« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

21 Eki

2024

1969 SEÇİMLERİ (39)

21 Ekim 2024

1969 SEÇİMLERİ ÖNCESİ; ŞÛLE YÜKSEL ŞENLER, MEHMED ŞEVKET EYGİ, MUSTAFA POLAT, MÜNEVVER AYAŞLI

ATSIZ: NURCULUK DENİLEN SAYIKLAMA


Millî Hareket, Ekim 1969, Sayı 39.

SÖĞÜT REZALETİ

Her yıl Söğüt kasabasında yapılan Ertuğrul Gazi ihtifali bu yıl 7 Eylül’de tekrarlandı. Fakat, günün önemini bilmeyen, o ruhu anlamayan kişilerin öncülüğünde yapılan ihtifal tam bir fiyasko ile sona erdi.

GENE PARTİZANLIK

Bu yılki ihtifale MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’ten başka hiçbir parti başkanı gene gelmemişti. MHP Teşkilâtı mensupları yurdun muhtelif yerlerinden buraya gelirken Ertuğrul Gazi’nin büyüklüğüne uygun bir tören göreceğini sanmışlardı. Bunun için İstanbul ve Ankara’dan özel kıyafetli komandolar gelmiş, Üç Hilâl’li bayraklarla bir de yürüyüş yapmışlardı.

Törenin yapılacağı meydana gelindikten sonra konuşmalar başladı. Eğilip bükülen, ne dediği anlaşılamayan kaymakam sözde bir konuşma yaptı. Arkasından vali konuştu. O da konuşmasını galiba iyi ezberliyemediğinden (!) olacak, tekledi durdu. Onun arkasından da bir öğretmen uzunca bir konuşma yaparak kaymakamın ve valinin kırdığı potları tamir etmeğe çalıştı.

Halkın hemen hepsi, her yıl Ertuğrul Gazi ihtifaline gelen Alparslan Türkeş’in konuşmasını beklerken, İngiliz Kraliyet askeri kıyafetleri giymiş, orta okul çocuklarının, günün manâsıyla ilgisi olmayan gösterileri başladı. Yüzlerce çocuğun içinde, eğer millî kıyafet giymiş dört çocuk görmeseydik, kendimizi İngiltere’de sanacaktık. Arkasından, gayet dar kadrolu bir mehter, sonra kılıç kalkan ekibi… Bunlar gerçi güzel şeylerdi. Fakat bunları takdime eden mini etekli kızın ve yanındaki asorti delikanlının devirdikleri çamlar olmasaydı. Mesela, İstiklâl Marşı’nın güftesini devamlı yanlış okuyorlardı. Arada okudukları şiirlerin ya bir kelimesini atlıyorlar veya yanlış okuyorlardı. Yani istenseydi bir ihtifal bu kadar rezil edilemezdi.

TÜRKEŞ’İN PROTESTOSU

Bu rezalete dayanamayan Türkeş, yanında Dündar Taşer olduğu halde protokolu terketti ve töreni terkeden MHP’lilere hitaben ayrı yerde bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında, yapılan ihtifalin bir rezalet olduğunu, söyledi ve bundan sonra MHP olarak ayrı ihtifaller düzenleneceğini belirtti.



Son Havadis, 1 Ekim 1969.

İstikbalin röntgenini çeken Paris’li ünlü falcı KYRAH, parti liderlerimizin geleceğini okudu

Röportaj: Hikmet Saim

Türkeş’in tutmadığı önemli bir vaad var…

4

Sıra, diğer parti liderlerinin falına baktırmama gelmişti. Alparslan Türkeş’in fotoğrafını Kyrah’ın önüne henüz koymuştum ki, ünlü falcı atılırcasına

– Bu adamın tutmadığı bir vaad var, dedi. Önemli bir vaad bu…

Kyrah’ın karşısında en çok şaşkınlık geçirdiğim anlardan birini, Türkeş için söylediği ilk cümle yüzünden yaşadım. Eski günler zihnimde canlandı birden. Ve gözümün önüne MHP Lideri Türkeş değil ihtilâl sonrası, birbiri peşi sıra Millet Meclisi kürsüsüne çıkarak kendini bu millete adadıklarına siyasete asla karışmayacaklarına namus ve şeref sözü veren Millî Birlik Komitesi üyeleri arasında yer alan Türkeş’i…

Siyasetle ahlâk ayrılmaz bir bütündür. Bunu bölmeğe kalkanlar her ikisinden de bir şey anlamamış sayılır. Her politikacı gibi, her siyasî parti de ergeç, kendi yalanını yutarken ölmeğe mahkûmdur.

Falen Kyrah’a göre Alparslan Türkeş’in yüzündeki tebessüm diplomatikti. MHP lideri aslında sert bir adamdı.

– Tebessümüne sakın aldanmayınız diyordu falcı. Siyasî bir gülüş bu. Fakat, ümidi olmasına rağmen, seçimlerde gülemeyecek. Mağlubiyete uğrayacağını kendisi de biliyor.

Fotoğrafı biraz imceledikten sonra ekledi:

- Hayatı hiç tehlikede değil. Zaten ortadan kaldırılması gereken bir şahıs sayılmaz.

Diğerlerinin arasında bulunan Demirel ve İnönü’nün fotoğraflarını aldı: …



Hürriyet, 1 Ekim 1969.

TÜRKEŞ’İ KALPAKLI VE ÇİZMELİ KOMANDOLAR KARŞILADI

MHP’nin Taksim’de düzenlediği “Milliyetçi Türkiye” mitinginde dün bir konuşma yapan Genel Başkan Alparslan Türkeş, işçilerin devlete karşı bağımsız, tek ve mecburi sendikalarda toplanması görüşünü savunmuştur.

Mitinge katılmak için dün 12.40 ta uçakla Ankara’dan İstanbul’a gelen Türkeş’i Yeşilköy Havaalanında 30 otomobili dolduran partililer ile kalpaklı, çizmeli komandolar karşılamıştır. Elleri bayraklı karşılayıcılar Havaalanında Türkeş’e fazla gösteri yapmamışlar, fakat 100’den fazla taraftarı “Başbuğ”a sarılarak kendisini defalarca öpmüştür.

Saat 15.00’te Taksim alanında başlayan mitingde konuşan Alparslan Türkeş, “Milli Devlet anlayışı yönünden işçi ve sendika meseleleri hakkındaki görüşünü” açıklayacağını bildirmiş “Türk kültürüne dayanmayan devlet, millî olamaz. Halbuki bugün fikir hayatımızda bunun tam aksine, gayrı millî devlet anlayışının sayısız temsilcileri, müdafileri bulunmaktadır. Bunlar liberal ve sosyal devlet anlayışlarıdır” demiştir.



Milliyet, 1 Ekim 1969

TÜRKEŞ: SERMAYE İLE EMEĞİ KARDEŞ HALE GETİRECEĞİZ

Yeşilköy Havaalanında <<Başbuğ>> sesleriyle komandolar ve partililer tarafından karşılanan MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş dün Taksim Meydanında yapılan mitingte partisinin işçi sendika konusundaki görüşlerini açıklamış, <<Her iş kolunda tek sendika kurulmalı, işçiler işyerindeki yönetime katılmalıdır. Biz emek ve sermayeyi kardeş haline getirmek istiyoruz>> demiştir.

MHP Beyoğlu ilçesince düzenlenen mitingde, halk arasında <<<Komando>> adı verilen gençler de siyah kalpak, omuzluklu ve iki cepli haki gömlek, lâcivert pantolon, beyaz kemer ve beyaz tozluktan meydana gelen bir örnek özel kıyafetleriyle hazır bulunmuşlar ve kürsünün etrafında sıralanmışlardır. Miting alanında ayrıca Türk bayrakları ile üç hilâlli parti bayrakları ve MHP’nin <<Dokuz Işık>> ını belirten dövizler yer almıştır.

Türkeş özetle şunları söylemiştir: <<- Türk kültürüne dayanmayan devlet millî olamaz. Kökleri batı kültürüne dayanan liberal ve sosyalist devlet anlayışlarına karşı çıkmalıyız. Millet bir kültür birliğidir. Canlı bir organizmadır. Onu sınıflara ayırmak millet anlayışımıza aykırıdır. İşçi ünitesi, ihtimama ve devletin hizmetine en muhtaç ve lâyık dokusudur. Millî istihsalin en önemli unsurunu teşkil eden emek sahipleri, millî gelirin dağılışında paylarını âdil şekilde almalıdır.>>

Üniversite olaylarına değinen Türkeş, komünistlerin özellikle Üniversitede yuvalandıklarını ve gençliğin yoksulluğundan yararlanarak propaganda yaptıklarını bildirmiş ve şöyle devam etmiştir:

<<Halkı patlattıkları bombalar ve yarattıkları olaylarla huzursuz eden bu Moskof köpekleri, Dekanlarının otomobillerini yakacak kadar azıtmışlardır. Üniversiteye muhtariyet ilim yapmak için verilmiştir, komünist köpeklerin himaye edilmesi için değil.>>

Öte yandan miting dağıldıktan sonra 200 kadar genç İstiklâl caddesine girmiştir. <<Başbuğ Türkeş>> diye bağıran gençler, Galatasaray’da dağılmışlardır.



Cumhuriyet, 1 Ekim 1969.

İSTANBUL’DAKİ İLK GÖSTERİYİ MHP YAPTI

* MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş dün Taksim mitinginde sağında ve solunda bekleyen iki komandonun arasında konuşurken. Türkeş, dünkü MHP mitinginden önce, özel olarak giydirilmiş kalpaklı, lâcivert pantolonlu, potinlerinin üzerine beyaz tozluk bulunan, beyaz kemerli <<Bozkurtlar>> komandolar tarafından karşılanmıştır.

İstanbul’daki ilk açık hava toplantısı ve gövde gösterisini Milliyetçi Hareket Partisi yapmıştır.

Bozkurtların söylediği <<Başbuğ>> marşı ile Taksim’e gelen Türkeş, yaptığı konuşmada işçi meseleleri hakkındaki görüşünü açıklamıştır.

Türkeş, Yeşilköy Hava alanında, özel olarak giydirilmiş, kalpaklı, lâcivert pantolonlu, potinlerinin üzerinde beyaz tozluk bulunan, beyaz kemerli <<Bozkurtlar>> komandolar tarafından karşılanmıştır.

Türkeş konuşurken, özel olarak giydirilmiş <<Bozkurtlar>> dan ikisi kürsünün yanında <<Hazırol>> durumda beklemiştir.



Cumhuriyet, 1 Ekim 1969.

KIRATLI KUR’AN DAĞITILIYOR

Bazı köylerde iç kapağına <<kırat>> resmi yapıştırılmış Kur’ânı Kerimlerin dağıtılması üzerine, CHP milletvekili adayı Mehmet Bakır, Dursunbey Kaymakamlığına başvurarak, bunları dağıtanların tesbitini ve haklarında kanunî işlem yapılmasını istemiştir.

Özellikle köy imamlarına gönderilen ve köylülere de hediye edilen Kur’ânı Kerimlerin AP li bazı şahıslar tarafından seçim propagandası amacıyla dağıtıldığı öne sürülmektedir. CHP adayı, merkez ilçeye bağlı Yassıviran ve Gökçedağ bucağına bağlı Mahmutça köylerinde tesbit ettiği bu durumun seçim kanununa aykırı olduğunu belirtmektedir.



Cumhuriyet, 1 Ekim 1969.

RADYO KONUŞMALARI

Fikret Kunter YTP 17.05-17.15
Süleyman Demirel AP 17.20-17.30
Kemal Satır CHP 17.35-17.45
Fethi Çelikbaş GP 19.50-20.00
Osman Bölükbaşı MP 20.05-20.15
Osman Yüksel Serdengeçti MHP 20.20-20.30
Hüseyin Balan BP 20.35-20.45
Hüseyin Korkmazgil TİP 20.50-21.00



Bugün, 2 Ekim 1969.

BUGÜNKÜ SEÇİM KONUŞMALARI

Süleyman Demirel AP 17.05-17.15
Bekir Tünay 17.35-17.45
Belli Değil MP 19.50-20.00
İffet Halim Oruz MHP 20.05-20.15
Ali Karahan YTP 20.50-21.00



Milliyet, 2 Ekim 1969.

MHP’Lİ KOMANDOLAR 3 KİŞİYİ DÖVDÜLER

KOMÜNİZMLE MÜCADELE DERNEĞİNDE KAVGA EDEN KOMANDOLARI POLİS YAKALADI

Sağmalcılar’daki Komünizmle Mücadele Derneğinde önceki gece MHP’li beş komando tarafından kavga çıkarılmıştır. Aralarında bir milletvekili adayının da bulunduğu komandolar iddiaya göre üç kişiyi dövdükten sonra kaçmışlar, daha sonra polis tarafından yakalanarak nezaret altına alınmışlardır.

Olay saat gece 23 sıralarında olmuştur. Aralarında Edirne milletvekili adayı 50 yaşındaki Hüsnü Altındere’nin de bulunduğu Tahsin Tankuş, Ersin Yalın, Namık Alper ve Sami Başoğlu adındaki komandolar kendilerinin de üye oldukları dernek binasına gelmişlerdir. Burada diğer dernek üyeleri ile parti konusunda münakaşaya başlamışlardır. Polisin verdiği bilgiye göre, bu arada karşı taraftan bir şahıs, <<İslâmî Hareket ve Türkeş>> adlı beyannamenin yayınlanmasını kınamış ve küfür etmiştir. Komandolar da onların bu hareketi üzerine birden ortalığı karıştırmışlar, dernek üyelerinden Suavi Kurtulmuş, Yılmaz Günaydın ve Cafer Tezcan adındaki şahısları yaralamışlardır.



Cumhuriyet, 2 Ekim 1969.

KOMANDOLAR KOMÜNİZMLE MÜCADELE DERNEĞİNİ BASTILAR

MHP’ne mensup komandolar önceki gece saat 23’de Sağmalcılar’daki <<Komünizmle Mücadele Derneği’ni basıp üç kişiyi yaraladıktan sonra masa ve sandalyeleri kırmışlardır.

Olay, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in Taksimdeki konuşması sırasında başlamıştır. İddiaya göre Sağmalcılar’daki <<Komünizmle Mücadele Derneği>> mensupları, Türkeş’e hakaret etmişlerdir. Gece saat 23 sıralarında aralarında MHP Adana Milletvekili adayı Hüsnü Altındere’nin de bulunduğu dört kişilik bir komando ekibi, Demirkapı Caddesindeki binaya girmişlerdir. Dernekte bulunan Yılmaz Günaydın, Cafer Tezcan ve Suavi Kurtuluş, geceyarısına doğru gelen ziyaretçilerin geliş nedenlerini sormak istemişler, fakat ziyaretçiler, <<Sizler bizim Başbuğumuza hakaret ettiniz. Bunun için buraya geldik.>> demişlerdir.

Önce söz düellosu yapan komandolarla dernek mensupları arasında daha sonra yumruklu tekmeli ve sandalyeli kavga çıkmıştır. Olay, kavgayı gören bazı vatandaşlar tarafından karakola bildirilmiştir.

Dernek mensupları dayak yediklerini iddia ederek, komandolar da hem Başbuğlarına, hem de kendilerine hakaret edildiğini söyleyerek karşılıklı dâvâcı olmuşlardır.



İttihad, 7 Ekim 1969, Sayı 102.

MHP’li KOMANDOLAR KOMÜNİZMLE MÜCADELE DERNEĞİNİ BASTILAR

MHP ne mensup komandolar, geçen hafta içerisinde gece saat 23 sıralarında Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği Sağmalcılar Şubesini basarak üç kişiyi yaralamış ve sonra da derneğe ait masa ve sandalyeleri kırmışlardır.

MHP nin Edirne Milletvekili adayı Hüsnü Altındere’nin de aralarında bulunduğu dört kişilik komando ekibi, gece baskın yaptığı TKMD Dernek binasında Yılmaz Günaydın, Cafer Tezcan ve Suavi Kurtuluş’u, <<Başbuğumuza hakaret ettiniz>> diyerek yaralamış ve hakarette bulunmuşlardır.

Hâdiseden sonra yakalanan mütecâviz Komandolar, Eyüb Savcısı tarafından ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakılmışlardır.

TÜRKEŞ’E TELGRAF ÇEKTİ

Hâdise üzerine Türkeş’e bir telgraf çeken Dernek Başkanı Gündoğan Üçer, telgrafta şöyle demiştir:

<<- Partinizin tahrik ettiği ve sokağa döktüğü, devamlı anarşist hareketlerde bulunan <<KOMANDOLAR>> Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği Sağmalcılar Şubesini basarak tahrib etmişlerdir. <<Tezimiz İslâmdır>> hakikatını savunan Derneğimize yapılan bu taarruz şunu göstermiştir ki bunların Komünizm düşmanlığı sahtedir. Zira biz, teşkilâtımıza yapılan bu saldırıyı ancak komünistlerden bekleriz.

Bu gibi anarşist hareketlerin durdurulmasını, aksi halde Gençlik ve Millet olarak icab edeni derhal yaparak millet vicdanında mahkûm olacağınızı bildiririz.

<<ZAFER, TEZİMİZ İSLÂMDIR>> düsturunu savunanlarındır.

*

ZAFER TÜRKEŞ’İN DEĞİL, ALLAH’A İNANANLARINDIR

Diğer taraftan hâdise ile alâkalı olarak bir beyanname neşreden TKMD Sağmalcılar Şûbesi, komandoları te’lin etmiş ve bu menfur tecâvüzle alâkalı olarak şu hususları efkâr-ı umumiyeye açıklamışlardır.

<<- İhtilâlci Türkeş’in kanunsuz sokak anarşistleri, önceki gün saaat 23.00 de TKMD Sağmalcılar şubesini basarak, 3 üyemizi yaralamışlardır.

Derneğimizin partiler üstü olan durumunu hazmedemiyen ve MHP nin bir şubesi halinde çakılmasını arzulayan komandolar, gece saat 23.00 sıralarında, toplu halde Dernek binamıza taarruz ederek, Yılmaz Günaydın, Şuayb Kurtuluş ve Cafer Tercan’ı çeşitli yerlerinden yaralamışlardır.

<<Başbuğ Türkeş>> diye naralar atarak, başlarında MHP Edirne Milletvekili adayı Hüsnü Özaltındere olduğu halde Dernek binamıza taarruz eden komandolar <<Biz kanun tanımayız, kahrolsun hükûmet, onları destekliyen gericiler de kahrolsun, Mason Başbakan, satılmış hükûmet>> gibi hakaretamiz kelimeler kullanmışlardır. Cumhurbaşkanına dahi hakaret ederek, iktidara zorla gelecekleri tehdidini savurdular.

Hâdiseden sonra Derneğimize gelen Polis, Komandoların birkaçını yakalıyarak adalete teslim etmiştir.

Bu hâdise hakikatte şunu göstermektedir. Komando denilen bu kışkırtılmış anarşistler, hiç bir hak, hukuk, mal ve can emniyeti tanımamakta, vahşice etrafa saldırmaktadırlar. İçtimaî nizamı bozmak, kanunlara saygısızlıkta, anarşistçe hareketlerde kendilerini serbest saymaktadırlar.

Biz, İslâm düşmanı bütün anarşistleri Müslüman Türk milleti huzurunda nefretle tel’in ediyoruz.

Komünizmle Mücadele etmeği hedef alan bir derneği basmak cüretini göstermeyi ilerisi için düşünülecek ibretli bir hal sayıyoruz.

ZAFER TÜRKEŞ’İN DEĞİL, ALLAH’A İNANANLARINDIR.

T.K.M.D.>>



Cumhuriyet, 2 Ekim 1969.

MHP İL MERKEZİNE ARAPÇA LEVHA İÇİN SORUŞTURMA AÇILDI

* MHP’nin Malatya il merkezinde Parti tabelâsının yanına astığı Arapça yazılı Besmele

MHP Malatya İl Merkezi binasına asılan Arapça <<Besmele>> levhası dolayısiyle Savcılık, Parti İl Başkanı Şerif Dursun ile Gençlik Kolu Başkanı İsmail Nacar’ın ifadesi alınmıştır.

Parti binasının dışına ve parti levhasının yanına asılan Arapça levha için Emniyet Müdürlüğü ve Cumhuriyet Savcılığı, Parti yöneticilerinin dikkatini çekerek bunun suç olduğunu bildirmiş ve levhanın indirilmesini istemiştir.

MHP İl Başkanı Şerif Dursun ve Gençlik Kolu Başkanı İsmail Nacar ise, <<Besmele>> levhasını parti binasına asmanın dini siyasete âlet etmek anlamını taşmadığını ileri sürerek, <<Eğer besmele kelimesi uç ise, siyaset kürsülerinde konuşan hatiplerin de hiç bir zaman Allah adını ağızlarına almamaları gerekir>> demişlerdir.



Milliyet, 4 Ekim 1965.

TÜRKEŞ: HİTLER TAKLİTÇİSİ DEĞİLİM

Adana’da konuşan Millî Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, <<Partisinin sosyalist, kendisinin de Hitler’in taklitçisi olduğu>> iddialarını reddetmiş, <<Üç hilâlli MHP milliyetçi – toplumcu bir partidir>> demiştir.

TÜRKEŞ, KOMANDOLARLA GÖVDE GÖSTERİSİ YAPIYOR

Önceki gece Adana’ya gelen MHP Genel Başkanı Türkeş, komandoları ile birlikte şehirde <<gövde gösterisi>> yapmıştır. Dün de komandolarla Ulucami’de öğle namazını kılan Alparslan Türkeş, Kuruköprü meydanındaki MHP açıkhava toplantısına komandolar ve Mehter takımı ile birlikte gelmiştir.

Konuşmasında gelmiş geçmiş bütün iktidarları Türkiye’yi kalkındıramadıkları için suçlayan ve << Türkiye’nin artık, buhar ve elektrik çağlarını aşıp atom ve füze çağına girmesi gerektiğini>> belirten Türkeş, özetle şunları söylemiştir:

<<Devletimiz, milletimiz yıllar boyu özlemini çektiği otorite ve disipline bizim iktidarımızda kavuşacaktır. Bugüne kadar milleti soyma, halkı ezme, eş, dost, ahbap, akraba ve yâran kayırma için kullanılmakta olan devlet otoritesi bizim iktidarımızda milleti soyanın, halkı ezenin, yâran kayıranın, şeririn, haydudun boğazına sarılan demirden bir pençe olacaktır. Devletin vazifesi tam millî ve müstakil bir ekonomiyi gerçekleştirmektir. Türkiye’de madem ki her şey Türk’ün yararına olacaktır, o halde ekonomimiz de millileşmeli, yabancı tasallûtundan kurtularak Türkleştirilmelidir.>>



Bugün, 4 Ekim 1969.

MHP İÇİN TAHKİKAT AÇILDI

Milliyetçi Hareket Partisi milletvekili adayı ve parti genel kurul üyesi Ahmet Er’in <<Muhammedi düzen>> getirilmesini isteyen radyo konuşması ile lâikliğe aykırı davranışta bulunduğu iddiasıyla Ankara Savcılığınca hakkında açılan soruşturma devam etmektedir. Yargıtay Başsavcılığının da ayrıca parti hakkında açtığı soruşturmanın yürütüldüğü bildirilmiştir.

Ankara Savcılığı yetkilileri, Er’in ifadesini almak üzere savcılığa dâvet ettiklerini, ancak kendisinin savunmasını yapmak üzere savcılığa henüz gitmediğini açıklamışlardır.

5 YILA KADAR HAPİS

Savcılık ilgilileri, MHP Milletvekili adayının radyodaki konuşmasında gerçek demokrasinin Muhammedî düzen olduğunu ve bu düzenin getirilmesi ile huzura kavuşulacağı yolunda ifadeler kullandığını belirterek, Ceza Kanununun 163’üncü maddesine aykırı bulunduğunu bildirmiştir. Ayrıca suçun sabit görülmesi halinde Ahmet Er’in 5 yıla kadar hapis cezası ile mahkûm edilebileceği de ilâve olunmuştur.



Tercüman, Ergun Göze, 5 Ekim 1969.

TÜRKEŞ’İN KİTABI VE ARKADAŞLARI

Bu gün, hemen bütün dünyada, liderlik durumunda olan veya böyle bir iddiada bulunan her siyasî’nin fikirlerini bir kitapta sistemleştirmiş olması âdet hükmündedir.

Türkeş de fikirlerini; <<Türkiye’nin Meseleleri>> isimli kitabında toplamış. İlk makalelerde ana meselelere dokunulmuş… Meselâ din meselesi: <<İslâmiyet, Türk milletinin geri kalışının sebebi değildir. İslâmiyet tarih boyunca nereye gitmişse, ışık götürmüş, medeniyet götürmüştür. (Sayfa 7)>>

Aydınlarımızın ihaneti ve vergilerle toplanan paraların yerlerine, sarfına kadar birçok meseleyi ele alan Türkeş, bu arada nüfus politikasına da eğilip, nüfus plânlamasının nasıl bir tuzak olduğuna işaret ediyor. Teklif ettiği reformların başında da <<Ahlâk, maneviyat, M. Eğitim reformu>> var. TİP’in herkese 300 – 500 dönüm toprak vaadi karşısında verdiği cevap bir hesaptır. Bu hesaba göre, göller, ırmaklar ve çöller dahil dağıtılsa, adam başına sekiz on dönüm toprak düşmektedir. Amma Türkeş bu hesabında TİP’e karşı bugün haklı değildir. Çünkü Ay’a gidildi, belki TİP, Ay’dan toprak getirtip dağıtır!..

Kıbrıs politikası üzerinde Türkeş’in yazdıkları istifade ile okunacak şeyler. Türkeş burada bir terminoloji orijinalitesi yapıyor Yunanistan için; <<Yunan Mikrobik devleti>> diyor.

Evet bugün herşey fikir plânında ve kitap çapında olmalı.

Arkadaşlık da.

Bugün bu seçimde fazla iddiası olmayan partinin liderinin arkadaşları arasında Mehmet Altunsoy, Dündar Taşer, Osman Turan, Faruk Akkülah gibi kıymetli şahsiyetler var.

Var amma bir de İffet Halim Oruz var.

İzmir gibi bir yerde liste başı yapılan bu muhterem hanım ne maksatla bu lûtfa lâyık görülmüştür? Hangi ideolojik çile, hangi müktesebat ile?

Yok eğer İzmir’de zaten kazanmak muhal diyorlarsa o başka, o’na birşey demem. Amma Türkeş’in kitabı öyle söylemiyor, Türkiye’nin her meselesinde fikir ve teklif getiriyor.



Hürriyet, 5 Ekim 1969.

Dünya’nın en meşhur falcısı Türk siyasi parti liderlerinin Elektronik beyinle falına baktı

8

TÜRKEŞ

Önümüzdeki aylarda şansı açık değil, ama ustalığı ile bunu yenebilir

Doğum Burcu: Yay
Yükseliş Burcu: Kova

Alparslan Türkeş’in doğum tarihi: 25 Kasım 1917. Doğum saati: 11.00. Bu iki burcun âhenkli dengesi onda sadece ruha, maddeden fazla önem veren bir kişilik yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda onu çok büyük bir takım ideallere doğru da yöneltiyor. Böylelikle kendisini dar çerçevelerden kurtarıyor. Cömertçe, her türlü çıkar hesaplarından uzak olarak, çok parlak idealleri gerçekleştirebilmek için ahlâka dayanan samimi bir düzen içinde yaşamak istiyor. Bağımsız bir karakter sahibidir. Müthiş hürriyet âşıkıdır. Kendini bulabilmek için mekâna ihtiyacı vardır. Ancak, rahatça hareket edebileceği, kafasını çalıştırabileceği, dilediği zaman reform hareketlerine girişebileceği, güçlüklere hal çareleri bulabileceği çok geniş çevreler içinde kendini rahat hisseder. Basit günlük işlerden, ruhsuz hayattan ve ona buna husumet hisleri duymaktan hazetmez. Bürokrasiden, basit işlerden nefret eder. Kendisini her şeyden çok yeni projelerde gösterir. Hele hele bu yeni projeler inandığı dâvalara aitse bu dâvaları savunmakta çok başarılı olur. Ve o zaman bir havarî havasına bürünerek harekete geçer. Daha normal günlerde ise genel olarak günün inançlarından azamî şekilde faydalanmaya ve kendini şartlara uydurmaya çalışır. Alelâde olanların dışında, alışılmamış şeylerde sivrilmekte pek mahirdir.

Meziyetleri: İşin üstesinden gelmekte ustadır. Düşünceleri çok elâstiktir.

Zaafları: Kafasındaki ideallerin çoğu gerçekleşmesi mümkün olmayan fantezilerdir. Bu ideallerini gerçekleştirmek için gerekli güçten ve irade kuvvetinden yoksundur. Becerikliliği her zaman yeterli değildir. çevresindekilerin düşüncelerine daha az önem vermeli ve her vesileyle kendi kişiliğini belirtmelidir.

Sıhhatine gelince, kan deveranı dolaşımına dikkat etmelidir, çünkü asabî bir vücut yapısı vardır. Açık havada ve yüksek yerlerde yaşaması tavsiye olunur.

Önümüzdeki aylarda şansı hiç de açık değildir. Sadece usta bir tabyacı olduğu için, zaman zaman şanssızlığını yenmesi mümkündür.

Zaman zaman bilinçaltının varlığının karanlık bölgelerinde toplumun koyduğu bütün kuralların, çizgilerin dışına çıkması için onu tahrik eden ilkel insiyakları mevcuttur. Dilediği şeyi yapabileceği, arzuladığı şekilde yaşayabileceği, anlık arzularını tatminden başka hiç bir şeyi düşünmeyeceği ve ne kadar aşırı olursa olsun her türlü heyecanları tadacağı efendisiz hür bir hayatın hayaliyle yaşar. Ruhunda bir ateş yanmaktadır. Soğuk görünüşünün ardında fırtınalar eser; çünkü muhayyelesi çok zengindir. Öfke ve isyan duygulariyle doludur.

Gelecek için tasavvurlarının gerçekleşmesi mümkün değildir. Daha gerçekçi olduğu, bulutlardan inerek günün gerçekleri içinde yaşadığı ve daha pratik düşüncelere güç ve zekâsını tevcih ettiği takdirde belki kitlelere sesini işittirmeğe muktedir olabilir. Aksi takdirde, fetih, macera ve parlak başarı idealleri sadece hayalinde kalmaya mahkûmdur.



Cumhuriyet, 5 Ekim 1969.

TÜRKEŞ DEMİREL’E ÇATTI

MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Adana’da Demirel’i itham etmiş ve şunları söylemiştir:

<<Askerliğini bile silâh zoru ile yapacak kadar milliyetçi olan devrimizin Başbakanı Demirel, AP Genel Merkezi basıldığı zaman, tabancasını tuvaletin penceresinden atarak kaçmıştı. Beni yatağımdan kaldırıp yalvar yakar oldular, başları sıkıştıkça da bana koştular. Bu şahıslar şimdi siyasî rakip olduk diye her türlü iftiraya başvuruyorlar.>>



Bugün, 5 Ekim 1969.

Bugünkü Radyo konuşmaları

5 Ekim 1969 Pazar günü Siyasî partilerin Radyo sırası şöyledir:

Abdülhak Kemal Yörük MP 17.05-17.15
Hüseyin Üzmez MHP 17.20-17.30
Hüseyin Balan BP 17.35-17.45
Attilâ Aşut TİP 19.50-20.00
Reşat Şengüler YTP 20.05-20.15
Talât Asal AP 20.20-20.30
Bülent Ecevit CHP 20.35-20.45
Süreyya Koç GP 20.50-21.00



Bugün, 5 Ekim 1969.

AP’LİLER İLE MHP KOMANDOLARI BİRBİRİNE GİRDİ

ADANA – MHP’nin düzenlediği <<Millî Hedefler>> yürüyüşünden önce Dr. Sadettin Bilgiç’le Adana’ya gelen Yüksel Menderes’in, küçük bir grup tarafından Dörtyolağzı semtinde yuhalanması üzerine, galeyana gelen AP’liler önlerine çıkan herkesi <<Komando>> zannıyla dövmüşlerdir.

Yürüyüşe hazırlanan yüzlerce komando, arkadaşlarının dövüldüğü yolunda haber almaları üzerine, AP binasına doğru koşmaya başlamıştır. Parti binasını basmak istiyen, bu arada <<Komando>> zannıyla adam döven AP’lileri aramaya başlayan komandolar, araya girenler tarafından güçlükle yatıştırılmıştır. Bu arada bazı AP’li tanınan kimselerin açık kapı ve dükkânlara sığındıkları görülmüştür.

Olaydan sonra şehirde gergin bir hava esmeye başlamıştır.



Bugün, 6 Ekim 1969.

BİR GRUP AP’Lİ TARAFINDAN MHP İL BAŞKANININ YOLU KESİLMİŞ!...

SAMSUN – Milliyetçi Hareket Partisi Samsun İl Başkanı Mustafa Güdün aralarında AP İl İdare Kurulu üyesi Hamdi Sağlamer’in de bulunduğu bir grup AP’li tarafından yolunun kesilerek tehdit edildiğini öne sürmüştür.

MHP İl Başkanı yolunu kesen AP’lilerin kendisine <<seni ortadan kaldıracağız. Siz nasıl olur da İslâmiyete sahip çıkarsınız>> dediğini iddia etmiş <<Memlekette demokrasi var. Böyle bir hareketin tekerrürü halinde kaba kuvvete aynı şekilde karşı koyacağımızı bilmelidirler>> demiştir. Mustafa Güdün <<Demokrasiye ve onun hazinesine gönülden inandıklarını>> belirterek Türk Medeniyetini korumak için Türk Milletinin üç hilâlli bayrak altında toplanmasını>> istemiştir.



Babıâlide Sabah, 6 Ekim 1969.

Partilerin radyo konuşmaları

Siyasî Parti sözcülerinin bu akşam Türkiye radyolarından yapacakları radyo konuşmalarının programı şöyledir:

O. Yüksel Serdengeçti MHP 17.05-17.15
M. Nedim Turhaner BP 17.20-17.30
Kemal Burkay TİP 17.35-17.45
Servet Sürenkök YTP 19.50-20.00
Mesut Erez AP 20.05-20.15
Bülent Ecevit CHP 20.20-20.30
Hilmi İncesulu GP 20.35-20.45
Reşat Özarda MP 20.50-21.00



Bursanın Sesi, 6 Ekim 1969.

MHP DÜN AÇIK HAVA TOPLANTISI YAPTI

Yeşil meydanında MHP Busadaki ilk açık hava toplantısını yapmıştır.

Komandoların, Başbuğ, Mehter, Bozkurt marşlarından sonra Parti Bölge Müfettişi Ahmet Er konuşma yapmıştır.

Ahmet Er konuşmasında <<Ulu Türk Milleti gerçekleri gayet iyi bilir bunu tekrar etmiye lüzum yok; ümitliyiz, bundan sonraki seçimlere kadar daha büyük kütleler olacağız.>>



Devlet, 6 Ekim 1969, Sayı 27.

KOMANDOLAR NEYE KARŞI

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Sekreter Yardımcısı Süleyman Sürmen, partili gençlerle ilgili olarak basına şu açıklamada bulunmuştur:

<<Milliyetçi Hareket Partisi, gençliğe özel bir önem vermekte ve gençliğin istikbale her bakımdan mükemmel örnek olarak hazırlanmaları için gayret göstermektedir

Hıra Dağı kadar Müslüman ve Tanrı Dağı kadar Türk olduğumuzu açıkladık.

Komando ismi verilen akıncı ve akılcı gençlerin maaş aldıklarını iddia etmek ise ciddiyetsizlik ve seviyesizlikten başka manâ ifade etmez.

Gençlerin bir diktatörlük kurulmasını isteme iddiaları ise gülünçtür. Milliyetçi Hareket Partisi bir fikir ve disiplin partisidir, gençlerin iddiaları partinin ana kademesinin iddiasının dışında bir iddia olamaz!

Devrimbaza, madrabaza, yobaza, hilebaza karşı yetiştirdiğimiz gençler, yarının büyük Türkiyesinin kurucuları olacaklardır.

TANRI ONLARI KORUSUN>>



Devlet, 6 Ekim 1969, Sayı 27.

MİLLİYETÇİ TÜRKİYE MİTİNGİ

MHP, geçen hafta seçim propagandalarını hızlandırmış ve bu arada, Salı günü İstanbul’da, Cuma günü de Adana’da <<Milliyetçi Türkiye Mitingleri>> tertiplenmiştir. İstanbul mitingine Genel Başkan Alpaslan Türkeş katılarak bir konuşma yapmış ve Türkiye’nin kurtuluşu için öncülüğünü yaptıkları üçüncü yolun esaslarını anlatmıştır.

Miting 60 binin üzerinde bir meraklı kitlesi tarafından izlenmiştir.

ADANA MİTİNGİ

Cuma günü Adana’da yapılan miting ise çok muhteşem olmuştur. Yürüyüş büyük bir konvoy halinde devam etmiş, önce 9 Işık’ı temsilen 9 motorsikletli genç, onun arkasından mehter takımı daha sonra da tarihte kurulmuş 16 Türk Devletini temsilen, 16 bayrak geçmiştir.

Daha sonra ise materyalist eğitim sisteminin mahsulü mini etekli, erkekleşmiş kızlarla, uzun favorili, saçı sakalına karışmış <<hipi>> delikanlılar geçmişlerdir. Bununla gençlerin bu tipte yetiştirilmesi protesto edilmiştir.

Bunların hemen arkasından ise MHP nin yetişmesini arzu ettiği ve halen de yetiştirmekte olduğu milliyetçi ve imanlı gençler geçmişlerdir.

Konvoyun en ilgi çekici ekibi, sırtlarında çocukları ve yalın ayak yürüyen Türk anası, köylü kadınları kafilesi idi. Bunlar da doğum kontrolünü protesto ediyorlar ve aile mahremiyetlerine uzanan ellerin kırılmasını, kurumasını istiyorlardı.

Bilâhare de, Türk köylüsünün yaşayışını temsilen kağnı ve öküz arabası geçmiş ve Türk köylüsünün bu araçlardan kurtularak, çağın imkânlarıyla teçhiz edileceği anlatılmak istenmiştir.

Daha sonra da, gençlik kolları, genel başkan ve partiler geçmişlerdir. Konvoy Adana’da büyük ilgi görmüştür. Halk sık sık tezahüratta bulunmuştur.



Devlet, 6 Ekim 1969, Sayı 27.

