« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

30 Eki

2023

TÜRKEŞ’İN ÇİLESİ (10)

30 Ekim 2023

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ NE TABANSIZLAR TOPLULUĞUDUR NE DE ŞAHSİ ÇIKARLAR UĞRUNA KOŞAN ZAVALLILARDIR

Büyük Türkçü Nejdet Sançar ne güzel söylemiş, bir zamanlar…

<<“Irkçılık! Irkçılık!” diye yırtınarak, Türk milliyetçilerini sindirebileceklerini umanlar, avuçlarını yalayacaklardır. Çünkü Türk milliyetçileri ne bir tabansızlar topluluğudur, ne de şahsî çıkarlar uğruna koşan zavallılardır. Türkiye, tarihi süsleyen büyük Türk soyunun bugünkü ve yarınki çocuklarının vatanıdır. Onun için bu vatanda yalnız Türklük fikri yaşayabilir. Bu fikri yıkmak isteyenler, Türk’ü, askeri, sivili, erkeği, kadını, genci, ihtiyarı ile her zaman karşılarında bulacaklardır.>>

Evet, Türk milliyetçileri bir tabansızlar topluluğu, yalancı mücahitler ordusu, şuursuzca şunu bunu alkışlayan zavallılar kalabalığı değildir. Hiç bir zaman olmamıştır ve asla olmayacaktır. Daha dün, “Çanakkale şehitler listesinde Gazze verdiği elli üç adet şehitle bugün sınırlarımız içinde bulunan şehirlerin çoğunun üstünde yer alıyor.” sözleriyle ecdada bühtan edilerek en büyük milli mefahirimiz, gasb edilmeye kalkılsa bile. Her köyden, her ocaktan verdiğimiz ikiyüzelli bin mübarek şehidimizin hakikatini, laf ola beri gele kabilinden, sıhhati ve mahiyeti meçhul bir tevatür örtemez. Türk’ün kahramanlığını, şehidini, zaferini, kanıyla canıyla verdiği mücadeleyi küçümsemeye, başkalarına mal ederek Türk vatanına ortak çıkarmaya matuf bu cahilane yaklaşım, elbette, gökkubbede ilelebet aksedecek olan “Ne mutlu Türk’üm diyene!” nidasına çarparak dağılıp gidecek, bu vatanda yalnız Türklük fikri ilelebet yaşayacaktır.

Bugün, umdeleri bir kenara atılarak, yozlaştırıcı ne kadar unsur varsa tamamının tasallutuna maruz kalmasına rağmen, sloganlarından herhangi birisine kıyısından köşesinden tutunmuş bir yığın partiyi sırtında taşıyarak batmaktan kurtaran bahtsız milliyetçilik, bu mucizevî kudretini, herhalde sonu gelmeyen çilelerle yoğrulmuş mayasından almaktadır. Bir başka söyleyişle, sanki milliyetçiliğin öncüleri, bir gün üzerinde safa sürülsün diye çile çekerek, sağlam ve yıkılmaz bir kale inşa etmişlerdir. Bu hazırdan yiyicilik tükendiğinde, gerçek vatanseverlere çok iş düşeceğinden, milliyetçiliğin tarihine bıkmadan usanmadan devam etmek elzemdir. Olur a, bir kelime, bir söz, küçük bir detay büyük bir ilhama yol açar. O bakımdan, bazen tekrara düşülmesi bahasına, konu mümkün mertebe geniş ve toplu olarak ele alınmaya devam edilmektedir. Türkeş’i hedef alan küçümseyici her söze, alay edici, istihza edici, hakaret edici her kalleş imaya, Türklük şuurunu çelikleştiren bir çekiç darbesi nazarıyla bakılmalıdır.


1962 Ağustos ayında bu defa Orhan Erkanlı, iki arkadaşıyla birlikte izinli olarak Türkiye’ye gelir. Sık sık açıklamalar ve basın toplantıları yapar. Bütün basın ve yazarlar yine haftalarca Ondörtler ve Türkeş konusuyla meşgul olurlar. Türkeş’e Turancılıktan başka takacak kulp bulamayanlar, liderlik iddiası taşıyan Erkanlı’nın ise hemen her söylediği cümlede bir açık bulurlar ve kurtlar sofrasında epeyce hırpalarlar. Köşe yazarları, tenkitlerini kendi anlayışlarına göre seçtikleri farklı beyanlara dayandırdıklarından, bunların nerede, ne zaman söylendiğinin görülebilmesi için günlük haberler geniş tutulmuş, bazen de önem arzedenler öne çıkarılarak özet halinde verilmiştir.


ÖNCE SON SÖZ

Yeni İstanbul, Nejdet Sançar, 12 Ekim 1962.

1994 ü Hortlatmak İsteyenler

1944, tarihimizin acı hatıralarla dolu bir yılıdır. O yıl, memleketimizdeki, Türklüğe karşı bütün kuvvetler bir araya toplanarak bir haçlı ordusu meydana getirmişler ve bu orduyu Türk milliyetçiliğinin üzerine yürütmüşlerdi.

