« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Şub

2010

YUNAN ORDUSU İHTİDÂ MI ETTİ?

15 Şubat 2010

"Yunan Ordusunda namaz kılana zulüm yok!"

Bu cümle sözde İslâmcı bir gazetenin arka sayfasını kaplayan bir mülâkata boydan boya atılan manşet. Ön sayfada daha küçük yer verilen haber bölümünde de manşet aynı. "Yunan Ordusunda namaz kılana zulüm yok!" Okuyan zanneder ki, dünya tersine dönerek akıttıkları Müslüman Türk kanından nedamet duyan Yunanlılar hidayete ermiş, Türk Ordusunda namaz kılanlara uygulanan zulme nisbet edercesine erat serbestçe namazını kılıyor, şapkalarını çıkarıp kafalarına sarık geçiren Rum generaller cemaatin en ön safında imam mevkiindeler.

Türkiye'yi ziyaret eden İskeçe Müftüsü, dindar bilinen bir gazeteye konuşmuş, gazete de konuşulanlardan işine en çok yarayacak bu cümleyi manşet seçmiş.

Müftü ordu ile ilgili şunları söylüyor: "Bizden (Türklerden) hiç kimseye rütbe vermezler. Kendi adamlarına verirler, yandaşlarına yani. O da erin üstündeki en alt rütbeyi verirler. Askere üniversite mezunu olarak gittim. Ama, bu önemli değil. Bütün Batı Trakyalılar için bu böyledir. Batı Trakyalılardan bir polis yoktur. Yüzellibinden bir polis yoktur. Türk demek onlar için en büyük düşman demektir. Askerde de Türk'e hakaret edilir."

Türklere yapılan haksızlıklar gazetecinin pek işine gelmemiş olacak, duymak istediği cevabı almak için özellikle soruyor: Askeriyede namaz kılabiliyor muydunuz?

Müftü cevaplıyor: "Namazımı da kıldım, orucumu da tuttum. Ramazanda sahura kalkabilmemiz için yemekhanenin anahtarını verdiler. Şunu teslim etmek lazım ki; askerlik sürem boyunca ne bana ne de bir başkasına namaz kılmakta, oruç tutmakta ya da ailelerin tesettürlü ziyaretlerinde vesaire en ufak bir zorluk çıkardılar. Ancak bunlar sivil yönetim uygulamalarıyla şuurlu insanların yönetimde söz sahibi olmasını istemezler."

Müftünün şahsi tecrübesi ışığında yaşadıklarını samimiyetle ortaya koyması tam bir Türk dürüstlüğüdür. Türkiye'de üniversite mezunu bir Rum, Ermeni, Süryani veya başka bir azınlık vatandaş, asteğmen rütbesiyle askerliğini yapabildiği, milliyetine, diline, dinine karışılmadığı gibi, ayrıcalık tanındığı, el üstünde tutulduğu halde, aynı soru sorulsa feryatları ayyuka çıkar.

'Türk demek onlar için en büyük düşman demektir, askerde de Türk'e hakaret edilir.' sözlerinin görmezden gelinerek, bir kişinin şahsi tecrübesini genelleştirerek sanki her daim hürriyet mevcutmuş gibi Türk'e ve İslâm'a düşman bir ülkenin sempatik gösterilmesi aynı derecede dürüstlük değildir. Buna şaşırmamak gerekir, aynı zihniyet bizdeki bazı çarpık uygulamaları genelleştirerek Türk Ordusunun sürekli dindarlara zulmettiği havasını yaymaktadır. Yunan Ordusu, er seviyesindeki iki üç kişinin namaz kılmasını milli menfaatlerine aykırı bulmayarak müsamaha gösteriyor olabilir, önemli olan Türklüğü düşman görmeye devam etmesidir.

Bu manşetin seçilmesi, iyiniyetli, yapıcı ve meselenin çözümüne yönelik değildir, ardında şu düşünce yatmaktadır. Yunanistan'da Türklere, Müslüman ve Türk oldukları için yapılan zulüm bizi ilgilendirmiyor. Zaten biz de açılımla Türkiye'de Türklüğü yok etmenin mücadelesini veriyoruz. Yunan Ordusunda namaza karışılmıyorsa o ordu dostumuzdur. Bizim ordumuzda namaza karışılıyor, o halde Türk Ordusu düşmanımızdır. Türk Milletinin bekasını ve dolayısıyla her halükarda dinimizi koruyor olması hiç de önemli değildir. Yunanlılar tekrar yurdu işgal ederse, dindarlara zulmeden, ittihatçı artığı, darbecilerden müteşekkil milli orduya destek verilmemelidir, geçmişte olduğu gibi kanı bozukların izinden giderek Türk'ü yine arkadan vurmak ve Yunan Ordusunu tercih etmek gerekir.