TABİİ SENATÖRLÜĞÜN KALDIRILMASINI KİM ÖNLEDİ

Geçtiğimiz hafta içinde Çankırı’da bir konuşma yapan Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, AP yöneticilerinin yeni seçim bildirileri ile Türk Milletini bir takım boş vaatlerle tekrar aldatma teşebbüsüne giriştiğini belirtmiş, aynı partinin yöneticilerinin Anayasayı değiştirme ve tabiî senatörlüğü kaldırma vaadlerini ele alarak: <<AP iktidarının ne Anayasayı değiştirmeye, ne tabiî senatörlüğü kaldırmağa, ne de komünizm gibi faaliyetlerle mücadele etmeğe gücü de yok, yüreği de yoktur.>> demiş ve konuşmasını şöyle tamamlamıştır:

<<Adalet Partisi yöneticileri yeni seçim bildirileri ile Türk Milletini bir takım boş vaatlerle tekrar aldatma teşebbüsüne girişmiştir. Bildiride Anayasayı değiştirmek, tabiî Senatörlüğü kaldırmak gibi iddialar ileri sürmektedirler. Geçen Mayıs ayı içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasayı, yine Anayasa’da gösterilen usullerle 2/3 çoğunlukla oy vererek hükümeti desteklediği halde Hükümet Meclisten geçen teklifi Senatodan geri almıştır. Ayrıca Milliyetçi Hareket Partisi tarafından tabiî Senatörlüğün kaldırılması için hazırlanan teklifi imza etmekten çekinmiş ve kaçınmıştır. Tabiî Senatörlüğün kaldırılması için hazırlanan teklifin Mecliste görüşülmek üzere imza toplanması rica olunduğu zaman AP Meclis grup Başkanı <<Biz tabiî Senatörlüğün kaldırılması teklifine imza atmayız.>> diyerek imzadan kaçınmıştır.



Devlet, 6 Ekim 1969, Sayı 27.

MÜSLÜMANLAR KİMİN HİZMETİNE SOKULMAK İSTENİYOR?

Milliyetçi Hareket Partisi, son günlerde karanlık niyetli bazı kuruluş ve kişilerin, parti aleyhine çeşitli yayın organlarıyla yürüttükleri faaliyetlerin içyüzünü açıklayan bir genelgeyi parti teşkilâtına göndererek, vatandaşlarımızın âdi oyunlara âlet olmamaları istenmiştir.

Genel Başkan Vekili Dündar Taşer imzasiyle yayınlanan genelge özetle şöyledir:

<<Madde 1- Milliyetçi Hareket Partisi Cenabıhakkın yeryüzüne gönderdiği en yüksek din olan İslâmiyetin milletimizin hayatında lâyık olduğu önemli yeri olması ve Türklük duygusu ile mücehhez olarak milletimizin manevî hayatını aydınlatması davasındadır. Memleketimizin kalkınması için yaptığı çalışmalar halk tarafından benimsenmiştir. Komünizme karşı giriştiği mücadele ve milliyetçi gençleri (Komando ismi verilen gençlerin) himayesi komünistleri çok korkutmuştur. Yıllardan beri müslüman Türk halkının dinine karşı gösterilen baskı ve ilgisizlik, iktidarların çeşitli vaatlerini tutmaması vatandaşlarımızı çok bezdirmiştir. Üç Hilâl’li Milliyetçi Hareket’in müslüman Türk medeniyetini kurma mücadelesi vatandaşlarımızda büyük bir heyecan ve sevgi yaratmıştır. Hergün parti saflarına değerli memleket çocukları katılmaktadır. Bu durum ise hasımlarımızı ziyadesi ile ürkütmüştür. Partinin baltalanması için çarelere aramağa başlamışlardır. Tesbit edilemiyen bir rivayete göre Süleyman Demirel kardeşi Hacı Ali Demirel ve Av. Bekir Berk ile Salih Özcan Ankara’daki mason derneğinde gizli bir toplantı yaparak partiyi Müslüman Türk halkının gözünden düşürmek için bir plân hazırlamışlar ve bu plânın ilk kademesi olarak Av. Bekir Berk’e 65 sayfalık bir broşür yazdırmışlardır. İttihad Gazetesinin ilâvesi olarak yayınlanan bu broşürde baştan aşağıya yalan ve iftiralardan ibaret şeyler yazılmıştır. Halen bu broşürlerin masrafı Hacı Ali Demirel tarafından ödenmekte ve dağılımı da onun tarafından idare edilmektedir. Bu iftira kampanyasına karşı aşağıdaki şekilde mücadele edilmelidir.

Madde 2- Farmason teşkilâtı Yahudiler tarafından kurulmuş olup Yahudiliğe hizmet eden bir teşkilâttır. Farmasonluk İslâmiyete düşman bir gaye güder ve dinsizliği esas kabul eder.

Bugünkü AP Genel Başkanı 27. derece bir farmason iken Başbakan olduktan sonra farmasonluğa yaptığı hizmetler dolayısı ile 30 ncu dereceye yükselmiştir ve bilgi locasına kayıtlı bulunmaktadır. Daima farmason Locasının emrindedir ve onların emirlerini yerine getirmektedir. Bu zatın emri ile hareket eden Av. Bekir Berk, Salih Özcan ve Mustafa Nezihi Polat farmasonluğa alet olmaktadırlar.

Madde 3—Av. Bekir Berk yazmış olduğu broşürü şimdiye kadar yayınlamıyarak tam seçime 20 gün kala böyle bir işe girişmesi de islâmiyeti politika menfaatlerine alet etmek gayesi ile hareket etmekte olduğunu ortaya koymaktadır.

Madde 4- Ezan meselesine gelince iddialarının yalan olduğu 20 Eylül 1966 [18 Eylül 1966] tarihli Cumhuriyet Gazetesinin 2. sayfasındaki yazı ile sabit olmuştur. Bu yazıda Cemal Gürsel’in ölümü dolayısile tabiî senatörlerden Suphi Karaman ezanın kimler tarafından olduğu gibi kalmasının sağlandığını anlatmaktadır.

Madde 5- Partimizin daima ileri sürdüğü esas İslâmiyet imanı ve İslâm ahlâk ve fazileti ile Türklük şuur ve gururudur. İslâmiyetle Türklük ruhla beden gibidir.

Madde 6- <<Türk Milleti’nin yükselmesinden ve selâmetinden başka üstün bir davamız yoktur>> demek, İslâmiyetin bundan sonra düşünüleceği manâsını taşımaz.

Cenabı Allah, tevhit ve islâmiyet her türlü münakaşanın dışında ve her davanın üstünde hürmetle bağlı olduğumuz bir husustur. Bir insanın <<Benim için vatanım herşeyden üstündür>> demesi, o insanın dinini, Allahını vatanından sonra düşündüğü manâsında yorumlanamaz. Zira vatan ve milleti de yaratan Cenabı Haktır.

Bahis konusu broşürü yazan fesatçılar bizim milletimize karşı düşündüğümüz iyi şeyleri dahi bu şekilde kötüye yormuşlardır.

Diğer hususlardaki yazıları da baştan aşağı iftira ve yalandan ibarettir.>>



Devlet, Ahmet Rifat, 6 Ekim 1969, Sayı 27.

NİFAK MAKİNASI

Zamanımızda, sağ cephede, sözüm ona Müslüman, fakat hakikatte Abdullah İbni Sebe’yi kıskandıracak derecede münafık kimseler vardır. Kurdukları nifak tezgâhlarını, gece gündüz, üç vardiye çalıştırırlar. Ve maalesef bazı gafillerin ve safdillerin maddî manevî yardımını da bol bol elde etmişlerdir. Müslümanların yufka yüreklerine hitab ederek onları sömürdükçe sömürür, posa haline getirinceye kadar kemirirler. Ne de mahirdirler din alıp satmakta. En azılıları, bilhassa neşriyat sahasına atılmışlardır. Öküz cinsinden bazılarını da, hem de defalarca, kandırıp bol sermaye de edinmişlerdir. Her Allah’ın günü varakpârelerinde din kurup mezhep çıkarırlar. Ve bunu da, Allah’dan korkup Peygamberden utanmadan, din adına, İslâm adına yaparlar.

Bunlar o kadar da ahlâksızdırlar ki, dün ak dediklerine bugün rahatça kara derler. Yüzleri kızarmadan, alınları kırışmadan. Zira suratları eşek derisine dönmüştür.

İhtilâlden evvel koyu DP’liler Menderes’i göklere çıkarmıştır. İhtilâlin akabinde rahmetliyi yerin dibine batırmıştır. Küfre methiyeler döşenmiş, tarihin benzerini kaydetmediği zalimleri ve şeddatları ilâhlaştrmış, bu arada ihtilâli yapanları da kalemi kırılacak derecede alkışlamışlardır. Sürgünden yurda dönen Türkeş’i alâyivâlâ ile ardından gitmiş, partisine girmiş, fakat cibilliyeti bilindiği veya çabuk anlaşıldığı için yüz verilmediğinden, birdenbire soldan geri dönerek aleyhine geçmiştir.

Bu madrabazın, bu ahlâk ve siyaset cambazının yediği nâne bu kadar değildir. Çıkardığı gazetenin her sayısından, istenmediği halde, Milliyetçiler Derneğine yollamış, bu suretle Dernekliler indinde kendisine manevî kredi temin etmiş ve arkasından da devamlı olarak, çıkan her kitaptan yirmişer otuzar talepte bulunmuş, sattıkça tekrar istemiş ve bir defa olsun satılanların parasını göndermemiştir. Zaten talebe aidatı ve kılı kırk yararcasına bir iktisat ile idare edilen neşriyat dolayısiyle para sıkıntısı çeken Dernek mensupları bir gün hesap çıkarıp alacaklarını isteyince de cevap olarak beş altı senelik gazete faturası yollayıvermiştir. Ve bu suretle de bu ahlâksız, Türkiye’nin en faziletli ve en çok hizmet gören derneği Milliyetçiler Derneğinin parasını yemiştir. Yani Derneğe kazık atmıştır.

Ve bu adam, ey Müslümanlar, maddî ve manevî bücürlüğüne bakmadan, hayatını İslâm’a vakfeden büyük âlim Hamidullah Beyi küfürle itham etmiştir. Tabii arkasından da imanlı milliyetçi mukaddesatçı Türk gençliğinden gereken cevabı almış, köteği yemiştir.

Fakat ey Müslümanlar, alışmış kudurmuştan beterdir. Adam hırlamadan duramaz. Tamamen meşru yollar ve tarzlarda cereyan eden bir hizmet yarışmasında, Komünizmle Mücadele Derneğinde, Darendelioğlu’nun feragatiyle, ne hikmetse tuttukları taraf kazanınca hemen ertesi günü, gafletten burunlarının ucunu görmeyen hacıların gazetesindeki köşesinde ve manşette çığlığı basmıştır: İslâmın Zaferi!.. diye. Yazık ki bir fert çıkıp da sormadı: İyi amma efendi, kime karşı? Ertesi günü, göğüslerini komünistlere siper eden ve kendilerine karşı seçimle elde edilen bir oy çokluğu İslâmın Zaferi diye ilân edilen gençleri ağlarken gördüm. Pekiyi ağabey, diyorlardı, biz neyiz? Komünistler Allah’a ve dine söverken bu münafık, bu Donkişot nerelerde idi?

Fakat heyhat! Aziz okuyucu, nifak sokulmuş, cephe kundaklanmıştı bir kere. Açılan yara hâlâ kapanmadı ve bu münafık ve avanesi yarayı boyuna deşmekte. İbni Sebenin torunları cibilliyetlerinin iktizasını icrada berdevam. Nerede bir hizmet yarışı var sağ cephede, münafık, bacaksız bücür boyu ile oradadır. Ve ertesi günü de öküz cinsinden dindarları kazıklıyarak kurduğu gazetesinde çeker manşeti: İslâmın Zaferi! Hep sorar gençler: İyi ama, kime karşı?

Bu münafık tek değildir. Kumpanya halinde çalışır. Karşılığı olan dişli çark bir avukattır. Muhteris, geçimsiz, kıskanç, dağıtıcı, fitne fesat membaı, mariz ruhlu bir avukat. Bir zamanlar karşı tarafın azılı tabir ettiği kadar ırkçı, sonra da yüksek derece zıddına Nurcu. Sözde tabii, hakikisine can kurban. Girdiği her yerden kavga ederek ayrılmış, kurduğu ve idareciliğini yaptığı dernekten hiç de lüzumu yokken istifa etmiş; Türkiye’de ancak bir kaç gence nasib olacak bir izdivaç yapmışken, yine de cibilliyetinin iktizası, eşine ender rastlanan bir iffet, ismet, ahlâk ve hayâ timasali zevcesini, Hasan Basri Hoca’nın araya girip bütün ağırlığını ortaya koymasına rağmen, kurt kuzu hikâyesini bile gölgede bırakacak türlü bahaneler uydurarak boşamış, dolayısiyle Arş-ı âlâyı titretmiş bir zalim.

Çocuğunu babalı yetim durumuna düşürmüş bir gaddar.

İhtilâlden sonra millet kan ağlarken, bir milliyetçinin aracılığı ve tezkiyesi ile, zengin bir kimsenin, dine ve millete hizmet etsin diye açıverdiği yazıhanesinde, duyduğu marazî zevki, gözlerimize baka baka, yudum yudum içen bu hasta tip defalarca Ankara’ya taşınıp Türkeş işe görüşmek istemiş ve fakat muvaffak olamamış, kabul edilmemiştir. Haklıymış meğer Türkeş, münafığı iyi teşhis etmiş, hem de çok evvelden.

Kendisinde çok büyük meziyetler tevehhüm eden bu münafık ve muzır tip, günün nezâketini kavramaya müsait bir ruh yapısına sahip olmadığı için, derhal cephe alma durumuna geçmiştir. O gün bugündür nifak kazanını durmadan karıştırmaktadır.

Kendisine bağlanan aylığı kesme tehdidiyle, yani zorla gönderildiği Nurculuk dâvasından sonra sıkı bir Nurcu kesilmiş ve fakat cibilliyeti iktizası, evvelki ifratının tam aksine, orada da hemen tefrite kaçmıştır. Cepheyi parçalamış, üstad Said Nursî hazretlerinin ve diğer binlerce fedakâr Nurcunun bir ömür vererek kurup geliştirdikleri ihlâs ocağını fesada sokmuştur. Muhabbeti husumete, kin ve garaza çevirmiş ve <<Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur>> diyen üstadın kemiklerini sızım sızım sızlatmıştır.

Üstadın hayatında onunla at başı beraber giden, ölümünden sonra da aynı taktik ve strateji, aynı iman ve ihlâs ile vazifelerine devam eden büyük Nurcular bu muhteris ve münafık tipi derhal teşhis etmişler ve fakat cepheye zarar gelmesin, ittifak zedelenmesin diye susmayı tercih etmişlerdir. …

Bu iki münafığın tam da İbni Sebe’ce <<İttihad>> ismini verdikleri nifak makinasında imal ettikleri tefrika? Ahlâksız, kalkmış, Tevfik Fikret’ten <<fikri hür, irfanı hür>> ibaresini alıp kullandı diye neredeyse Türkeş’i küfürle itham edecek. Yaya kaldın tatar ağası. Al münafık, al sana üstad Said Nursî’den bir söz:

“Kendisi kötü şairin iyi bir sözü vardır:

Zulmün topu var, güllesi var, kâl’ası varsa
Hakkın da dönmez yüzü, bükülmez kolu vardır>>

Söyle münafık, de bakalım ne diyeceksin. Kısılan kuyruğunu kurtar bakalım. Bu iki mısra Tevfik Fikret’in değil mi? …

Müslümanlar, dindarlar, daima Allah’ın ipine sarılmış Türk Milleti! Devekuşu gibi kafanızı kuma sokmayın. Mü’minin izanı vardır. Aklınızı başınıza alın. Farmasonlar milyar verse içinizdeki bu münafığın yaptığını yapamaz, size onun verdiği zararı veremez. Gözünüzü açın. Bir gün dehşetten açılmaması için, bugünkü imanınızla, iz’anınızla, aklınızla açın.

Ve ey Nurcular! En kıdemliler! Daha ne kadar susacaksınız tasvip etmediğiniz bu nifak karşısında? Bunlardan ne zaman hesap soracaksınız? Eğer her şey öbür tarafa bırakılacak ve bu dünyada hesap sorulmayacak olsaydı şeriat hüküm vaz’eder, ceza ve had tâyin eder miydi? Sizi Allah için vazifeye çağırıyorum. Köşe taşları ve ana sütunlar dururken kerpiçler ve tuğlaların şarlatanlığı… Reva mıdır bunlar?



Adapazarı Akşam Haberleri, 6 Ekim 1969.

MHP’NİN DOKUZ IŞIK YÜRÜYÜŞÜ YARIN

Milliyetçi Hareket Partililer çevredeki çalışmalarını bitirip merkezde faaliyete başlamış bulunmaktadırlar. MHP il teşkilâtı yarın şehirde bir Dokuz Işık yürüyüşü düzenleyecektir. Bu yürüyüşte komando gençler de hazır bulunacaktır. Öğleden sonra ise Atatürk Bulvarında büyük bir açık hava toplantısı yapılacaktır. MHP’liler Sakarya’da bir milletvekili çıkaracaklarına inanmaktadırlar



Adapazarı Akşam Haberleri, 7 Ekim 1969.

KOMANDO YÜRÜYÜŞÜ BULVARDA YAPILDI

Milliyetçi Hareket Partisi il teşkilâtı bugün öğleden sonra Atatürk Bulvarında bir Dokuz Işık yürüyüşü düzenlemiştir. Yürüyüşe İstanbul’dan da gelen çok sayıda komando katılmıştır. Yürüyüşten sonra yapılan açık hava toplantısında İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ile Osman Turan, İstanbul İl Başkanı Fahri Eren birer konuşma yapmışlardır. MHP konuşmacıları AP iktidarına çatmışlar, Türkiye’nin bugünkü durumundan kurtaracak tek partinin MHP olduğunu ileri sürmüşlerdir.



Son Havadis, Orhan Seyfi Orhon, 7 Ekim 1969.

ÇOK YAZIK!

Evvelki günkü bir sabah gazetesinde Millî Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in Adalet Partililerle, Adalet Partisi Genel Başkanı sayın Demirel aleyhinde Haberler Ajansının yayınladığı sözlerini okudum.

Çok esef ederim!

Nakledilen sözlerin siyasî bakımdan hiçbir değeri yoktur. Bu parti başkanı, Adalet Partililerle onun Genel Başkanı aleyhinde söyleyeceği hakaretli sözlerle Türk milletinden bol bol teessüften başka hiçbir şey alamaz!

Hele bu ajansın yayınladığı gibi dedikodu mahiyetindeki sözler sahibini asla şereflendirmez.

Bir milliyetçi parti başkanının ilk vazifesi milliyetçileri desteklemektir. Kendisi gibi bir milliyetçi olan bir parti başkanına hücum etmek değildir. Ondan daha iyi, daha üstün hizmet edeceğini hayâl etse bile.

Türk milletinin en büyük sevgisini, en çok güvenini taşıyan bir partinin üyeleri ile Genel Başkanına hakaret ve tecavüz etmek milliyetçilikle bağdaşamaz.

Milliyetçilik bir takım tarihî, ölü dekorlara bürünerek rol yapmak değil, millî cepheye milliyetçiliğe, Türk milletine hizmet etmektir!

* * *

Sayın Türkeş, maalesef bir milliyetçiye yakışacak bir ruh ile hareket etmediğini kendi diliyle anlatıyor: <<1965 yılına kadar işleri bana düşünce koşan, kapımı aşındıran, bana yalvaran AP’liler..>> diyor.

Siyasî baskı altında felâkete uğramış bu mâsum Türk vatandaşları boş bir ümide kapılarak kendisine müracaatı nasıl karşıladığı belli.

AP Genel Merkezi basıldığı sırada Genel Başkan Demirel korkmuş, tabancasını atıp kaçmış.. AP’liler kendisini yatağından kaldırıp rahatsız etmişler, yalvar yakar olmuşlar. .

Bir milliyetçi lider kendi milletine zulmedilmesi hikâyesini böyle mi anlatır?

Adalet Partisi medenî, sivil, silâhsız, siyasî bir fikir mücadelesine girmiştir. Bir çete harbi yapmaya hazırlanmamıştır. Şecaat ve cesaret, bir hizmetin ifasında gösterilir. Memleketi anarşiden kurtarmaya çalışanlar, o devirde bu hizmeti ifa etmişlerse kendilerine düşen şecaat ve cesareti göstermişlerdir.

Türkçüler bugünkü huzur ve emniyeti, halkın bütün haklarına hürriyetlerine sahip olabilmesini, korkusuz yaşamasını sadece Türkeş’ten bekleseydi eyvah, bu milletin hali çok acıklı olacaktı!

* * *

Adalet Partililerin başına getirilen kendisinin de başına gelmiştir. Tevkif edilmiş, elleri kelepçeli tabancalı kuvvetlerle <<Vatan haini!>> töhmeti ile memleket dışına sürülmüştür. Buna karşı ne yapabilmiştir?

Bir sükût hakkı olarak arkadan gönderilen uydurma bir vazife ile haksız, bol bir ücreti alıp kabullenmekten başka?

* * *

Sayın Türkeş, siyasî hayata girdiği zaman bir takım tenkitlere, tarizlere uğrayınca, Cumhurbaşkanına: <<Sayın Orgeneralim!>> diye bir açık mektupla iltica etmekten geri kalmamıştır. Hem de hiçbir mânası ve değeri olmayan yersiz bir müracaatla!

* * *

Biz milliyetçi olarak kendisine saygı duymaktayız. Onun da milliyetçilere karşı bir vazifesi vardır. Bu vazife elinden gelebilirse milliyetçilere yardım etmektir. Küfretmek değildir.

Yoksa şu seçim sırasında mevcut yedi muhalefet partisinden en zayıfı halinde yapacağı tarizler ve hücumlarla ne kimseyi korkutabilir, ne de kendisine bir zerre itibar kazanır.

Ayrı bir parti de olsa milliyetçi olarak hepimizin içinde bulunduğu millî cepheye katılmasını rica ederim!



Cumhuriyet, 7 Ekim 1969.

TÜRKEŞ: TÜRK HALKINI AYAKLANDIRIYORUZ

GAZİANTEP – MHP Genel Başkanı Türkeş, burada yaptığı konuşmada, <<Her millet, yükselmek için mücadele eder. Biz de milletimizin boynuna takılan esaret zincirini parçalamak için, Türk halkını ayaklandırmak için, Türk halkını ayaklandırıyoruz.>> demiştir.



İttihad, Mustafa Polat, 7 Ekim 1969, Sayı 102.

SİZİ NASIL DOST KABUL EDEBİLİRİZ?

Hakikatleri olduğu gibi dile getirmemiz ve seçim namazları kılacak kadar dini siyasete âlet etmek isteyen, bu suretle de Müslüman Halkımızı avlamaya çalışan Türkeş’in nasıl bir yol ve fikir takib ettiğini, İslâmî harekete nasıl karşı çıktığını ortaya koymamız, bir kısım komandoların silâhlı gasb hareketine, bir kısım Türkeşçi ırkçıların iftira ve tezvir dolu broşür neşretmelerine yol açmakla kalmadı, geçen hafta içerisinde siyasî partilerin propaganda saatinde radyoda MHP adına konuşan Osman Yüksel Serdengeçti’yi de aynı şekilde hakikatleri gölgelemek ve yuvarlak cümlelerle <<Başbuğ>> unu müdafaa etmek gibi bir garabetin içerisine düşürdü.

Partizanlık Serdengeçti’yi o hale getirdi ki, hem Siyasal Bilgiler Fakültesi Talebesi Osman Yüksel’i ve hem de Serdengeçti’nin hak ve hakikatı terennüm eden Osman Yüksel’ini arkadan hançerleme durumuna düştü. Bununla da iktifa etmedi, sırf İslâm’a, imâna, Kur’an’a hizmet maksadını taşıyan İslâmî neşriyatı ağır isnad ve iftiralara hedef yaptı. Sadece ve sadece Allah yolunda yürüyen, Müslüman halkın hamiyetiyle yaşayıp hizmetini devam ettiren ve her şeyden evvel İslâmî izzeti muhafazaya gayret eden Gazetemizin neşriyatını ele alırken, komandolara karşı çıkmanın Müslümanlıkla bağdaşamayacağını iddia etti şöyle dedi:

<<- Kendilerine Üstad’ın bir sözünü hatırlatırım: Düşmanımın düşmanı benim dostumdur. Müşterek düşmana karşı bir ve beraber olacağımız yerde bizi gazeteleriyle, çıkardıkları broşürlerle, yayınladıkları alçakça dedikodularla yıpratmak yolundadırlar.>>

Biz de, aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyoruz Bay Serdengeçti! MHP’li Serdengeçti tarafından katledilen hak ve hakikat dostu Osman Yüksel bizimle aynı safta bulunacakken, aynı hakikatı terennüm edecekken, Allah’a kul olup, Kur’an hizmetinden başka bir yol ve gaye takib etmiyecekken, nedir bu ırkçılık, nedir bu Kur’an düşmanlığı, nedir bu ışık, nedir bu milliyetçi toplumculuk, nedir bu nasyonal sosyalizm?

İslâm size kâfi gelmedi mi, İslâm derdinize devâ olmadı mı, İslâm yaralarınızı sarmadı mı, İslâm sizi yuvarlandığınız çukurdan kurtarmadı mı, İslâm sizi şeref ve haysiyete kavuşturmadı mı ki, gittiniz de meşhur Türkçülerden (!) Moiz Tekinalp isimli Yahudi ajanının tesbit ve tâyin ettiği <<Dokuz umde>> yi <<Dokuz Işık>> diye öne süren Türkeş’in eteğine yapıştınız?

Bu adam ki, Ezan’a, Kur’an’a düşmanlığını mevki-i iktidardayken ilân etmiş, tesettürün bir vasıtası olan çarşafın aleyhinde bulunmuştur.

Bu adam ki, İnönü ile esasta hiç bir ihtilâfının olmadığını ve sadece inkılâpları yerleştirmekte onun pasif hareket ettiğini ileri sürerek, CHP den daha müfrit bir politika takib edeceğini yine mevki-i iktidardayken iftiharla ilân etmiştir.

Bu adam ki, Adana ve Samsun’da Müslümanları kandırmak için Namaz kılıp, İzmir’e gittikten ve Kemeraltı Camiinin yanındaki Türkistan Lokantası’nda öğle yemeğini yedikten sonra kendisi iki kişi tarafından Cuma namazına dâvet edilince, protokolda yoktur, diye reddetmiştir.

Bu adam ki, İslâmiyetle milliyetçiliği ayrı ayrı tutmuş ve milliyetçiliği reddeden bir din anlayışını tanımadığını belirtmiştir.

Bu adam ki, hür ve serbest seçimlere karşı çıkmış, âlenen ve resmen dikta yoluna gireceğini açıklamıştır.

Bu adam ki, Mezheplere taarruz etmiş, din ve vicdan hürriyetini çiğniyeceğini bildirmiş, iktidarı <<Dindarlığı körüklemek>> gibi aslında alkışlanacak, takdir edilecek bir suçla itham etmiştir.

Bu adam ki, İslâmcılık cereyanının aleyhinde bulunmuştur.

Bu adam ki Ruslarla samimî bir dostluk isteyecek kadar ileri gitmiştir.

Bu adam ki, Kur’an lisanına, Kur’an düsturlarına, Kur’an hükümlerine karşı çıkmış; Türkiye’yi ancak yerli bir nizamın kurtaracağını, bunun da Yahudi Moiz Tekinalp’den kopye ettiği 9 Işık olacağını ileri sürmüştür.

Evet, sadece <<Üstâd>> diye bahsettiğiniz Üstâdımız Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, düşmanımızın düşmanı, düşman kaldıkça bizim dostumuz olduğunu söylemiştir. Herhalde İslâm’a karşı olanlar için değil!

Zahirde komünizme karşı, fakat hakikatte onunla pek çok müşterek tarafları bulunan ve adına <<komando>> denilen militanlarınız <<Hak Yol İslâm Yazacağız>> denmesine tahammül bile edememiş, MTTB kongresinde Müslüman gençlerin üzerine taş, sopa, molotof kokteyli ve sair patlayıcı maddelerle saldırmakta asla tereddüt göstermemişlerdir. Düşmanımız olan komünizme, dinsizliğe, siyonizme karşı olmak bu mudur?

Yine komandolarınız Kilise’de yapılması teklif edilen Mescid-i Aksâ mitingine, <<Bu Arapların işidir, bizi alâkadar etmez>> diyerek Yahudi’yi lânetlemek isteyen Müslüman gençlikle kavga etmişlerdir. Bu mu komünizm düşmanlığı ve İslâm dostluğu?

Bütün Risale-i Nur talebeleri bilirler ki, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, düşmanımızın düşmanı dost kaldıkça bizim dostumuzdur, derken, karşısında düşman olarak komünistleri, siyonistleri, mütecaviz dinsizleri görmüş ve onlara düşman olanların dostumuz olduğunu beyan buyurmuştur.

Lâkin siz, komandolarınız böyle mi yapıyor? Komünistlere karşı koyacaklar diye pek çok Müslüman zenginden alınan paralarla beslenen bu <<komando>> denilen zorba kuvvet, aslında tamamen Müslümanlara karşı kullanmıştır. Azılı solcuların geçen yıl memleketi anarşiye boğmak istemelerine ses çıkarmayan, komünistlerin Altıncı Filo’yu bahane ederek giriştikleri tecavüz hareketlerine seyirci kalan, beynelmilel komünizmin üniversitelerde başlattığı işgal ve boykot hareketine <<Türkiye ikinci bir Fransa olacaktır>> diye iştirak eden ve hiç bir müsbet harekette bulunmayıp, üstelik iktidarı devirmek için komünistlerle işbirliği yapabileceklerini iftiharla söyleyen şahısları da aralarında barındıran Komandolar, aslında İslâm’a karşı tam ırkçı ve sosyalist toplumcu fikirlerle yetiştirilmiştir.

Müşterek düşman dediğiniz komünizme karşı sizinle, bu komandolarla ne şekilde müşterek hareket edebiliriz?

Biz Müslümanlar olarak komünizme düşmanız, onun karşısındayız ve onu daima mağlûp etmekteyiz. Siz MHP’liler, siz Komandolar ve sen Serdengeçti tahribde, gasbda, tecavüzde, Amerikan düşmanlığında onlarla beraber değil misiniz? Hakikatte komünizme karşı samimi bir düşmanlığınız yoktur. Zahiren düşman gözükmekte, hakikatta da onlarla işbirliği yapıp iktidarı yeni bir ihtilâlle devirme plânları hazırlamaktasınız.

Evet, düşmanımızın düşmanı bizim dostumuzdur. Dostumuzun düşmanı ve düşmanımızın dostu da bizim düşmanımızdır.

Toplumculukta komünistlerle birleşmektesiniz.

Ezan Kur’an düşmanlığında komünistlerle berabersiniz.

Namazsızlıkta, şarapçılıkta, keza onunla at başı gitmektesiniz.

Zorbalığı ise, komünistleri aynen taklid ederek devam ettiriyorsunuz. Eşkiya gibi mücellithane basıyor, fikirsizliklerinin ve tahammülsüzlüklerinin en bariz bir örneğini veriyorsunuz.

Biz, Üstâdlarına can u gönülden bağlı olan ve o uğurda her türlü maniaya karşı koyan Risale-i Nur talebeleri nasıl sizi mensubu bulunduğunuz Partiyi dost olarak kabul edebiliriz?

<<Nurculuk mes’elesini, onun mezarını kaldırmakla hallettik>> diyerek mezar soygunculuğunu âlenen ilân etmekten hayâ etmeyen Liderinizi hiç bir Müsülüman dost olarak kabul edemez. Deccalları, Nemrutları, Fir’avunları, ve her devirde onların taklidcilerini Müslümanlar nasıl dost kabul edebilsinler ki, onlar şifâ bulmaz İslâm düşmanlarıdırlar.

Sayın Serdengeçti!

Bizler, sizin parti mensuplarınızın yaptıkları gibi sizlere sövmeyeceğiz. Bizzat kulaktan kulağa yaymaya çalıştığınız ve hem de Başbuğunuzla birlikte gezdiğiniz Anadolu şehirlerinde utanmadan ve sıkılmadan yaptığınız iftiraları ve hele hayatını, her şeyini İslâm’a vakfetmiş olan samimî Müslümanları <<Mason cemiyetine kayıtlıdır, Mason uşağıdır>> diye en şen’i isnadlarla damgalamak gibi son derece iğrenç ve âdi bir siyasî oyuna teşebbüs etmenizi nam-ı hesabınıza teessür ve üzüntü ile seyrediyoruz. Siyaset sizi bu kadar mı bozacaktı? Böyle iftiralardan zemin titrer, semâ sarsılır, Allah lânet eder. Bir iki meb’usluk sandalyası için nasıl buna tevessül edersiniz?

Bir Müslüman kalbi taşıyan bunu yapamaz!

Bizler sizin yapmadıklarınızı değil, vesikalariyle, şahidleriyle beraber yaptıklarınızı, yaşadığınız ve muhitinizin de yaşadığı gayri İslâmî hayatı en ufak bir mübalâğa ve isnada yer kalmadan olduğu gibi açıklasak, herhalde sizin yüzünüze bakan olmaz. Lâkin biz şahsiyetlerle uğraşmıyoruz, şahsî hata ve kusurları mümkün olduğu kadar örtmeye çalışıyor, böylece fertlerin tevbe istiğfar etmelerini arzu ediyoruz. Mesleğimizde küfür, isnad, itham, iftira yoktur. Hakikatler bize kâfidir. Biz her şeyi İslâm ölçüleri içinde değerlendirir, her şeyi İslâm’a uygunluğu nisbetinde kabul veya red ederiz. Bunun için de, sizlerin yaşadığınız ve İslâmî ölçülerle bağdaşmıyan şahsî hayatınızı ele almayı arzu etmiyoruz, sadece müdafaasını yaptığınız İslâm dışı fikirlerinizin karşısına çıkıyor, hakikatı olduğu gibi açıklıyoruz. Türkeş’in şahsî hayatını da bu bakımdan ele alıp tahlil etmedik, sadece fikirlerini, gaye ve maksadını vesikalarla ortaya koyduk.

Biz vesikaları konuşturuyoruz, siz isnad ve iftira peşinde koşuyorsunuz. Nasıl Risale-i Nur talebeleri sizin partinizi dost kabul edebilirler; nasıl toplumcu milliyetçi diye Türkçeleştirmeye çalıştığınız Nasyonal Sosyalizme bağlanabilirler? Ben Müslümanım diyen kim, hangi şahıs bu yola girebilir?

Siz samimi Müslümanlara isnad ve iftirada bulunacağınıza, katlettiğiniz Siyasal Bilgiler Fakültesi Talebesi Osman Yüksel’in ve hak ve hakikatı haykırmaktan başka bir maksad takib etmiyen Serdengeçti mecmuası sahibi Osman Yüksel’in mezarları başında oturunuz, hem nedâmet gözyaşları dökünüz, hem de Rabbinizden af ve mağfiret dileyiniz.

Allah Celle ve Âlâ hazretleri Rahîmdir, Kerimdir, Gaafurdur, Settardır; ola ki sizi yine Müslümanların safına göndere…

Allah’ın rahmetinden ümid kesilmez.

Hidayet temennilerimizle…



İttihad, 7 Ekim 1969, Sayı 102.

<<İSLÂMİ HAREKET VE TÜRKEŞ>>, MÜFTERİLER VE İTTİHAD

Umumî Neşriyat Müdürümüz N. Mustafa Polat’ın, İstanbul Barosu Avukatlarından muhterem Bekir Berk’le yapmış olduğu <<İslâmî Hareket ve Türkeş>> isimli röportajın gerek gazetemizin 99 uncu sayısında ilâve olarak verilmesi, gerekse daha sonra kitab haline getirilerek neşredilmesi efkâr-ı umumîyede gayet müsbet tesirler icra etti. Hakikatlerin gün ışığına çıkması dolayısiyle, hüsnüniyet sahibi pek çok genç, hakikati anladılar.

Lâkin, siyasetin kör taassubu içinde bocalayan bir kısım şahıslar, Gazetemizin ilâvesi halinde neşredilen röportajın başlık klişesini aynen kopye etmek suretiyle ve hem de <<Milliyetçi Mukaddesatçı Türk Gençliği>> ünvanını kullanarak baştan sona kadar küfür, tezvir, iftira dolu bir broşür neşrederek parasız olarak dağıtmağa başladılar. Efendilerine yaranmaktan başka bir endişe taşımayıp bâtılı bile müdafaaya kalkışan ve mertçe ortaya çıkamıyan bu karanlık adamlar, röportajda ortaya konulan ve hakikatte hiç bir şüphe ve tereddüde yer vermeyecek şekilde açık ve sarih olarak isbat edilen hakikatlerin bir ikisini ele alıp te’vil ve inkâr yoluna sapmak suretiyle vaziyeti kurtarmaya, yırtılan maskelerini yamamaya çalışıyorlar.

Güneşi balçıkla sıvamak mümkün olmadığı gibi, arkadaşlarımızın izah ve isbatını yaptığı mes’eleleri de red ve inkâr, aynı zamanda da aksini isbat etmeleri de mümkün olamadığı için, yalan ve isnaddan başka bir iddia ile ortaya çıkamadılar ve:

1- Türkeş’in İslâmî esaslarla çatışan bir lâiklik anlayışını müdafaa ettiğini reddedemediler.
2- İnönü ile hiç bir ihtilâfının olmadığı hususundaki beyanının aksini ileri süremediler.
3- İslâmi esaslara ve kültüre müstenid bir Türkiye değil, Türk milletini tamamen Avrupalı bir millet yapmak maksadında olduğunu tekzib edemediler.
4- Dindarlığı, Müslümanlığı körüklemeyi, teşvik etmeyi suç gibi gösteren beyanlarını tavzih ihtiyacını bile duymadılar.
5- Mezheblere taarruz eden ve mezheb mensubiyetini hiçbir tefrik yapmadan komünizm gibi tehlikeli göstermeye kalkışan Türkeş’in bu beyanı hakkında esasa müstenid hiç bir açıklamada bulunmadılar.
6- Her şeyin dinden ibâret olduğunu söyleyenleri Türk milletini yıkmakla itham edip, milliyetçiliği reddeden bir dincilik anlayışının kendilerine yabancı, kendilerinin dışında olduğunu söyleyen Türkeş’in bu sözlerini de ele alamadılar.
7- MTTB hâdiselerinde Türkeşçi, ırkçı komandoların Müslüman Gençlere saldırıp, <<Hak yol İslâm yazacağız>> diye okunan marşlara, <<Müslüman Türkiye>> diye söylenen sözlere taşla, sopayla, molotof kokteyli ve bıçakla karşı çıkıp, <<Başbuğ geliyor, Milliyetçi Türkiye>> diye mukabele ettikleri hususuna da temas etmediler.
8- Türkeş’in İslâmcılığa karşı olduğu hususunda herhangi bir söz söyliyemediler.
9- Türkeş’in örnek milliyetçi diye gösterdiği Mahmut Esat Bozkurt’un tam bir İslâm düşmanı olduğu ve milliyetçiliğini de bu düşmanlığın üzerine bina ettiği hakikatı karşısında sükût ettiler.
9- Rusya ile samimî dostluk isteği hakikatını tekzib edemediler.
10-Rusya ile samimî dostluk isteği hakikatını tekzib edemediler.
11-Gençliğe dinî terbiye verilmesi hususunda hiç bir fikir ileri sürmediği, üstelik onları lâiklik esasına göre yetiştirmek gayesinde olduğu hakkındaki vesikaları cevaplandıramadılar.
12-Dokuz Işık isimli doktrinini, Moiz Tekinalp isimli Türkçü Yahudi vatandaşının kitabından kopye ettiği hakikatının üzerinde durmaya da asla yanaşmadılar.
13-Kur’an lisanına düşman olan Türkeş’in,
14-Hâlâ ihtilâl peşinde koşan Türkeş’in,
15-İhtilâlden sonra seçimlere gidilmesini cinayet olarak isimlendiren Türkeş’in,
16-Hür ve serbest seçimlerin aleyhinde olan Türkeş’in,
18-Mezar soygunculuğu yapan Türkeş’in,

Bu husustaki fikirlerini ortaya koyduğumuz kısımları da asla cevaplandırmalıdır.