Bu yeni haçlı ordusunun, hedef ve maksat bakımından, tarihteki haçlı ordusundan pek farkı yoktu. Eski yüzyılların o meşhur haçlı orduları, çelik pençeli başbuğların kumandasında büyüyen, güçlenen ve ilerleyen Türkiye’yi durdurmak ve bitirmek gayesini gütmüşlerdi. 1944’ün haçlı ordusunun gayesi de bundan başka değildi. Onlar da güçlenen Türk milliyetçiliğini durdurmak, vurmak ve bitirmek için ayağa kalkmışlardır. Türk milliyetçiliğini vurmakla Türklüğü de vurmuş olacaklardı. Bu bakımdan eski ve yeni haçlı ordularının hedef ve gayeleri arasında esaslı bir fark yoktu. Tek fark, batılı yüzbinlerden meydana gelen haçlı ordularının, Türklüğe düşman olduklarını gizlememeleri idi. 1944’ün haçlı ordusu kumandanları ise gerçek maksatlarını gizlemek istemişler, Türk milliyetçiliğinin varlığına Türklüğe karşı olan hareketlerini perdelemeye çalışmışlardır.

1944 haçlılarının hedef ve maksatlarını örten perde, “Irkçılık – Turancılık”tı. Bu iki kavrama, gerçekle iğne ucu kadar ilgisi bulunmayan mânalar vermişler, yaylım ateşlerine bu iki yalan ve iftira barikatının arkasından girişmişlerdi. Radyolar, dergiler ve gazetelerle aylarca devam ettirilen bu yalan ve iftira kampanyasına, o günlerin bütün azılı Türklük düşmanları ile vatansızlar, ahlâksızlar ve şahsî çıkarcılar katılmışlardır.

Fakat, yerli kızılların en büyük rolü oynadıkları, sandalye düşkünleri ile dalkavukların, oportünistlerin ve benzerlerinin elbirliğiyle ve şirretçesine devam ettirdikleri bu kampanyanın sonu ne oldu? Evleri basılıp hürriyetleri ellerinden alınan, yuvaları dağıtılmak istenen işkencelerle çökertilmeye çalışılan bir avuç milliyetçi, verildikleri mahkemede beraet ettiler.

Bu beraetin, herhangi bir beraet olmadığını unutmamak lâzımdır. Çünkü devir, tek parti diktatörlüğü, yani devlet otoritesini elinde tutanların hiçbir meselede hesap vermeye mecbur bulunmadıkları bir devirdir. Ve Türk milliyetçilerinin sevk edildikleri mahkeme de, olağanüstü zamanların olağanüstü mahkemeleri olan sıkı yönetim askerî mahkemesidir.

* * *
İşte bugün, hortlatılmasına çalışılan, 1944’ün o hain ve meşum haçlı zihniyetidir. 1944'deki oyunu bir daha oynamak ve Türklüğü bugün bir daha vurmak isteyenlerin tuttuğu yol da o günkülerin yolunun aynıdır. Gazetelerde ve dergilerde yazılanlar da, kürsülerde söylenenler de, 18 yıl öncesinin kampanyasındaki yazılardan ve sözlerden farksızdır: Yalan, aynı yalan.. İftira, aynı iftira.. Şirretlik, aynı şirretlik..

Fakat yalanı, iftirayı ve şirretliği bayrak gibi kullanarak Türkçülüğün karşısına dikilmek ve Türklüğü bir kere daha vurmak isteyenler, 1944 de olduğu gibi bugün de muvaffak olamayacaklardır. Çünkü vurulmak istenen koca bir milletin millî ülküsüdür. Hangi hiylelere baş vururlarsa vursunlar, hangi yalan ve iftiraları ne derece kurnazlık ve şirretlikle savunurlarsa savunsunlar, bu emellerine ulaşabilmelerinin imkânsızlığı bundandır.

Bugün, 18 yıl önceki o âdi ve ahlâk dışı silâhlarla Türk milliyetçiliğine saldıranlar 1944 donkişotlarının uğradığı bozgunu hatırlamaya mecburdurlar. 1944’ü tertip edenler, Türk milliyetçilerini, kanun ve ahlâk dışı hareketler, zulümler ve işkencelerle hayli hırpalamışlar, fakat ezmek istedikleri Türk milliyetçiliğinin, ihanet hareketinden birkaç yıl sonra eskisinden daha güçlü bir hale geldiğini görmüşlerdi. Şu günlerde, Türk milliyetçiliği bütün memlekette yaygın bir halde ise, 1944’ün payı az değildir. Çünkü zulüm ve haksızlık insanları sarssa ve yıksa bile fikirleri ezemez, bitiremez. Aksine fikir, zulüm ve haksızlık karşısında daha güçlenir.

* * *
Bugün, 1944’ü hortlatmak için yırtınanlar, 18 yıl öncesinin o malûm kişilerinin fikrî veletleri ve devamcısıdırlar. 1944’ü hortlatabilmek için, o günlerin meşhur “Irkçılık – Turancılık” kitabını kütüphanelerden çıkarmışlar, okumuşlar ve oradan aldıkları ilham ve feyz (!) ile yeniden ortaya çıkmışlardır.