Önce şunu tesbit edelim. Türk Ordusunun milli ülküye hizmet edecek bir kadro hareketine öncülük etmesi Türk Milletinin temennisidir. Dindar, laikçi, iyi, kötü, atak, temkinli, bir sürü genelkurmay başkanı ve devlet başkanı gelmiş geçmiş, zaman zaman siyasi irade ve dünya siyaseti müsait olmasına rağmen Misak-ı Milli sınırlarına ulaşılamamıştır. Asli vazife açısından meselenin eksi tarafı budur. Mevcut sınırlarımızı şimdiye kadar korumuş olmamız da artı tarafıdır. Demek oluyor ki, büyük idealler taşımayan sıradan fertlerin iyiliği kötülüğü, dindarlığı veya laikliği milli meseleleri çözmeye yetmiyor.

Evet, her şey güllük gülistanlık değildir, orduda ve her yerde milli bünyeye aykırı uygulamalar sebebiyle bir takım sıkıntılar yaşanmaktadır, öyle olduğu için birbiriyle mücadele halindeki bunca farklı görüş ortaya çıkmıştır. Ancak, Türk Ordusunda, pek teşvik edilmese de, aleyhteki propagandayı haklı çıkaracak derecede namaza, oruca, samimi ibadete ve sade dindarlığa karışılmamaktadır. Zaman zaman, askere zorla zeytin yedirilerek oruçlarının bozdurulduğu, namaz kılmanın men edildiği gibi tevatürler herkesin kulağına gelmektedir. Şayet olmuşsa, psikopat birkaç subayın, üç beş generalin marifeti bütün orduya teşmil edilmemelidir. Askerlik müessesesi kimsenin meçhulü değildir. Çevremizde böyle uygulamalara maruz kalan kimseye rastlanılmadığı gibi, komutan emretti diye orucunu bozacak kadar korkak davranan ve sonra da bunu tezvirat vasıtası olarak kullanan zayıf karakterli kimse de yoktur. Vakarlı bir duruş karşısında rütbesi ne olursa olsun hiç kimse böyle pespayeliklere cüret ve tevessül edemez. Dine karşı olanlarla birlikte dini istismar ederek Türk askerine kin kusanların da ıslaha, terbiyeye ihtiyacı bulunduğu aşikârdır. Askerlik yapmamak için savaş aleythtarı gösterilerde pankart açıp alenen yürüyen zibidi takımı, asker kaçağı bu sinsi müzevvirlerden ve müfterilerden daha haysiyetlidir. Bizim de şahsi tecrübemiz en azından kendi dönemimizde namaz kılana, oruç tutana, ezan okuyana, başörtüsü ile ziyarete gelen eşe veya anaya karışılmadığı yönündedir. Sonradan bu işlerin çivisi çıkmış, sağlanan kolaylıklar, tanınan imkânlar, türbanın ve kadınların arkasına saklanan sinsi radikal akımların, iman kurtarıcı ham softa kaba yobazların elinde istismar edilerek tepkiler doğmasına ve müsamahanın azalmasına yol açmıştır. Milli tehditleri algılamakta çok isabetli bir yaklaşıma sahip olamayan komuta kademelerindeki yetersizlikler, irtica tehdidini slogan haline getiren fırsatçıların da tahrikiyle maksadını aşan yasaklara sebebiyet vermiş ve karmaşa doğurmuştur. Bu olumsuzluklar itiş kakışla, kavga dövüşle değil, bir zihniyet inkılâbı ile çözülebilecek meselelerdir. Fakat, karargâha sefertası ile yemek götürdüğünü söyleyen emekli komutan kendi tatlı canını düşündüğü kadar bu meselelere el atarak, rakı sevdası uğruna başbakanlara posta koyan generalleri toplayıp, 'Kardeşler bu konularda bazı rahatsızlıklar var, sizden ricam milletin değerleriyle kavga etmemeniz, bakın bir irticadır tutturarak ihaneti büyüttünüz, artık şu inattan vazgeçelim, milletle kaynaşalım' şeklinde ağabeyce bir tavsiyede bulunsa ve bu yönde kararlılık gösterseydi şüphesiz karşısındakiler de şapkalarını önlerine koyup düşünürlerdi.