Unutmamak lâzımdır ki, biz şunun veya bunun şahsiyle değil; İslâm’a karşı olan fikir ve hareketlere karşıyız ve Müslümanların iğfal edilmesini önlemek istiyoruz. Eğer maksadımız şahıslarla uğraşmak olsaydı, bunlar hakkında ve bilhassa bu isnad ve iftira dolu broşürü kaleme alan ve bizce malûm olan şahıs hakkında o kadar çok söyleyebilirdik ki, bu sütunlara sığmazdı. Lâkin bu bir tenezzül mes’elesidir.

Bütün bu hakikatler ortada dururken, Türkeş’in İhtilâlde Başvekâlet Müsteşarı iken Cumhuriyet Gazetesine verdiği Ezan, Kur’an, İslâmiyet aleyhindeki beyanatının doğru olmadığını, gazetecinin bunları tahrif ettiğini ileri süren bu şahıslar bu mevzuda da hiç bir inandırıcı açıklama yapamadıkları gibi, aynı fikirleri daha sonra muhtelif vesilelerle tekrar eden ve müdafaasını yapan Türkeş’in bu hareketlerini de örtbas etmeye çalıştılar.

Lâkin hakikatler küfürle, isnadla, iftira ve ithamlar örtülemez. Ve hele perde arkasından, karanlık merkezlerden, küfür ve dalâleti zorla müdafaaya kalkışmak gibi bir cinayeti <<Milliyetçi ve Mukaddesatçı Türk Gençliği>> ünvanını kullanarak irtikab etmenin ise, Türkeş ve grubunu efkâr-ı umumiye önünde, millet nazarında yeniden mahkûm etmekten başka bir işe yaramaz.

Allah, onlara da hidayet nasîb eylesin, âmin.

İTTİHAD



İttihad, 7 Ekim 1969, Sayı 102.

İSLÂMÎ HAREKET VE TÜRKEŞ

Birinci baskısı bir hafta içinde kapışıldı
İkinci baskısını ilâveli olarak satışa arzettik

Renkli kapak, 144 sayfa – Fiyatı: 3 lira

Avukat BEKİR BERK’le yapılan röportajdan ayrı olarak hadise meydana getiren bu kitabda:
Üstad Eşref Edip
ve
Değerli muharrire Münevver Ayaşlı’nın yazıları ile
16 sahifelik vesikalar yer almaktadır

– Mezar soygunculuğunun içyüzü…
- Bozkurt’un mânâ ve mahiyeti…
- Türkeş’in arkadaşları
- Komando meselesi…
- MTTB hadiseleri ve ırkçı, Türkeşçi, menfi milliyetçi komandoların Müslüman Gençlik karşısındaki tavırları

Siparişlerinizde acele ediniz



Milliyet, 7 Ekim 1969.

KOMANDOLAR YETİŞTİRİLİYOR

Kız ve erkek 80 izcinin katıldığı Eğridir’deki Akagün İzci Kampı geçtiğimiz hafta sona ermiştir. Kampa, Türkiye’nin çeşitli illerinden gelen izcilerle birlikte 22 kişilik Alman izci grubu da katılmıştır. Gelenbevi Ortaokulu Beden Eğitimi Öğretmeni Nejat Cansızoğlu’nun yönettiği kampta, çeşitli sportif çalışmalar yapılmış, kız ve erkek izcilerle yavrukurtlar birer komando gibi yetiştirilmişlerdir. Resimde, izci kızlar, Eğridir Gölü üstüne gerilen bir ip köprüden geçerlerken görülüyor.



Hür Söz, Münevver Ayaşlı, 7 Ekim 1969.

KOMANDOLAR KİME KARŞI?

– 1 -

İlk günden beri bu teşkilâtı, beğenmedik, sevmedik, hoş görmedik ve teşkilâta karşı idik. Hükümetin bunlara karşı tutumunu ve gösterdiği müsamahayı hayretle karşılıyor ve nedeninin, niçinini bir türlü anlamıyorduk; hâlâ da anlamamaktayız. Devlet içinde Devlet, Ordu içinde Ordu olur mu?

Hitler’in <<S.S. kıt’ası>> Almanya’ya hiç bir hayrı dokunmadıktan başka, memleketlerinin başına belâ da olmuşlardı.

Mussolini’nin <<Karagömleklileri>> keza… İtalya’ya zarar verdikleri gibi, memleketin ve huzurunu da bozmuşlardır.

Bu teşkilâtlara dahil olanlar, memleket yararına ve memleket sevgisi ile bu teşkilâtlara bu his ve bu düşünce ile girmiş çocuk yaşında gençlerdir. Bu aldatılmış çocuklar, bir de bakıyorlar ki: Din, Devlet ve Millet uğruna girdikleri bu teşkilâtlarda Vatan ve Millet adamı olmaktan çıkmışlar; bir şahsın, şahsi muhafızı veya onu iktidara getirmek için veya geldiği takdirde, iktidarda tutmak, sandalyasında oturmak için bir milis kuvveti haline gelmişlerdir.

Bugün artık insana bağlanmasının çağı çoktan geçmiştir. Biz mevcut putları yıkmak istiyoruz, yeniden insanları putlaştırmak değil.

Hem de kimi putlaştırıyoruz?...

Unutmamak lâzımdır ki, Fahr-i Âlem (A.S.M.) Efendimizin ilk işi ve İslâm’ın ilk hareket noktası putları yıkmakla başlar, yoksa yeni baştan put dikmek, insanları putlaştırmak değil.

Cenab-ı Peygamberin (A.S.M.) bu emirleri sadece Lât ve Uzza için ve Asr-ı Saadet için değildir. Her zaman ve her devir için İslâm’ın esası ve şiarı olarak vaz’edilmiş bir kanundur.

Ve İslâmiyet devam ettikçe, ki inşallah ebediyyen devam edecektir. Biz Müslümanlar, gerçek İslâm büyüklerine bağlanarak, onları rehber edinerek, putları kıracağız, yok edeceğiz.

Aldanmışlar arasında pek çok dostlarım var benim, bu zavallılar beni de ikna etmek için öne sürdükleri ve aralarında klasikleşmiş sloganı söylüyorlar: <<- Efendim, diyorlar, Hükûmet komünistlerle başa çıkıyor mu? Çıkamıyor, ancak komünistlerle komandolar mücadele edecekler ve başa çıkacaklardır.>>

Biz ise, <<- Aldanmayın, inanmayın, kanmayın diyoruz. Komandolar komünistlere karşı değil, göreceksiniz bunlar İslâm cephesine karşıdırlar.>> diyordum.

Nitekim çok üzülerek görüyor ve söylüyoruz ki, Kayseri hadiseleri ve İstanbul’da MTTB Cağaloğlu hadiseleri bizi haklı çıkarmış ve bunların iç yüzünü meydana koymuştur.



Hür Söz, Münevver Ayaşlı, 8 Ekim 1969.

KOMANDOLAR KİME KARŞI?

– 2 –

Daha iktidarı ele almadan, Millete ve bilhassa Müslüman Türk’e karşı nasıl tedhiş saldıklarını bu iki hâdise bize göstermiştir.

Mehmet Ali Aybar’ın, Bülent Ecevit’in ve mahut Locaların yapamadığını Türkeş yapmıştır.

Müslüman Türk cephesini ikiye yarmıştır. Bu gençlerin aralarına bir uçurum açmış ve ateş salmıştır.

Daha dün kardeş, Din kardeşi, can kardeşi olan bu gençler, omuz omuza aynı mukaddes gaye, aynı memleket dâvası için beraber mücadele ederken; bugün bu mücahid gençler yar ve ağyar gözü ününde sokağa dökülmüşler; kıyasıya dövüşmüşlerdir. Bu müslüman Türk gençliğinin tek ve bölünmez cephesini ikiye yarmak memlekete yapılan fenalıkların en büyüğüdür.

Bu fenalığı ne Aybar, ne Ecevit, ne de Localar yapabilmişlerdir: Bu kötülüğe bir kerre daha 27 Mayıstan sonra memlekete Türkeş yapmıştır. Türkeş sarsılmaz bir Kal’ayı içinde bozguna uğratmıştır.

Niçin, biz Türkeş’e inanmıyor ve Türkeş’ten şüphe ediyoruz. Bizden akıllı, bizden vatansever insan yok mu memlekette? Var, var ama, Türkeş’e kananların hemen hepsi genç, bizden çok genç, bu vatanın felâketini okumuşlar, fakat bizim gibi felâket günlerini yaşamamışlardır. Vatan matemini duymuşlar, fakat bizim gibi vatan matemini tutmamışlardır.

Biz, koca İmparatorluğun dört bucağından itile itile, kovula kovula gelmiş, Anadolu’ya, Anavatana sığınmışız. Artık başka sığınacak yerimiz tutunacak dalımız olmadığını çok iyi biliyoruz. Bu vatanın kadrini, kıymetini iyi biliyoruz. Bu vatanın üstünde HÜR yaşamanın saadetini çok iyi biliyor ve her gün Cenab-ı Hakk’a şükürler ediyoruz. Bu aziz ve mukaddes vatanın artık mâceralara tahammülü ve takati olmadığını da iyi bilenlerdeniz.

Gençler ise, küçük, fakat hür bir Türkiye içinde doğmuşlar ve büyümüşlerdir. Vatan kayıp etmenin acısını tadmamışlardır. Bu gençlerle bizim aramızda 50 -60 senelik bir fark değil, BİN senelik bir görgü, olgunluk ve ızdırap farkı vardır.

Bu gençler, vatanın daha iyi olması peşindedirler. Bu vatan elbette daha iyi olur ve olacaktır. Lâkin gençlerin bu vatanseverlik hislerini, samimiyetlerini, iyi niyetlerini istismar edenlerin elinde değil!

Bu gençlerin düşünmek kabiliyeti ve yakın tarihimizi gözden geçirmek şuuru yok mu hiç?



Hür Söz, Münevver Ayaşlı, 9 Ekim 1969.

KOMANDOLAR KİME KARŞI?

– 3 –

Biz ise, geçirdiğimiz millî felâketlerin, acı tecrübelerin her an tesiri altındayız, yakın tarihimizin şuuru içindeyiz.

10 sene gibi kısa bir zaman zarfında İttihadçılar koca imparatorluğu parçaladılar; yok ettiler. Ve bu harp suçluları, memleket katilleri, hesap vermekten korkarak gecenin karanlığına sığınarak, memleketi milleti ve Padişah-Halifeyi düşman elinde esir bırakarak, kendi canlarını kurtarmak için katillerin ve hırsızların kaçtığı bir saatte memleketten kaçtılar.

Bunların da arasında başkumandan binbaşı Enver de vardı. Enver’in bu memlekete ettiği kötülükleri unutmak ve yaptıklarından ders almamak vatanseverlikten çok çok uzaklaşmak olur.

Evet ittihadçıların bücür başkumandanı, memleketi bedbaht ve devletin sonunu getiren bir harbe sürükleyenlerin başında gelir. Ayrıca Kafkas cephesinde, Soğandağında kabiliyetsizliğinden veya ihanetinden vatan evlâdlarına nasıl kıydığını bilmek ve gece yarısı, öldürülmek korkusu ile tek başına sivil kıyafette arka yollardan nasıl kaçtığını bilmek, her şuurlu Türk genci için ilk baş iş lâzım gelmektedir.

Enver Paşa’yı da sevenler seven gençler o zamanlar, pek çoktu. Herhalde bu günkü komandolardan sayıları daha fazla idi. Fakat sonra ne oldu? İnkisar ve hüsran ve pişmanlık içinde kaldılar… Fakat son pişmanlık bir işe yaramıyordu!

İttihadçıların, maddeten yok ettikleri vatanda mukaddesatımızdan ne kaldı ise, onu da CHP diktası veya cuntası mahv ve perişan etmiştir.

Demokrat Parti’ye can ı gönülden oy vermek Türk Milletinin milli bir isyanı idi.

Demokrat Parti yüzde yüz Türk Milletinin istediği gibi çıkmış mıdır? Hayır!

Demokrat Parti, milletin isteğinden uzaktı, ama yine de Halk Partisi değildi ya! O’nun karşısındaydı ya! Ne yazık ki milli irade ile iktidara gelenler, niçin iktidara geldiklerini, onları kimin ve neyin iktidara getirdiklerini lâyıkiyle bilmedikleri gibi, bu hususta tam bir şuurları da yoktu.

Mamafih, Demokrat Parti iktidarında, karınca kaderince Memlekette bir ilerleme, bir kalkınma kayıt ediliyordu. Yollar, barajlar, fabrikalar yapılıyor ve son 50 – 60 seneden beri, Türk Milleti ulaşamadığı bir refaha ulaşıyordu.

İşte 27 Mayıs ihtilâli, memlekette bu küçücük ilerlemeyi ve kalkınmayı çekemeyenler ve Türk Milletine bu küçük refahı çok görenlerin eseridir.

Ve 27 Mayıs’ın 1 numaralı adamı Türkeş’tir.


Hür Söz, Münevver Ayaşlı, 10 Ekim 1969.

KOMANDOLAR KİME KARŞI?

– 4 –

Daha dün, Menderes’in, Zorlu’nun ve Polatkan’ın mâtemini tut ve onlar için ağla ve bugün Türkeş’e oy verin. Bu OLMAZ.

Fikirlerde, ictihadlarda kararlı ve sebatlı olmak lâzımdır. Temkinsiz ve muvazenesiz ne dış politika, ne de iç politika olur.

Milli Birlik Komitesi’ne girmiş olanların hepsi Millet nazarında, haydi suçlu demiyelim de kusurlu ve hatalıdır.

Niçin arada bu kadar fark yapılıyor? Bu Mucip Ataklı, bir Ahmet Yıldız, bir Egesel ve bilmem kim?... Milli Birlik Komitesinden biriyle Türkeş arasında? Neden bunların arasında bu kadar fark gözetiliyor?

Hepsi bir vagonda… Şafak sökmeden, karanlıktan bilistifade, vatanda kalmış son manevi hasletleri ve kurulu nizamı yok etmek için hep beraber gelmiş kimseler bunlar.

Sonradan şahsi menfaat ve hırsları için araları bozulabilir, bu hiçbir şey ifade etmez ve Millet nazarında hiçbir şeyi değiştirmez. Millet nazarında bunlar aynı vagonda gelen insanlardır.

Zaten gözden düştü denilen 14 lüler, en yüksek maaşlarla en yüksek mevkilere tâyin edilmişlerdir. Bu da her şeye rağmen aralarındaki dostluğun ve arkadaşlığın ideal ve düşüncelerin ne kadar kuvvetli olduğunu gösteren en iyi bir misal ve en doğru bir delildir.

Rumelilileri bile, Evlad-ı fatihandan olan, asırlar boyu, Avrupa kıt’asında İslâmiyeti ve Türklüğü tutan, yaşatan Üsküb’ü Bursa kadar Türk ve Müslüman yapan; Selanik İzmir kadar Türk olduğu zamanlarda bile Rumeli Müslümanlarından, şüphe eden, çekinen, onlara yaban gözü ile bakan, Siz Anadolu Çocukları, Koyu Anadolucular neredesiniz, ne oldu size?

Yüz seneden beri bizden ayrılan, maddeten ayrıldığı gibi, maalesef mânen de ayrılanların peşinde koşuyorsunuz!

Yanlış anlaşılmasın, biz Kıbrıs’ın bir numaralı dâvacısıyız, fakat Kıbrıs’ı Anavatana ilhak için Kıbrıs’cıyız, yoksa Anavatanı yavruvatana, Kıbrıs’a bağlamak için asla!

Türkeş niçin Kıbrıs hakkında bir tek söz söylemez ve fikrini hiç beyan etmez?

Ne yazık ki memleketimizde milliyetçilik hareketlerinin de fena bir hatırası vardır. Milliyetçilik İslâmiyetle bağlanacağına tabi olacağına daima son zamanlarda ona karşı olmuştur.

NEDEN?

Zira <<Devlet-i Muazzama>> denilen büyük Devletler, Osmanlı Devleti’ni dünya haritasından silmek isteyen bu menhus Devletlerin en büyük emelleri ve gayeleri Türkleri İslamiyetten ve İslam aleminden ayırmaktı.



Hür Söz, Münevver Ayaşlı, 11 Ekim 1969.

KOMANDOLAR KİME KARŞI?

– 5 -

İslâmiyetten ayrılan ve mânen boşlukta kalan veya kendini öyle farzedecek olan Türk Milleti için yeni yeni ufuklar açmak gönlünü ve sevgisini başka yönlere aktarma etmek taktiği ile Türkiye Milliyetçilik hareketlerini, İttihadcılar zamanında, ne garipdir ki hemen hemen hiç biri ırken Türk olmayan ve bir çoğu Mason olan İttihatçılar geliştirmişler ve kuvvetli telkinlerle kökleştirmişlerdir.

<<- Efendim, Arab, Arab milliyetçiliği; Arnavut, Arnavut milliyetçiliği ilah… yapıyor da biz neden Türk Milliyetçiliği yapmıyoruz? Biz de Türk Milliyetçiliği yapacağız.>> diyorlardı.

Aman, ne kadar avam, ve ne kadar âmiyane fikir ve felsefe! Arab, Arnavut, Boşnak, senin İmparatorluğunu yıkmak, senin çatını başına indirmek için milliyetçilik yapıyor. Sen de milliyetçiliğe kalkarsan onlarla beraber, kendi Devletin, kendi damın başına çöker.

Netekim, öyle olmadı mı ya?

Bu, tıpkı Konak sahibine, müstevlilerin konağı yıkıp da kendilerine de birer gecekondu yapmak istemelerine karşı ahmak Konak sahibinin

<<- Madem onlar gecekondu yapacaklar, ben de konağı yıkar; kendime bir gecekondu yaparım>> düşüncesinden farksızdır.

Biz konak sahibi idik. İmparatorluğun sahibi idik, onlarla beraber yıkıcı ve inkarcı olabilir miydik?

Biz İslâmiyet içinde bir Milliyet, İslâm milliyeti; İslâmiyet içinde bir Türklük istiyoruz. Ancak o zaman bir kuvvet, bir varlık; düşmanlara mukavemet eden bir kal’a olabiliriz.

İslâmiyete karşı, İslâm dışında bir Türklük kabul etmiyoruz. Ve Türk’ü İslâmiyetten ayıranlara tarihte olduğu gibi bugün de lânet ediyoruz.

Sırat-ı müstakimi bulmaları için gençlerin yakın tarihimizi bilmeleri lâzımdır. Mehma İmkân, kısa da olsa yakın tarihimizi biraz olsun tahlil ettik.

Gelelim şimdi yakın tarihlerde yabancı diktatörlere:

Hitler, şüphesiz memleketlerine bir nizam getirmişti. Mussolininin İtalya’ya getirdiği gibi. S.S. ler ve Faşist gençliği de bu nizamın koruyucuları idiler.

Fakat kendisinin seyrettiği samanlığa kadar… Sonradan öyle işin içinden çıkılmaz, altından kalkılamaz yükler altına girdiler ki cennet gibi Almanya ve İtalya bu diktatörlerin sürükledikleri maceralardan birer harabe olarak kurtulabildiler. Ve ne S.S. ler ne de Karagömlekliler Hitler’in ve Mussolini’nin kaderini değiştiremediler. Her iki diktatörün de feci ölümü hâlâ hatırlardadır.

Kendileri ise ne oldular? Yenilmez kuvvet zannedilen S.S. ler Karagömlekliler efendileri topları devirdikten sonra çil yavrusu gibi dağıldılar.

Gelelim Mısır’a: Mısır fena bir Kral ve kendinden daha fena bir çevresi elinde bulunuyordu. Doğru… Fakat bu fena ellerde bile Mısır refah ve saadet içinde yüzüyordu. İddia ettikleri gibi bu refah yalnız bir sınıf için değildi. Bütün Mısır zenginlik içinde boğuluyordu.

Bu güne ne oldu?

Büyük hatları seçen teferruata kalar veya yarı aydınlar Namaz kılarken Hacc farizasını ifade ederken boy boy resimlerini çektiren Nasır’a inandılar ve peşine takılıp felakete sürüklendiler. Mısır ne oldu bugün? Korkunç bir sefalet içinde.. Bu Mısırlıların bileceği iş sade Mısırın kaderi mevzubahis olsaydı vah vah der geçerdik fakat böyle değil. Nasır yalnız Mısırın değil İslamiyetin müslümanların felaketi olmuştur. Bugün Kudüs’te İslamın mukaddes yerine konulan her kundak, bu İslamın asarından sökülen her taş karşısında Yahudi ile beraber belki Yahudiden daha bir mücrim vardır. Nasır.

Artık içte ve dışta bu kadar felaket bu kadar tecrübe ve ibret alınacak dersler varken memleketimizde hâlâ suur politika peşinde koşmak isteyen ve bunların peşine takılan kimseler olursa cidden vatana pek yazık olur.

Bunlar İslamiyeti olduğu kadar Türkiyede yeni baştan en büyük felaketleri getiren kimselerdir.

Yazıma son verirken bir fıkra anlatmadan geçmiyeceğim.

Efendim pek nadir kalmış Osmanlı ve İstanbul efendisi bir beyefendiyi M.H.P. lehine ikna etmek için, beyefendi siz Türk ve Osmanlısınız, bakınız bizim bayrağımız şimdi Osmanlıların üç hilâli oldu, diyen gençlere bu pirifani çok yaşlı Osmanlı şöyle cevap vermiş.

<<- Evlâtlar Üç Hilâl sancağı Osmanlılar elinde Orduyu hümayunda, üç hilâl Türkeş’in elinde hilâllikten çıkmış, İmralıda üç darağacının çengeli olmuştur. Menderesin, Zorlunun ve Polatkanın..>>



Milliyet, 7 Ekim 1969.

PROPAGANDACI AKROBAT

Siyasî partiler seçim arefesinde çeşitli propaganda usulleri denerken, MHP’li <<Komando Selim>> adında bir genç de motosikletiyle Terme deresinde gösteriler yapıp MHP’ye oy toplamaya çalışmaktadır. Hemen her gün paçalarını sıvayıp derenin suları içinde gösteri yapan <<Komando Selim>> bu davranışlarıyla MHP’nin <<cesur insanlar partisi olduğunu>> belirtmek istediğini söylemektedir. Resimde motosiklet canbazı gösterilerinden birini yapıyor.



Son Havadis, Tekin Erer, 7 Ekim 1969.

Üç Albay Bildirisi

Üç emekli albay’ın müşterek imzaladıkları 17 daktilo sayfalık bir bildiri aldım. Parti Genel Başkanlarına, il ve ilçe başkanlarına ve bütün seçmen vatandaşlara hitap eden bu bildiriyi dikkatle okudum.

Sayın Emekli albaylar Enver Atakan, Hicret Özdemir ve Rahmi Tunçay tarafından hazırlanan beyannamenin <<Önsöz>> ünde şöyle deniliyor:

<<- Biz Türk silâhlı kuvvetlerinin bağrından yetişmiş ve Atatürk’ün feyz aldığı yuvadan feyz almış vatanperver üç emekli albay olarak bu karar günü arifesinde bâzı siyasî partilerin senin kaderinde oynamak istedikleri oyunların iç yüzünü ve senin oyunu çalmak için bu şahıs ve teşekküllerin esas niyetlerini açıklıyacağız ve maskelerini düşürerek gerçek yüzlerini sana göstereceğiz.

Senin önsezin ve üstün zekân zaten bu şahısları tanımakta ve art niyetlerini anlamakta güçlük çekmez. Bu uyarma ve gerçeklerin Türk ulusuna duyurulmasında bize iki yıldır yardımlarını esirgemeyen ve değerli istihbaratları ile uyarmalarımızı güçlendiren dostlarımıza şükranlarımızı arz eder, 12 Ekim seçimlerinin demokrasimize mutlu olması dileğiyle derin saygılarımızı sunarız.>>

* * *

Gerçekten 17 sayfalık beyannamede şimdiye kadar duymadığımız esaslı istihbarat mahsulü pek çok hususlar vardır. Bunların çoğunu, içinde suç unsuru cümleler bulunduğu için, nakletmemize imkân yoktur.

Bu beyannamede sekiz parti lideri de teker teker ele alınmakta, bilhassa Millî hareket Partisi lideri Alparslan Türkeş’ten, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’den YTP ve Millet Partisi Genel Başkanlarından çok ağır dille bahsedilmektedir. Yalnız AP Genel Başkanı Demirel’den ve AP icraatından şikâyet edilemeyen bu beyanname açık ve realist izahlarla doludur.

* * *

Sizlere bu beyannameden ancak parça parça cümleler nakledebileceğim.

MBK üyeleri hakkında yazılanlardan:

<<- O zamanki Türkiye Millî Talebe Federasyonu Genel Başkanı Kemal Kumkumoğlu Millî Birlik Komitesi üyelerinden Ahmet Yıldız’ı apoletinden tutup talebeler ve komite üyeleri arasında: <<Bu rütbeyi sana verenin …>> diye onu şaka niyetine sarsması ve lâubali muamelesi, yine Ahmet Yıldız tarafından lâubalilikle karşılanması, Devlet adamı ve öğrenci münasebetlerinin ihtilâlin daha ilk gününde ne hale getirdiğini anlatmağa kâfi bir misâldir.>>

Profesörler hakkında:

<<- Talebeyi ihtilâle teşvik eden CHP’li Prof. Tarık Zafer Tunaya’nın MBK elindeki dosyaya göre üniversiteden tasfiyesi gerekiyordu. Çünkü bu profesör Amerikadan hudud dışı edilmiş ve tekrar Amerikaya gitmesi yasaklanmıştı. Bu Prof.a ait tahkikat dosyası bizce bilinen bir yerdedir.

Yassıada hakkında:

<<- Yassıada kararlarının verileceği Eylül ayı içinde Yüksek Adalet Divanı üyesi hâkim General Rıza Tunç alelâcele Ankaraya gelmiş, Özdilek, Ulay ve Ataklı ile görüşmüştü. Rıza Tunç’un sıkıntısı şu: Anayasayı ihlâl dâvâsı sonunda başta Salim Başol olmak üzere bir kısım Yüksek Adalet Divanı üyeleri kararsız kalmışlar ve anayasayı ihlâl suçunu sâbit görmemişlerdi. Buna <<evet>> demek Türk adaleti için tarihte kara bir leke olacaktır. Egesel de müteaddit defalar Ankaraya gidip geliyor ve MBK üyeleriyle CHP ile işbirliği yapan üyelere devamlı malûmat veriyor. Rıza Tunç diyor ki: <<- Başol’u sıkıştırdık ve güçbelâ <<evet>> dedirttik. İcap ederse bunun vesikalarını millet önüne sereriz.>>

Demirel hakkında:

<<- İhtilâl şartları içinde ihtilâli hazırlayanlar tarafından hazırlanan bu Anayasayı tekrar halk oyuna sunsak acaba <<evet>> miktarı ne olur? Bunu tahmin etmek için kâhin olmağa lüzum yoktur. Böyle bir azınlık anayasası ile milleti idare etmek bâsiretini gösteren Demirel’e Türk ulusu şükrân borçludur. Çünkü bu Anayasa ile İnönü zamanında idare edilen Türkiyede iki defa askerî isyan ve demokrasinin tehlikeye düşmesi, partiler taşlanması ve yıkılması, basın yerlerinin yakılıp yıkılması kayda değer olaylardır.>>

Osman Bölükbaşı hakkında.

<<- Bölükbaşı İngiltere’de tahsildeyken Almanyada bir arkadaşını ziyarete gelir. Orada 16 yaşında bir Alman kızıyla tanışır ve zorla kızın ….. geçer. Alman polisi tarafından tevkif edilir. Fakat Bölükbaşının müracaatı üzerine İngiltereden tam teşekküllü bir hastahaneden almış olduğu birinci dereceden deli raporu getirtilir ve ibraz edilerek cezaî ehliyeti olmadığı anlaşılır ve serbest bırakılır. Bugün rahmetli Mareşala oynamış olduğu oyunun bir benzerini eski Genel Kurmay Başkanı Cemal Tural’a oynamak üzeredir.>>

Yusuf Azizoğlu hakkında:

<<- Biz bu adamı Anayasa halk oyuna sunulduğu zaman Silvan’da tanıdık. Silvan kaymakamı kan ağlıyordu. 14 bin nüfuslu Silvan’da 7 tane <<evet>> çıkmış ve Azizoğlu bunları bulup Silvandan sürdürmek için gayret sarfediyordu. Bilâhare Anayasaya bu kadar düşman olan adamı Mecliste gördük.. CHP’li Hıfzı Oğuz Bekata koltuklarında dosyalar Azizoğlu’nun bölücü ve yıkıcı cereyanların adamı olduğunu yayıyordu. Sonra aynı Azizoğlunu CHP ile aynı safta Anayasa müdafii olarak AP’nin karşısında görürüz. Son zamanlarda ise aynı Azizoğlu’nun Bayar’ın himayesine sığındığını görmekteyiz.

* * *

İnönü ve Türkeş hakkında yazılanları bu sütuna alamıyoruz. Zira suç unsuru teşkil edecek ağır ithamlar vardır. 17 sayfalık bu uzun beyannameden son olarak şu cümleleri nakledelim:

<<- Büyük milletimize şunu önemle ve şeref sözü olarak belirtelim ki, biz Adalet Partili değiliz. Hatta onun sempatizanı bile değiliz. Bu analizi yaparken yüzlerce vatanperver muvazzaf ve emekli subay, binlerce aydın, tarafsız ve sivil vatandaşlarımız arasında iki senedir yaptığımız incelemelerle tam bir tarafsızlık içindeyiz.

Süleyman Demirel’in hizmete nasıl talip olduğu ve milletin böyle bir insana ihtiyacı olduğu bir zamanda nereden ve nasıl geldiğini, büyük Türk ulusu çok iyi bilir. Bu vatan evlâdının vazifeye koşmasını ve erken başarıya ulaşmasını bir şark zihniyeti içinde büyük kıskançlıklar vesilesi yapmak, tahammülsüzlük göstermek ve silâh zoru ile kurulmuş bir saltanatın yıkılışı ile menfaat gruplarının çöktüğünü görerek Demirel aleyhinde çeşitli iftiralarda bulunmak ve onu yıpratmağa çalışmak, en hafif tâbiriyle namussuzluk, millî iradeye hakaret, saygısızlıktır.>>



ÜÇ ALBAY BİLDİRİSİ

ÖN SÖZ

Sayın Genel Başkan:
Sayın İl Başkanı:
Sayın İlçe Başkanı:
Sayın Seçmen Vatandaş ve Türk basınının sayın Mensupları:

12.Ekim.1969 günü büyük Türk milletinin kaderi, yine kendisi tarafından tayin olunacaktır. Hürriyete aşık, Demokrasiyi benimsemiş yüce Milletimizin her zamankinden daha bilinçli, her zamankinden vakur ve soğukkanlı ve her türlü tahriklerden uzak, tam bir kararlılık içinde sükunet ve sekinetle tarihi kararını verecektir. Bu karar bir anlamı ile de demokrasimizin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partilerimizin millet tarafından kıymetlendirilmesidir. Demokrasi tarihimiz boyunca millete inanmıyanların, milleti tanımıyanların ve onun sağ duyusuna saygılı olmıyanların, seçimlerde uğradıkları akıbet, büyük Türk ulusunun kendilerine verdiği değerin tam ölçüsüdür.

Biz, Büyük Türk ulusunun bir parçasını teşkil eden Türk Silâhlı kuvvetlerinin bağrından yetişmiş ve Atatürk’ün feyz aldığı yuvadan feyz almış, vatanperver üç emekli albay olarak bu karar günü arifesinde bazı siyasi partilerin ve siyaset adamlarımızın ve bu partilere bağlı bir takım teşekküllerin (Üniversitede, sendikalarda, öğretim üyeleri içinde, gençlik teşekküllerinde ve esnaf teşekküllerinde) senin kaderinde oynamak istedikleri oyunların iç yüzünü ve senin oyunu çalmak için bu şahıs ve teşekküllerin esas niyetlerini açıklıyacağız ve maskelerini düşürerek gerçek yüzlerini sana göstereceğiz. Senin ön sezin ve üstün zekan, zaten bu şahısları tanımakta ve art niyetlerini anlamakta güçlük çekmez. Bu uyarma ve gerçeklerin Türk ulusuna duyrulmasında bizlere iki yıldır çalışmamızda yardımlarını esirgemiyen bütün dostlarımıza, değerli istihbaratları ile uyarmalarımızı güçlendiren basın mensubu arkadaşlarımıza, şükranlarımızı arz eder, 12 ekim seçimlerinin ulusumuza ve demokrasimize mutlu olması dileği ile derin saygılarımızı sunarız.

Enver ATAKAN Hicret ÖZDEMİR Rahmi TUNÇAY
Em. Alb. Em. Alb. Em. Alb.


Büyük milletimize şunu önemle ve şeref sözü olarak belirtelim ki Biz adalet partili değiliz, hatta onun sempatizanı dahi değiliz. Biz analizi yaparken yüzlerce vatanperver, muvazzaf ve emekli subay, binlerce aydın tarafsız ve sivil vatandaşlarımız arasında iki senedir yaptığımız incelemeler, topladığımız dökümanlar ve aldığımız sonuçları tam tarafsızlık içinde aziz milletimize açıklamayı bir vazife telakki ettik.

Süleyman Demirel’in hizmete nasıl talip olduğu ve milletin böyle bir insana ihtiyacı olduğu bir zamanda nereden ve nasıl geldiğini büyük Türk ulusu çok iyi bilir. Bu vatan evladının vazifeye koşmasını, sıhhatini, zenginliğini ve mutluluğunu feda etme bahasına milletin başına geçmesini erken başarıya ulaşmasını bir şark zihniyeti içinde büyük kıskançlıklar vesilesi yapmak tahammülsüzlük göstermek ve silah zoru ile kurulmuş bir saltanatın yıkılışı ile menfaat gruplarını çöktüğünü görerek, Demirel aleyhine çeşitli iftiralarda bulunmak ve onu yıpratmağa çalışmak, en hafif tabiri ile, namussuzluk, milli iradeye hakaret, saygısızlıktır. …

Isparta’nın İslam köyünden Atatürkçü kuşaktan batı terbiyesi almış, müspet ilim tahsil etmiş, 40 yaşında mutlu bir insan çıkıyor, memleketin kendisine ihtiyacı olduğunu görüyor, milletine güveniyor, demokrasiye inanıyor ve hizmete koşuyor. …

Bu gün bütün Türk ulusunun nefretle karşıladığı bir sahtekarlık belgesi de Türkeşin idamlar aleyhindeki mektubudur. Bu mektup tam manasıyla milletle alay etmektir. Sen silahla iktidara gelirsin, adamları toplar yassıadaya tıkarsın ve ilerde ideal arkadaşlarını teşkil edecek 14 lerden bir kısmına yassıadayı kurdurursun. İhtilalin ikinci adamı olarak yüce divanı kurarsın, fakat bu arada İnönü’nün menfaatlerine karşı geldiğin için arkana tekmeyi yiyince soluğu Hindistanda alırsın. Ondan sonra aşk mektubu yazar gibi mektup yazarsın ve sen de İnönü gibi müdafaanı yaparken “ben idam etmeyin diye mesul kişilere mektup yazdım ama beni dinlemediler” dersin, bu mesul şahıslardan bir kısmı mektubun ellerine idamlardan sonra geçtiğini beyan ettiler ve sen de buna karşılık idam kararlarını geç öğrendiğini ileri sürdün.

Üstad sorar bu millet adama, be sahtekâr. Silah elinde iken güçlü iken nerede idin? Mektup yazdığın zaman Yassı adadakilerle aynı durumda idin. Sen de sürgündün vatana ihanetten, onlar da. Yalnız aranızda bir fark vardı, onlar yaptıklarının hesabını veriyorlardı ve ızdırap çekiyorlardı sen ise bu fakir Milletin, tüyü bitmemiş yetim ve öksüzün boğazından kesip ödediği vergilerden her ay onbeşbin lirayı maaş olarak alıp dış memleketlerde sefa sürüyordun. Ya, Türkeş efendi bir gün seni çok iyi tanıyan silah arkadaşlarının karşına çıkıp bütün sahtekarlıklarını Millete açıklıyacaklarını hiç tahmin etmemiştin değil mi? Demek hayatında hiç uğramadığın camiye sürgünde edindiğin tecrübelerle gitmeğe başladın? Demek bu seferki kurbanların din adamları? Demek seçim gezilerinde onlara Şeyhülislamlığı kuracağını mı vaad ediyorsun, Ve onları Yargıçlara ezdirmeyeceğini beyan ediyorsun öyle mi? Ve ondan sonra da yanındakiler ikaz edince “Din adamları cahildir, ben Atatürkçülükten asla taviz vermem, ben onları kandırıyorum” diyorsun.

