« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

M. METİN KAPLAN

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

İdris Savaş

10 Kas

2025

Men Dakkâ Dukka

10 Kasım 2025

Son iki yüzyılda bu topraklarda yaşanan dönüşüm, yalnızca bir imparatorluğun çöküş hikâyesi değildir. Bu, toplumun kendi iç dengelerini, adalet duygusunu ve kimlik haritasını yeniden tanımladığı sancılı bir sürecin adıdır. Her tasfiye, her algı savaşı, her yeniden doğuş girişimi aslında aynı hikâyenin farklı bir perdesidir. Türkiye’nin bugünkü yapısını anlamak, bu perdelerin arkasına bakabilmekle mümkündür.

Osmanlı’nın son yüzyıllarında, imparatorluğun asli unsurları geri bırakılırken, azınlıklar sosyal, kültürel, sanatsal, politik ve ticari alanlarda daha hızlı gelişti. Batı ile kurulan ilişkiler, modern eğitim, sermaye ve finans imkânları özellikle gayrimüslim tebaa için büyük fırsatlar yarattı. Bunun sonucunda Osmanlı toplumunda iki farklı dünya oluştu: Bir yanda modernleşen, ticaretle güçlenen, Batı ile bütünleşen azınlıklar; diğer yanda tarım, askerlik ve zanaatla sınırlı kalmış, siyasetten ve ekonomik merkezlerden dışlanmış geniş Müslüman kitleler. Bu derin dengesizlik, asli unsurların gözünde bir adaletsizlik duygusu yarattı ve ileride yaşanacak tasfiyelere zemin hazırladı.

Bu sürecin etkilerini en yakından ve en erken hissedenler Rumelililerdi. Rumeli, Osmanlı’nın Batı’ya açılan kapısıydı; Balkanlar, milliyetçilik hareketlerinin, Batı müdahalelerinin ve toplumsal kırılmaların en sert yaşandığı sahneydi. Rumeli kadroları bu dönüşümleri yerinde gözlemledi; Batı’nın Osmanlı üzerindeki etkisini doğrudan deneyimledi. Rumeli topraklarının kaybı, onları hem gözlemci hem de süreci şekillendirici bir konuma getirdi. Bu nedenle Osmanlı’nın yıkılışını engelleme ve ardından yeni bir devlet kurma mücadelesinde Rumeli kökenli kadrolar doğal olarak ön safta yer aldı. Ancak bu konumları, ileride kendilerine yöneltilecek bir algı savaşının tam odağına yerleştirecekti.

Cumhuriyet’in kurucu vizyonunu taşıyan Rumeli kadroları, modernleşmeyi akıl, düzen ve ilerleme temelinde gören; dinden uzak değil ama taassuptan da bağımsız düşünebilen bir anlayışa sahipti. Bu kadrolar için Batı, körü körüne taklit edilecek bir model değil; bilimin, yönetim disiplininin ve kamusal aklın kaynağıydı. Onlar, sade bir Müslümanlık anlayışıyla toplumsal ahlakı korurken, devlet işlerinde aklın ve liyakatin rehber olmasını savundular. Ancak bu akılcı ve ölçülü yaklaşım, Anadolu’nun daha geleneksel, cemaatçi ve muhafazakâr yapısıyla her zaman tam olarak örtüşmedi. Bu farklılık zamanla yeni siyasi merkezlerin elinde bir ayrışma aracına dönüştü. Rumeli kökenli kadrolar “Batıcı”, “dönme” ya da “inançsız” gibi ithamlarla itibarsızlaştırıldı. Bu algı operasyonu yalnızca kişileri değil, onların temsil ettiği dengeci ve rasyonel devlet anlayışını da zayıflattı.

Bu noktada, yaşanan tasfiyelerin zamanlamasını ve doğasını doğru analiz etmek gerekir. Bu süreç, kendiliğinden ve doğal bir gelişimin sonucu muydu, yoksa derinlerde hesaplanmış bir stratejinin ürünü müydü? Bu soru, hem tarihi analiz hem de bugünün politik öngörüsü açısından büyük önem taşır. Siyasi kadrolar sürecin farkında mıydı, yoksa olup biteni kendi başarılarının doğal bir sonucu olarak mı yorumladılar?

Sonuç ne olursa olsun, zamansız ve yetersiz kadrolarla yapılan hamleler toplumu berber çırağının titrek eline mahkûm etti. Üstelik, kasap çırağının eline düşenler göz önüne alındığında, berber çırağının eline düşenler nispeten şanslı sayılabilirdi.

Türkiye’nin hikâyesi, basit bir iktidar mücadelesi veya doğrusal bir modernleşme serüveni değildir. Bu, Osmanlı’dan bugüne uzanan adaletsizliklerin, tasfiyelerin, algı operasyonlarının, coğrafi zorunlulukların ve toplumsal kırılmaların iç içe geçtiği çok katmanlı bir dönüşüm hikâyesidir. Bu hikâyeyi anlamanın yolu, sadece konuşulanları değil, konuşulmayanları; sadece yazılanları değil, yazılmayanları da anlayabilmekten geçer.

Türkiye’nin modernleşme ve gelişme serüveni, başkalarının tecrübelerinden kolayca dersler çıkarmak yerine, kendi doğrularını yaşayarak sınayan bir toplumun hikâyesidir. Eğer bir siyasi kültür, hedeflerine ulaşmak için hain, dinsiz, dönme veya dış güçlerin adamı gibi basit etiketlerle yürütülen algı operasyonlarını, tasfiyeleri ve ötekileştirmeyi meşru görüyorsa, bir gün aynı yöntemlerin dönemin “men dakkâ dukka”cıları tarafından kendisine de uygulanabileceğini unutmamalıdır.

Bazen tarihin tekerrürü bile bir nimettir. Çünkü talih her zaman bu fırsatı sunmaz.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

Ziyaret -> Toplam : 237,97 M - Bugn : 349686

ulkucudunya@ulkucudunya.com