Bütün bunlara rağmen ordudaki dini hayatın seviyesi günlük sosyal hayattan, üniversiteden, yargıdan, diğer sivil kurum ve kuruluşlardan önemli ölçüde sapma göstermez. Milliyetçi, vatansever muhafazakâr subayların en üst noktalara gelememesi bir vakıadır, ancak aynı güçlük çizgisinden taviz vermeyen herkes için en başından itibaren hayatın bütün safhalarında caridir. Hatta sivil hayatın siyasetle kesişen noktalarında inancında sabit kalabilmek daha zordur. Bir davaya gönül vermiş olmak, davanın sırtına basmayanlar için beraberinde tabii olarak bir takım zorluklar getirir. Düşünen, okuyan, davası için mücadele eden herkesin belli ölçülerde mağdur edildiği bir yerde, şahsi mağduriyetlerini pazarlamacı üslubuyla haddinden fazla dile getirerek öne çıkmaya çalışanlar, inançları sebebiyle kendilerine özel imtiyaz tanınmasını bekleyenlerdir. Daima nimete talip bu tipler, ekseriyetle mensup olduğu camianın dışında bir takım mihraklarla münasebet içerisine girerek hem kendilerine hem davalarına zarar veren veya geride kalarak zarar görmeyen fakat mağdurmuş gibi davranan kişilerdir. Siyaset gitgide karakter erozyonundan, inanç ticaretinden ve darbe söylentilerinden beslenen bir yapı haline gelmiştir. Siyaset yoluyla piramit terse dönerek ayaklar baş olabilmekte, esen rüzgâra göre tavır alan, değişen şartlara ayak uydurarak siyasi gelişmeleri kendi lehlerine kullanan kapasitesiz ve kişiliksiz kadrolar rahatlıkla tepe noktalara gelebilmektedir. Dinle imanla uzaktan yakından alâkaları bulunmadıkları halde bunlar, nüfuzları, ilişkileri, bölgeleri, hasbelkader bitirdikleri mesleki okulları kıstas alınarak el üstünde tutulmakta, iktidarın seçim malzemesi olarak kullandığı konuların samimi mücadelesini verenler ise hor görülmektedir. Siyasette ve bürokraside temayüz edenlerin siyasi kimliğini ve dünya görüşünü tek kelimeyle tarif edebilmek imkânsız hale gelmiştir. Yedi kocalı kadın gibi davranarak her devirde ön plana çıkmak, kişisel siyasi başarı şeklinde takdim edilmektedir. Değişmekten tanınmaz hale gelen ve varlıklarını darbelerin yol açtığı siyasi fırsatlara borçlu olanlar, açılım, demokrasi, insan hakları ve din maskesi arkasında bölücülüğe hizmet etmektedir. Silahlı Kuvvetler bu manada daha istikrarlıdır, çizgisi sık sık değişmez, intisap anındaki şartları kabul ettikten sonra kurumun temel prensiplerine riayet etmek ve güç merkezleriyle çatışmamak kaydıyla belirli bir istikamette yol alınabilir. En azından dışarıdan ithal edilen ve kurumun yüzlerce yıllık geleneğini alt üst edecek meslekle ilgisiz birilerinin kumandan tayin edilmesi gibi garip, adaletsiz ve yıkıcı icraatlara rastlanmaz.

Ezcümle, Türk Ordusunu karalayıp, Yunan Ordusuna medhiye düzmek, izanla, insafla, imanla bağdaşmaz. Böyle bir tavır kelimenin tam manasıyla ihanettir. Bunun arkasındaki alçak ve hain niyetleri sezebilmek lazımdır. Yunan Ordusunda namaz kılana karışılmadığı sözüne mal bulmuş mağribi gibi sarılanlara, Yunan mezalimini okuyup öğrenin denilse, kendilerini allâme sayar, okumazlar. Büyüklerinizden dinleyin denilse, cedleri ya işbirlikçidir ya da asker kaçağıdır, anlatacak bir şeyleri çıkmaz. En iyisi, yakın olduğu için ilk akla geliveren Bilecik'e bir tur düzenleyip, vadiye doğru uzanan arazide yer alan bir sürü yıkık minareyi gözlerine sokmak. Taş üstünde taş bırakmayan vahşi ve korkunç bir mezalimden arta kalan sesiz şahitlerden belki ibret alırlar. Görsünler bakalım camileri Yunan Ordusu mu yakıp yıkmış, Türk Ordusu mu? Minarelerden yankılanan ve kıyamete kadar susmayacak Ezân-ı Muhammedî'yi Yunan Ordusu mu himaye ediyor, Türk Ordusu mu, muhakemesini yaparlar ve biraz izanları kalmışsa hakikati idrak ederler.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,05 M - Bugn : 4986

ulkucudunya@ulkucudunya.com