Her halde bir Hindistan sürgünü daha tahayyül ediyorsun fakat bu sefer bu millet sana öyle bir darbe indirecekki geçen sefer tırnaklarını verip kurtardığın canını bu sefer kurtaramıyacaksın. Hazır sırası gelmişken senden medet umanlara bir tipik sahtekarlığını daha anlatalım ve şimdilik seni bir kenara bırakalım. İhtilalde vazife alanlar iyi bilirler: MBK Sekreterliği yapmış arkadaşta da vardır bu vesika. Başbakanlık müsteşarlığına geldiğinin ikinci günü radyoda okunmakta olan ezanı kaldırdın, fakat halk arasında uyanan memnuniyetsizlik üzerine Gürsel’e müracaat edildi ve teypten ezan okunmağa başlandı. Bu defa ezanı Türkçeleştirmek için Rahmetli Gürsel’i sıkıştırmaya başladın. Geçenlerde bir gazete bu davranışın Gürselden geldiğini beyan etmişsin. Seni tanıyanlar zaten senden böyle bayağı bir hareket beklenirdi, çünkü fani dünyadan göçüp gitmiş bir insan için ardında iftira etmek gerçek bir müslümana yakışmaz. Gürsel imanlı ve gerçek müslümandı kaldı ki yanında aydın, vatanperver, dürüst ve gerçek Atatürkçü Başyaveri genç Kur. Alb. Agasi Şen vardı ve Gürsel çok kerre meseleleri onunla münakaşa eder ve doğru neticeye varırdı nitekim ezanın Türkçeleştirilmesi konusunda da Türkeş’in bu teşebbüsünü onunla ve güvendiği bir din adamı ile görüştü ve ondan sonra Türkeş kesin olarak bu direktifi verdi:

- DİNDE REFORMU DİN ADAMI YAPAR, biz bu reformu yapacak aydın din adamını yetiştirmekle. Bir daha böyle şeylere teşebbüs etme.

İşte Türkeşin bugün din adamlarını kandırmak için söylediği gerek budur.

Bugün memleketin muhtelif yerlerinde komando kursları açmak, gençliği, aziz Türk evlatlarını bölmek, onların arasına nifak sokmak ve onları birbiri ile vuruşturarak kardeş kanı akıtmak, Aziz Milletimizin birlik ve bütünlüğünü bozucu art niyetler beslemek ve illa Türkiyenin tarihi gelişmesini hiçe sayıp, Arap menşeinden gelenler Arabistana, Çerkesler, Kürtler, Lazlar, memleket dışına diye gizli niyetler besleyip Orta Asyadan buraya Türk ithaline kalkmak ne vatanperverliğe ve nede heves ettiğin Müslümanlığa yakışmaz. Bizler kati kararlıyız seni 12/Ekim seçimlerine kadar bilinmeyen taraflarınla Aziz Türk Milletine tanıtacağız.

Sevgili vatandaşlarımız, Tabii bizler bu açıklamaları yaptıktan sonra bir takım çatlak sesler çıkacak, sağa, sola bir takım iftiralar atılacak ve inkar yoluna sapılacak. Bizler her şeyi apaçık senin önüne sereceğiz ve sen onlara hak ettikleri cevabı vereceksin. …

Daha bundan bir kaç ay önce birlik birlik dolaşarak Türkiyede demokrasiyi ancak Demirel kurtaracaktır, milletin ekseriyetiyle işbaşına gelen AP iktidarına karşı olmak, milletin ekseriyetini karşısına almak demektir. Ben bu genç adamda büyük zeka ve enerji görüyorum, diyen Turalın menfaatı haleldar olduktan sonra hükümetin bir Kıbrıs politikası yoktur, milli harp sanayii durmuştur, diye hezeyanlarda bulunması, genel kurmay başkanlığından yeni ayrılmış bir insan için vatana yapılacak en büyük ihanettir ve kendinden sonra Türk ordusunun emri kumandasını eline almış şerefli ve kıymetli kumandanlara en büyük hakarettir. Birinci ordu kumandanı iken ordu karargahının önünde Yzb. Muzaffer Özdağ’ın otomobiline binerek karargahtan ayrılmasını esas duruşta bekliyen ve şahsi bir işi için habersizce İstanbula giden Şefik Soyuyüceyi gece evinde buldurup, “Aman gelişinizden haberim olsun, ben emniyetinizden sorumluyum” diyerek askeri terbiyeden yoksun hareketler yaparak o mevkiye gelmek ancak böyle gidişi intaç eder. Milli harp sanayii Türk ordusunda bütün hızıyla devam etmektedir. Tural da bu sanayi tezgahlarından geçmiş bir ham maddedir. Fakat bütün emeklere rağmen, işlenemiyeceği anlaşıldığı için yine bu tezgahlar tarafından Hek’e ayrılmıştır. AP iktidarı büyük bir kadirşinaslık örneği göstererek, ona ihtisası ile ilgili bir orman bakanlığı kurmuştur. Fakat o bunu dahi anlıyamamış, ayağına gelen nimeti tepmiş ve tarihten ders almıyarak Osman Bölükbaşının himayesine sığınmıştır. Şimdi bizler emekli albay, o bir emekli general olarak eşit şartlarda karşı karşıyayız. Bu bir başlangıçtır, daha çok hesaplaşacağız.

Büyük bir vatan hizmetine hazırlandığınız şu günlerde sevgili vatandaşlarımız şunu çok iyi bilmelidirlerki 12/Ekim seçimlerinde kökü dışarıda olan birtakım güçler bir koalisyon meydana getirmek veya AP ni kendi içinde vurmak istemektedirler. Ne Nasır tarafından desteklenerek solcularla aynı safda sadece Demirel’e hücum eden Erbakan, ne Türk mahkemeleri tarafından mahkum edilerek Yurt dışına kaçıp Arabistandan yabancı menfaatlere hizmet eden bir Mehmet Ş. Eygi ve onun satılmış uşağı Necip F. Kısakürek, ne Moskovadan, Pekinden ve Kastrodan direktif alan Aybarlar, Arenler, Hatkovlar ve satılmış komünist uşakları ve ne de Hitler bozması Faşist özentisi Türkeşler ve onun himayesindeki Atatürk düşmanı Serdengeçtiler, Prof. Turanlar ve Altınsoylar asla ve asla bu sefer Türk Milletini kandıramıyacaklardır. Sayın Konyalı vatandaşlarımız Seni Erbakan’ın sözlerinden tenzih ederiz. Erbakan diyorki, Konya yobazdır, oradan müstakil de koysam kazanırım, adamlarım Konyalıları kandırırlar. Bunu her Türk vatandaşı şiddet ve nefretle reddeder ve sen ona en acı cevabı vereceksin.

Ey büyük Ulus, birleşiniz: Hainlere, senin kaderinle yıllardır kumar oynıyanlara aman vermeyiniz. Atatürkçü güçler, Gençler ve Büyük Türk ulusu bu yazdığımız fakat maddi imkansızlıklarımız yüzünden Vatanımızın her köşesine gönderemediğimiz gerçekler oku ve okut ve diğer vatandaşlarımıza da gönder. Aziz Ulusumuza En Derin Saygılarımızı Sunarız.

Broşürün 15. sayfada alt alta üç resim.

Başlık: Kaderin Cilvesi

* ASILAN – Celâl Bayar ve Adnan Menderes resimde gülerek el sallıyorlar.
* ASTIRAN – Celâl Bayar ve İsmet İnönü resimde gülerek el sallıyorlar.
* VE ASAN İLE! – Celal Bayar ve Alparslan Türkeş resimde yan yana.



Fedai, Ekim 1969, Sayı 50.

TÜRKÇE EZAN – TÜRKEŞ – KOMİTEDEKİ DURUM

İkide bir ortaya sürülen şu “Türkçe ezan” meselesini Türkeş’e sorduk. Dediler ki: “Başvekâlet Müsteşarıyım. Cumhuriyet Gazetesi Başmuharriri Cevat Fehmi Başkut geldi. İstenilen bir bilginin soruluş tarzına dikkat edin. “Beyefendi. Türkçe ezan Atatürk’ün en büyük inkilabı idi. Ezanın Arapça okunması Atatürk inkilâplarına ihanet değil midir? Siz ne dersiniz? Sual böyle soruluyordu. Bir emri vaki karşısında idim. Mevkiim, sokaklarda üniversitelilerin hâlâ dinmeyen yaygaraları, fetvacı profesörler, subaylar, memleketin içinde bulunduğu şartlar… bu vaziyette ne yapabilirdim? Amma gazete baştan sona kadar röportajı tahrif etmiş. Benim temas etmediğim konulara da temas etti gibi yer vermiş.

Evet, sayın Türkeş’in nazik bir devrede bir muharrir tarafından müşkül durumda bırakıldığını kabul ediyoruz. Gerçi Türkeş burada hiç cevap vermeyip “Bu sorunun şimdi sırası değil” deseydi daha isabetli hareket etmiş olurdu.

Amma olmuş bir defa. Asıl mühim olan niyettir. Türkeş ezan meselesindeki niyetinin kötü olmadığını göstermek imkânını da bulmuştur. Bu röportajdan kısa bir zaman sonra Cemal Gürsel tarafından ezanın Türkçeye çevrilme teklifi Millî Birlik Komitesi’ne gelmiş, Arapça ezanın aleyhinde diye gösterilen Türkeş grubunun şiddetli direnişi sayesinde ezan bu günkü okunuş şeklini muhafaza edebilmiştir. Dava bir oy farkıyla kazanılmıştır. Aksi halde ezan bu gün Türkçe okunacak ve bunu artık önlemekte mümkün olamayacaktı. İşte Türkeş ve arkadaşları bu tehlikeyi komitede canla başla mücadele ederek önlemişlerdir. Cumhuriyet gazetesine verdiği beyanatta Türkeş samimi olsaydı Türkçe ezan teklifi hiç komitede reddedilir miydi? Mümkün müydü bu? Biz bugün minareleremizde Ezan-ı Muhammediye’yi 1300 yıldır değişmiyen asliyetiyle dinliyebiliyorsak Türkeş ve arkadaşlarına şükran borcumuz vardır.



Akşam, Aziz Nesin, 9 Haziran 1960.

İLK TENKİD

… İkinci eleştirimiz, radyoda ezan ve mevlit okutulmasıdır. Bunu doğru bulmadığımızı da açıkça belirtmeliyiz. Biliyorum; bu sözlerimiz demagojiye yol açabilir. Yeni yönetmenler, nasıl tenkidden .çekinmiyorlarsa, biz de demagojiden korkmuyoruz.

Radyoda ezan, mevlit okutulmasını neden istemiyoruz? Bu radyolar, devlet radyosudur. Türk devleti de lâik bir devlettir. Onun için, bu radyolardan ezan ve mevlit okutturulamaz.

Türk ulusunun çoğunluğunun müslüman olması, lâik devletin radyosundan ezan ve mevlit okutturulmasını gerektirmez. Elbette Türklerin büyük çoğunluğu müslümandır..Onun için de minarelerimizde, camilerimizde, evlerimizde ezan da, mevlit de okunur. Ama devlet radyosunda değil.. Bu radyolar, devlet radyosu değil de, özel ortaklıkların, kişilerin malı olsaydı, o zaman böyle düşünmeyecektik. …

Geçen cuma günü radyolarımızda ezan ve mevlit dinleyince aklımıza gelen şu oldu: <<Yıkılanlarn dışarda kalan artıkları, <<subaylar dinsizdir>> diye propaganda yapıyorlar. İşte bu propagandayı önlemek için, radyodan ezan ve mevlit okutturuluyor.>>

Böyle düşündük. Ama bu bir tavizdir. Yeni yönetmenlerin hiçbir tâviz vermeğe ihtiyaçları yoktur. <<Subaylar dinsizdir>> söylentileri çıkınca, bu türlü uydurmalara ilk karşı çıkan biz olduk. Herkes bilir ki, <<Allah , Allah!..>> diye düşman üstüne yürüyen Türk ordusu, bu ak devrimi yaratan Türk subayları dinsiz olamazlar.

Her evrimin, her devrimin, kendine özgü ilkesi vardır. Ordumuzun yaptığı bu evrimin ilkesi de, Atatürkçülük’tür. Atatürkçülük, lâikliğe dayanır. Yapılacak yeni Anayasa’da da lâikliğin korunacağına inanıyorum.

Türk milleti büyük çoğunlukla müslümandır; ama Türk devleti lâiktir. Onun için de devlet radyosundan ezan ve mevlit okutulmasını doğru bulmuyoruz.

Yazımı, İstanbul Radyosu Komutanı Kurmay Binbaşı Kenan Ersoy’un şu çok doğru sözleriyle bitiriyorum:

- İstanbul Radyosu, ne hükûmet erkânının, ne de herhangi bir zümre veya şahsın nüfuz istismarı olarak kullanılmayacaktır. Radyoda yayınlanacak her türlü neşriyatta, Millî Birliğimiz ve menfaatlerimizle en küçük bir çatışma bulunmayacaktır.



Dünya, 15 Temmuz 1960.

DİL KURULTAYININ DÜNKÜ TOPLANTISINDA EZANIN TÜRKÇE OLMASI İSTENDİ

Okul kitaplarından da Osmanlıca sözlerin çıkarılması için Millî Eğitime yazı yazılacak

Türk Dil Kurultayı’nın bugün yapılan toplantısında önemli kararlar alınmıştır. Kurultay’a sunulan önergelerin kabul edilmesiyle alınan kararlar şunlardır:

1- Atatürk’ün kurumun 1 numaralı üyesi olması ve her kurultay toplantısında adı okunarak beraberce <<Burada>> diye cevaplandırılması.

2- Düşük iktidar zamanında Arapça’ya çevrilen ezanın yeniden Türkçe okunması ve bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığının uyarılması.

3- Okul kitaplarındaki Osmanlıca sözlüklerin çıkarılması için Millî Eğitim Bakanlığına başvurulması.

Alkışlarla onaylanan bu önergenin derhal uygulanmaları işi, yarın seçilecek olan genel yönetim kurulunun ön görevleri arasına konmuştur.



Medeniyet, Dünya, Ulus, 16 Temmuz 1960.

EZAN OLDUĞU GİBİ KALACAK

Millî Birlik Komitesi basın sözcüleri, dün saat 10 da yaptıkları basın toplantısında yerli ve yabancı basın mensuplarının yazılı olarak sordukları suallere yazılı cevaplar vermişlerdir. Bu sual ve cevaplar şunlardır:

Sual – Kur’anı Kerim’in Türkçe olarak tabettirilmesi ve Ezanı Muhammedi’nin Türkçe okutturulması düşünülüyor mu?

Cevap – Bilindiği gibi, başarılı Kur’anı Kerim tercümeleri yapılmıştır. Bu tercümeler basılarak, Türk halkının ve Türk aydınının istifadesine sunulmuştur. Tanrı buyruğu Kur’anı Kerim’in anlaşılabilmesi için, Türkçe yayınlanması, Tanrı emri Kur’anı Kerim’in ruhuna da uygundur. Türk halkı Kur’an’daki ilâhi gerçekleri ve güzelliği, kendi dilleriyle okudukları zaman bulacaklardır.

Ezan-ı Muhammedî’nin Türkçe okunması konusunda bir karar alınmış değildir. Ezan, insanları Tanrı huzuruna toplamaya çağırmaktır. Bu çağırının anlaşılmış olması yeter. Din bir vicdan işidir, kanun ve polis işi değil. Bir zorlama yapılmaz, yapılamaz. Biz, vicdan hürriyetini böyle anlıyoruz.



Dünya, Hayri Alpar, 17 Temmuz 1960.

EZAN TÜRKÇE OKUNMALIDIR

27 Mayıs hareketi, zulme karşı olduğundan belki daha çok, Atatürk devrimlerini kurtarmak için yapılmıştır. Medeniyetçi ve idealist subaylarımız, ortaya atıldıkları andan itibaren Atatürk devrimlerine dört elle sarıldılar. İlk işleri de, bütün yıkıcılıkların kaynağı olan dilimizi kurtarmak olmuştur.

And’ları türkçe, konuşmaları, bildirileri türkçe… Okul kitapları yeniden düzenleniyor, resmî daire işlemlerindeki, Anayasa ve kanunlardaki dil duru türkçe.. Bu yönden ne kadar sevinsek yeridir. Çünkü, milli birliği sağlayan, anlaşma aracı olan ortaklaşa dildir de ondan.

Bu konuda dün gazetelerde çıkan iki demeç üzerinde durmak isteriz.

Bilindiği gibi, Ankarada toplanan 9 uncu Türk Dil Kurumu kurultayında, ezanın da türkçe okunması istendi.

Aynı gün Millî Birlik Komitesi sözcüleri de basın toplantısında şöyle demişlerdir:

<<- Bilindiği gibi, başarılı Kur’anı Kerim tercümeleri yapılmıştır. Bu tercümeler basılarak, Türk halkının ve Türk aydınının istifadesine sunulmuştur. Tanrı buyruğu Kur’anı Kerim’in anlaşılabilmesi için, Türkçe yayınlanması, Tanrı emri Kur’anı Kerim’in ruhuna da uygundur. Türk halkı Kur’an’daki ilâhi gerçekleri ve güzelliği, kendi dilleriyle okudukları zaman bulacaklardır.>>

Yalnız, ezanın türkçe okunması meselesinde Millî Birlik Komitesi sözcüleri ile bağdaşamadığımız bir nokta vardır. Diyorlar ki:

<<- Ezan-ı Muhammedî’nin Türkçe okunması konusunda bir karar alınmış değildir. Ezan, insanları Tanrı huzuruna toplamaya çağırmaktır. Bu çağırının anlaşılmış olması yeter. Din bir vicdan işidir, kanun ve polis işi değil. Bir zorlama yapılmaz, yapılamaz. Biz, vicdan hürriyetini böyle anlıyoruz.>> …

Kur’an’ın anlaşılması için, nasıl her milletin kendi dili ile okuması gerekiyorsa, Tanrı huzuruna çağırı olan ezan da böyle olmalıdır. Eğer, Anayasada olduğu için lâiklik prensibi tam mânasiyle uygulanıp da devlet kadromuzda resmî bir Diyanet İşleri Başkanlığı bulunmasa, din icapları özel bir kurul ile yürütülseydi mesele yoktu. Evet, Kur’anın şöyle veya böyle okunulması hususunda bir kanun yoktur, ama ezan için vardır. Mademki vaktiyle ezan bir kanunla türkçeden arapçaya çevrilmiş ve bu davranışla gericiliğe yol açılmıştır, bu kanun değiştirilmek suretiyle Türk halkına minarelerimizde her gün beş defa türkçe hitap edilmesi sağlanmalıdır. Dinin anlaşılması çağırısının anlaşılmasıyla başlar. Mahkemelerinde türkçe, okullarında türkçe, devlet dairelerinde türkçe, ordusunda türkçe, cadde, meydan ve sokaklarında türkçe konuşulan, her çeşit yayını türkçe yapılan bir memlekette, minarelerden de türkçe seslenmelidir. Ezanın kanun yoluyla türkçe okunması, müdahale ve baskı değil, en tabiî egemenlik hakkımızdır. Devrimciliği baş prensip alan ve idaresine devrimci adı veren Millî Birlik Komitesi bunu yapmakla egemenlik hakkının gereklerini yerine getirmiş; Atatürk devrimlerini başından itibaren korumuş olacaktır. Kur’anın türkçe okunmasını kabul ettikten sonra ezanı ihmal edemeyiz. Kur’an ve mevlit gibi ezan da türkçe okunmalıdır. …



Tercüman, 19 Temmuz 1960.

RADYOLARDA KUR’AN’IN TÜRKÇE OKUNMASI İSTENDİ

Radyolarda yapılacak yayınların esasları ve prensipleri hakkında görüşlerini bildirmek üzere, Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü Kanunu hükümleri dairesinde kurulmuş olan Danışma Kurulu, bugün Ankara Radyoevinde çalışmalarına başlamıştır.

Toplantıyı Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürü Ahmet Yıldız açmış ve muhtelif Bakanlıklardan, Üniversiteden , Güzel Sanat müesseselerinden, basın derneklerinden gelmiş olan temsilcilere <<hoş geldiniz>> demiştir. Danışma Kurulunun bugünkü çalışmalarında radyoda yayınlanan Kur’an ve Ezan’ın Türkçe olarak okunması talep edilmiştir.

8 yıldan beri ilk defa toplanan Danışma Kurulunun komisyon çalışmaları uzun müddet devam etmiştir. Kur’an ile Ezan’ın Türkçe okunması yanında radyoda kullanılan dilin öz Türkçe olması istenmiştir.



Hergün, 24 Temmuz 1960.

RADYODAN EZAN KALDIRILDI, KUR’AN TÜRKÇE ANLATILACAK

Radyo müdürü, yeni radyolar ve program hakkında izahat verdi

Radyolarda ezan okunması ve din istismarcılığı yapılması menedilmiştir. Bu konudaki karar dün İstanbul Radyosu Kumandanı Kurmay Yarbay Kenan Ersoy tarafından açıklanmıştır. Radyoların şahsın ve hükûmetin istismarından kurtarılacağını bildiren Yarbay Ersoy, ezanın kaldırılması konusunda şunları söylemiştir:

“Ezan namaza dâvettir. Ezan saatini her yerde aynı zamana getirmek dinî bir hatâdır. Dini propaganda olarak kullanmak isteyenler bu durumu da istismar etmişler ve vatandaşlarımızı yanlış zamanlarda namaza dâvet etmişlerdir.”

DEĞİŞİKLİKLER

2 saat devam eden Türk ve yabancı basının hazır bulunduğu toplantıda “Radyoların Türk milletinin her seviyedeki vatandaşına hitap edecek duruma yükselteceğini açıklayan Ersoy bundan sonra İstanbul radyosunda yapılacak değişiklikleri şöyle izah etmiştir:

1- Yayınların yüzde 70 ini müzik ve yüzde 30 unu da diğer yayınlar ve haberler teşkil edecektir.
2- Türk ve Batı müziğine aynı derecede yer verilerek, ajans haberleri 15 dakikayı geçmeyecektir.
3- Din ile ilgili yayınlara haftanın muayyen günlerinde devam edilecek, Kur’anı Kerim Cuma günleri okutulacak, Mevlid ve diğer dinî âyinler Türkçe ve Arapça olarak yayınlanacaktır. Din ile ilgili konuşmalara bilhassa dikkat edilecek, dinin istismarına asla müsaade edilmeyecektir.
4- 1 Ağustostan itibaren haber bültenleri müstakil olarak verilecek, Ankara, İzmir ve İstanbul radyolarında haberler ayrı saatlerde yayınlanacaktır.
5- Bankaların ikramiye vaadeden ilânları radyolarda yayınlanmayacaktır.
6- Radyolarda, Batı müziği ile Türk müziğinin saatleri ayrı olacaktır.
7- İstanbul radyosu ile ilgili sanatkârlar imtihana tabi tutulacaklardır. Elemelerde derece alanlar radyoda yer alacaklardır.



DİNÎ İNANÇ VE İBADETLERE DAİR MİLLÎ BİRLİK KOMİTESİNİN TEBLİĞİ

Resmî Gazete, 30 Temmuz 1960.

Millî Birlik Komitesinin (35) numaralı tebliği

<<Vicdan hürriyetinin hazinesi olan mukaddes dinimizin irticai ve siyasi cereyanlara âlet edilmeden, saf ve lekesiz kalması, Millî Birlik Komitesinin en büyük emelidir.

Vatandaşlarımızın din hakkındaki inanış ve ibadetlerine <<Ne kanun ve ne de zor kuvveti ile> müdahale edilemez.

Bu maksatla, şunu kesin olarak belirtmek isteriz ki, bazı teşekkül ve şahıslar tarafından yapılan, ezan ve Kuranı – Kerimin Türkçe okutulması mecburiyeti gibi, vatandaşlarımızın zihinlerinde yanlış kanaatler uyandıracak istidatdaki beyan, tefsir ve propagandalar, hiçbir suretle Millî Birlik Komitesinin fikirlerini ifade edemez.

Millî Birlik Komitesi>>



Medeniyet, 3 Ağustos 1960.

EZAN YİNE ARAPÇA OKUNACAK

Devlet Bakanı Amil Artus, dün akşam radyoda bir konuşma yapmış ve yeni hükûmetin din üzerindeki görüşünü şöyle açıklamıştır:

<<Bizce din, kutsal bir varlıktır. Her vatandaş bağlı olduğu dinin veya mezhebin esaslarına serbestçe inanmakta ve ibadetini istediği gibi icra etmekte hürdür. Bundan dolayı hiçbir zorlamaya uğramaz. Çoğunluğu teşkil eden islâm dininin değişik mezheblerine bağlı olan vatandaşlar bizim için aynı derecede kıymetli ve saygı değerdir. Bu esaslar gerek programda, gerek devlet ve hükûmet başkanımızın yurd içinde yaptığı gezilerde söylediği nutuklarda, gerekse Türkiye Cumhuriyeti Millî Birlik Komitesinin bildirisinde açıkça belirtilmiştir.

Biliyorsunuz ki, iyi ve güzel olan herşeyin düşmanları vardır. 27 Mayıs inkılâbı, Türk milleti için büyük bir kurtuluş hareketi, tarihimizin en iyi ve en güzel olaylarından biridir. Bunun böyle olduğunu yurt dışında çıkan yabancı gazetelerde ve dergilerde yazılan yazılar, yabancı radyo ve televizyon yayınları isbat etmiştir. Dışarıda dost düşman herkes bu hareketin çok yerinde olduğunu ve çok güzel bir şekilde yapıldığını günlerce övmüşlerdir. Fakat ne yapalım ki bu hareket yüzünden menfaatleri bozulan bazı kimseler hemen sizlerin zihinlerini bulandırmak ve bu hareketi, bu büyük tarihî inkılâbı sizlerin gözlerinizde kötülemek için, sinsi sinsi propagandaya başladılar. İlk olarak en çok sevdiğiniz ve bağlı bulunduğunuz din konusunu ele alarak sizleri zehirlemeğe başladılar. “Bu hükûmet dinsizdir, İbadetinize mani olacaktır. Camileri kapatacak ve kışla yapacaktır. Ezanı Türkçe okutacaktır. Radyodan Kuranı ve mevlüdü kaldıracaktır.” diye yalanlar savurarak zihinleri karıştırmak istediler. Vatandaş topluluğunun bunlara inanmadığını, gülüp geçtiğini biliyoruz. Fakat bazı vatandaşlar boş bulunup bu sözlere kanmış olabilir. Onun için bir kere daha açıkça söylemek istiyoruz ki, bu sözler bilmiyerek veya bilerek sarfedilmiş uydurma lâflardır. Ezanın arapça okunmasını yasak eden bir kanun yoktur ve böyle bir kanun çıkarılmıyacaktır. Mabedler daima ibadetlerinize açık olarak kalacak ve radyodan daimî Kur’anı ve mevlûdü dinleyeceksiniz.

Amma hepiniz biliyorsunuz ki düşük iktidar zamanında halkın din duyguları çok kötüye kullanılmıştır.

Biliyorsunuz ki Kur’an çok yüksek ve mukaddes bir Allah kelâmıdır. Bunun sık sık radyoda okunması vatandaşların dine karşı saygı hislerini sarsar. Mevlûd de öyle.

İşte bu sebeple yeni idare; radyoda Kur’an’ın yalnız Cuma sabahları okunmasını kabul etmiş ve mevlûdün ancak belirli dinî günlerde okunmasını karar altına almıştır.

O halde yine eskisi gibi her Cuma sabahı Radyoda Kur’an okunacaktır. Biz hükümet olarak sizlere iyi din adamları ve vaizler bularak, camilerimizi tamir ettirerek, ibadetlerinizi kolaylaştırmak arzusundayız.

Ancak dinin istismar edilmesine, meselâ seçim propagandası yaparken bazı itikadlardan faydalanmağa kalkılmasına, din bahsinin oy almak için bir pazarlık konusu yapılmasına müsaade etmiyeceğiz ve bunu sağlamak için gerekli hükümleri Anayasaya ve diğer kanunlara koyacağız.>>



Hergün, 21 Ağustos 1960.

GÜRSEL İZMİR’DE “”EVVELÂ TÜRKÜZ,SONRA MÜSLÜMANIZ, KURAN-I KERİM TÜRKÇE OLABİLİR DEDİ

Bir müddettenberi İzmir’de bulunan Devlet ve Hükümet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel bu sabah saat 10.20 de uçakla şehrimize gelmiştir. Devlet Başkanı şehrimizde üç gün kadar kalacak ve dinlenecektir.

Devlet Başkanının İzmir konuşması

İzmir 21 (Hususi) - Devlet ve Hükümet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel beraberinde eşi ve oğlu olduğu halde Urla Kemik hastalıkları hastahanesini ziyaret etmişlerdir. Bu arada Cemal Gürsel kendisine tezahürat yapan vatandaşlarla hasbihallerde bulunmuştur. Konuşması sırasında din konusuna temas eden devlet başkanı şunları söylemiştir:

<<Türk, ondan sonra Müslüman olmalıyız. Türklüğü bulamadıktan sonra ne islâmlığı ne kültürü bulabiliriz.>>

Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi meselesine de temas eden Gürsel, bir hâtırasını nakletmiştir. Devlet Başkanı bu hatırasında millî inkilâp hareketinden sonra Mısırlı bir kadın gazetecinin kendisini ziyarete geldiğini, bir çok sorulardan sonra Kur’an’ın niçin Arapça okutulmadığını sorduğunu anlatmış ve şöyle devam etmiştir.

<<O Mısırlı bayan gazeteciye dedim ki: Kur’ânı Kerim Türkçe nazil olsaydı siz de Müslüman olsaydınız din âdetinizi Türkçe mi, yoksa Arapça mı yapardınız? Kadın gazeteci bana Türkçeyi öğrenebileceğini söyledi. Nasıl İngilizce şarkı söylüyorsak bunu da yaparız, dedi. Kendisine dinin şarkı ile alâkası olmadığını anlattım. Kur’anın bilinmeyen lisanla okunmasının neticesi meydanda. Bilmediğiniz lâflara kafa sallamaktan başka bir şey değildi bu.>>

Devlet ve Hükûmet Başkanı, bundan sonra milletin 5 bin yıllık parlak bir tarihi olduğunu söylemiş, bu tarihten alınacak kudret ve şevkle varlığımızı müdafaa etmemiz gerektiğini belirtmiş <<Millet kendi haline terkedilmiş, münevverlerin, milleti bu karanlıktan kurtarması için çok çalışmaları lâzımdır>> demiştir. Gürsel hastahanedeki hastaları ziyaret etmiş ve hatırlarını sorduktan sonra hastahaneden ayrılmıştır.



Yeni Sabah, 6 Ekim 1960.

Emel Ülkü

GÜRSEL: “EZAN TÜRKÇE, KUR’AN TÜRKÇE OLMALIDIR”

Dinini anlamayan Türk dinsizliğe mahkûmdur

Devlet ve Hükûmet Başkanı Cemâl Gürsel, dün sabah Vilâyete gelerek, İçişleri Bakanı Muharrem İhsan Kızıloğlu, Adalet Bakanı Amil Artus ve Millî Müdafaa Bakanı Fahri Özdilek ile Vali Refik Tulga’nın da katıldığı bir toplantı yapmıştır.

Beraberinde iki Bakan ve Vali olduğu halde Fındıklı’daki Yüksek İslâm Enstitüsüne giden Devlet Başkanı, okulu gezmiş, ilgililerden izahat almış ve okul idarecileriyle görüşmüştür. Okulun müfredat programı üzerinde duran Başkan Gürsel, programın nasıl ve kimler tarafından hazırlandığını, millî ve dinî şuuru kaynaştırmanın ve arapçanın tesirinde kaldıkça nasıl mümkün olacağını sormuş ve bu hususta izahat almıştır.

Devlet ve Hükûmet Başkanı Cemal Gürsel Enstitüden ayrılışı sırasında öğretmen ve talebelere hitaben şunları söylemiştir.

<<- Aranızda çok kıymetli zevat ve öğretmenler var. Bana büyük ümitler verdiler. Din milletin hürriyeti ile korunmak mecburiyetindedir. Buranın sağlam bir müessese olabilmesi için sağlam temellere dayanması şarttır. Eğer iyi tutulursa bu müessese memleket çapında faydalı olur.>>

Biz dinimizi Türkçe okuyup anlamalıyız. Ezan Türkçe, Kur’an Türkçe okunmalıdır. Sakat, çürük ve köksüz iddialara dayanan fikirlerle Türk, dinî vazifelerini Türkçe ifa edemezse, aslâ dindar olamaz. Biz bütün ilgimizi buna vereceğiz. Din anlayışımızı değiştirerek memleketi daha kuvvetli hale getireceğiz.

Müteakiben Gürsel, Enstitünün öğretmenlerine dönerek, <<Ölüleri istirahat yerine tevdi ederken yapılan dinî merasimde söylenen dua ve telkin sözlerinin arapça olması dolayısiyle anlaşılmadığını misal olarak zikretmiş ve <<Acımızı teselli edecek sözlere ihtiyacımız vardır. Bu sözler âkibete hazırlanmamız ve ölümün felsefesini yapmamız içinse, bizi ahirete hazırlayacak bu telkinleri anlamalıyız. Türk, dini anlamalıdır, anlıyacaktır. Anlamadığımız müddetçe dinsiz kalmaya mahkûmuz. Biz hep anlamadığımız lâflara mı baş sallıyacağız?>>

Orgeneral Cemal Gürsel, daha sonra beraberinde aynı zevat olduğu halde Beyazıttaki Askerî Tıp Okulunu ziyaret etmiş ve Okula girişinde Vali Refik Tulga’dan Beyazıt meydanının tâdili plânları hakkında izahat almıştır. Okulun yer bakımından kifayetsizliğini tesbit eden Gürsel talebelere, <<Sizi bu sefaletten kurtaracağız>> demiş ve Gedikpaşadaki PTT Okulunun Askerî Tıbbiyeye tahsisini istemiştir.

Bilâhare Çarşamba’daki İmam Hatip Okuluna giden Orgeneral Gürsel, burada da okul idarecileriyle bir müddet görüşmüş ve okulu gezerek ihtiyaçları hakkında izahat almıştır. Bu arada arapça dersi yapılan dördüncü sınıfta talebelere hitaben bir konuşmada bulunan Devlet Başkanı, <<Eskiden din işleri çok kolaydı. Bu gün ise daha güçleşmiştir. Çünkü artık kendisini dinleyenlerin karşısında din adamlarının daha bilgili olması gerekmektedir. Din hocası olmak, maddî ve manevî hayata hazırlamak bakımından mümkün olduğu kadar çok çalışınız. Vazifeleriniz ciddî ve mühimdir.>> demiştir.

Bundan sonra dersin öğretmenine, talebelerin başarı nispetiyle, Kur’anı anlıyanların nispetini soran Gürsel, öğretmenin, <<yüzde 25 tir>> cevabı üzerine, bu miktarda da şüphesi bulunduğunu söylemiştir.

Okuldan ayrılışında, dışarıda toplanan halk ve talebelere hitaben Gürsel, şu kısa konuşmayı yapmıştır.

<<Din adamı olmak, bundan sonra bir marifettir. Çok önemli bir iştir. Çok çalışınız. Memlekette din problemini sizin aydın kafalarınız ve çalışmalarınız halledecektir.>>

Gürsel, yakında Ankarada çok büyük bir hastahanenin inşa edileceğini müjdelemiş, bu hastahanede parasız muayene ve tedavi yapılacağını bildirerek, <<Her türlü modern tesisleri ihtiva edecek bu hastahane sayesinde artık Avrupaya tedaviye gitmeye lüzum kalmayacaktır.>> demiştir.



Öncü, Tanzer Gürsu, 7 Ekim 1960.

Ezan ve Kur’an Türkçe olmalı mı?

Devlet ve Hükûmet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel evvelki gün İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde yaptığı bir konuşmada <<Türk kendi dinini kendi diliyle ifade edemezse bir din sahibi olduğu asla kabul edilemez.>> demişti.

Gürsel de Kur’anın ve Ezanın bizim öz dilimiz olan Türkçe ile yazılmasını ve okutulmasını istiyordu. Dün öğleye doğru gazetemize bir mektup geldi. <<Örnek bir hareket>> başlığını taşıyan yazıda Gürsel’in bu konuşmasından sonra Dikmen Camii imam ve müezzinlerinin ezanı Türkçe okumağa başladıklarına işaret ediliyordu. İkindi namazından sonra Dikmen Camiine gittik. Cami imamı ezanın her zamanki gibi Arapça okunduğunu söyledi. Dikmen Camii adını taşıyan diğer bir cami de Dikmen deresindeydi. Oraya gittik. Buranın müezzini de bize şöyle cevap verdi:

<<Ben böyle bir günah işleyecek kadar cahil değilim. Bana böyle bir emir verilmedi ve ezanı da hiç bir zaman Türkçe okumadım. Bunu size söyleyen kimse onu bulup hapsetmeniz lâzım. Dinimiz mahvoldu zaten.>>

Kıvancımız çok kısa süreli olmuştu. Ezanın, Türkçe okunduğu söylentisi bizi tarifsiz bir mutluluğa sürüklemişti. Acaba kişiler ne düşünüyordu? Kur’anın ve Ezanın Türkçe okutulmasına taraftar mıydılar? Anket yapmağa karar verdik. Netice istediğimiz gibiydi. Her kişi Kur’anı anlayamadığından şikâyet ediyor, böyle bir adım attığı için Gürsel’e teşekkür ediyorlardı.

Konuştuğumuz 100 kişiden, ancak on tanesi adını söylemeğe ve resminin çekilmesine rıza gösterdi. Hepsi aynı fikirdeydi, ama bilinmeyen bir sebeple isimlerinin açıklanmasını istemiyorlardı. Kimisi doktor olduğunu, Diyarbakır’dan Ankara’ya yeni geldiğini ve vereceği cevabın işini aksatabileceğini, kimi de yanında çalıştığı adamın bu konudaki fikrini bilmediğinden ismi açıklanırsa işinden olacağından korkuyordu. İsminin açıklanmasında bir mahzur görmeyenler rahatça konuşmağa başladılar:

İbrahim Genç – 1927 doğumlu. İlkokul mezunu. Benzinci: <<Hepimiz yeni yazı okuyoruz. Türkçe Kur’an ve Ezan dinlemekten daha güzel bir şey olacağını sanmıyorum.>>

Leman Talay – 1934 doğumlu. Hemşire Okulu mezunu: <<Kuranın ve Ezanın Türkçe okutulmasını istiyoruz ve bu günü büyük bir özlemle bekliyorum. Böyle bir karar verdiği için de Cemal Paşa’nın ellerinden öpmek isterdim.>>

Zeki Üner – 1917 doğumlu. Tarım Bakanlığı Genel Evrak Müdürü: <<Pek tabiî Türkçe okutulmalı, biz Arap değiliz ki!.>>

Faize Özbolhan – 1932 doğumlu. Devlet Tiyatrosu sanatkârı: <<Allah Cemal Paşa’dan razı olsun. Mademki Türküz ve Türkçe konuşuyoruz, Arapçanın dinimizde ve dilimizde ne işi var?>>

Ruşen Çuhadaroğlu – 1916 doğumlu. Adana’da terzi. Lise mezunu: <<Ben Araplara yakın bir ilde oturduğum halde çevremdekiler her zaman Kur’anı Türkçe okumak ve yazmak ister. Biz böyle düşündükten sonra kimsenin aksi kanaatte olacağını sanmıyorum.>>

Sevim Baban – 1933 doğumlu. Şapka evi sahibi. Ortaokul mezunu: <<Kur’an ve Ezan Türkçe olmalı. Bunu her yerde bağıra bağıra söylemek istiyorum.>>

Mustafa Gürkan – 1927 doğumlu. Tüccar. Yüksek Ticaret mezunu: <<Türkçe okutulmasına taraftarım. Fakat bizde henüz Kur’an dili diye bir dil yok. Bütün arzum Kur’anın selâhiyetli kimseler tarafından tam olarak tercüme edilmesidir.>>

Meliha Kukal – 1321 doğumlu. Ev kadını. Ortaokul mezunu: <<Ben Türküm ve Türkçe konuşuyorum. Dinimin kitabı da Türkçe olmalıdır.>>

İbrahim Erler – 1908 doğumlu. Tüccar. Ortaokul mezunu: <<İyi tercüme edilirse ve tahrif edilmezse Türkçe olması iyi olur.>>

Ümit Özbolhan – 1939 doğumlu. Tezgâhtar. İlkokul mezunu: <<Türkçe olsa ne iyi olur! Kur’anı dinliyorum ama hiç bir şey anlamadan.>>



Medeniyet, Yeni Gün, 10 Ekim 1960.

