları.
Toplu iğne tartışması bağlamında Cumhuriyet döneminde “ağır sanayi” alanında atılan en önemli adımlar olarak Kardemir, Erdemir, İsdemir gibi örnekleri isabetle hatırlatan arkadaşlarımız oldu. İlaveten hatırlatmak gerekir ki bu süreç Cumhuriyet ile de başlamadı. Sanayileşme geçmişten bugüne Türkiye’yi yöneten bütün siyasi kadroların ihtirasla sarıldığı bir hedeftir. Tanzimat döneminden bugüne kadar…
Ne var ki elbette -ekonomik kaynakların yetersizliği yanında- özel sektörün gelişmediği, sermaye birikiminin olmadığı bir ülkede ne kadar olabilirse o kadar başarılı oldu sanayileşme adımları. Ancak geçen iki yüzyıl içinde aralıksız devam eden gelişme sürecinin sonunda bir yerden bir yere geldik. Her dönem biraz daha ileri giderek.
Özel olarak savunma sanayii de öyle. Bu alandaki ciddi çalışmaların Osmanlı asırlarına kadar giden bir geçmişi var. Osmanlıların 18. yüzyıldan itibaren gündeme gelen modernleşme veya batılılaşma kavramlarından anladıkları ilk şey askeriyede reformdu. Çünkü Avrupa ülkelerinin ekonomik ve bilimsel alanlarda attıkları adımlar Osmanlının karşısına silah gücü yani askeri üstünlük şeklinde çıkmaya başlamıştı. Demek ki Avrupa ordularının eğitimi ve donatımı bizde de olursa askeri rekabette geri kalmayacaktık.
Bu anlayış doğrultusunda Avrupa’dan yabancı mühendisler getirtildi, Hendesehane (askeri mühendislik okulu) kuruldu. Baruthane-i Hümayun ve Tophane-i Âmire modernleştirilerek silah üretiminde Avrupa teknikleri uygulanmaya başlandı.
19. Yüzyılın sonuna gelindiğinde Türk tersanelerinde buharlı savaş gemileri ve denizaltılar inşa ediliyordu. İkinci Meşrutiyet döneminde ise savunma sanayii alanında modernleşme hedefinin yanına millileşme hedefi de konuldu. İstanbul ve Kırıkkale silah fabrikalarında yerli mühimmat üretimine ağırlık verilirken Anadolu şehirlerinde çok sayıda silah atölyeleri kuruldu. Yine bu dönemde Osmanlı Hava Kuvvetleri tesis edildi, Yeşilköy Tayyare Mektebi açıldı, yerli uçak üretimi girişimleri başladı.
Bu miras üzerinde Cumhuriyet döneminde savunma sanayi yatırımları devam ettirildi. Çok sayıda silah ve mühimmat üreten fabrika açıldı. Kayseri’de uçak fabrikası kuruldu.
Bu dönemde özel teşebbüs yatırımları da öne çıktı. Nuri Killigil silah ve cephane üreten fabrikalar kurdu, Nuri Demirağ ülkeye bir uçak fabrikası kazandırdı. (Bu arada, İkinci Meşrutiyet devrinde kurulan Yeşilköy Tayyare Mektebinin ilk mezunlarından olan Vecihi Hürkuş ilk Türk uçağını daha 1924'te tasarlayıp üretmişti.)
1950 sonrasında ise savunma sanayi yatırımları yavaşladı. Türkiye’nin NATO’ya girişiyle ABD’den gelen askeri yardım yerli üretimin azalmasına ve ithal silahlara bağımlılığa yol açtı. 1974’teki Kıbrıs Barış Harekatı sebebiyle Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu yerli savunma sanayiinin önemini yeniden hatırlattı.
İşte bu yüzden savunma sanayii alanındaki en önemli adımlar bundan sonra atıldı. TUSAŞ 1973’te, ASELSAN 1975’te kuruldu. HAVELSAN 1982’de, ROKETSAN 1988’de faaliyete geçti. Turgut Özal hükümetleri döneminde savunma sanayiinde projelerin finansmanı için kurumsal bir yapı oluşturuldu, özel sektörün ve üniversitelerin daha fazla işin içine girmesi sağlandı. Özal’ı sevseniz de sevmesiniz de kabul etmeniz gerekir ki bu dönemde yapılanlar savunma sanayiinde devrim niteliğinde bir sıçrama getirdi.
2000’li yıllarda atılan adımlar sayesinde ise Türkiye’de savunma sanayi ihracatçı sektörlerden biri haline geldi. Bir ülkenin kendi uçağını, gemisini, tankını üretebiliyor olması çok değerli bir aşama. Ancak bu konuda da ifrattan ve tefritten kaçınmamız lazım. Savunma sanayiinin ulaştığı seviyeyi küçümsemek de yanlış, artık dünyayı fethedeceğiz edebiyatına malzeme yapmak da.
Yerli savaş uçağımız Kaan’ın motorunun ABD’den alınacağını, Altay tankının motor ve şanzıman sisteminin Güney Kore yapımı olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğrayanlarımız oldu ama buna da çok takılmamak gerekiyor. Çünkü nihayet işin bir yerinden başlamak durumundayız. Hiçbir şey birden bire olmuyor. Unutmayalım ki buralara bir adımda gelmedik. Yaklaşık iki yüzyıllık bir süreçten söz ediyoruz. Daha ileri hedeflere ulaşmak için de uzun süre daha çalışmamız lazım.