Türk Devrim Ocakları Ankara Yönetim Kurulu Kur’anın ve Ezanın Türkçe okunması hakkında Devlet Başkanı ve Başbakan Orgeneral Cemal Gürsel’in İstanbul’da yaptığı konuşmasını dikkate alarak, Başkana bir mektup göndermiştir. Bu mektupta şöyle denilmektedir:

<<27 Mayıs 1960 danberi her davranışınızda ve sözünüzde büyük Atatürk’ün ilkelerini görüp duymakla derin bir mutluluğa kavuşmaktayız. Atatürk’ün ne kadar ölümsüz olduğunun en belirli delili bugün sizin duygu ve düşüncelerinizdir.

Ulusun geleceğine kıymak isteyen gericilere ve medenî cesareti bulunmayan aydınlara ilerici davranışlarınız büyük bir derstir. Hiçbir özel düşünce taşımadan, devrim ve Atatürk yolundaki çalışmalarınızı hayranlıkla kutlayan Yönetim Kurulumuz Türkçe Kur’anı Kerim ve Ezan konusundaki konuşmalarınızdan dolayı derin saygıyla şükranlarını sunar.>>



Yeni Gün, 10 Ekim 1960.

MUSTAFA KEMAL DERNEĞİ BAŞKANININ SÖZLERİ

Ezan ve Kur’an’ın Türkçe okunması mevzuunda bir basın toplantısı yapan Mustafa Kemal Derneği Başkanı Muhtar Kumral şunları söylemiştir:

<<Kur’an ve Ezanın Türkçe okunmasını temin için Diyanet İşleri Başkanlığının bir kampanya açmasını istiyoruz. Bunu Atatürk inkılâpları bakımından lüzumlu görüyoruz.>>



Medeniyet, 10 Ekim 1960.

NASUHİ BİLMEN: EZAN ARAPÇA OLMALI, BİN YILDIR BÖYLE DİNLEDİK

Diyanet İşleri Reisi Ömer Nasuhi Bilmen, dün verdiği bir demeçte, ezanın Arapça okunmasının daha doğru olduğunu belirtmiştir. Bilmen demecinde şöyle demektedir:

Ezan Arapça okunmalıdır. Türkçe okunmasında da hiçbir fayda yoktur. Yedi yüz milyon Arap âlemi öyle okuyor. Biz de bin senedenberi böyle dinledik. Böyle devam etmesi daha faydalıdır. Ezanı herkesin anlaması mühim değildir. Şart olan ezanın Arapça okunmasıdır. Ezan ibadete çağrıdır ve Peygamberimizin emriyle Arapça okunmuştur.>>



Yeni Gün, 10 Ekim 1960.

GÜRSEL’İN BÜTÜN BEYANLARINA RAĞMEN TÜRKÇE EZAN OKUYAN İKİ MÜZEZZİN HAKKINDA SORUŞTURMA AÇILDI

Dikmende iki camiin müezzinlerinin ezanı Türkçe okudukları için haklarında soruşturma açılmış ve bu konuda kendisiyle konuştuğumuz Diyanet İşleri Reisi Ömer Nasuhi Bilmen <<Ezan Arapça okunmalıdır>> demiştir.

Bilindiği gibi önceki hafta içinde Devlet Başkanı Cemal Gürsel, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: <<Türk, kendi dinini kendi diliyle ifade edemezse bir din sahibi olduğu asla kabul edilemez. Biz, dinimizi Türkçe okuyup anlamalıyız. Ezan Türkçe, Kur’an Türkçe olmalıdır.>>

Başkanın bu demecini takip eden gün Dikmen’de bir camiden Türkçe ezan sesi yükseldiği haberini sütunlarına aldılar. Olaydan hemen bir gün sonra Diyanet İşleri Başkanının Dikmen’de mevcut iki camiin müezzini hakkında soruşturma açtığı öğrenildi.

DİYANET İŞLERİ BAŞKANININ DEMECİ

Bir yanlışlık olduğu kanaatiyle kendisiyle konuştuğumuz Diyanet İşleri Başkanı Ömer Nasuhi Bilmen, bu konuda verdiği demeçle, Başkan Gürsel’in beyanına tamamiyle zıt bir fikrin müdafii olduğunu ortaya koymakta idi. Bilmen demecinde aynen şöyle demektedir:

<<Evet… Ezan Arapça okunmalıdır. Türkçe okunmasında hiç bir fayda yoktur. Yedi yüz milyon Arap âlemi öyle okuyor. Biz de bin küsur senedenberi böyle dinledik. Böyle devam etmesi daha faydalıdır. Ezanı herkesin anlaması mühim değildir. Şart olan ezanın Arapça okunmasıdır.. Ezan ibadete çağrıdır ve Peygamberimizin emriyle Arapça okunmuştur.>>



Vatan, Emil Galip Sandalcı, 13 Ekim 1960.

MEDET YA BİLÂLİ HABEŞİ!…

Evvel zaman içinde, bundan bin üç yıl önce, kâh Mekkede kâh Medinede yaşıyan bir yaşlı kişi vardı. Yaşamasına yaşardı ama aslında 19 cu yüzyılı 20 yüzyıla bağlıyan yıllarda doğmuştu. Üstelik doğum yerinin Arabistanla bir ilgisi de yoktu. Sizin anlıyacağınız 20. yüzyılın ikinci yarısında Türkiyede bulunur, fakat 1300 yıl önceki Arabistanın Mekkesinde düşünürdü. Eh, elbetteki o zamanki Arabistan bugünkü Arabistan değildi Sosyal, ekonomik, politik ve kültürel şartlar, ihtiyaçlar, meseleler, davranışlar, ahlâk ölçüleri, dünya görüşleri değişik ve farklı idi. O devrin Arabı puta tapar, kabileler halinde yaşar, karılarına sayı tanımazdı. Müslümanlık böylesine bir ortamın içinden çıkmış ve Arap yarımadasına sadece yeni bir iman getirmekle yetinmemiş ona yeni bir devlet şekli, bir hukuk ve toplum düzeni de vermişti. Başka bir deyimle tabir yerinde ise – bir bakıma yeryüzünün belirli bir coğrafî bölgesinde, belirli bir toplumun çeşitli ihtiyaçlarına bir cevaptı müslümanlık. Özü saf, sade ve pratikti. Ötesi, zamanla gelip yerleşmişti. Başlangıçta, bir avuç Müslüman bir araya gelip te <<Acaba ne yolda müminleri ibadete çağırsak?>> diye düşündüklerinde elbetteki aralarından Bilâli Habeşî gibi sağduyulu bir güzel seslisi çıkacak ve herkesin anladığı Arapça ile çağrısını yapacaktı. Pek muhtemeldir ki Bilâli Habeşî’nin doğduğu Afrika ülkesinde Arapçadan başka bir dil konuşulurdu. Diyelim ki Bilâl ana dilini unutmamıştı. Unutmamıştı da, çıktığı damın üstünden, ilk ezanı o dille okumuştu. Kim anlardı ne dediğini? Kim koşardı çağrısına? Böyle olsaydı ezan <<ezan>> olur muydu?

Olmasına olmazdı amma, 1960 yılının ileriye bakan Türkiyesinde T.C. Diyanet İşleri Reisliği makamında oturup 1300 yıl öncesi Mekke ve Medinesinde düşünen efendi hazretlerine <<Siz Türkçe ezan okunmasına taraftar mısınız?>> diye sorup ta <<Hayır. Bu 1300 yıldanberi böyledir. Böyle okunmuştur>> cevabını alırsanız… neylersiniz?

Oysa, Ulu Tanrı dilese de Bilâli Habeşîyi aramıza günübirliğine olsun gönderse idi ezanı o güzel sesi ile çoktan gürül gürül Türkçe okumuştu.



Dünya, 23 Şubat 1961.

TÜRKÇE EZAN TEKLİFİ MECLİSE VERİLİYOR

MBK ÜYESİ SAMİ KÜÇÜK İLE TEMSİLCİ ÜYE İLHAMİ SOYSAL’IN VERECEKLERİ TEKLİF MECLİS ÇEVRELERİNDE BÜYÜK İLGİ GÖRDÜ

Ezanın Türkçe okunması hakkında, Temsilciler Meclisi üyesi İlhami Soysal’la Millî Birlik Komitesi üyesi Sami Küçük’ün kanun teklifleri, yarın Meclis Başkanlığına verilecektir. Meclis çevrelerinde büyük ilgi gören teklifi, İsmet Giritli, Ziya Müezzinoğlu ve bazı Üniversite ve basın temsilcilerinin imzalayacakları söylenmektedir. Kanun teklifinin gerekçesinde <<Gönül çok arzu ederdi ki, bu mesele bir kanun konusu olmadan şuurlu Türk vatandaşlarının sağduyusu ile 1934 de olduğu gibi halledilsin veya Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı, bundan bir kaç yıl önce Kıbrıs müftüsü Dânâ efendinin yaptığını tekrarlayarak bir fetva ile ezan ve kamet’in Türkçe okunmasını sağlasın. Ancak son on yıl biriktidiği tortular ne yazık ki buna imkân vermemektedir. Bu bakımdan böyle bir kanun müeyyidesine lüzum hasıl olmaktadır.>> denilmektedir.

Ezan’ın ilk defa 1934 yılında Atatürk’ün teşebbüsü ile ve kanun çıkarılmadan Türkçe okunmaya başladığını belirten Soysal, <<Tanrının dilinin Arapça olmadığını, o’nun sadece Arap dilinen anlamadığını söylemeğe lüzum yoktur. Ezan ise, Tanrı adına kullarına yapılan bir çağrıdır. Çağrı hangi memleketin toprakları üzerinde yapılıyorsa, o memleketin diliyle yapılmalıdır.>> demektedir.

Ezan ve kameti Arapça okuyanların üç ay hafif hapse mahkûm edilmeleri yolunda T.C. Kanununun 556. maddesinin son fıkrasına bir madde ilâve edilmesi yolundaki teklif 1941 yılından 1950 yılı 15 Haziranına kadar bu kanunda var olan bir maddenin ihyası zımnındadır.

MBK ÜYELERİ GÜRSEL’İN DAVETLİSİ OLARAK İFTAR ETTİLER



Medeniyet, 23 Şubat 1961.

TÜRKÇE EZAN

Ezanın Türkçe okunmasiyle ilgili bir kanun teklifinin, muhtemelen bugün Temsilciler Meclisi Başkanlığına verileceği öğrenilmiştir.

Teklif sahipleri, şimdilik, İlhami Soysal, Altan Öymen, Ömer Sami Coşar, İsmet Giritli, Ziya Müezzinoğlu, Selâmi Savaş, Oktay Ekşi’den ibarettir.

Teklif, ezanın Türkçe okunmasını ve bu hususta T.C. Kanununda da değişiklik yapılmasını içine almaktadır.



Tercüman, 24 Şubat 1961.

EZAN TÜRKÇE OKUNAMAZ…

Diyanet işleri reisinin bu fikrine mukabil Prof. Neşet Çağatay <<Okunabilir>> diyor

Diyanet İşleri Reisi Ömer Nasuhî Bilmen, ezanın Türkçe okunamayacağını ifade etmiştir. İlâhiyat Fakültesi Dekan Vekili Neş’et Çağatay, bu fikirde olmadığını söylemiştir.

Basın temsilcisi İlhami Soysal, ezanın Türkçe okunması için bir kanun teklifi hazırlamıştır. Soysal’ın bu teklifine politikadan gelen temsilciler pek itibar etmemişlerdir. Basın temsilcilerinin hemen hemen hepsi ise teklifi imzalamışlardır. Bilindiği gibi bu teklifin Temsilciler Meclisinde görüşülebilmesi için bir Millî Birlik Komitesi üyesinin imzalaması icap etmektedir. Kanun teklifini, Komite Üyesi Kurmay Albay Sami Küçük’ün imzalayacağı tahmin edilmektedir.

MUVAFIK DEĞİLDİR

Diyanet İşleri Reisi Ömer Nasuhî Bilmen, bugün kendisiyle görüşen bir arkadaşımıza, bin senedenberi ezanın Arapça okunduğunu ve <<Böyle şey olmaz. Muvafık değildir. Ezan Türkçe okunamaz.>> demiştir.

TÜRKÇE OKUNABİLİR

Öte yandan İlâhiyat Fakültesi Dekan Vekili Profesör Neş’et Çağatay ise, ezanın Türkçe okunabileceğini söylemiştir. Çağatay bu hususta şu beyanatı vermiştir:

<<Ezanın Türkçe okunmasına bugün yürürlükte bulunan kanunca da mâni yoktur. Türkçe de okunabilir, Arapça da. Buna İslâm dinince de mâni yoktur. Ezan, müminleri namaza davet eden çağrıdır. Ezan, farz değil, sünnettir. Berberiler, bin sene evvel ezanı Berberice okumuşlardır. Zannedersem bugün de Afganistan’da kendi dillerince okunur.>>

Ankara Müftüsü Sadık Başgöze de, ezanın Türkçe okunabileceği fikrindedir. Ankara Müftüsü: <<Olsa da olur, olmasa da>> demiş ve ezanın Müslümanları namaza davet için okunduğunu ifade etmiştir. …

Kanunda Türkçe veya Arapça ezan okumaya bir mâni olmadığına göre bunu ezan okuyanlara bırakmak daha uygun olur. Onlar, cemaatin arzusunu bizden daha iyi anlayacakları için ezanı o şekilde okurlar. Namazı Türkçe çağrıdan haz duyanlar, Türkçe ezan okunan camilere, mescitlere daha çok giderler. Arapça okunmasını istiyenler de Arapça okunan yerleri tercih ederler.

Bu da bir siyasî mesele olmadan çıkar. Cemaatin arzusu neyse o olur. Demokratik sistemlerde ihtilâfların en iyi hal şekli budur… Hükûmeti de meşgul etmez. Kimse de bu yüzden baskıya uğradığını veya bir mahrumiyet çektiğini iddia edemez.



Havadis, Orhan Seyfi Orhon, 27 Şubat 1961.

TÜRKÇE EZAN

Tercüman arkadaşımız, Türkçe ezan hakkında bir anket yapmış. Konuştukları zatların fikirlerini yazıyor. Diyanet İşleri Reisi Nasuhî Bilmen: <<Böyle şey olmaz. Muvafık değildir. Ezan Türkçe okunamaz!>> demiş.

İlâhiyat Fakültesi Dekan Vekili Profesör Neşet Çağatay: <<Ezanın Türkçe okunmasına bugün yürürlükte olan kanunca bir mâni yoktur. Türkçe de ezan okunur, Arapça da! Ezan, müminleri ibadete dâvet eden bir çağrıdır. Farz değil, sünnettir. Bin sene önce Berberice ezan okunmuştur. Zannedersem Afganistan’da da kendi dillerince ezan okunuyor.>> diye cevap vermiş.

Ankara Müftüsü de ezanın Türkçe okunabileceği fikrindeymiş…



İstanbul Hakikat, 12 Mayıs 1962.

C. GÜRSEL EZAN, KURAN’IN TÜRKÇE OLMASINI İSTİYOR

Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, dün Ortadoğu Teknik Üniversitesinin temel atma töreninde hazır bulunmuş ve öğrencilerle uzun müddet sohbet ederek onlara çalışmak, dinî inançlar üzerine ve Kur’an ile Ezanın Türkçe okunması konusunda nasihatlerde bulunmuştur. Bu sırada bir kız öğrenci Cumhurbaşkanına hitaben ezanın ve Kur’anın Türkçe okunması konusunda ne düşündüğünü sormuş, Gürsel de şu cevabı vermiştir:

“Ezan da, Kur’an da Türkçe okunmalıdır. Bütün dinî işlerin Türkçe olması lâzımdır. Ancak zorla olmamak şartiyle. Kur’anda, “Ben Kur’anı anlıyasınız diye Arapça geçirdim” der. Bu, Araplar içindir. Bizim de anlıyabilmemiz için Türkçeye çevrilmesi lâzımdır. Kur’an bugün değil, iki bin sene sonra insanlığa yol gösterecek niteliktedir. Onu kavramak ve anlamak lâzımdır.”

Cumhurbaşkanı Gürsel, müteakiben, beraberinde Umumî Kâtip Nasır Zeytinoğlu ve Başyaveri Kadri Erkek olduğu halde Ankara’ya dönmüştür.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi Ankara – Polatlı yolu üzerinde yedinci kilometrede Balgat köyü yanında kurulmaktadır.



Cumhuriyet, 18 Eylül 1966.

HALK LİDERİ CEMAL GÜRSEL

Temmuz 1960. Millî Birlik Komitesi çalışmalarının ilk haftalarında yurdun bazı köşelerinde ezanın Türkçe okunmaya başlandığı haberleri gelmişti. Ezanın Türkçe mi, Arapça mı okunacağı komiteden sorulmuştu. Komite konuyu önemli bulmuş, müzakereye açmıştı. Komitenin en yaşlı üyesi Org. Cemal GÜRSEL: <<Türk milleti ibadetini kendi diliyle yapmalı, Allahın huzuruna kendi diliyle çıkmalıdır. Ezan Türkçe okunacaktır.>> diyordu. Komitenin arı dille konuşan en genç üyesi de: <<Hayır! Türk ulusunun dinî inanışına ve davranışına karışmamalıyız>> düşüncesinde idi. Neticede bir oy farkla en genç üyenin fikri galip geldi ve 35 sayılı komite bildirisi buna göre kaleme alındı.

Suphi KARAMAN
TABİİ SENATÖR



Akşam, Düşünceye Saygı, Hasan Sıtkı Aydın (Öğretmen), 15 Eylül 1968.

CEMAL GÜRSEL VE TÜRKÇE EZAN

19 Eylül 1963 tarihinde Çankaya Köşkünde kendileriyle, öğretmenler temsilcisi olarak yaptığımız elli dakikalık görüşmeden bazı kısımlarını anlatmak istiyorum. …

Öğretmenlerin tarihte ikinci defa olarak 1963 Eylül ayında sırf mâli durumlarının düzeltilmesi için hükümet kapısına Başbakan ve Cumhurbaşkanına gitmelerinde temsilci bulunmak -şerefi mi, talihsizliği mi, yoksa talihi mi? desem- bana da kısmet oldu. …

Org. Cemal Gürsel’le görüşmemiz sabah saat 09.30 da başladı. Altı kişilik heyetimizi sıra ile içeriye alırken ve takdim ederken ayakta duran cumhurbaşkanının elini sıkıyorduk. … Sıra bana gelince: <<Vize Öğretmenleri Temsilcisi. Trakya’dan..>> diye takdim edildiğimde <<Haa Trakya.. Trakya.. Yaz başında ilk fırsatta Trakya’ya gideceğim>> dediklerinde heyecanla <<– İsabet buyurusunuz. Trakya’yı şereflendirirsiniz.>> demiştim.

Antalya Öğretmeleri Temsilcisi Rühi Kanak sözcülük yaparak ziyaretimiz sebeplerini ve eğitim ödeneği isteğimizin nedenlerini 3-5 dakika izah etti.

DİKTATÖRLÜK

Öğretmenlerin dertlerinden sonra serbestçe memleketin dertleri de dile getirilmeğe başlandı. Çeşitli konularda çeşitli sorular soruyorduk. Cumhurbaşkanı hepsine cevap olacak şekilde ve ağır ağır konuşuyordu. <<27 Mayıs’tan beri yapılanları nedenleriyle beraber biliyor, duyuyor, okuyor ve öğreniyorsunuz. Ağalar meselesi, yeni Anayasa, Toprak reformu işi, çift Meclis Koalisyon Hükümetleri. Bunları ve çalışmaları görüyorsunuz. Noksanlıklar ve hatalar için hep bizleri suçlamanız her zaman doğru değildir. Aydınlar ve basın bizden diktatörlük istiyor. Biz ise diktatörlük yapmadan ve kimsenin burnunu kanatmadan reformları gerçekleştirmek istiyoruz. Atatürk memleketimizi yeniden kurarken ve inkılâpları yaparken mecburen diktatörlük de yaptı ve muvaffak oldu. Ancak, diktatörlüğün de zararını gördük. Milletin üzerinden Atatürk baskısı ve korkusu kalkınca, yapılanlar yine eski şekliyle filizlenerek yine gerilemeler görülüyor. Biz de yapacaklarımızı diktatörlükle yaparsak, bu yolu seçersek bizim baskımız da kalkınca yine geriye dönüşler başlar.>> diyorlardı.

TÜRKÇE EZAN

Cemal Gürsel konuşmalarına ağır ağır devam ediyor, daima yanında bulundurulan sudan birer yudum içiyor, 2-3 dakikada bir öksürüyor ve sol kolundaki rahatsızlığı belli oluyordu. <<Esasında şunu bilesiniz ki; bütün işler bizde değil, siz öğretmenlerde biter ve diktatörlüğe lüzum kalmaz. Biz yirmibir yıl minarelerimizden ezan sesini Türkçe olarak kendi lisanımızdan dinledik. Sonra ne oldu? Yarım saat içinde tekrar Arapçaya döndü.>> dediklerinde Yozgat Temsilcisi <<İşte Paşam siz 28 Mayıs sabahı ezan Türkçe okunacak deseydiniz, artık bunun sözü bile edilmezdi.>> deyince Paşa: <<Hayır. Diktatörlük olurdu. Ezanın minarelerimizden Türkçe olarak okunması siz öğretmenlere bağlı. Bunda ortamı siz öğretmenler yaratacaksınız. Öğretmenlik vazifeniz olarak her şeyin iyi ve kötü taraflarını korkusuz ve serbestçe vatandaşlara anlatırsanız mesele kalmaz. Vatandaşa iyi şeyleri anlatacak ve benimseteceksiniz. Kendi dilimizin ve öztürkçemizin güzelliklerini benimsettirecek, sevdirecek, niçin kendi dilimizle okunması lâzım geldiğini anlatacak ve isteteceksiniz. Vatandaşa isteteceklerini yapmazsak biz o zaman suçlu sayılırız. Halkın isteği yapılınca diktatörlük olmaz. Bu bütün inkılâpların yapılmasında kimsenin burnu kanamadan ve istenerek yapılmasında büyük faydalar vardır. Sağlam olur. Bundan böyle siz öğretmenlere büyük görevler düşmektedir.>> diyerek öğretmenlere vazifelerini hatırlatıyor ve güvenini belirtiyordu. Elli dakikalık görüşme bu şekilde devam etmişti.

Cemal Paşa’yı da ölüm, Atatürk gibi yapmak istediklerini tamamlattırmadan alıp götürmüştü iki yıl evvel. Ruhu şadolsun. Öğretmenler, Atanın olduğu gibi sizin de güveninize lâyık olabilmek için çalışmaktadırlar. Rahat uyu.



Cumhuriyet, 8 Ekim 1969.

TÜRKEŞ IRKÇILIĞI REDDETTİ

VAN – MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Cumhuriyet Alanında düzenlenen açık hava toplantısında yaptığı konuşmada, <<Partimiz Türkiye sınırları içinde yaşayan Türk vatandaşlarını bölge, mezhep farkı gözetmeksizin bu milleti öz evlâtları saymaktadır. Komünistler, fısıltı halinde partimizin ırkçı olduğunu söylüyorlar.>> demiştir.



Bugün, Şûle Yüksel Şenler, 8 Ekim 1969.

İTHAMLAR VE CEVAPLAR

– 1 –

Milliyetçi Hareket Partisi hakkında yazmış olduğum yazılar dolayısıyle bu güne kadar almış olduğum bâzı mektuplar ve hakkımda işitmiş olduğum bâzı nahoş ve çirkin söylentiler beni ister istemez derin ve acı düşüncelere sevketti.

Bu mektupların ve sözlerin sahipleri, ekseriyetle imanlı, mü’min şahıslar olup, son zamanlarda güttüğü mâneviyata bağlılık politikasına kapılarak Türkeş’in parti safına iltihak etmiş kimselerdir.

Hemen hepsi değerli ve sâdık okuyucularım olan bu kıymetli kardeşlerim, yazmış oldukları mektuplarda, M.H.P. hakkında yazı yazdığım için şahsıma çok ağır hücumlarda ve acı ithamlarda bulunmaktadırlar.

Hatırlarda olduğu üzere, ben daha bu mevzudaki ilk yazımın başında belirtmiştim: <<Bu mevzuda kalem oynattığım için M.H.P.’ye kaymış bir çok dostum gücenecek, kırılacak, küsecektir.. Ve bu hareketim bana belki büyük bir okuyucu kitlesi kaybettirecektir.>> diye… Ancak yine ilâve olarak << Gerek okuyucularımdan ve gerekse Türkeş’in ardından gitmeyi milletimiz için bir kurtuluş yolu olarak kabul eden imanlı kardeşlerimden, hakkımda peşin bir hükme varmamalarını, bu mevzuda yazacağım bütün yazıları okuyup tetkik ettikten sonra, hakikatleri yine mantık ve hakikat süzgecinden geçirdikten sonra esaslı bir fikir ve hükme varmalarını başlangıçta rica ve istirham ediyorum. Ki; münevver insanlara, hakiki müslümanlara yakışan hareket de budur esasen.>> demiştim.

Fakat nerde efendim, nerde?. Bugün, maalesef en mükemmel müslüman diye bildiğimiz kimselerde bile körü körüne bir parti taraftarlığı, gözleri öylesine görmez etmiştir ki, insan âtimizden ister istemez endişe duyuyor.

Benim yukarıdaki ifademe rağmen daha M.H.P. ile ilgili ilk yazımın hemen ardından, bâzı okuyucularım hem de ne sür’atli bir peşin hükümle ve hem de ne âdi isnad ve iftiralarla sarılmışlar kaleme.. Ver yansın ediyorlar..

Yazık, cidden pek yazık!..

Gerek mektuplarda ve gerekse yakın çevrelerden kulağıma gelen söylentilerde bana tevcih edilen sual, isnad ve iftiraları bir kaç madde halinde sıraladıktan sonra bunları alnımın akı ile cevaplandırmak isterim.

Bu sual, isnad ve iftiralarına cevap vermeden evvel, M.H.P. safındaki imanlı mü’min kardeşlerimizin körü körüne ve her şeye rağmen meseleleri koyu bir parti taassubu çerçevesinde değil de, mantık, insaf, iz’an ve müslümanın temiz ahlâk kaideleri çerçevesinde tarafsız bir görüş ve mütalâa ile değerlendirmelerini tavsiye ve temenni ederim.

Şimdi bu maddeleri teker teker ele alalım:

1- Türkeş ve partisi hakkında niçin parti propagandaları başlamadan evvel değil de, propagandalar esnasında neşriyat yaptığım suali, hem son derece yersiz, hem de saçma bir sualdir. Kalemimi bu mevzuda seçim propagandalarından önce kullanmayıp, propaganda döneminde kullanmam kadar tabii bir şey olamaz. Müslüman kardeşlerim, niçin bu husus üzerinde böyle hırçın ve kırıcı bir lisanla durmaktadırlar? Çünkü propaganda zamanında yazılan yazıların ortaya dökülen gerçeklerin, partilerin seçimde kazanma veya kaybetme hususundaki şanslarına geniş çapta tesir ettiği muhakkak ta onun için değil mi?

İşte ben de, imanlı müslüman kitleyi din ve mâneviyat sloganları ile ve korkunç bir taktik ustalığı ile aldatıp kendi saflarına çekmeyi başarmış olan Türkeş ve partisinin iktidara geldiği takdirde bu asil milletimizi, sosyalist Nâsır hükümetinin fecî akıbetinden çok daha beter ve fecî bir akıbete sürükliyeceğinden pek çok delile istinaden kat’i surette emin olduğum içindir ki, M.H.P.’nin seçimlerde kazanmamasının şart olduğuna inanarak propaganda sıralarında imanlı müslüman kardeşlerimi uyanık bulunmaya, sonu tamir edilemiyecek bir hataya bile bile düşmemelerini temine yarıyan bu yazıları kaleme aldım.

M.H.P. liler niçin bu derece hırs ve telâşa kapılıyorlar? Alnı açık olanlar, aleyhte olan yazıların propaganda öncesi veya sonrası olmasından korkmazlar ve buna pek ehemmiyet vermezler. Ama onlar da biliyorlar ki, konuşan biz değiliz, konuşan yalnız ve yalnız hakikatlerdir. Hakikatleri ise balçıkla sıvamaya, yaygara ve şamatalarla susturmaya hele çirkin isnad ve iftiralarla çürütmeye imkân yoktur. Benim vazifem, Hak namına müslüman kardeşlerime hakikatleri bildirmek ve her ne olursa olsun Cenab-ı Hakk’ın çizdiği yol olan sırat-ı müstakimden ayrılmayarak hakikatleri her hangi bir siyasî gaye ile değil, sırf Rıza-i İlâhi için yazıp, bildirmektir.

Şu kısacık ve değersiz dünya hayatı içinde ve şu çirkef siyasete âlet olarak, siyasî hırs, kin ve garezlerle mü’min kardeşine su-i zan besleyip, isnad ve iftiralarda bulunarak saplandıkları günaha rıza gösterenlerin ise affını niyaz etmek, onlara tam bir basiret dilemek de bir diğer vazifemizdir.

Diğer hususların cevaplarını yarın vereceğim. Müslümanlar arasındaki durum ve prestijlerini düşünerek isimlerini vermediğim isnad ve iftira sahibi birkaç kardeşimizin dikkatle okuması, şayan-ı tavsiyedir.



Bugün, Şûle Yüksel Şenler, 9 Ekim 1969.

İTHAMLAR VE CEVAPLAR

– 2 –

2- Niçin Türkiye İşçi Partisi, C.H.P., Masonlar ve Yahudiler aleyhinde neşriyatta bulunmuyormuşum da, Milliyetçi Hareket Partisi üzerinde bu kadar ısrarla duruyor muşum?

Bu sualin sahipleri, ne büyük hayrettir ki; mektuplarından benim devamlı okuyucularım olduklarını belirten kimselerdir. Ne var ki ben bu iddialarına rağmen, bu şahısların, benim yazılarımı devamlı takibeden şuurlu okuyucularımdan olduklarına inanma[ma]ktayım. Zira yazılarmı takib eden okuyucularımın, benim BUGÜN’de yazı yazmaya başladığım tarihten itibaren TİP, CHP; Masonlar ve Yahudiler hakkında, yani topyekûn din, mâneviyat, vatan ve millet düşmanları aleyhinde kalem tükettiğimi bilmeleri icabeder.

Şu halde TİP, CHP, Mason ve Yahudiler aleyhinde yazı yazmadığım iddiasında bulunanlar, ya söylediğim gibi yazılarımı takip etmiyen kimselerdir… Veyahut da, imanlı, mü’min, sâdık okuyucularımdan oldukları halde MHP safına geçtikten sonra koyu bir parti taassubu içinde gözleri görmez, akılları işlemez ve vicdanları titremez olmuş bazı hakikatsiz okuyucularımdır. Yoksa imkânı yok şuuru yerinde, vicdanlı ve hakikatbin bir okuyucum, böyle saçma bir iddia ile karşıma çıkamaz…

3- Ben, Milliyetçi Hareket Partisini tenkid ettiğimden dolayı mü’minler arasında nifak çıkaran bir münafıkmışım.

Bir büyük din âlimi tevekkeli dememiş: <<Eüzzübillâhi mineşşeytan vessiyâse>> diye…

Şu hale bakın siz… Sırf tuttuğu partiyi tenkid ediyor, mensub olduğu partinin menfaatlerine dokunacak hakikatleri dile getiriyor diye, mü’min mü’mini münafıklıkla suçluyor… Bu mudur müslümanlık, bu mudur müslümanlığın temiz ahlâkı sorarım size?...

Demek daha düne kadar İslâm’ın yasakladığı ırkçılık fikriyatının elebaşlarından biri olan bir şahısın, bu gün din kisvesi altına bürünerek Müslümanları kandırması ve sağ cepheyi komünistlerin dahi parçalayamayacağı kadar parçalayışı, Kayseri’de ve Cağaloğlu M.T.T. Birliği’nde <<Arap uşakları!... Ümmetçiler!...>> diye bağıran aldatılmış gençleri Müslüman genç talebelerin üzerine saldırtışı ve imanlı müslüman kitle arasına nifak tohumları saçışı <<münafıklık>> olmuyor da, münafığın münafıklığını delillerle ispatlamak ve Masonlardan korunayım derken en az onun kadar tehlikeli bir oyun ve tuzağa düşmemeleri yolunda her türlü ard niyet ve siyasî gayeden uzak olarak Peygamber Efendimizin (A.S.M.): <<Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır>> hadisi mucibince müslüman halkımızı uyanık bulunmaya dâvet etmek, bu şahısların nazarında münafıklık oluyor… Doğrusu imanlı kardeşlerimin siyaset girdabında düşüncelerini bu derece kısırlaştırmış olmalarına, mantık ve iz’anlarını bu derece meflûç hale getirmiş bulunmalarına hayret etmemek elimden gelmiyor.

Ne var ki, aşağıdaki isnad ve iftiranın çirkinliği karşısında bunlar oldukça hafif kalanlarıdır. Biraz da bu husus üzerinde duralım:

4- Efendim ben, Milliyetçi Hareket Partisi aleyhinde kalem oynattığım için bir Mason uşağıymışım. Bu yazıları yazmak için hükûmetten ve Masonlardan para almışım. Yani tek kelime ile satılmışın birisiymişim.

Bu iftirayı yapan zavallılaşmış kimseler şu hakikati çok iyi bilmelidirler ki, aleyhlerinde en sert ve şiddetli şekilde neşriyatta bulunduğum halde ne TİP’teki komünistler, ne CHP’deki solcular, ne Masonlar ve ne de beş para etmez pis Yahudi’ler bu güne kadar bana olan hücumlarında böyle çirkin bir iftiraya tevessül etmediler. Yani bu din ve mâneviyat düşmanları, isnad ve ithamlarında, bu gün her ağız açışta <<İslâm ahlâk ve fazileti>> nden dem vuran ve kendilerinin en güzel ahlâka sahip, en iyi müslüman olduklarını ileri süren Milliyetçi Hareket Partililerden çok daha dürüst ve namuslu davranmışlardır. Müslüman için bu ne zillettir, bunu düşünebiliyor musunuz?

Her hangi bir zümre veya partiyi yükseltip, herhangi bir zümre veya partiyi alçaltmak için bir zümre veya parti hesabına para mukabili yazı yazan bir muharrir, dünyanın en şerefsiz, en alçak insanıdır. <<İslâm ahlâk ve fazileti>> paravanasının ardından böyle şenî ve denî bir iftira ile bana bu şerefsizlik ve alçaklığı izafe edecek derekeye kadar düşmüş olan MHP’li bu kardeşlerim için benim Cenab-ı Hak’dan af ve mağfiret dilemekten başka yapacak şeyim yoktur.

İftira, komünistlerin, solcuların, dinsiz, maneviyatsız bedbahtların, Mason ve Yahudi zındıklarının kullandığı en kuvvetli silâhtır.

Hakiki iman sahibi bir müslüman, inanmış bir mü’min ise asla iftira etmez. İftiranın, kaçınılması zarurî olan en büyük günahlardan biri olduğunu bilir ve ateşten sakınır gibi bu alçak silâhı kullanmaktan kaçınır. Hele hele <<İslâm ahlâk ve fazileti>> ni düstur olarak kabul edenler. İşte Türkeş’in, mensublarına aşıladığı <<İslâm ahlâk ve fazileti>> budur. Mü’mini mü’mine kırdırmak, mü’mini mü’mine düşürmek, düşman etmek.. Hem de ne ile? Ancak düşmanımızın silâhı, dinsizin, imansızın kullandığı en şerefsiz, en alçak silâh olan iftira ile!

Yazılarımı baştan itibaren bu güne kadar takib edenler şunu çok iyi bilirler ki, ben fikriyat itibariyle ne Mason’a, ne Yahudiye, ne şu partiye, ne bu zümreye ve ne de şu şahsa uşak olacak tıynet ve karakterde bir insan değilim… Ben yalnız ve yalnız yüce Yaradanım olan Allahü Azimüşşan’ın ve O’nun yüce Resulünün yolunda iman ve İslâm dâvasının nâçiz bir hizmetkârıyım…

Beni Mason ve uşaklığıyla itham etmek nezaketinde (!) bulunan M.H.P.’lilere, daha dün kadar yakın olan Odalar Birliği meselesinde Masonlar aleyhinde günlerce süren yazılarımı ve ön seçimlerde Mason Aydın Yalçın aleyhindeki yazılarımı hatırlatır, bunları okumamışlarsa okumalarını salık veririm.

Nasıl düşünemiyorlar, nasıl idrâk edemiyorlar? Bu ne gaflettir? Şayet içinde bir kaç Mason olduğu için Mason partisi dedikleri Adalet Partisi hesabına çalışan ve onun namına yazı yazan birisi olsa idim, her şeyden evvel Milliyetçi Hareket Partisini zemmederken direk olmasa da hiç değilse zımnen veya ima yoluyla Adalet Partisini methetmem icab etmez miydi? Halbuki öyle mi oldu? Yazılarımı okuyan dost da düşman da gördü ki, Milliyetçi Hareket Partisini yererken, aynı yazıların içinde A.P.’yi de zemmettim.

Yazılarımla da sabittir ki, ben herhangi bir partiyi veya şahsı değil, Hakk’ın yolunda yalnızca hakkı tutarım. Bunun dışında polemiklere girmek, yaradılışıma uymayan bir tutumdur. Dâvam, iman ve İslâm dâvası olduğuna göre iktidarda bulunan ve milletimin kaderinde mühim rolü bulunan parti hangisi olursa olsun; dinim, vatanım ve milletimin faidesine yarıyacak her faaliyetini alkışlar ve tebrik eder, bunları zedeliyecek her faaliyetleri karşısında ise, o partinin can hasmı olur, onu yerden yere çalarım. Nitekim geçtiğimiz dört yıllık dönemde Adalet Partisinin İslâmiyet ve müslümanlar lehindeki her hareketlerini tasvib ve tebrikle karşıladığımı, ve fakat İslâmiyete ve müslümanlara halel getirecek en ufak hareketlerinin dahi karşısına en sert çıkışlarla çıkarak partiyi ikaz ve ihtar mahiyetinde, sonu mahkûmiyetle neticelenen şiddetli yazılar kaleme aldığımı bilmemezlikten ve görmemezlikten gelmek en büyük hamakat değil midir?

İşte, M.H.P. aleyhindeki yazılarım da bu cümledendir. Her türlü siyasî gaye ve maksattan uzak olarak kaleme aldığım bu yazılar, bir çok kardeşimizi sinirlendirmiş, M.H.P. ileri gelenlerinin huzurunu kaçırmış ve ona samimâne bağlanmış bazı imanlı müslümanları gücendirmiş olabilir. Ancak bu demek değildir ki, bir kısım halk gücenecek, kırılacak, sinirlenecek diye ben hak yolundan döneceğim ve <<Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan>> lardan olmayı kabulleneceğim? Hayır, asla ve kat’a! Bu gün bir kerre daha haykırıyorum ki; Milliyetçi Hareket Partisi, Müslüman Türk halkını, sonu müthiş bir helâket ve felâket uçurumuna sürüklemek isteyen bir partidir. Ne var ki, bu uğursuz gidişatında ne olursa, tertemiz, saf ve imanlı müslüman halka olacaktır.

Hatırlarda olduğu üzere <<İffet Halim Oruz’a açık mektup>> başlığıyla kaleme aldığım yazıların birinde: <<Milliyetçi Hareket Partisi iktidara geçtiği takdirde, onun gazabına ilk uğrayanlar, imanlı ve bahusus faal müslümanlar olacaktır.>> demiştim. Aradan çok geçmedi.. Ve daha iktidara dahi geçmeden, bizim bu sözlerimizin doğruluğunu kendi ağızları ile isbat ettiler. Geçen günkü radyo konuşmasında M.H.P. Genel Başkan Yardımcısı; <<Milliyetçi Hareket Partisini yerenler, bir gün helâk olacaklardır. Onları Suudi Arabistan Kralı bile kurtaramıyacaktır.>> şeklindeki ifadeleriyle gerek aleyhlerinde broşür neşreden mü’min kardeşlerimizi gerek aynı paralelde neşriyatta bulunan Şevket Eygi beyi ve gerekse kendilerini tenkid ettiğimden dolayı ben âcizi ve diğer mü’minleri görülmemiş bir cür’etle tehdit etti.. Şu hale bakın, bugün İslâm ahlâk ve faziletinden bahsedenler ve müslümanlık taslıyanlar, abdestli, namazlı ve imanlı müslümanlar olduklarında kimsenin şüphesi olmıyan mü’minler. İktidara geldikleri takdirde helâk edeceklerini açıktan açığa ilân ediyorlar da, İslâmiyete aykırı bir ırkçılık zihniyetine uygun bir tarz olan bu müslüman kıyamı haberinden, daha doğrusu tehdidinden M.H.P. içindeki müslümanların kılı dahi kıpırdamıyor. Bir gün kendilerinin de o kıyama, o helâke dahil olacaklarını düşünmeden, yalnız ve yalnız cafcafalı söz ve nutuklara aldanıp, intibaha gelme gayreti göstermiyorlar… Halbuki bir bilseler, bir bilseler ki uyandıkları zaman artık çok geç, pek çok geç olacaktır.

*

Bu husustaki sözlerimin sonunda şu hususu bilhassa belirtmek isterim ki, şahsıma yapılan bütün bu hücum ve çirkin, iğrenç iftiralar, şahsıma olduğu için beni zerre kadar üzmedi. Ancak, bu vesile ile müslümanların ne derece zavallı bir duruma düştüğünü, mü’minler arasındaki kardeşlik bağlarının siyaset çirkefi uğruna ne korkunç bir şekilde koparılmakta olduğunu, imanlı kitle arasında husule gelen nifak, şikak ve adavetin be kadar tehlikeli bir hal almış olduğunu görerek ağladım, ağladım, ağladım. Ve kurtuluş için Rabbime dualar, dualar, dualar ettim.



Bugün, Şûle Yüksel Şenler, 11 Ekim 1969.

CAHİLİYET ÖLÜMÜNE TALİB OLANLAR…

Başlığının manâsı aşağıdaki satırlarda anlaşılacak olan bu yazımda esas mevzu, Milliyeti Hareket Partisi Genel Başkanının, kendi tabirleriyle Başbuğunun, esas fikir ve zihniyetidir ki; bu mevzu bahusus son zamanlarda Türkeş’in İslâmî mevzudaki samimiyetine inanarak onun parti saflarına iltihak etmiş bulunan imanlı Müslüman kardeşlerimiz için büyük bir ehemmiyet ve manâ taşımaktadır.

Yalnız dünya hayatını değil, ahiret hayatlarını da tehdit eden vahim bir tehlikeden âcizâne olarak kendilerini korumak maksadıyla seçim arefesinde kaleme aldığım bu yazım, M.H.P. saflarındaki mü’min kardeşlerime en samimi hislerle yazmış olduğum son ikazımdır.

Fikir sahasında olup, çeşitli ideoloji kaynaklarına vakıf olan herkes çok iyi bilmektedir ki; Milliyetçi Hareket Partisinin Genel Başkanı Alparslan Türkeş, koyu bir ırkçıdır. Müslüman halkımızın ekseriyetle ırkçılığın ne olduğundan, mahiyetinden, gaye ve zararlarından, hele hele İslâmdaki yerinden habersiz olduklarını müşahede ettiğim için 2 sene evvel <<İslâm’da ırk ayırımı yoktur>> başlığıyla yazmış olduğum bir yazıda ırkçılık hakkında oldukça geniş bir mâlûmat vermiştim. Bu gün ırkçıların şeytana parmak ısırttıracak bir kurnazlıkla, İslâmiyete gönül bağlamış müslümanları gayesine âlet etmek üzere kendi saflarına çekmiş olduğunu görerek, bir kere daha aynı mevzu üzerinde durmanın ve müslüman kardeşlerimizi ırkçılık mevzuunda bilgi sahibi etmenin lüzumuna inanmaktayız.

Irkçılık; aynı zamanda <<kavmiyetçilik>> ve <<neseb – soyculuk>> olarak da anılır. <<Her şeyimiz yerli olsun>> diyenlerin kapıldığı bu ırkçılık cereyanı da diğer şeylerin arasında bize Avrupa’dan gelmiştir. Yani yerli değil, yüzde yüz ithal malıdır.

Irkçılık, kendi ırkını, kendi kavmini, kendi soyunu bütün ırk, kavim ve soylardan üstün görmek demektir. Meselâ; hepsi aynı dinden müslüman kardeşler oldukları halde, <<Ben Türk’üm, Türk en üstündür..>>, <<Ben Arab’ım, en üstün benim..>>, <<Ben Acem’im, ben Kürd’üm, ben Arnavud’um, en üstün ırk benim ırkımdır.>> demek gibi.

Irkçılık; ırkını yani soyunu dininden daha üstün dininden daha ön plânda tutmak demektir. Hattâ bir çok koyu ırkçılar; <<önce Türk’üm, sonra müslüman’ım.. Türk olmadıktan sonra müslümanlığı da istemem.>> gibi müldihane (dinsizce) bir görüşe sahiptirler.

Irkçıların gayesi, bir hayal üzerine bina edilmiştir. Rusya’da Sibirya kampındakiler de dahil olmak üzere dünyadaki bütün esir Türkleri, esir bulundukları milletlerin elinden kurtararak, Boğaziçi’nden ta Büyük Okyanus’a kadar Türk halkını bir tek bayrak altında toplamak ve <<Turan ili>> nâmı ile yeni bir Türk vatanı kurmak! Fakat dikkat edilsin; soy sop, ırk ve dil aynı olmak, katıksız saf kan Türk olmak şartı ile. Arnavud, Lâz, Gürcü, Kürd v.s. gibi din kardeşlerimiz, bu topraklarda barınamazlar.

Irkçıların bayrağı, Bozkurt’tur. Müslümanların dinî his ve heyecanlarını istismar için parti amblemini 3 hilâlli sancak olarak seçen Türkeş’in gençlik kolunun amblemi dikkat edilirse Bozkurt’tur. Bozkurtçulukla, Darwing’cilik arasında pek cüz’i bir fark vardır. Darwing; <<insan soyu, maymundan türemiştir>> der.. Irkçıların en koyusu Şamanistler ise Türk soyunun <<Bozkurt>> tan türediğini iddia ederler ve tamamen gülünç bir efsaneye dayanan böyle gülünç bir uydurmaya inanırlar.

İlerdeki yazılarımda geniş ve teferruatlı malûmat vereceğim ırkçılık hakkında şimdilik bu kısa malûmatı kâfi görerek, biraz da ırkçılığın İslâmdaki yeri üzerinde durmak düşüncesindeyim. Şöyle ki:

İslâmiyet ırkçılığı şiddetle men’etmiştir. Şer’an ırkçılık gütmek, ırkçıların peşinden gitmek, ırkçılara yardımcı olmak caiz değildir. …

Mu’minûn sûresinde Allahü Azimüşşan, ırkçılık – neseb hakkında şöyle buyuruyor:

<<Sûr’a üfrüldüğü gün, onların arasında ne NESEB’ler kalır, ne de hiç biri NESEB ve karabetle yardım istiyerek kimseden bir şey taleb edebilir. O zaman ne yakınlık kâr eder, ne akrabalık. O zaman kimlerin hasenat tartıları ağır basarsa, kurtulacaklar onlardır. Kimlerin de iyilik (hasenat) tartıları hafif olursa, işte onlar kendilerini ziyan etmiş olacaklar ve Cehennemde ebedî kalacaklardır.>>

Görülüyor ki Cenab-ı Hak, ırkçılığı şiddetle men ediyor. Irkçıları ve onlarla birlik olanları ise, ne korkunç bir azabla tehdit ediyor. …

Bir başka hadis:

<<Müslümanlar kardeştirler. Hiç birinin diğeri üzerinde üstünlüğü, fazileti yoktur. Meğer ki takvâ ile olsun.>> Yani üstünlük ve fazilet, ancak takvâ iler olur. …

İşte ırkçılara ve ırkçıların peşinden sürüklenen müslümanlara ibret olacak Peygamberimizin (S.A.) bir hadisi daha:

<<Asabiyet (ırkçılık) dâvasına kalkışan, onu benimseyen bizden değildir. Irkçılık üzerine döğüşe (kıtâle) girişen de bizden değildir. Yine ırkçılık dâvası üzre ölen de bizden değildir.>> …

Ve son olarak ırkçıların peşinden giderek, kendileri ırkçı olmasalar dahi saflarında yer almakla onlara yardım eden imanlı müslümanları dehşetli titretecek mahiyette bir hadis-i şerif:

<<Her kim bir tarafa, ırk gayreti göstermekten ötürü hiddete gelerek veya bir tarafa, ırkçılığı tercihe kalkışarak veyahut bir tarafa, IRK GAYRETİ GÖSTERENLERE YARDIM EDEREK, kör bir sancak altında savaşır ve öldürülürse, cahiliyet ölümü ile öldürülmüş olur.>>

Buraya kadar sıraladığım âyet ve hadislerden sonra, bahusus şu son hadis-i şerifteki <<ırk gayreti gösterenlere yardım edenler>> ifadesindeki manâ dehşetini iyice düşündükten sonra, benim niçin MHP’li Müslüman kardeşlerimi ikaz etmek için günlerce çırpınmış olduğum, herhalde daha bariz şekilde anlaşılacaktır. Hadis-i şerifi tekrar tekrar tetkik edecek olursak, ırkçı bir lidere yardımcı olmakla, mü’min kardeşlerimizin, farkında dahi olmadan cahiliyet ölümü ile yani kâfir olarak ebedi hayatlarını kaybedeceklerini titreyerek göreceğiz. Hadisteki kör bayrak’a gelince; ırkçılar kavim ve kabilesi ve hemşerileri uğrunda gayret taassub göstererek dövüşenlerdir ki, altına girdikleri bayrak, kör bayrak olarak isimlendirilmiştir.

Irkçı, Türkçü, Nihal Atsız’ın baş müridi olan Türkeş’in ırkçılığı öylesine koyu bir ırkçılıktır ki; Kıbrıs’ta doğduğu zaman anne ve babasının İslâmî bir ad olarak koymuş olduğu Hüseyin Feyzullah ismini, Türkiye’de Harb Okulu sıralarında mahkeme kararıyla düşünce ve inançlarına uydurduğu bir ad olan Alparslan Türkeş olarak değiştirmiştir. Çocuklarının isimlerini de yine İslâmiyet’ten önce güneşe tapılan devirlerde yaşıyan eski Türklerin isimleri olarak koymuştur: Ayzıt, Umay, Sercen ve Sevenbige. Diğer taraftan Türkeş’in ırkçılığı öylesine yobazca bir mahiyet arzetmektedir ki; Ankara’da partisinin görüşünü açıkladığı bir konuşmada; öğretimin her kademesinde öğrenimin mutlaka Türkçe yapılması ve yabancı dilde eğitimin kaldırılmasının şart olduğunu bildirmiştir. Bu hale göre müslüman Türk çocukları en medenî imkân olan İngilizce, Fransızca, Almanca ve bahusus Arapça gibi yabancı dilleri öğrenme imkânından mahrum bırakılacaklardır. Türkçülüğün, ırkçılığın bu kadarına pes doğrusu.

Bu gün Türkeş, gayesine erişebilmek için imanlı kitleyi yükseltmek yolunda kendisine basamak yapmak istemektedir. Ve en büyük bir kurnazlıkla bilmektedir ki, bunda da ancak mâneviyata ve İslâmiyete, gösteriş de olsa, değer verdiği takdirde muvaffak olacaktır. Nitekim kısmen olmuştur da. Bu gün saflarına Lâz, Çerkes, Gürcü, Arnavut ve Kürt safkan Türk olmadıkları halde hınç ve düşmanlık beslediği dindaşlarımızı da çekmiş bulunan Türkeş, gayesine vâsıl olabilmek için müslümanların en ziyade hoşlanacakları şeyleri konuşup, partisindeki en ileri gelen ülküdaşlarıyla MUHAMMEDÎ DÜZEN ve İslâm ahlâk ve fazileti sloganlarını kullandığı ateşli nutuk ve vaadlerde bulunmayı pek güzel beceriyor. Esasen partilerin seçim konuşmalarında radyo, dikkat edilirse bir din ve iman mezraası haline gelmiştir. Şu son senelerde uyanan, şuurlanan ve bir çığ gibi gelişip çoğalan imanlı müslümanlar kitlesinin reyleri üzerine bütün partiler bala üşüşen sineklerin iştiha ve iştiyakı ile üşüşüp durmaktalar. Ne var ki Türkeş kurnazlığı, liste başlarına oturttuğu bir kaç tanınmış imanlı milliyetçi milletvekili adayı ve köprüyü geçinceye kadar düşüncesiyle, İslâmiyete, mâneviyata verdiği değer sayesinde hepsinden ziyade müslüman halkın dinî hislerini istismar etmiye muvaffak oldu.

Milliyetçi Hareket Partisinde bulunan imanlı, mü’min kardeşlerime son sözüm ve âcizane son tavsiyem, vakit henüz geçmeden, inadla, kuru kuruya ve hocanın <<ya yutarsa?>> misali ihtimallere dayanarak körü körüne hareket etmekten sakınıp, uyanmaları ve hakikatleri hisleri ile değil, hakikat gözü ile görmeleridir. Son sözlerim arasında şunu da söylemek ve itiraf etmek isterim ki; ben de bir vakitler onların, yani ırkçıların arasında, hem de en koyuları içinde idim. Ama hakikatleri anlayıp, sapıklıklarını gördükten sonra Elhamdülillah çabuk ayrıldım. Bâhusus İslâm’ın ırkçılığı men edişi karşısında ona körü körüne bağlanmak, Kur’ana, Allah’a ve Peygamberimize âsi olmak, yani kâfir damgası ile Cehennemi göze almak olduğunu öğrendikten sonra..

Kör bir inadla ırkçılığında hâlâ sebat eden, İslâm’ın, Kur’anın menettiğini, Allah’ın ve Peygamberin kat’i olarak yasakladığını bile bile ırkçılık dâvası güden ve dolayısiyle İslâmiyet’e, Kur’ana, Allah’a (C.C.) ve yüce Peygamberimize karşı gelircesine küfür bataklığına râzı olan Türkeş’in peşinden giderek ona bağlanan, ona destek olan bütün imanlı kardeşlerimin de hâdisteki cahiliyet ölümünü hatırlıyarak dünya ve ahiret hayatları için tehlikeli olan bu yoldan en tezinden dönüş yapmalarını bütün ruh-u canımla temenni ve niyaz ederim.

Diğerlerine gelince: KENDİ DÜŞEN AĞLAMAZ!



Babıâlide Sabah, Münevver Ayaşlı, 8 Ekim 1969.

NE KONUŞUYORLAR, NE SÖYLÜYORLAR?

Seçimlere o kadar daldık ki, Dünyayı ve dünya havadislerini unuttuk. Tam bir seçim nöbeti içindeyiz…

Konuşuluyor, yazılıyor, radyoda nutuklar çekiliyor, vaadler ediliyor iç politikadan başımızı kaldırıp da, dünya olayları hakkında hiçbir şey okumuyoruz, dinlemiyoruz.

Aşağı yukarı bütün muhalif partilerin, ki haliyle bütün partiler -iktidarda olandan başka- hepsinin tutturduğu terane aynı… Adalet Partisi çok fena , fakat Adalet Partisine çok fena derken, Türk seçmenini de beraber kötülüyor demektir, zira Adalet Partisini seçen Türk seçmeni değil midir?

CHP ile Güven Partisini çok dinledik, bunlar ne olsa bir kökten gelen iki parti, elbette çok benzerlikleri olacak, netekim öyle…

Demokrat Partinin son seçimine benzetmek istiyorlar, yani 1957 senesine, bu 1969 senesinin seçimini. Rahmetli Adnan Menderes’e de az mı yapmışlardı, zavallı ile az mı uğraşmışlardı? Ta adamın canına kıyana kadar.

Mehmet Ali Aybar’la Türkeş’i bir türlü birbirinden ayıramıyorum, zira, sözde iki kutup olan bu kimseler, birbirine zıt zaviyelerden de olsa, memleketi sürükleyecekleri tehlike ve felâket aynı…

Zira Berlin’e kadar Moskofu sokan, Alman komünistleri değildir, komünizmin karşısında duran, Nasyonal sosyalistler yani millî sosyalistlerdir.

Binaenaleyh kimin elinden olursa olsun, bu iki acemî çaylak politikacı, memleketi aynı acıklı akıbete sürükler.

Hitler de avazı çıktığı kadar bağırıyordu <<komünizmuz>> diye, nihayet birbiri üzerine yaptığı gaflarla koca Almanyayı, güzelim Berlin’i Moskof’a teslim etti ve yıkılıp gitti.

Her ikisinin de yani Mehmed Ali Aybarla, Türkeşin adamları var, Türkeşin komandoları, Mehmed Ali Aybarın da ucu sivri sopaları ve demir çubukluları var.

Biri Amerikan donanmasını istemiyor ve bahriyelilerini karaya çıkartmıyorlar, Türkeş’in komandoları ise, Müslümanlara çatıyorlar, matbaalara hücum edip, kitap yağma ediyorlar, her ikisi de kaba kuvvet ki demokrasi ile kabili te’lif değil.

Artık bunların tutumu göz önünde iken, demokrasiden bahsetmeleri pek gülünç oluyor.

Hele bunlara inananlar… hoş pek inanan yok ya.

Mehmed Ali Aybarı tutanlar ve Tipe oy verenler, bile bile lades, ne olacağını şimdiden biliyorlar…

Türkeş’i tutanlar ise iki kategori, ya dehşetli haris ve para gözlü olanlar veyahut geri zekâlı, safdil kimseler.

Şimdiden kendilerini başvekil görenler aralarında pek çok, diğerleri ise filimlerde gördüğümüz SS subay kıyafetinde elleri kırbaçlı, haşin, zalim ve Führer’e tam bir bağlılıkla hizmet eden veya edecek olan kimseler. …

Bir hayırlısiyle seçimleri geçirsek de memleket normal ve çalışma devresine girse…



Saklambaç, 8 Ekim 1969.

BAYAN TÜRKEŞ DE KOMANDO OLUYOR

Haldun Evecan, Ankara- Saklambaç

Buram buram milliyetçilik kokuyordu, Yüce Başbuğ’un Gaziosmanpaşa’daki evi.. Karşımda bayan TÜRKEŞ, konuşuyoruz.. Tabii bu evde yapılan her konuşmanın komandoları ilgilendirmeden geçmesine imkân yok. Nitekim söz kalpaklı cengâverlere geliyor.

Ve bayan TÜRKEŞ, üzerine basa basa sürpriz kelimeleri sıralıyor..

– Komando teşkilâtı biraz daha gelişsin ben de komando olacağım..

Ben Türk hanımlarına öncülük niteliğinde olan bu kararın getireceği sonuçları düşünürken bayan TÜRKEŞ müşfik tebessümü fakat otoriter sesiyle devam ediyor..

– Yalnız önemle belirtmek istediğim nokta, komando diye adlandırılan eğitim teşkilâtlarının yanlış anlaşılmasıdır. Bu teşkilât gençlerin boş zamanlarını gereksiz yerlerde, kahvelerde geçireceklerine, en iyi şekilde değerlendirmeleri vücut ve kültür bakımından gelişmelerini sağlamak için kurulmuştur. Ki… bu da her Türk genci içim faydalı bir amaçtır kanaatindeyim. Zaten ARSLAN (Eşine bu şekilde hitap ediyor) milletimizi her zaman bir bütün olarak görmüştür. Hiç bir zaman parçalamayı düşünemez.. İnşallah önümüzdeki sene 15 yaşındaki oğlumu da komando yapacağız. Bu bence çok olumlu bir teşkilâttır ve bütün Türk kadınlarının da boş vakitlerini bu şekilde değerlendirmelerini arzu ederim..

– Siz komando olunca yüce Başbuğ’un sağında mı solunda mı yer alacaksınız?

Cevap vermedi bu soruya Bayan TÜRKEŞ sadece güldü… Aynı içten, sıcak tebessümle…



Bugün, Mehmed Şevket Eygi, 8 Ekim 1969.

<<MÜSADEME-İ EFKÂR>>

Trakya vilâyetlerinden birinde temiz fakat politikadan anlamaz ve bu yüzden de M.H.P.’yi tutan bir müslüman dert yanıyor: <<- A.P.’li masonlar Bugün gazetesini kiraladılar ve M.H.P. aleyhine neşriyat yaptırdılar. Yazıklar olsun!...>>



Cumhuriyet, 9 Ekim 1969.

TURAL: AKLINIZI BAŞINIZA TOPLAYIN

ERZURUM – Eski Genel Kurmay Başkanı Cemal Tural, MP’nin Erzurum’da düzenlediği açıkhava toplantısında, <<Bizim sandalye ve koltukla işimiz yok. Önümüzde yapılacak seçimlerde aklınıza başınıza toplayınız. Sınıfta kalmak bir yıl değil, dört yıldır. Memleketimizde karışık bir durum var. Bunu düzeltmek sizin oylarınızla mümkün olabilir. Sağa sola derken ileriye adım bile atamıyoruz.>> demiştir.



Hürriyet, 10 Ekim 1969.

MHP GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN VERDİĞİ ÖZEL DEMEÇ:

“TÜRKİYE’DE BUGÜN BİR DEĞİL, BİRKAÇ DEVLET BULUNMAKTADIR”

Millî Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, gazetemize verdiği özel demeçte, “AP iktidarsızlığı, üniversiteyi ihtilâl ve anarşi yuvaları haline sokmuştur. Bunların karşısına teşkilâtlandırdığımız Milliyetçi Gençlik çıkmıştır. Artık, Türkiye üniversitesi, sokağı, meydanı ile sahipsiz değildir.” demiştir.

AP ve CHP’den yüz çevriliyor

“Hiçbir fikri temsil etmeyen kalabalık partilerden AP ve CHP’den yüz çevirme temayülü son yıllarda kuvvet kazanmaktadır. Bu akım, milletin geleceğinden çok “Gelecek seçimi” düşünen, iktidarı milletin kalkınması için bir vasıta değil, politika oyununun son gayesi kabul eden profesyonel politikacılığı reddedeceği ülkücü, fikir ve doktrin sahibi devlet adamı kadroları aramaya yönelmiştir. Bu cereyan siyaset için siyaset değil, fikir için, doktrin için siyaset istiyor ki her iki kalabalık partisinin de sonu demektir. 1969 seçimi milletimizin gittikçe güçlenen bu kanaatı hangi ölçüde tatbik sahasına koyacağını gösterecektir.

1969 seçimlerinin bir diğer hususiyeti AP ve CHP’nin yıllar süren basiretsiz tutumları sonucunda ortaya çıkan bölücü akımların toplumun bünyesinde yaratmaya çalıştıkları ayrılıklara karşı milletin tutumunu belirtmesi olacaktır. Türkiye başlıca üç bölücü akımın tehdidi altındadır: 1) Bölgecilik, 2) Mezhepçilik, 3) Marsizim yani sınıfçılık. Bugün her üç cereyanı da temsil eden üç siyasî parti mevcuttur. Bu durum sandalye hırsı için profesyonel politikacıların neleri istismar edebileceklerini göstermesi bakımından hazindir. Bu üç akımdan sonuncusu, komünizm, memleketimizde şimdiden derin yarlar açmış, yüzlerce gencimizi milletten, Türklük gurur ve şuurundan, İslâm ahlâk ve faziletinden uzaklaştırarak Mao’cu, Lenin’ci, Guavera’cı yapmıştır.

Seçimler, komünistler arasında hüküm süren ve günlük gazetelere kadar intikal eden “Seçimle mi, ihtilâlle mi?” münakaşasına yapacağı tesir bakımından da ilgi çekici olacaktır.

Son yılların ortaya koyduğu bir diğer gerçek şudur: Milletten kopmuş akımların başarı kazanması imkânsızdır. Siyasî partiler başlangıçta ne kadar saparlarsa sapsınlar sonunda millet onları kendi özüne yönelmeğe mecbur ediyor. “Ortanın solu” sloganının geri plâna itilmesi, sosyalistlerin şaşkın bir halde “üst yapı”ya değer vermeğe başlamaları bu mecburiyetin sonuçlarıdır. Yine bu mecburiyet bazı profesyonel politikacıları kırk yıl sonra “Milliyetçilik şampiyonu” yapmıştır. Fakat her şeyin sahibi ve kaynağı olan millet, davranışların sahtesiyle gerçeğini ayıracak sağduyuya sahiptir. 1969 seçimlerinde oylarında en çok artışı millete en yakın parti kaydedecektir.

REJİM VE DÜZEN

Devlet, hükümet ve müesseseler arasında münasebetler görülmemiş bir keşmekeş içine girmiştir. Hükümetin korkak, ehliyetsiz, otoritesiz tutumu her sahada itibar kaybetmesine yol açmıştır. Son derece zayıf bir Kabine kendi memurlarına söz geçirememiş, kendi müesseseleri ile çatışmış ve her seferinde mağlûp olmuştur. İktidara bir yığın vaadle gelen hükümet bunların hiçbirini gerçekleştirememiştir. Vaadlerine esas olan personel, işçi hakları, genel af gibi kanunları iktidar döneminin son aylarına kadar bekletmiş, seçim yaklaşınca yaptığı gösteriş kabilinde çıkışlardan sıkıştığı ilk anda geri dönmüştür. Memleketin üniversitelerinde ihtilâl provaları yapılır, anarşi alabildiğine gelişir, dertlere her gün bir yenisi eklenirken iktidar dört sene memleketi değil kendini kurtarmakla meşguldü.

Cezasız kalan suçlar, mal ve can emniyeti yokluğu, cemiyetin her kademesinde rüşvet, iltimas devlet itibarını temelinden sarsmıştır. Tarih kitaplarında Osmanlı İmparatorluğu’nun son devirleri umumiyetle “Rüşvet ve iltimas almış yürümüş.. Asayişsizlik her tarafta hâkim olmuş…” ifadeleriyle anlaşılır. Bu ifadelerle 1969 daki devlet mekanizmasının halini karşılaştırmak acı acı düşünmemize sebep olmaktadır.

Türkiye’de bugün devlet içinde bir değil yanyana birkaç devlet mevcuttur. Üniversite, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, TRT – Hükûmet mücadelesi bir devlet enflasyonu doğurmuştur.

EKONOMİ

Türkiye bugün geri kalmış bir memlekettir ve geri kalmış memleketler arasında 72 nci sırayı işgal etmektedir. İnsanoğlunun Ay’a gittiği bir çağda millî varlığımızı devam ettirebilmemiz, Türkiye’nin bir an evvel bu durumdan kurtularak, ağır sanayiini kurması, üretimini arttırması ve en kısa zamanda çağlar üzerinden atlayarak füze ve atom çağına girmesine bağlıdır. Bu da ihtiyacımız olan temel reformları hızla gerçekleştirmekle mümkündür.

Halbuki son dört senenin iktidarı sandalyesini korumak, kendini kurtarmaktan memlekete maalesef vakit ayıramamıştır. Bizi nesiller sonra ancak bir Yunanistan’ın iktisadî seviyesine ulaştıracak mevcut plân stratejisinin hedefleri dahi gerçekleştirilememiş, iktisadî geleceğimiz meteorolojiye terkedilmiştir.

Hızla artan hayat pahalılığı, sabit gelirli işçi ve memuru her gün biraz daha ıstıraba itmektedir. Mamûl madde fiyatlarındaki süratli artışa karşılık tarım mahsulleri fiyatlarının pek az yükselmesi köylüyü de aynı sıkıntıya sürüklüyor. Diğer taraftan, köylüden ucuza alınan mahsul işçi ve memura gelinceye kadar aracı kârları ile ateş pahasına çıkmaktadır.

Muhakkak ki bu acı durum rejim bahsinde anlattığımız otoritesizlikle yakından ilgilidir. Artık günlük hâdiselerden sayılan anarşi hareketleri piyasada istikrar, özel sektörde teşebbüs cesareti bırakmamış, esnafı da müşterek ıstıraba ortak etmiştir.

SOSYAL GELİŞME

Devlet idaresi ve ekonomideki keşmekeş cemiyet hayatını şiddetle etkilemektedir. Köydeki fakirlik ve şehre akın, gecekonduların hızla artmasına yol açmakta, bir odasında 2 -3 neslin beraber yatıp kalktığı gecekondulardaki hayat ise Türk cemiyetinin örf ve âdetlerini temelinden sarsmaktadır. İşsizliğin sebep olduğu yabancı memleketlere işçi ihracı, sosyal yapının temeli olan aile müessesesini zayıflatmaktadır. Milletimizin çoğunluğu, yarınına şüpheyle bakan, sahipsiz, bakımsız bir haldedir. Hastaneler sayıca eksik, olanın çoğu ise doktorsuz, yataksız, malzemesizdir. Durum bu iken Sosyal Sigortalar Kurumu ve Emekli Sandığı’nın yatırımları lükse ve turizme yönelmiştir.

İdarî zaaf, rüşvet, iltimas, ahlâksızlığı meziyet seviyesine yükseltmektedir. Seneler süren muhakemeler adaletin elini zayıflatmıştır. Genel af konusu başka bir sosyal yaradır.

Fakat bunlardan çok daha şumüllü ve tehlikeli olanı bilhassa büyük şehirlerde görülen millî değerlere, Türklük gurur ve şuuruna, İslâm ahlâk ve faziletine, an’analere saygısızlık ve umumî ahlâk buhranıdır. İktidar bu buhrandan habersiz görünmekte, hattâ bu hükümetin bir Turizm Bakanı Türkiye’de Roma ve Yunanistan Festivalleri düzenleyebilmekte, bir belediye meclisinin üyeleri Romalı kıyafetine bürünebilmekte, turistik (!) esir pazarlarında Türk kızları yarı çıplak satılıp sakilik yapabilmektedir.

Bir daha tekrarlamak isterim: “Politikacı gelecek seçimi, devlet adamı ise gelecek nesilleri düşünür.”

TÜRKETİM FAKTÖRLERİ

Bina yapımı ve tüketim sanayiinde önemli gelişme kaydedilmiştir. Birincisine 95 milyon TL. sına mal olan İstanbul Kültür Sarayı’nı ve 80 – 90 milyon TL lık turistik otelleri gösterebiliriz. Gerek Turizm Bakanının yukarıda belirttiğimiz icraatı (!) gerekse bu yatırımlar memleketimize gelen yardıma muhtaç turist sayısını hızla arttırmaktadır.

Tüketim sanayiinde ise bilhassa renkli gazoz ve bira imalâtında büyük gelişme kaydedilmiştir. Montaj sanayiinde, yani ithal edilen parçaların bir araya getirilmesinde de büyük ilerleme vardır.

Türkiye’nin temel ihtiyacı ise ağır sanayiin yani, “Makineleri yapan makinelerin” kurulmasıdır ki bu diğer cevaplarda da belirttiğimiz gibi gerçekleştirilememektedir. Geri kalan sahaların çoğunu ikinci soruda belirtmiştik. Burada dış politika, özellikle Kıbrıs meselesine temas etmek isterim. 1967 de Türkiye, en büyük fırsatı kaçırmıştır. AP iktidarı, bu sebepten tarih önünde ebediyen mahkûm olacaktır. Rusya’nın, ABD’nin tutmadığı bir Yunanistan, Rum katliamının lehimize çevirdiği bir dünya efkârı ve düşmana üç misli askerî üstünlük. Fakat koltuğunda daha rahat oturan, günlük siyaset oyununu zevkle oynayan politikacı, millî cesaretten yoksun, millî hedeften, ülküden yoksun politikacı, Efes Festivali düzenlemeyi, Yunan asıllı Maria Callas’ın ayağına gidip kovulmayı icraat sayan politikacı neden rahatını bozsun? Bu iktidarın iktidarı, değil Kıbrıs’ı, dört sene içinde kendini kurtarmaya ancak yetti.

SAĞ – SOL ÇATIŞMASI

Sağ ve sol tabirleri ilmî olmaktan çok, siyasî kelimelerdir. Bu tâbirleri hali hazır durumdan memnun, statükonun bozulmasını istemeyen çevreler, özellikle kapitalistlerce Türkiye’nin gelişmesini köklü, radikal tedbirlerde gören hareketleri suçlamak için birer siyasî silâh olarak kullanmaktadırlar. Sağ, sol gibi, genel, kesin anlamı belirsiz kelimeler yerine sosyalizm, komünizm ve milliyetçiliği ayrı ayrı belirtmek gerekir. Nitekim, Türk siyasî tarihine bakılırsa, “Sol” sosyalizm, komünizm ve diğer yıkıcı akımlar, “Sağ” ise milletin bizzat kendisi ve milliyetçilik için kullanılmıştır.

Bu anlamda 1969 da solun durumu şudur: CHP’nin günlük siyasî çıkarları uğruna yıllarca istismar ettiği gençliğin bir kesimi nihayet, nerelere kadar uzandığı belli olmayan, “Ortanın solu” köprüsünden sosyalizme, komünizme kaybedilmiştir. Bu unsurlar öğretim kurumlarını çalışmaz hale sokmuş ve AP’nin iktidarsızlığı bunların üniversiteleri ihtilâl karargâhı ve anarşi yuvası haline getirmelerine müsaade etmiştir.

Bunların karşısına teşkilâtlandırdığımız milliyetçi gençlik, milletin öz temsilcileri çıkmıştır. Artık Türkiye Üniversitesi, sokağı, meydanı ile sahipsiz değildir. Sosyalist ve komünistler 1969 dan sonra ölçü dışına çıktıkları anda milliyetçi Türk gençliğini karşılarında bulacaklardır. Artık sosyalist – komünist anarşinin sinme devresine giriyoruz.

Milletimizin “Sağ” ve “Sol” u büyük ölçüde kavradığına inanıyorum. Türk milleti, “Sol” un dış menşeli sosyalist, komünist ve bölgeci akımlar, “Sağ” ın ise bizzat kendisi olduğunu gittikçe daha iyi anlamaktadır.

İRTİCA BÜYÜLTÜLÜYOR

Son 100 senelik siyasî tarihimize bakılınca ilgi çekici bir durumla karşılaşıyoruz: Türk milletinin, özellikle aydınlarımızın dikkati, inatla Türkiye’nin ana meselelerinden başka yönlere, ekonomik ve sosyal gelişmemizle pek az ilgisi olan olaylara çekilmektedir. “İrtica olayı”, “Gerici kıpırdanma” v.b. sloganlarla mübalağalı bir şekilde büyültülüp halk oyuna sunulan bu hâdiselerin Türkiye’nin ana dâvalarıyla zerre kadar ilgisi yoktur. Bir bardak suda koparılan bu fırtınalar ancak iki gayeye hizmet ediyor:

1) Profesyonel politikacıların siyaset dedikleri birbirinin ayağını kaydırma, koltuk kapma oyununa yeni taşlar sürmelerine,

2) Kamu oyunun dikkatini gerçek dâvalardan başka taraflara çekmeye.

3 Mayıs olayında da durum aynıdır. Küçüklü, büyüklü siyasî partilere mensup yüzlerce profesyonel, bilhassa CHP’nin politikacıları günlerce, “Acaba bundan bir şey çıkarabilir miyiz?” düşüncesiyle olayı gerçek çapının çok üstünde büyüttüler.

Ana dâvalarını çözümlemiş, içinde bulunduğu ahlâki ve manevî buhrandan, millî felsefesizlikten kurtulmuş, ağır sanayiini kurmuş, tarım – endüstri nüfusu dengesizliğinden, 62.00 yerleşme biriminin doğurduğu keşmekeşten kurtulmuş, geleceğin üniversite ve araştırma kurumlarında çalışan birinci sınıf ilim adamlarının çizdiği Türkiye’de, kısaca feza ve atom çağının, yeni Türk medeniyetinin güçlü, müreffeh ve Büyük Türkiyesi’nde bu gibi hâdiseler olmayacaktır. Olsa da gazetelerin birinci sayfalarında yer almayacak derecede önemsiz addedilecektir.

İktidara da, muhalefete de düşen görev namuslu olmaktır. Beklemeye artık zaman ve tahammülü olmayan kamu oyunun dikkatini sentetik buhranlara değil ana reformlara çekmek, kısaca, seçimi değil Türkiye’yi düşünmektir.

AP’NİN, CHP’DEN FARKI YOK

İster tek başlarına, ister bir koalisyon içinde olsun, iki profesyonel politikacı partisinin, AP ve CHP’nin hâkimiyetindeki bir iktidarın Türkiye’nin siyasî, sosyal veya iktisadî cephesinde herhangi bir köklü değişiklik yapabileceği görüşünde değiliz. Bu iki parti, satıhta ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, esasta aralarındaki fark yok denecek kadar azdır. Müdafaa eder göründükleri kanaatleri, gerçekten inandıkları için değil, yekdiğeri aksini savunduğu için müdafaa ederler. Siyasî menfaatler gerektirdiğinde fikirlerinden 180 derece dönerek birbirleriyle yer değiştirebileceklerini son defa eski DP’lilerin affı meselesinde ispatlamışlardır.

Bu iki partinin anlayışında fikirler, kendilerini iktidara yakınlaştırdığı derecede muteber, iktidar milleti yükseltmenin bir vasıtası değil, politika oyununu son gayesi ve “Gelecek seçim” her şeyden, hattâ gelecek nesillerden ve geleceğin Türkiye’sinden önemli oldukça, tek başlarına iktidarlariyle koalisyon ile iktidarları arasında Türk milletinin menfaati bakımından hiçbir fark yoktur. Profesyonel politikacılara, harcadıkları kıymetli zamanın hesabı sorulduğunda yegâne müdafaaları, “Onlar neden yapmadı?” dır. Bu, “Tencere dibin kara, seninki benden kara” edebiyatına bir an önce son vermek artık Türkiye’nin devlet olarak ayakta durabilmesi için zorunlu hale gelmiştir. Her ikisinin de diplerinin kara olduğu gerçektir. Fakat bu durum Türkiye’yi uçuruma, milleti daha fazla sıkıntı ve sefalete sürüklemelerini mubah göstermez.

Türkiye’nin siyasî, sosyal ve iktisadî şartları, kısaca devlet olarak ayakta kalabilmemizin şartı, ne onun ne de ötekinin tek başına veya ortak iktidarı değil, milliyetçi, ülkücü, ahlâkçı, fikir ve doktrin sahibi, ilimden başka rehber tanımayan devlet adamı kadrolarının iktidarıdır. Başka çıkış yolu yoktur ve Milliyetçi Hareket bu hedefi gerçekleştirebilecek güçtedir.

TÜRKİYE’NİN PROBLEMLERİ

Türkiye’nin problemleri bundan 4 yıl önce de aynen mevcut olduklarına dikkatinizi çekmek isterim. Bir yığın önemli mesele çözüm beklerken, AP iktidarının bu çok kıymetli zaman içinde Meclis’ten çıkardığı en önemli kanun Seçim Kanunudur. Gaye sandalye olunca dâvaları halletmektense çözmeğe çalışır görünmek, hem daha kolay ve tehlikesiz, hem de gaye için yeterli sayılmıştır. Profesyonel politikacı partilerinin, AP ve CHP’nin temel düşünce tarzlarında köklü bir değişiklik olmadığı müddetçe, iktidar hangisinde bulunursa bulunsun durum aynı kalacak, af, işçi, her kademede öğretim, Personel Kanunu gibi meseleler müzminleşerek bir seçimden diğerine taşınacaktır. Arzuladığımız temel düşünce değişikliğinin vuku bulacağına dair bir ümidimiz de yoktur. Çünkü her iki kalabalık partinin de politika oyunundaki müdafaa ve mazeretleri her zaman hazır ve gayeleri için de yeterlidir: “Sizin zamanınızda neden yapmadınız?”. “Bugüne kadar iyi idi de, biz mi kötü yaptık?”. “Muhalefet bırakmadı” veya “Koalisyon ortağım bırakmadı”.

DEVALÜASYONA GİDİLEBİLİR

Paranın değerinin düşürülmesi, yani devalüasyona iki sebepten gidilebilir:

1) Belirli bir süre için ithalâtın azaltılarak ihracat maddelerinin dış piyasalara, rekabeti kolaylaştıracak düşük fiyatlarla sürülebilmesi gayesiyle. Yani bilinçli olarak alınan bir iktisadî tedbir şeklinde.

2) Millî paranın üzerinde yazılı değeriyle satın alma gücü, yani gerçek değeri arasındaki aleyhte farkın zorlamasiyle, mecburiyet şeklinde.

Türkiye, devalüasyona her zaman bu ikinci sebeple gitmiştir. Bir tedbir olarak değil, bir iktisadî mağlûbiyet, bir çöküş sonucu gitmiştir. Paramızın değerinin korunması, memleketimizin ana iktisadî problemi olan üretimin ve dolayısiyle ihracatın arttırılmasına bağlıdır. Bu ise, günlük politik oyunların sürüklediği palyatif, geçici tedbirlerle değil, yukarıda belirttiğimiz köklü reformlarla gerçekleşir.

Bu durumda, devalüasyona gidilsin mi, gidilmesin mi münakaşasının anlamını kaybettiği açıktır. Reformlar gerçekleştirilemedikçe devalüasyon periyodik bir zorunluluk olarak kapımızı çalacaktır ve çalmaktadır. Bazan resmen gerçekleşecek, bazan da gayrı resmî bir fiilî durum olarak karşımıza çıkacaktır.

Fakat şu tahmini yapmak güç değildir: Devalüasyona gidildiğinde politikacıların müdafaası, birbirlerini suçlamanın yanında, İngiltere ve Fransa^nın da aynı işi yaptıkları olacaktır. Ancak bu memleketlerin ekonomik durumları ile Türkiye’ninki arasındaki büyük fark göz önüne alındığında bu izahın hiçbir ilmî değeri olamayacağı ortaya çıkar.

NE OLUR?

1) İktidarsızlık, otorite yokluğu, bilhassa anarşiye, komünizme karşı zaaf.
2) Milletten, millî değer ve ahlâk ölçülerinden kopmuş bir tutum.
3) Vaadlerin yerine getirilmemesi, kanun çıkaramayan hükümet.
4) Doktrinsizlik, siyaset için siyaset, alışılmış profesyonel politikacılık.

Oy kaybının başlıca sebepleri olacaktır.

Başta söylediğimiz gibi, 1969 seçimlerinin sonucu, Türk milletinin belirttiği müspet temayülü ne ölçüde ve ne zaman tatbik sahasına koyacağına bağlıdır. Bu sebepten, seçim sonuçları hakkında şimdiden hiçbir tahmin yürütmek zordur. Ancak, daha önce belirttiğimiz gibi, millete en yakın parti 1969 da en büyük gelişmeyi kaydedecektir.”



Tercüman, 10 Ekim 1969.

TÜRKEŞ: İKTİDARA GELİRSEK, DEĞİL TABİÎ SENATÖRLÜĞÜ, SENATOYU BİLE KALDIRACAĞIZ

MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, dün yaptığı radyo konuşmasında iktidara geldiklerinde Anayasa’nın baştan sona kadar değişeceğini belirtmiş ve yalnız Tabiî Senatörlüğün değil, Senato’nun da kaldırılacağını ifade etmiştir.

Parlamenter hükûmet sisteminin de değiştirilerek yerine Başkanlık sisteminin getirileceğini bildiren Türkeş; <<Bu sistemde Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık yetkileri bir tek şahısta toplanacak, temelinde otorite, güven ve disiplin olan bir hükûmet doğacaktır>> demiştir.



Milliyet, 10 Ekim 1969.

TÜRKEŞ: “MİLLET TİTRE VE KENDİNE DÖN” DEDİ

MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, dün Manisa’da yaptığı konuşmada, <<Ülküsüz devlet pâyidar olamaz, hangi devlet ülküsünü yitirmişse o devlet hayatiyetini kaybeder.>> demiş ve Orkun kitabelerindeki <<Ey milletim titre ve kendine dön>> sloganını ortaya atmıştır.

Türkeş özetle şunları söylemiştir:

<<Onaltı imparatorluk kuran ve bu hususta tecrübeli bir millet olarak, biz büyük ve kudretli devletlerimizi ülküsüzlük zaafına uğradığımız gün kaybetmiş ve kendi elimizle yıkmış bir milletiz. Bugün geri kalmış bir ülke, avuçlarını başkalarına açmış bir millet olarak bu hastalıkla meşbuyuz. İki kampa ayrılmış bulunan yer yüzündeki milletlerin liderlerinin seviyesine çıkmak, Moskova ve Washington’un yanında bir de Ankara var dedirtebilmenin çarelerini aramalıyız. Bizde oldum olasıya bütün politikacılar millî ve dinî hususiyetlerimizi yok etmek için çareler aramışlar ve bizi bu hale düşürmüşlerdir. Yüzde 7 hızla kalkınıyoruz edebiyatını tutturanların tam 249 sene sonra Amerika ve Sovyet Rusya seviyesine bize getireceklerini bilmeniz, ne halde oluşumuzun açık delilidir. Bu tempo ile bir gün bayrağımızı, hürriyet ve istiklâlimizi nihayet, devletimizi kaybedebiliriz. Biz yeni cemiyet organizasyonunda mülkiyeti esas alacak, fakat miras hukukunda değişiklikler yapacağız.>>



Bugün, Mehmed Şevket Eygi, 11 Ekim 1969.

BİR İÇ SAVAŞ OLURSA BİR TEK KIZIL KALMAZ!



Bugün, Mehmed Şevket Eygi, 12 Ekim 1969.

ŞERİAT DÜŞMANLARINI YAŞATMAYACAĞIZ!



İttihad, 14 Ekim 1969, Sayı 103.

İSLÂM’IN ZAFERİ

12 Ekim Milletvekili seçimleri dolayısiyle siyasî partilerin yaptıkları seçim konuşmaları ve faaliyetleri; fikrî sahada memleketimizde elle tutulur bir şekilde müşahede edilen müsbet inkişafı göstermesi bakımından dikkate şâyândır. En azgın sosyalistten, en mutaassıb lâik politikacıya kadar bütün siyaset adamlarının hemen hepsi, dinî mes’eleler üzerinde hassasiyetle durdular ve bir <<pod>> kırmamak için azamî gayret sarfettiler Yüzde doksan sekizi Müslüman olan halkımızın karşısına <<din düşmanı>> <<imân ve Kur’an düşmanı>> şeklinde görünmek ve gösterilmekten o derece şiddetle kaçındılar ki, kendilerini yakinen tanıyan, bilen ve dine düşmanlıkta ittifak halinde bulunan dostlarını bile hayrete düşürdüler. <<Sosyalizm>> den tutunuz da, <<ortanın solu>> na, yahut <<kapitalizm>> den tutunuz da, <<nasyonalizm>> e kadar bütün siyasî grupların mensubları ve müdafileri birer <<dindar mü’min>> gibi görünebilmek için siyasî konuşmalarına zaman zaman <<âyet>> ve <<hadis>> lerle devam etmek ihtiyacını hissettiler.

Bu, her ne kadar <<Dinin siyasete âlet edilmek istenmesi>> şeklinde vasıflandırılabilirse de, aslında dinsiz siyasetin din karışışında mağlûb ve perişan olması, kendi iflasını bizzat ilân etmesi demektir ki, hakikata en uygun tahmin de budur.

Gerçi milletimiz kimin dindar kimin dinsiz, yahut kimin dine dost, kimin düşman olduğunu gayet iyi bilmektedir. Bir sosyalist, ister âyet okusun, ister hadis, milletvekili adayını ister <<imam>>, ister <<müftü>> diye takdim etsin, neticeyi ala değiştirmemiş, Milletin onun hakkında verdiği kat’î hükmü tâdil etmemiştir. Bu hakikatı en uçtaki solcu da, en ortadaki solcu da bilmektedir. Lâkin, yine de Milletin karşısına siyaset kürsülerinde olsun Dinsizlik nam ve hesabına çıkmak istememekte, olduğu gibi görünmenin kendisi için vâhim neticeler meydana getireceğini kabul etmektedir. Bu da, Türkiyemizde her gün biraz daha gelişen, kuvvetlenen, bir çığ haline gelen İslâmî şuur ve hareketin kuvvetine, azametine ve kendisini fiilen kabul ettirmiş olmasına delildir.

Kanaatimiz odur ki, zaman her şeyi halledecektir. Her ne kadar azgın sol, her türlü propaganda metodunu tatbik etmekte, en kesif faaliyetleriyle Türkiyeyi sola itmek istemektedir. Lâkin İslâmî hareketin karşısında tutunmasına, söz sahibi olmasına, milletin kaderine gerek seçim yoluyla olsun gerek ihtilalle, hükmetmesine imkân ve ihtimal yoktur. Çünkü her geçen gün İslâm’ın zaferiyle neticelenmekte, her hadise mü’minlerin cephesini, dâvasını kuvvetlendirmekte ve geliştirmektedir.

İslâm’ın zâferini gölgelendirmeye kimsenin gücü ve kuvveti yetmiyecektir.



İttihad, 14 Ekim 1969, Sayı 103.

AVUKAT BEKİR BERK, TÜRKEŞÇİLERİN İFTİRA VE İSNADLARINI TEKZİB ETTİ

Yıllardan beri Türkiye’nin dört bir köşesinde Müslümanlar aleyhine açılan dâvâların büyük ekseriyetine müdafi olarak giren ve <<Müslümanların Avukatı>> olarak tanınan İstanbul Barosu Avukatlarından Bekir Berk’in gazetemizde neşredilen ve Türkeş’in İslâmi hareketin muarızı olduğunu vesikalarla isbat eden beyanatı üzerine, mes’eleleri sadece parti ihtirası noktasından değerlendiren ve hakikat adına ne varsa hepsini inkâr edip tezvir ve iftira yoluna sapan bâzı Milliyetçi Hareket Partisi mensubları, bu arada çıkardıkları gazetelerle de tezvir ve iftiralarına devam etmiş ve aslı esası olmayan ithamlarla hakikatları gölgelemeye kalkmışlardır. Bu arada Adapazarı’nda neşredilen MHP organı bir gazetede Avukat Bekir Berk aleyhine bütün Müslümanları teessür ve infiale sevk eden yazılar neşredilmiş, Avukat Bekir Berk ise, bu vesileyle iftiralara cevap vermiştir. Aşağıda okuyacağınız yazı, Adapazarı’ndaki MHP organı gazeteye, Avukat Bekir Berk tarafından gönderilen tekzib yazısının tam metnidir:

<<- Gazetenizin üçüncü sayfasında yayınlanan masonluk isnadı bir iftiradan ibaret olup Makyavelin <<İftira ediniz, iftira ediniz muhakkak bir iz kalır>> şeklindeki şeytanî prensibinin bir tatbikçisi olduğunuzu göstermektedir.

Âdi, seviyesiz hakaret ve tecavüzlerinizi isnad ve iftiralarınızı reddeder, sizin tarzınızda mukabeleyi bir tenezzül mes’elesi addeder ve sorduğunuz bütün suallerin cevabını ve isnad ve iftiralarınızın karşılığı olarak nakilde bulunduğunuz <<Ankara Dâvası Müdafaası>> ve <<İslâmi Hareket ve Türkeş>> adlı kitaplardan bazı pasajları nakletmeyi mâsum olan okuyucularınızın hatırı için vazife bilir ve sizleri Allah-u Azimüşşan’a, Kahhar-ı Zülcelâle havale ederim. Ve Mahkeme-i Kübrada hesab vermeğe hazır olmanızı hatırlatırım.

Avukat Bekir Berk Ankara dâvâsında demektedir ki:

<<Muhterem hâkimler! Bugün dünya iki kampa ayrılmıştır, iki cephe halinde saf bağlamıştır. İmânsızlar ile Allah’a bağlananlar; Kitapsızlar ile Kitaplılar, maddenin esirleriyle ruhun âşıkları; şeytanın uşakları ile Hakk’ın müdafileri; zulmün emirberleriyle adaletin talipleri karşı karşıyadır.

Şer kuvvetleri siyon’dan gıdalanmakta, localarda teşkilâtlanmakta ve Moskova’da genel karargâhını kurmuş bulunmaktadır. Diktatoryasına, bütün insanlığı mahkûm etmek isteyen Kremlin’in şefleri ve bunların uşakları, her yerde, karşılarında yıkılmaz tek kuvvet olarak, Allah’ın adına, O’nun peygamberlerine bağlananları görmektedirler. Orduları bir kısım milletlerin müdafaa kuvvetlerini çökertmekte, casusları pek çok milleti içeriden çürütmektedirler. Nüfuz edemedikleri tek saha Allah’a inananların vicdanları ile O’na bağlananların imânlarıdır. Ve işte bunun içindir ki komünizmin ağababaları her yerde vicdanlardaki Allah korkusunu koparıp atmak istemekte, bütün şiddetleriyle, kinleriyle, desise ve hileleriyle bu hedefe varmak için uğraşmaktadırlar.
Bu savaş Türkiye’de İslâmiyete karşı yürütülmektedir. Moskova’nın emirberleri, farmason rüzgârlarına kapılanlar, siyonizmin ağına düşenler, gizli veya açık çok defa sureti Hak’tan görünerek dolaplarını döndürmekte, irtica yaygarası ile harekete geçmekte, Müslüman Türk çocuklarına mürteci diyerek leke sürmek istemektedirler.

Bu gizli çetelerin ve komitelerin karşısında aşılmaz bir set, yıkılmaz bir çelik kale gibi duran Kur’an’dır, Kitab-ı Kerim’dir. Onlar bu kitaba karşı savaş açmışlardır. O’na bağlanan mü’minleri yere vurmak istemektedirler. Bu gayelerine varmak için de cehaletin batağından çıkamamış, Ku’an’ın ışığıyla aydınlanmamış, ruhları ilâhî Kelâmla arınmamış, vicdanı ve kalemi kiralık, bir çok gafili, cahili ve nasipsizi âlet olarak kullanmaktadırlar.>>

Kimin ne olduğunu daha iyi anlamaları için okuyucularınız için şimdi de <<İslâmî Hareket ve Türkeş>> adlı kitaptaki şu cevaplarımızı naklediyoruz:

<<Türkeş’in kitabının 15 inci sayfasında ise şu iddialar ileri sürülüyor: <<Türklüğe cephe alan veya Türklüğü inkâra kalkışan bazı kimseler herşeyin dinden ibaret olduğunu ileri sürmektedirler. Bu gibiler ya bilgisizlik ve gafletin esiri olan kimselerdir veya Türk milletini yıkmak isteyen kötü emellerin hizmetçisi olanlardır.>>

Cevap verelim: Kâninata ilân ediyoruz, beyan ediyoruz. Her şey dinden, İslâmdan, imândan, Kur’an’dan ibarettir. Her şeyin dinden ibaret olduğunun söylenilmesini bir suç gibi gösterenler asıl bilgisizler, asıl gafiller, asıl cahiller ve asıl hainlerdir. Ve Türk milletini yıkmak isteyen, O’nun dinine, imânına suikast teşebbüsünde bulunanlardır.

Her şey dinden ibarettir. Her şeyin dinden ibaret olduğunu, İslâmdan ibaret olduğunu söyleyen kim olursa olsun hakkı söylemiş olur, hakikati söylemiş olur, emri İlâhiyi beyan etmiş olur. Zira her şeyin dinden ibaret olduğunu söyleyen Maliki Kâinattır. Kur’an’ı Azimüşşan’dır. Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm’dır.

Evet, tekrar ediyoruz: Her şey dinden ibarettir, imândan ibarettir, Kur’an’dan ibarettir. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır, var mı bir diyeceğiniz? Size ne oluyor? Her şey dinden ibarettir denilince bunu Türklüğe cephe almak veya Türklüğü inkâra kalkışmak şeklinde vasıflandıranlar aslında İslâm’a cephe alanlardır. İslâm’ı inkâr edenlerdir; Türk milletini İslâm’ın dışına çekmek isteyenlerdir.

Türkeş, kitabının 90 ıncı sayfasında şöyle diyor: <<Türk ülküsü dışında, ne olursa olsun hizmet etmek köleliktir.>>

İslâmî harekete karşı, İslâmlık dâvasına karşı, Kur’an dâvasına karşı bundan daha açık bir meydan okuma tasavvur edilemez. Türk ülküsünden kastının milliyetçilik, Türkçülük ve nihayet dokuz ışık doktrini olduğunu Türkeş baştan beri söylemekte olduğuna göre, Türkçülük, milliyetçilik veya dokuz ışık’ın dışında kalan fikre hizmet etmeyi kölelik sayıyor. Ve hem de ne olursa olsun tâbirini kullanmak suretiyle, bunun dışında hiçbir fikre, dâvaya, imâna hizmeti kabul etmediğini ve onu reddettiğini, sadece ve sadece kölelik saydığını ilân ediyor.

Biz, kainata ilân ediyoruz, bizim dâvamız, Allah’ın dâvası, Hazret-i Peygamberin dâvası, yediyüz milyon Müslümanın dâvası, Müslüman olan Türklerin dâvası Kur’an’dır, İslâm’dır, imân’dır. Ve biz ona hizmetin en büyük şeref olduğunu biliyor ve ancak onu reddedenlerin şahsî, kavmî enaniyetlerinin ve süflî arzularının köleleri olduğunu kâinata ilân ediyoruz. Ve kölelik, ancak ve ancak İslâm’ı red ile, nefislerine esir olanlara lâyık bir sıfattır.>>

Bekir BERK



İttihad, 14 Ekim 1969, Sayı 103.

MÜSLÜMANLARIN AVUKATI BEKİR BERK

Yüce dağlarda hem yılanlara, hem de şahinlere rastlanır. Bunlardan birincisi oraya sürünerek, ikincisi ise uçarak çıkmıştır.

İşte Kur’an dâvâsının mümtaz bir fedâisi, İslâm’ın ve Müslümanların fedakâr Avukatı Bekir Berk, imân yolunda yükseldiği o muallâ mevkiye; şahinler gibi uçarak, kar kış demeden, otobüs kamyon tefrik etmeden, Şark’tan Garb’a, Cenub’tan Şimâl’e, Anadolu’nun en ücra beldelerine kadar İslâm’ın müdafaası için, Kur’an hakikatlarının neşri için, İ’lâyı Kelimetullah için, Hakk’ı tutup kaldırmak için, şimşekler gibi çakarak, alçakları yakarak teâli ve terakki etmiştir.

Onun muarızları ise imân fukaraları, fazilet yoksulu yarasa misâli zavallı mahlûklardır. Şâir ne güzel söylemiş:

<<Erbab-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencide olur dide-i huffaş ziyadan.>>

Ahlâk ve fazilet nurundan mahrum pespâyelerin, ehl-i kemâli çekememeleri normaldir. Yarasanın nurdan kaçarak karanlığa iltica etmesi, nura karşı gözünü yumması ise tabiî bir hâdisedir.

Kur’an’ın avukatı, imân dâvasının akıncı fedâileri Bekir Berk, serhadlerde küffarla çarpışan ecdadımızın varisi, bu zamanda tecessüm etmiş bir misâlidir.

Edirne’den Kars’a, Ardahan’dan Fethiye’ye, Samsun’dan Mersin’e kadar, bütün Anadolu’yu elinde bavul, dilinde tevhid, sırtında cüppe, candan ve canandan geçerek; Allah’ın inayetiyle, Müslümanların, mü’minlerin imdadına koşan, onları zindanlardan, zalimlerden kurtaran fedakâr bir mücahiddir.

Bekir Berk, mü’minlerin kardeşi, Kur’an talebelerinin ağabeyidir.

Bekir Berk, bundan yıllarca evvel tâ lise ve üniversite sıralarında iken bile Hak cephesinin fedâisi idi. İslâm’ın müdafaasını deruhte ettiği yıllar ise, bundan onbir oniki sene evveline dayanır. Evet 1958 – 1969 tam onbir yıl Anadolu’da girmediği mahkeme kalmamıştır. Ona tân eden gâfil ve müfterilerin bile dâvâsına girmiş, her nasılsa düştükleri mahkemelerden onları kurtarmıştır. O, bunları yaparken, bir kuruş dünyevî faide görmeden, hiç bir makam ve mansıp gözetmeden sırf Allah rızası için yapmıştır. Bütün bunlardan dolayıdır ki, mü’minlerin kalblerini şâd ve mesrur etmiştir.

Fazilet hissinden mahrum olanlar, insanî değerlerden nasibini alamıyanlar, Hak’tan sapanlar, elbette bunları anlıyamazlar. Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemleri harabeye dönmüş olan biçareler elbette bu fâzilet âbidesine hücum edecek, suratlarındaki çamurları başkalarına, tertemiz, pırıl pırıl nâsiyelere fırlatmak isteyecekler, içlerinde yanan kin ve gaye ateşini bu suretle söndürmeye çalışacaklardır. Fakat aldanıyorlar, devekuşu gibi başlarını kuma sokuyorlar. Zira güneşi üfürmekle söndüreceklerini zannedenler hamakatlerini ilan ediyorlar demektir.

En nihayet Bekir Berk, Bediüzzaman’ın avukatıdır. Ona uzanan eller çürür, diller kopar, kem gözle bakanların gözleri kör olur.

Necmeddin ŞAHİNER
Edebiyat Fakültesi



Babıâlide Sabah, Münevver Ayaşlı, 15 Ekim 1969.

OBJEKTİF OLABİLDİĞİMİZ KADAR

Uykusuz geçen bir geceden sonra, sabahın erken saatlerinde bu yazıyı yazıyoruz bütün gayretimizle objektif olmaya çalışıyoruz, lâkin hayatta en güçlü şey, objektif olabilmek…

Zira gazeteci olmak, politika ile alâkalı olmak ve aynı zamanda objektif olmak gibi birbiri ile kabili te’lif olmayan bir keyfiyettir…

Objektif olmak için, dünyadan elini eteğini çekmek, münzevi yaşamak ve insan-ı kâmil yolunu tutmak lâzımdır. Bu da insanoğlu için ender mahal bir saadettir…

Bu gün biz de objektif olmaya çalışacağız, çalışacağız fakat olabilecek miyiz? bu da ayrı bir dava… Zira her gönülde bir aslan yatar, her vatandaşın oy versin veya vermesin bir tuttuğu partisi vardır. Elbette bizim de tuttuğumuz bir parti var.

Partilerin seçim propagandaları, Adalet Partisi hariç, doğrusu güzel olmadı. Bütün muhalefet partileri, konuşmacılar, hırçın, kıskanç, atak, iftiracı, inkârcı ve tezvirci oldular maalesef. Sade Adalet Partisi, nezahatını bozmadı, sağa sola çatmadı, yaptıklarını ve yapacaklarını saydı döktü. Eh bu da onun hakkı değil mi?

Hele küçük partiler çok iddialı ve çok mütecaviz bir yol tutturdulardı. Niçin? Biraz olsun hislerine, ihtiraslarına hakim olamazlar mıydı? Niçin bu kadar kapıp koyverdiler kendilerini, biz bunları dinlemek için radyoyu açıyor fakat dinleyemiyorduk, bir iki cümlesini dinledikten sonra, radyo düğmesini çıt diye kapatıyorduk. Zira, bu konuşmacılar, Adalet Partisi İktidarına çatacağız diye, Türk Milletine bir sinir harbi açıyorlardı ki, tarif kabul etmez bir şeydi bu.

Memleket ha battı, ha batacak, hiç ümid yok, ancak kendilerine, bir kaç ihtiras hastasına oy verirseniz, Memleket kurtulacak…

Yok canım, bir az ciddiyet, memleket meselelerinde ciddiyet lâzım, yalnız körü körüne ihtiras değil.

Bazı müşahedelerimiz oldu, bu seçim kampanyasında, küçük Partiler arasında bazı benzerlikler ve eşitlikler gördük, mesela:

Biribirine kutup gibi gözüken TİP ile MHP arasında çok bir benzerlik, hatta eşitlik müşahade ettik. … Benzeyen taraflarını, daha doğrusu bizim gördüğümüz eş taraflarını arz edelim:

1) Her iki parti de, kaba kuvvet peşinde. Ama bir tanesi milliyetçilik ve diğeri sosyalistlik yönünden, her neden olursa olsun, kaba kuvvet kullanmayı seviyorlar, ise de, bizim tahminimiz gibi Türk Milleti nazarında bu kendileri için iyi puan kazandırmadı.

2) Bu her iki parti müntesiplerinin, son derece fanatik olmaları da, bu iki parti arasında bulduğumuz en büyük benzerlik, hatta eşitlik olmuştur.

Kabil değil bu parti mensuplarına, partileri veya liderleri hakkında, tenkid değil ya, en küçük bir sual soramazsınız, hemen bir tehdid ile karşılaşırsınız.

Ve hemen kendi kendinize; <<, Eyvah kelepçeler hazırlanıyor>> dersiniz. …

Adalet Partisi iktidarda tebrikler tebrikler, muvaffakiyetler, şaşırmadan doğru yolda, Allah (c.c.) ve Millet yolunda olmalarını ve Adalet Partisinin bir Türk – Müslüman partisi olduğunu ve Türk Müslümanlarının kendisine oy verdiğini başta sayın Demirel olmak üzere, hiç bir AP linin unutmamasını dileriz.



Babıâlide Sabah, Münevver Ayaşlı, 16 Ekim 1969.

Milletimizin olgunluğu…

Büyük Türk Milleti bir kerre daha büyük imtihan geçirmiş, olgunluğunu ve rüşdünü ispat etmiştir. Efendim, biz senelerden beri neler neler duyuyoruz. Ne büyük töhmetler altında Aziz Türk Milleti, diyorlardı ki, hâlâ demektedirler ki:

<<- Demokrasi nerede biz neredeyiz?>>, <<bize demokrasi değil, dikta rejimi, kırbaç lâzım>>, <<biz münevverlerle, okuma yazma bilmeyen Anadolu köylüsü, aynı oy hakkına sahibiz, olur mu Efendim? Olur mu?>>, <<Köylüleri oydan mahrum etmek lâzım.>> Daha neler neler söylüyorlardı, belki hâlâ söylüyorlar daha da söyliyecekler.

Ve fakat bunları söyleyen münevverlerden, yarı, hatta çeyrek münevverlerden de Aziz ve Büyük Türk Milleti çok daha basiret ve olgunluk sahibi olduğunu ve demokrasiye çok güzel intibak ettiğini bir kerre daha bu seçim ile ispat etmiştir. Sağ olsun var olsun, Allah (C.C.) Türk Milletini şaşırtmasın, Türk münevveri, yarı ve çeyrek münevveri gibi şaşırtmasın ve onu daîmâ sıratı müstakimden ayırmasın. Amin. Amin. Şimdi Efendim o günleri arkada bıraktığımız için tekrar tekrar söylüyorum. Neydi o seçim propagandaları, o iftira, tezvir ve hakaret dolu konuşmalar. Ne kadar çirkin konuşmalar idi onlar…

Şüphesiz her politikacının bir ihtirası vardır, eğer ihtirası olmasa güzel güzel evinde köşesinde oturur. Lâkin ihtirasın da bir hududu vardır değil mi? Bu kadar kapıp koyuverir mi kendini? Biz, eyvah diyorduk hepimiz beşeriz ister istemez, bu kadar telkin ve bu kadar konuşmaların tesiri olacak. Fakat hamdolsun hiç olmadı. Millet dinledi, dinledi kös dinledi ve yine, bildiğini okudu, istediği, itimad ettiği kimselere oyunu verdi.

Alaha şükür ve Büyük Türk Milletine de teşekkür eder ve bu derece olgunluk gösterdiğinden dolayı tebrik ederiz.

Zira, başka türlü netice verecek olan bir seçim, bir seçim olmaktan çıkar, bir macera olurdu. Aziz Vatanın ise artık maceralara tahammülü yok. İstikrar ve huzur içinde yaşamak ve çalışmak istiyor.

Bu memleket ne Mehmet Ali Aybarla ne de 27 Mayıs’ın ruhunu taşıyan ve onun yarı kalmış devamı olacak olan MHP ye yer verir.

Zira her ikisinin de iktidarı bu Aziz Vatan için büyük bir macera, büyük bir Avantürden başka bir şey değildir.

Bağımsız olarak Konyadan kazanmış olan muhterem Necmeddin Erbakan Beyefendiyi de tebrik eder ve kendilerinin bu zaferlerini Türk – Müslüman cephesinin bir Zaferi olarak kabul eder ve çok alkışlarız.

Yeni bir çalışma hamlesine girecek olan Adalet Partisine de canı gönülden muvaffakiyet diler Allah (C.C.), Millet ve Vatan yolunda hayırlı olmalarını Hak tan niyaz ederiz



Babıâlide Sabah, İsmail Oğuz, 16 Ekim 1969.

ÇİRKİN BİR TAHLİL İÇİN

– 1 –

Fikirlerine, kültürüne, yaşına ve hele hele nezaket ve zerafetine hayrân olduğum, yaşına hürmetkâr bulunduğum ve aynı gayelerle, aynı düşmanlarla mücadele ettiğimiz muhterem bir meslekdaşım için böyle bir yazı kaleme almak mecburiyetinde kalmak bana gîrân geliyor… Ama, <<Hakikatı bildiği halde susan dilsiz Şeytandır>> hükmü karşısında her şeyi göze almak ve gerçekleri, mukni delillerini de göstermek suretiyle ve objektif kıstaslar içerisinde kalarak halk efkârına duyurmak da edâsı gereken bir vicdan borcudur.

Memleketimizi gerektiği nisbette tanımasam, tanımak için herhangi bir gayret sarfetmesem, Boğaz’a nâzır bir yalıda denizi ve Boğaz’ı seyrederek hayâllere dalsam, bir yandan da her hâdiseyi korkunç bir particilik taassubuyla inceleyebilsem, belki ben de sütun komşum Muhterem Münevver Ayaşlı Hanımefendi gibi yazardım. Ama bende bunların hiç biri yok, Hele, şu yazıyı herhangi bir partiye veya şahsa angaje olmamanın verdiği vicdan huzuru içerisinde ve Muhterem Meslekdaşımın <<Ne konuşuyorlar, ne düşünüyorlar>> başlıklı fıkraları dolayısiyle, tarif edilemez bir rahatlık içinde yazışımı, Allah’ın büyük bir lütfu kabul ediyorum…

Yazımda Muhterem Münevver Ayaşlı Hanımefendininkinde olduğu gibi, <<Acemi çaylak>> tarzında elfaz kullanmayacağım. Zira bu, her şeyden evvel bir üslûp meselesidir. Ve kanaatimce söylenenden ziyâde, söyleyeni zayıflatır bir yoldur bir metoddur. Bu yolu, bu metodu karakterime uygun bulmuyorum…

Muhterem Münevver Ayaşlı Hanımefendi, bir müddet evvel kendi sütunlarında neşrettikleri <<Ne düşünüyorlar, ne konuşuyorlar>> serlevhalı yazılarında, Adalet Partisi genel Başkanını <<Tutabilmek>> için, en az bu partinin Genel Başkanı Süleyman Demirel kadar vatanperver olan Sayın Alparslan Türkeş’e hakaret etmekte ve kendisini u katılmamış Marksist bir Partinin Marksist Genel Başkanı ile bir tuttuklarını açıklamaktadırlar. Şüphesiz Sayın Türkeş’i müdafaa etmek bize düşmez. Ve kanaatimizce O’nun böylesi bir müdafaaya da ihtiyacı yoktur Ayrıca, okuyucularım çok iyi bilirler ki herhangi bir parti ile alâkam olmadığı gibi hele sayın Türkeş’in partisi MHP’yi zaman zaman şiddetle tenkit etmişimdir. Gerekirse elbette gene de edeceğim. Bu benim vazifemdir. Ama, bu benim vazifemdir diye, göz göre göre ve nahak yere bir devlet adamına hücum edilmesini müsamaha ile karşılayamaz ve susamazdım.

Muhterem Ayaşlı Hanımefendi bahismevzuu yazılarında diyorlar ki:

“Aşağı yukarı bütün muhalif partilerin, ki haliyle bütün partiler, iktidarda olandan başka, hepsinin tutturduğu terane aynı. Adalet Partisi çok fena , fakat Adalet Partisine çok fena derken, Türk seçmenini de beraber kötülüyor demektir, zira Adalet Partisini seçen Türk seçmeni değil midir?”

Bu, ölçüsüz ve mesnetsiz bir hükümdür. Zira, herkes Adalet Partisini tenkit edebilir, ona <<fenadır>> diyebilir. Nitekim zaman zaman benim de böyle dediğim olmuştur. Fakat, böyle derken, Adalet Partisini kötülerken, hiç mi hiç aklıma Milleti, seçmeni kötülemek gibi sakim bir ihtimal gelmemiştir. Bir iktidarın, yahut partinin fenalığına hükmederken, bu iktidarı veya partiyi seçenleri bu fenalık çemberi içerisine almak, aklın kolay kolay kabul edemiyeceği bir keyfiyettir… Çünkü dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir zaman seçen, seçtiğini yüzde yüz tanımış değildir; tanıyamaz. Maddeten bu, mümkün değildir. Binaenaleyh, muhalifleri Adalet Partisini pek âlâ kötüleyebilirler bu kötülemeden seçmenin de kötülendiği mânası aslâ ve kat’a çıkarılamaz.

Keza Münevver Hanımefendi yazılarında;

“CHP ile Güven Partisini çok dinledik, bunlar ne olsa bir kökten gelen iki parti, elbette çok benzerlikleri olacak, netekim öyle…” diyorlar.

Bu iddia, Muhterem Ayaşlı Hanımefendinin affına sığınarak arzedeyim ki indî ve kaste makrun bir iddiadan başka bir şey değildir. Çünkü, cümle âlem bilir ki CHP ile Güven Partisi aynı <<kökten gelir>>; ama aynı prensipleri aynen müdâfaa etmezler. Tamamiyle birbirine zıd görüşlerin müdâfii durumunda iki ayrı partidirler. Hele Güven Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi gibi, Türkiye’yi idari bir tecrübeler diyarı memleketi farzetmemekte, Türkiye’ye uygun bir takım yeni sayılabilecek fikirler ve iddialar getirmektedir. Cumhuriyet Halk Partisi öyle mi ya? Aksine, başka ülkelerde çoktaaan iflas etmiş doktrinlerin, görüşlerin, fikirlerin müdâfaasını yapmakta ve Türkiye’yi yabancı doktrinlerle, şimdiye kadar olduğu gibi, idare etmenin, dolayısiyle memleketimiz, bir idari tecrübeler diyarı haline getirmektedir.

Muhterem Münevver Ayaşlı Hanımefendi öylesine mes’uliyetsiz itham ve tahminlerde bulunmuştur ki, bu haksız itham ve mesnetsiz tahminlere bir yazıda cevap vermek maddeten mümkün değildir. bu sebeple, Muhterem Muharrirenin yazısını tahlile yarın da devam edeceğiz.



Babıâlide Sabah, İsmail Oğuz, 17 Ekim 1969.

ÇİRKİN BİR TAHLİL İÇİN

– 2 –

Muhterem Münevver Ayaşlı Hanımefendi bir kısmını dünkü yazımızda tahlil ettiğimiz bir fıkralarında bakınız ne müthiş bir hüküm vermektedirler:

“Mehmet Ali Aybar’la Türkeş’i bir türlü birbirinden ayıramıyorum, zira, sözde iki kutup olan bu kimseler, birbirine zıt zaviyelerden de olsa, memleketi sürükleyecekleri tehlike ve felâket aynı…

Zira Berlin’e kadar Moskofu sokan, Alman komünistleri değildir, komünizmin karşısında duran, Nasyonal sosyalistler yani millî sosyalistlerdir.

Binaenaleyh kimin elinden olursa olsun, bu iki acemî çaylak politikacı, memleketi aynı acıklı akıbete sürükler.”

Oldu mu ya?!!

Dünkü yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, Sayın Türkeş’i müdâfaa etmek aklımızın bir köşesinden geçmez ve hele bu, bize teveccüh eden bir vazife de değildir. Ama, göz göre göre beyaza kara denilmesine de gönlümüz razı olmaz! O kadar ki, beyazı kara göstermeğe çalışan, gerçekten hürmet duyduğum ve buna lâyık olan Muhterem Münevver Ayaşlı Hanımefendi bile olsa, karşısına dikilmeği ve hakikatleri bir bir kendisine söylemeyi vicdan borcu sayarım. Hattâ onu darıltmak pahasına da olsa…

Evvelâ Sayın Türkeş ile Sayın Aybar’ı birbirlerinden ayırabilmek için geniş ve ihatalı bir görüş veya görüşler sahibi olmağa lüzum yoktur. Her ne için ve her ne ile olursa olsun hattâ basireti bağlanmış her insan, bu iki lideri birbirlerinden ayırmakta aslâ güçlük çekmez. Bu insanî histen (duygudan) mahrum olan kimse müstesna, bu beş histen yalnız bir tânesine sahip olan kimse, bu iki şahsı birbirinden ayırmakta kat’iyyen güçlük çekmez. Bu iki kişiden biri su katılmamış Marksist bir partinin Marksist lideridir! O’nun Marksist bir insan olduğunu anlamak için, tek bir sözünü duymak, okumak kâfidir… Diğeri ise bizim Muhterem Ayaşlı Hanımefendinin eserlerinde cesaretsizce de olsa müdâfaa ettiği prensipleri ve Müslüman Türk’ün bin küsür seneye ulaşan cihangirlik ve İslâm Bayraktarlığı ideolojisini cesaretle müdâfaa eden birisidir…

Bu iki insanı aynı terazide tartmak, bir tutmak tarafsızlığın da ötesinde bir haksızlık olmaz mı?... Bu vaziyet, hele hele Muhterem Ayaşlı Hanımefendi için (af ve müsamahalarına sığınarak arzedeyim ki) kendi kendisini inkâr olur. Zira, Muhterem Muharrirenin <<Pertev Beyin Üç Kızı>> adlı romanında son derece cesaretsizce müdafaa ettiği <<Müslüman ve Büyük Türkiye>> idealini bayrak ittihaz eden ve bu ideali genç dimağlara yerleştiren, bu uğurda aslâ küçümsenemeyecek bir mesafe dürmeğe çalışan birisini, Marksist bir Partinin lideri ile mukayeseye kalkışması ve her ikisini bir tutması, salim aklın ve asgari insafın aslâ kabul edemeyeceği bir haksızlıktır; hattâ bir kendi kendisini inkârdır!...

Allah korusun!

Üstelik, o devirleri yaşadığı halde, Muhterem Muharrire Moskof’u Berlin’e kadar sokanın da kim olduğunu bilmiyor, yahut bunu unutmuş görünüyor. Moskof’u Berlin’e kadar sokan ve Almanya’yı yok eden, Amerikanın basiretsiz, cesaretsiz ve kaypak politikasıdır! Kaldı ki, bunun Sayın Türkeş’le alâkası ne?... Sayın Türkeş, ne nasyonal sosyalisttir, ne faşist ve ne de ist, bu ist’tir…

Sayın Türkeş, maddede ve mânâda <<Büyük Türkiye>> idealini genç dimağlara yerleştirmeğe çalışan ve bu uğurda büyük gayretler sarfeden vatansever bir insandır! Ve Millet olarak, kendisine biz, teşekkür borçluyuz… Yoksa Muhterem Ayaşlı Hanımefendi aksi kanaatte midirler? Birkaç demiryolu ve birkaç dikenli tel örgü ile muhat, herkese avuç açan bir Türkiye mi istiyorlar ve <<Büyük Türkiye>> idealinin gerçeleşemeyeceği inancında mıdırlar? Böyle düşünüyorsalar çok yanılıyorlar, çooook!... Büyük millet, mânada ve maddede büyük olan millettir! Yoksa, Amerika’ya, İngiltere’ye, Almanya’ya, Rusya’ya, hattâ dünkü kapı zağarımız Yunanistan’a avuç açan büyük millet değildir!...

Kalbi, böylesi ulvî mefkûrelerle dolu bulunan bir vatan evlâdını, Marksist bir Partinin Marksist lideri ile aynı terazide tartmak, en azından insafsızlıktır. Ve biz, böyle bir insafsızlığı Muhterem Meslekdaşımıza yakıştıramamanın ıztırabı ile bu satırları yazıyoruz… Yarın, aynı mevzuda devam edeceğiz.



Babıâlide Sabah, İsmail Oğuz, 18 Ekim 1969.

ÇİRKİN BİR TAHLİL İÇİN

– 3 –

Muhterem Münevver Ayaşlı Hanımefendi’nin Sayın Türkeş’e tecavüzünün ve onu <<acemi çaylak>> a benzetişinin esas sebebi de, Türkeş ve partisinin baş prensibiymiş. Muhterem Ayaşlı’ya göre bu prensip <<memleketi acıklı akibete sürükleyecek>> miş. Bunun gibi, Marksist Partinin Genel Başkanı da tıpkı Sayın Türkeş gibi, keza <<memleketi aynı akıbete sürükleyecek>> miş.

Dünkü yazımızda da kısaca izaha çalıştığımız gibi, bu prensip <<Büyük Türkiye>> prensibi ve <<İslâm Dünyası Bayraktarlığı>> idealidir. Muhafazakâr bir gazetenin muharriresi olan ve eserlerine ana tema olarak bu prensip ve ideali işleyen bir muharrirenin, sırf particilik taassubuyla bu mukaddes prensip ve idealden hemencecik vazgeçmesi, yüzseksen derece bir dönüş yapması, ümitlerini kendisine düğümleyen gençlerin ve vatandaşların inkisarı hesabına gerçekten acı ve üzüntü vericidir…

Marksist Parti ve Marksist Lideri hangi prensipleri müdâfaa ediyor ki, Muhterem Ayaşlı Hanımefendi Sayın Türkeş’le onu aynı terazide tartıyor?.

Bu memleket için Marksizmle, mukaddesatçı milliyetçiliği ve İslâm bayraktarlığı idesini bir tutmak hiyanete yakın bir gaflettir!

Şüphesiz, Muhterem Ayaşlı Hanımefendi bu düşüncelerinin ve düşüncelerini izharın ağırlığını günün birinde hissedecek ve kimbilir iş işten geçtikten sonra, belki de nedâmet duyacaktır… Ama, bunun ne faydası olabilir!.

Muhterem Münevver Ayaşlı Hanımefendi mâhut makalesinin bir yerinde de aynen şöyle demektedir:

“Türkeş’i tutanlar ise iki kategori, ya dehşetli haris ve para gözlü olanlar veyahut geri zekâlı, safdil kimseler.”

Yer, her insafsız ve ölçüsüz ithamın karşısında yarılsa ve bu ithamlarda bulunanları içine alarak cezalandırsa, bir ân bile tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, Muhterem Üstâdemizin bu son derece ağır ithamı karşısında, yer yerinden oynar, yalnız yarılıp kendisini içine almakla kalmaz, kâinat allak bullak olurdu… Allah korusun!

Ben Türkeş’i <<Tutan>> bir kimse değilim, ama, böylesi ithamların hedefi olunca da <<utmaktan>> kendimi alamıyorum. Ve böylece de kendimi Muhterem Meslekdaşımız hedefi kabul ediyorum. Acaba, bahsettiği sıfatlardan hangisi ile muttasıfım?!! Geri zekâlı, haris, safdil veya Muhterem Üstâdemizin garip tâbirince <<para gözlü>> (?) birisi miyim?..

Sayın Türkeş’i ve partisini tutanlar darılmasınlar diye, ilk örnek olarak kendimi aldım. Yoksa, Sayın Türkeş’i ve partisini tutanlardan örnekler alacak olursak, Muhterem Münevver Ayaşlı Hanımefendinin vaziyeti gerçekten pek hazîn olur. İddiası pek tutarsız ve daha açık tâbiriyle gülünç olur…

Muhterem Meslekdaşımın ithamları bu minval üzere ve gittikçe hakaret dozu artan bir tarzda sıralanıp gitmektedir. Biz, bu ithamların ve hakaretlerin hepsine birden, bir iki yazıda, hattâ kocaman bir kitapta cevap vermek iktidarını kendimizde göremiyoruz. Belki Muhterem Meslektaşımız kadar güçlü bir yazar olsaydık, bunu da becerirdik. Bu sebeple, Muhterem Münevver Ayaşlı’nın yazısını tahlile yarın da devam edeceğiz ve yarınki yazımızla kendisinin bu tatsız ve çirkin tahlil yazısına cevabımızı tamamlamış olacağız. Aslında, yukarıda da arzettiğimiz gibi, Muhterem Meslektaşım, bahismevzuu yazısıyla, milyonların üstünde bir vatandaş kitlesini tedirgin ve müteessir etmiştir. Onları lâyık olmadıkları, farketmedikleri ithamlarla küçük düşürmeğe çalışmıştır. Umarım, bu vatanperverler de, bunu bizim gibi Muhterem Meslektaşımızın aşırı derecedeki partizanlığına yorarlar ve kendisini affederler. Yoksa, bu ithamların ağır yükü altından kalkmak başka türlü aslâ mümkün değildir!..



Babıâlide Sabah, İsmail Oğuz, 19 Ekim 1969.

ÇİRKİN BİR TAHLİL İÇİN

– 4 –

Muhterem Münevver Ayaşlı Hanımefendi iddialarının hiçbirine mesnet göstermemekte, buna mukabil karşısına aldığı kimselere itham ve hakaretlerin en büyüklerini etmektedir. Meselâ bakınız yazısının bir yerinde ne diyor:

“Şimdiden kendilerini Başvekil görenler aralarında pek çok, diğerleri ise filmlerde gördüğümüz S.S. subay kıyafetinde elleri kırbaçlı, haşin, zalim ve Führer’e tam bir bağlılıkla hizmet eden veya edecek olan kimseler…”

Türkiye’de Başvekil olabilmek için, insanın anasından Başvekil olarak doğması şart değildir. Pek tabiî olarak, birçokları kendilerini istikbâlin Başvekili olarak görebilir; fikren böyle bir makama hazırlanabilir. Kaldı ki, memleketimizde bu makama hazırlanabilir. Kaldı ki, memleketimizde bu makama fikren ve müktesebat bakımından hazırlıklı olmadıkları halde pek âlâ hasbelkader o sandalyeye oturabilmişler vardır… Böyle olunca, bu makamı ulaşılması mümkün olmayan ve ancak belli kimselerin oturabilecekleri bir yer olarak görmek ve bilmek niye?!!

Muhterem meslektaşım, Sayın Türkeş’ten <<Führer>> ve Türkeş’e fikren merbut bulunanlardan da <<S.S. subay kıyafetli>> kimseler diye bahsetmektedir. Böylesi yakışıksız benzetmelerle, kendi kanından gelen vatan evlâdlarını terzil etmeğe çalışmak ve onları bu tarz sevimsiz, ayırıcı ithamlar altında bulundurmak, salim aklın ve mantığın kabul edemeyeceği pek sakım bir iftiradır!

Aslında, Muhterem Ayaşlı, Sayın Türkeş’le Marksist birini aynı seviyede ve aynı ideolojik yapıda gördüğü için hatâya düşmüş ve tabiatıyla yanlış hükme varmıştır. Haksız ve yanlış bir görüş zaviyesinden hareketle varılacak hüküm, şüphesiz haksız ve yanlış olacaktır. …

Biz, Adalet Partisi’nin lehinde ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin de aleyhinde çok yazılar yazdık! Gerekirse gene de yazacağız! Bu, bizim hak ve hakikat anlayışımızın tabiî bir neticesidir… Ama hiçbir zaman Sayın Demirel’i memnun etmek onun gözüne girmek için, Sayın Türkeş’i veya Türkeş gibi birisini Marksist bir liderle mukayeseye kalkışmadık ve onu Führer’e, ona bağlı olanları da Nazi Subaylarına benzetmedik. Bize göre böyle bir davranış, meşru nizamı devirmeğe teşebbüs etmekten farklı bir suç, bir günah değildir… Ha nizamı değiştirmişsiniz, ha namuslu ve vatanperver kimseleri birtakım ecnebi anarşistlere benzeterek vatandaşlar arasına tefrika sokmuşsunuz. Bize göre bunların aralarında hiçbir fark yoktur!

Yoksa, Muhterem Meslekdaşım; Sayın Türkeş ve Türkeş’e bağlı bulunanların vatanperverliklerinden emin değil midirler?..



Babıâlide Sabah, Münevver Ayaşlı, 20 Ekim 1969.

ÖZÜR

Muharriremiz Münevver AYAŞLI bu hafta seyahatte olduklarından yazılarına ara vermiştir.



Ötüken, 16 Mart 1964, Sayı 3. [Tekrar neşri: Ocak 1973, Sayı 109]

NURCULUK DENEN SAYIKLAMA

Dinin bir ruh ihtiyacı olduğunu bilim kabul etmiştir. Daha zekâsının pek iptidaî olduğu zamandan beri, insanların din sahibi oldukları da bilinen gerçeklerdendir. Zekânın ve bilimin yükselmesiyle dinler de yükselmiş, tek Tanrılı dinlerle dinler çağı kapanmış, din uğruna yapılan korkunç savaşlardan ve kırgınlardan sonra medenî dünyada din, fertlerin vicdanına sığınmış bir kanaat olarak saygıdeğer bir yer kazanmıştır. Artık medenî insanlar arasında din tartışması yapılmıyor. Dinler hakkında avamî yazılar değil, ancak bilginlerin etüdleri yayınlanıyor. Medenî insan, başkalarının dinî inancına saygı gösteriyor. Kimseyi propaganda ile kendi dinine çağırmıyor.

Türkiye’de bir zamandır dine karşı takınılan yanlış tutum, yemişlerini vermeye başlamıştır. Mabedsiz şehir kurmakla övünen budalalar, çirkin harabelerin mabed haline getirileceğini düşünememiştir. Cumhuriyetin başlarında, artık görevi ve faydası kalmamış, Arapçı ve Arapçacı softa takımı tasfiye olunurken, milletin manevî ihtiyacı düşünülerek asrî din adamları yetiştirecek özlü bir din okulu açılsaydı, bugün il ve ilçe merkezleri, doktor pâyesine erişmiş din adamlarıyla dolar, bunlar köyleri de kontrol ederek yobazlığa engel olur ve İstanbul gibi şehirde çatalı ve radyoyu haram eden beyinsizler vaaz edemezdi.

Mabedsiz şehrin ilk yemişi Tîcânilik, onun olup kurtlanmışı da Nurculuk oldu.

Nurculuk nedir? Gazetelerde ikide bir görülen Nurcular, Nur risalesi talebeleri kimdir? Aralarında avamdan aydına kadar; mühendis, avukat ve doktora kadar her türlü adamın bulunduğu Nurculuk; “Saîd-i Nursî” adında cahil bir Kürdün peşine takılmış gafil bir sürü, Nur risalesi talebeleri de Saîd-i Nursî’nin o çetrefil ve cahil Kürt Türkçesiyle yazdığı risaleleri, atom fiziği veya Einstein nazariyesi okur gibi toplanıp okuyan bir yığın zavallıdır.

Saîd-i Nursî denilen adam, eskiden Saîd-i Kürdî diye birtakım risaleler yayınlayan, Türkçe bilmez, daha nokta ile virgülün nerede kullanılacağını bilmekten âciz, Şafiî mezhebinden bir Kürttür. Mütareke yıllarında İstanbul sokaklarında millî Kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı Kürt kendisine “Bedîüzzaman” demekte, müritleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu adla ululamaktadır. Bedîüzzaman, “zamanın hârikası” demektir. Kürt Said, cidden zamanın hârikasıdır. Yirminci yüzyıl gibi bir zamanda bu bilgisizliği ve iptidaîliği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle zamanın hârikası, bundan daha fazla olarak da onbinlerce, belki yüz binlerce Türk’ü ardına takmakta gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın hârikasıdır.

Zamanın bu hârikası, bu Kürt Said, aslında bir Kürt milliyetçisidir. Nasıl Moskofçular, Türk milletini yıkmak için ortaya sosyal adalet ilkesiyle atılıyor, yoksulların dâvasını benimsemiş görünüyorlarsa, Kürt Said de ortaya Müslümanlık ve kardeşlik çığırtkanlığı ile çıkıyor. Kürtçülük dâvasını açıkça güdemeyeceği için, Türkçülüğü yıkacak ağuları Müslümanlık ve Nurculuk diye ileri sürüyor. Müritlerine, yahut kendi tâbirleriyle risâle-i nur şakirtlerine evlenmeyi yasak ediyor. Çünkü evlenip çocuk sahibi olurlarsa, o çocukların kötü ve dinsiz olma ihtimali varmış. Tabiî, dağdaki Kürdün bu büyük ve ilâhî (!) buyruktan haberi olamıyacağı için, o evlenecek ve Kürtler çoğalacak. Herkesin sözüne inanan saf Türkler ise, büyük mürşidin buyruğu ile evlenmiyecek, böylelikle Türk soyu azalacak ve Kürt Şeyh Said’in 1924’de yapamadığını Kürt Molla Said (yâni Bedîüzzaman) kırk yıl sonra yapmış olacak.

Kadını şeytanın askeri sayarak evlenmeyi yasak eden dinin, Zerdüşt dini olduğunu bilmeden koyu Müslümanlık adı altında bir nevi Mazdeizm yaptıklarının farkında olmayan bu beyinsizler sürüsüne ne demeli? Urfa’daki mezarının bir baş belası haline gelmemesi için, söylentilere göre, General Mucip Ataklı tarafından oradan kaldırılmasından sonra, bu kaldırmaya inanmayarak Kürt Said’in oradan uçtuğuna inanacak kadar şuursuz olanlara ne denebilir? Millî talihsizlik, akıl hastalıkları kliniklerinde yatması gerekenlerin halk arasında dolaşmasındadır. Ciddi tedbirler alınmazsa, bu dinî cinnet daha yıllarca sürecektir.

Nur risalesi (kendi tâbirleriyle risale-i nur) denilen sayıklama kitapları pek çoktur. Beyni örümceklenmiş zavallılar bu sayıklamaları elle yazarak, yahut şapirografi veya taşbasmasıyla çoğaltarak onbinlerce satarlar. Bunu satmak için kasaba kasaba, köy köy dolaşan Nurcular vardır. Bunları satarak sevaba girerler. Sözde Türkçe olan bu sayıklama kitapları Kürt hamallarının fikir seviyesinde yazıldığı için, kimse bir şey anlamaz. Anlamadığı için de, onda gizli hikmetler, yüksek gerçekler olduğu kuruntusuna kapılır.

Bir zamanlar bu sayıklamalardan bana da bir tane yollamışlardı. Kendimi zorlayarak okuyabildiğim bir tanesinde, Kürt Said radyodan bahsediyor, dünyanın bir ucundan söylenen bir sözün kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle açıklıyordu.

İşte, aşağı tabaka ile birlikte doktor, mühendis ve avukatın da şeyhi, pîri olan, kendisinden “efendi hazretleri” diye söz ettikleri Kürt Said’in seviyesi budur.

Fizikten, titreşimden haberi olmayan, müsbet bilimin kıyısından dahi geçmeyen bir yobaz, radyo hakkında ancak bu kadar düşünür. Fakat bilgisizliğini de anlamaktan âciz olan o kara cahil, bu katmerli bilgisizliğine bakmadan, Türkler aleyhinde hüküm çıkarmaktan da geri kalmıyor. Nur risalelerinin birinde, Ye’cüc Me’cüc denen ve dünyayı yok edecek olan korkunç yaratıkların Özbek, Tatar ve Kırgız gibi “akvâm-ı vahşiyye” (yâni vahşi kavimler) olduğunu yazmıştı. Sevsinler medenî Kürdü!… Özbek, Kırgız ve Tatarlar arasında okuyup yazma nisbeti % 90 dır ve aralarında atom bilginleri de olmak üzere her bilim dalında yüzlerce uzman ve bilgin bulunmaktadır.

Kendisini Nurculuğa kaptırmış olan bir avukatla geçen yıl aramda küçük bir konuşma olmuş, Kürt Said’de ne bulduğunu kendisinden sormuştum. “Kur’anın en güzel tefsirini yapmıştır” diye cevap vermişti. Bu genç avukat eski yazıyı bilmiyor, Kur’anın şimdiye kadar en büyük İslâm bilginleri tarafından üç İslâm dilinde yapılan tefsirlerinden habersiz bulunuyordu. Bunu kendisine boşuna anlatmaya çalıştım. Bir kere çileden çıkmış, aklın ve mantığın dışına uğramıştı. Bir safsataya inananla uğraşmak neye yarar? Bugün devlete düşen görev, bunun sebeplerini arayıp bularak tedavisine gitmektir.

Bana göre Tîcânilik, Nurculuk, yobazlık, komünizm ve partizanlık gibi hastalıkların sebebi, millî ülküden yoksunluktur. Tıpkı normal yemek bulamayan aç çocuğun duvarı yalaması, yerde bulduğu faydasız veya zararlı şeyleri yemesi gibi, bağlanacak büyük bir ülkü bulamayan insanlar, abur cubur düşüncelere kurtarıcı diye yapışıyorlar. Çünkü insanlar, bir fikre bağlanmaya mecburdur. Bu istidat insanlığın mayasında vardır. Bunu hiçbir kuvvet önleyemez.

Türkiye’de gerçek ülkü olan Türkçülük türlü bahanelerle baltalanmasa, gerçek Türkçü olan eski “Milliyetçiler Derneği” 1953 te kapatılmasaydı, bunlara gelişme imkânı verilseydi, bugün memlekette partiler üstünde, gayet ateşli ve şuurlu bir milliyetçi topluluk bulunacak, hükûmetler güç durumlarda bunlardan yardım isteyebileceklerdi.

Türkçülük, insanlara hiçbir vaitte bulunmuyor, maddî veya manevî hiçbir şey vermiyor. Yalnız istiyor… Fedakârlık ve feragat istiyor. Nurculuk ise cennet va’dinde bulunuyor. Ebedî saadet, cennette köşkler, yemekler, huriler va’dediyor…. Kafası işlemeyen, hattâ aslında materyalist olanlar, tabiî Nurculuğu seçecektir. Netekim bunu kendileri de söylüyor: “Türkçülük mezara kadar… Ondan sonra ne olacak?” diyor… Tabiî ondan sonrasını kendilerine Kürt Said hazırlayacak.

Şimdi, şu Kürt Said’in nasıl bir Kürt milliyetçisi olduğunu kendi yazısıyla ispat ettikten sonra, onun arkasına takılan Türklere birkaç söz söyleyeceğim.

Kürt Said’in 1327 (= 1909) yılında, İstanbul’da Vezir Hanındaki İkbal-i Millet Matbaasında basılmış bir eseri vardır. Adı: “İki Mekteb-i Musîbetin Şahâdetnâmesi Yahut Divan-i Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürdî”dir. Kendisinin Saîd-i Kürdî (yâni Kürt Said) olduğunu tastik ettiği bu eserde, eserin muharriri diye de kendisini “Bedîüzzaman” diye takdim etmektedir. Eserin tâbii, yani editörü de “Kürdîzade Ahmed Ramiz”dir. Yâni dört başı mamur bir eser. Bu 48 sayfalık eserin “hâtime” kısmı (44 - 48. sayfalar) Kürt Said’in içyüzünü göstermesi bakımından çok ilgi çekicidir. Bunu aynen alıyor ve ağdalı bir dille yazılmış olduğu için açık Türkçeye çeviriyorum:

“Ebnâ-i cinsime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahs nâtamam kalır (= Soydaşlarıma burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis eksik kalır.)

Ey Asurîler ve Keyânîlerin cihangirlik zamanından pişdar, kahraman askerleri olan arslan Kürtler! Beşyüz senedir yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa sahrâ-i vahşette vahşet ve gaflet sizi garet edecektir. Hikmet-i ilâhî denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme mümted ve müteşa’ib kanun-i nûrânî-i ilâhînin müessisi olan hikmet-i ilâhî ufk-i ezelden engüşt-i kaderi kaldırmış, size emrediyor ki, tefrika ile katre katre müteferrik su gibi zâyi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle tevhit ve mezcederek zerrâtın câzibe-i cüz’iyyeleri gibi bir câzibe-i umumî-i millî teşkili ile Kürt gibi bir kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i islâmiyye Osmâniyyenîn mevkibinde bir kevkeb-i münevver gibi câzibesine ittiba ile müvazene ve âheng-i umumiyyeyi muhafaza ediniz.” (= Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında, onların öncüleri ve kahraman askerleri olan arslan Kürtler! Beşyüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlâhi hikmet denilen, âlem makinesinin nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dalbudak salan Tanrı’nın nurlu kanununun kurucusu olan ilâhî hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Ayrılık, gayrılıkla damla damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumî ve millî cazibe teşkili ile Kürtler gibi büyük bir kütleyi dünya gibi döndürerek İslâm ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine uymakla muvazeneyi ve umumî âhengi muhafaza ediniz.)

*

Görülüyor ki Kürt Said, zavallı Kürtlere eski Asur ve İran ordularının hayâlî öncülüğünü yaptıracak kadar koyu bir Kürt milliyetçisidir ve çapraşık acemî ifadesiyle Kürtleri Kürt milliyetçiliği etrafında birleşmeye çağırmaktadır. Bunun hiçbir tevili, tesfiri yoktur. Beyninde ve gönlünde kötü düşüncesi olmayanlar, bu açıklıktan sonra onun bir İslâmcı değil, bir Kürtçü olduğunu kabule mecburdur. Bundan sonrasını, zaten anlaşılmaz ve bozuk ifadeli metinden sıyırarak yalnız tercümesini (evet, bu kelime yerindedir) vermek suretiyle okuyucuları boşuna yormaktan alıkoyacağım. Bundan sonra Kürt Said şöyle diyor:

“Süphan ve Ağrı dağları gibi geleceğin yüksek dağlarının doruğunda ayağa kalkmış, nefse esir olmayı yasak etmiş ve başkasına tecavüzü caiz görmeyerek şeriata dayanmış olan hürriyet sultanı yüksek sesle sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve dağınık bir kavme, cehalet ve yoksulluğa hücum için “fen, sanat ve silâh başına, ileri arş” emrini veriyor.

Hakikat denilen tabakalar altında örtülü ve mahpus kalmış ve istibdadın yok edilmesiyle omuzu üstünde olan cehalet ve gafletin hafiflemesi sayesinde harekete gelip kalkmaya teşebbüs etmiş bulunan hakikatler habercisi, size her cihetle haber veriyor ki, mahiyetinizde kaderin ektiği istidatları ve mukadderatınızı fiile çıkaran ve kavmî mahiyetinizde saklanmış olan seciyenizi maarifin hayat suyu ile sulamanın vaktidir. Yoksa, kuruyup çürüyecektir.

İhtiyaç denilen, medeniyetin babası ve ilerlemelerin kurucusu olan üstad, sillesini kaldırmış, size hükmediyor: Ya hayat ve hürriyetinizi bu vahşet sahrasında yağma ettireceksiniz, yahut medeniyet alanında fen ve sanat balon ve trenine binerek istikbâli karşılayacak ve olgunluğun Kâbesine koşacaksınız.

Milliyet denilen mâzi derelerinde, hâl sahralarında ve istikbâl dağlarında çadır kurmuş olan Rüstem-i Zâl ve Selâhaddin-i Eyyubî gibi dâhi Kürt kahramanlarıyla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve yüksek duyguların timsali olan milliyet fikriniz size kesin emirle emrediyor ki, her biriniz umum bir milletin hayatının mâkesi, saadetinin koruyucusu ve bütün milletin müşahhas misali olunuz. Şimdiki gibi bir şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet de büyür ve millî hamiyetin galeyanıyla ahlâk da yükselir.

Kavimlerin saadetinin sebebi olan ve millî hakimiyeti temin ile hayat makinesinin buharı olan hürriyetteki cüz’î iradeyi istibdadın söndürmesinden kurtaran ve şer’î meşveretin mayasıyla mayalandıran meşru meşrutiyet, sizi imtihan meclisine davet ediyor. Erginlik çağına vardığınızı ve vâsîye ihtiyacınız olmadığını görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Varlığınızı birleşerek gösteriniz. Millî hamiyet ile şahsî fikir ve vicdanınızı milletin müşterek kalbi ve aklı gibi gösteriniz. Yoksa sıfır alacaksınız ve hürriyet şahadetnamesi elinize verilmiyecektir.

Mâzide dağınıklığınıza sebebiyet veren her birinizdeki bencillik fikri şimdi istikbalin medeniyet saadethanesinde icad fikrine, şahsî teşebbüse ve hürriyet fikrine inkılâb edecektir. Hattâ diyebilirim ki, başkalarının sükûtî medreselerine nisbetle sizin gürültülü olan medreseleriniz bir ilmî mebuslar meclisini gösteriyor. İmam arkasında fatiha okuduğunuz zamandaki semâvî ve rûhânî vızıltılarınızda, mezhebî ve kavmî mahiyetinizdeki istidat, meşrutiyet sırrına kaderin bir îmâ ve nişanı vardır.

“İnsan için çalışmaktan başka yol yoktur” sözünün öteki ifadesi, şahsî teşebbüstür. Her kemâlin kurucu ve koruyucusu olan cesaret ve millî namus emrediyor ki, şimdiye kadar nasıl maddi şecaatte terakki ettinizse, şimdi de akıl ve medeniyet meydanında millî namusu çiğnetmeyiniz. Millî duyguların mâkesi olan, kıymetinizin ölçüsü olduğu halde ihmâlinizle gayet çapraşık bulunan diliniz, tûbâ ağacı gibi bir ağacın tecellîsine müsteitken, böyle kurumuş, perişan ve edebiyatsız kalmış olduğundan, diliniz sizden millî hamiyete şikâyette bulunuyor. İnsanda kaderin sikkesi lisandır. Anadil tabiî olduğundan, kelimeler zihne kendiliğinden gelir. Zihin çatallaşmaz, O dile giren bilgiler taş üzerinde oyulmuş gibi bâki kalır. Millî dille görünen her şey hoş gelir. Millî hamiyetin bir misalini size takdim ediyorum. O da Mutkili Halil Hayâlî Efendi’dir. Millî hamiyetin her şubesinde olduğu gibi, dil alanında da dilimizin esası olan elifbe, sarf (= gramer) ve nahvini (= sintaksını) vücuda getirmiştir. Hakikaten Kürdistan madeninden böyle bir hamiyet cevherine ratgeldiğinden, istikbâlimizi onun gibi birçok cevherler ışıklandıracaktır

İşte bu zat bir hamiyet örneği göstermiş ve tekemmüle muhtaç dilimize bir temel atmıştır. Onun izinden gitmeyi ve temeli üzerine bina kurmayı hamiyet sahiplerine tavsiye ediyorum.

Bedîüzzaman Saîd-i Kürdî”

Kürt Said’in tam bir Kürt milliyetçisi olduğunun bu yazıdan daha kesin bir tanığı olamaz. Böyle olmayıp da, yalnız geri kalmış Kürtleri kalkındırmak amacını gütseydi, onlara “bilgi sahibi olun” demekle yetinir, medenî ve edebî Türkçe dururken, millî dil diye kaba ve iptidaî Kürtçeyi tavsiye etmezdi. Meşrutiyetin memlekette yaptığı sarsıntıdan ve otoritenin zarurî gevşemesinden faydalanarak, Türkiye’yi parçalamak ve kendi cemaat gayelerini gerçekleştirmek isteyen Hıristiyan tebaalar gibi, bu Müslüman kardeş de İmparatorluğun bütün yükünü ve çilesini çekmiş olan Türkleri vurmaya çalışıyor. Kendilerine tarih ve şeref uydurmak ihtiyacında olan bütün iptidaî cemaatler gibi, roman kahramanı olan Zâloğlu Rüstem’i ve ancak anası Kürt olan Selâhaddin Eyyubî’yi Kürt kahramanı diye ileri sürüyor. Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası, onlara devlet kurdurmaya çalışıyor. Tabiî devletin buna müsaade etmeyeceğini anladıktan sonra, 180 derecelik bir çarkla Saîd-i Kürdî adını Saîd-i Nursî yaparak ve Nur risaleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalar düzerek bir din mürşidi gibi ortaya çıkmaya başarıyor.

Bizim için şaşılacak nokta, onun şu veya bu davranışı değil, onbinlerce, belki yüzbinlerce gafil Türk’ün, bu cahil Kür’dün arkasından gitmesi, onun câhilâne ve hâinâne öğütlerine körü-körüne boyun eğmesidir.

Şimdi bu gafil Türklere hitap etmek istiyorum:

Siz, Türk ve Müslüman mısınız? Türkseniz, hangi sebeple cahil bir Kürd’ün ardından gidiyor, onun telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz. Aranızda “Türkçe de dil mi?” diyen ahmaklar, resmî dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Siz ne biçim Müslümansınız ki, cahil bir Kürd’ün telkini ile evlenmeyi lânetliyor, dinsiz çocuklar yetişir de günaha gireriz diye bekâr kalmaya azmediyorsunuz? Putperest olduğunuzun farkında değil misiniz? Bir cahil Kürd’ün sakalını, tırnaklarını, abdest aldığı suyu kutsal emanetler gibi saklamak hangi Müslümanlığın, hangi insanlığın, hangi temizlik kaidesinin, hangi şuurun işidir? Uyanın! Radyoyu melekle açıklamaya kalkan bir budalanın müridi olarak eşe dosta, dosta düşmana karşı gülünç olmayın. Müslümanlık, temeli atılmış, büyük bilginlerini yetiştirmiş, tedvin olunmuş bir dindir. Onun yeni baştan açıklanması için Kürt Said gibi maskaralara ihtiyaç yoktur.

Bana bu yazıyı yazdıran, Trabzon’dan yollanan acayip bir nesne oldu. Çok küçük boyda 8 yapraklık bir broşür olan bu nesne, hangi basımevinde basıldığı belli olmayan bir Said-i Kürdî reklâmıdır. Gönderen, O. Nuri Kurt adında tanımadığım birisidir. İçinde Kürt Said’in sayıklamalarından parçalar var. İkinci yaprağın ikinci yüzündeki şu hezeyana bakın:

“Aziz, sıddık kardeşlerim:
Siz kat’î biliniz ki, risâle-i nur şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür.”

*

Evet! Sizin vazifeniz cidden büyüktür. Haçlıların, bozuk idarenin, azınlık ihanetlerinin yıkamadığı Türkiye’yi cehaletiniz, gafletiniz ve hamakatinizle yıkacaksınız. Türklüğü inkâr ederek; şeriati Anayasa ve Medenî Kanun durumuna getirerek, evlenmiyerek, yalnız kalan kadınları evlere tıkarak, eski yazıyı getirip Arapçayı resmî dil yaparak, İslâmiyetten önceki tarihimizi küfürdür diye kitaplardan kazıyarak Türklüğü yıkacaksınız. Bunu yaparken de, ölü Stalin’le, sağ Makaryos’un müttefiki olduğunuzun asla farkına olmıyacaksınız. Müslüman geçindiğiniz halde Peygamber’in “Evlenip çoğalınız” anlamındaki hadîsini hiçe sayarak, Kürt Said’ın evlenmemek hususundaki hezeyanlarına baş eğmekle kimin ekmeğine yağ sürdüğünüzün farkında olmıyacak kadar acınacak yaratıklarsınız.

Neymiş o sizin meşgul olduğunuz büyük vazife? Bir odaya kapanıp Kürt Said’in hezeyanlarını okuyarak kendinizden geçmek değil mi? Bu zavallı ve gülünç halinizle siz, aslında ruhî tababetin ve marazî ruhiyatın konusu olabilirsiniz. Kendisi genç ve güzel bir kadın olduğu halde, ihtiyar, çirkin ve kör bir zenci ile evlenen Amerikalı artist gibi anormal zevk sahipleri dünyada seyrek görülen nesne değildir. Sizinki de kendi içinizde kalsa, Türklüğün aleyhine yönelmese, belki böyle sayılabilir. Fakat Cennet va’di ile gafilleri avlıyor, onların millî duygusunu yıkıyor ve Türklükten ayırıyorsunuz. Araplarla aramızda bir dâva oldu mu, mutlaka Arapları haklı buluyorsunuz. Türk – Arap savaşı olursa, “din kardeşime silâh çekmem” diyorsunuz.

İşte, sizin üstadınızın kimliğini kendi yazısıyla gösterdim. Onun bir Kürt milliyetçisi olduğu apaçık ortaya çıktı. Bu açıklamadan sonra, gerçeği kabul edip de Türklüğe dönerseniz, hoş… Yine eski sapıklıkta inat ederseniz, sizin vicdanınızdan şüphe etmeli…

Atsız
7 Mart 1964

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

Halim Kaya

26 Kas 2024

Süleyman Eryiğit’in yazdıklarından daha önce hiçbir yazısını okumadım. Mümtaz Turhan, Sabri F. Ülgener, Ömer Lütfü Barkan, Mehmet Genç gibi hocaları okuyup Osmanlının geri kalışının sebepleriyle ilgilenmeye başladığımdan ve özellikle de Mehmet Genç’in iki ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” adlı kitabını okuduktan sonra “Osmanlı ve Kapitalizm” konusu daha dikkatimi çekmeye başladı.

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

26 Kas 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Eki 2024

M. Metin KAPLAN

12 Eyl 2024

Nurullah KAPLAN

12 Eyl 2024

Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 128,89 M - Bugn : 44420

ulkucudunya@ulkucudunya.com