1944’ü bilmeyen, hatırlamayacak olan yeni nesil, belki, bugünkü yaygarayı yeni bir şey sanabilir. Fakat ihanet vesikası “Irkçılık – Turancılık” kitabına şöyle bir göz gezdirenler, bugünkü şamatanın 1944’ün bir tekrarından başka bir şey olmadığını görürler.

“Irkçılık! Irkçılık!” diye yırtınarak, Türk milliyetçilerini sindirebileceklerini umanlar, 18 yıl önce olduğu gibi, avuçlarını yalayacaklardır. Çünkü Türk milliyetçileri ne bir tabansızlar topluluğudur, ne de şahsî çıkarlar uğruna koşan zavallılardır. Bu itibarla, 1944’ün devamcıları, bugün türlü hiyleler, şirretlikler ve ihanetlerle yine birtakım kazançlar sağlama imkânını elde etseler bile, böyle bir netice ile belki bazı milliyetçileri yıkabilirler, fakat Türk milliyetçiliğini aslâ yıkamazlar..

* * *
Moskof kölesi kızıllar da, azınlık ırkçısı sinsiler de, şahsî çıkarcı azgın yaratıklar da şunu bilmelidirler:

Türkiye, tarihi süsleyen büyük Türk soyunun bugünkü ve yarınki çocuklarının vatanıdır. Onun için bu vatanda yalnız Türklük fikri yaşayabilir. Bu fikri yıkmak isteyenler, topraklarımızın bir parçasını bizden koparmak gayesini güdenler, yahut Türkiye’mizi demirperde cehenneminde eritmek hülyasına kapılanlar böyle ihanetlere giriştikçe, Türk’ü, askeri, sivili, erkeği, kadını, genci, ihtiyarı ile her zaman karşılarında bulacaklardır.

İşte erlik ve Türklük meydanı. Hazırız ve bekliyoruz.



Yön dergisi, 21 Mart 1962, sayı 14.

Alparslan Türkeş’in <<Yeni İstiklâl>> dergisinin son sayısında bir yazısı yayınlandı. Onsekizinci yüzyıldan beri kaybettiğimiz toprakları sayan yazı, şu cümlelerle sona eriyor: <<Davran ey Türk oğlu!.. Davran artık... Elde ne harcanacak Rumeli, ne Macar ülkeleri, ne Suriye ve Irak, ne Filistin ve Mısır, ne Trablus, ne Tunus ve Cezayir, ne de Kırım ve Kafkas kaldı. Elde kalan son vatan parçasıdır!. Son vatan parçası…

Bir Bozkurt gibi davran. Gayrete gel... Çalışmaya koyul. Eski günler yeniden doğsun... Zafer ve Şan Bayrakları ufuklara doğru yeniden açılsın… Her şeyin üstünde Büyük Türkiye… Bizim Bahtiyar Türkiyemiz yükselsin!..>>

Bu büyük Türkiye, <<Misakı Millî>> hudutlarını aşıp, Turana kadar uzanıyor galiba..



Yön dergisi, Şevket Süreyya Aydemir, 28 Şubat, sayı 11.

İhtilâlcinin Kaderi

1908 ihtilâlini yapanların hikâyesi bizim için hâlâ meçhuldür. Meselâ, bu hareketin idarecisi olan İttihat ve Terâkki Cemiyetinin Rumeli teşkilâtı, Selânik Merkez Heyeti, Manastır merkezi ve hele bu hareketin ve teşkilâtın öncüleri, idarecileri, hakkında bilgilerimiz, dermeçatma bile denilemeyecek kadar perişan birtakım hatıra kırıntılarından, vesikasız hikâyelerden ibarettir. Fakat ne var ki, bir ihtilâlin tarih için bahtsızlığı da, onun vesikalandırılamamasıdır. Çünkü bu takdirde, hem bu hareketlere katılanlar sağlıklarında, hem onların bekâya intikalinden sonra tarihçiler, olayların akışını ve mânâsını ister istemez kendi ölçülerine, karakterlerine ve eğilimlerine göre değerlendirmeye çalışacaklardır. Nitekim 1908 Genç Türk inkılâbı için bu hakikat böylece yürümüş ve ortada bu hareketin hakikî ruh ve fikir yapısı değil, ancak gölgesi didiklenip durmuştur. Fakat ne var ki, şimdi de ve 27 Mayıs ihtilâli için de olayların akışı, maalesef bu hazin kaderi haber vericidir.

*
İhtilâller cemiyetlerde tarihî olaylardır. Adına tarih felsefesi denilen bilgiye göre cemiyette tarihî olaylarla tarihî şahsiyetler, bu olayların akışında birbirlerini iterek, adına tarih dediğimiz hikâyeyi teşkil ederler. Bu ilmin çeşitli ekollerine göre tarihte şahsiyetlerin rolü bazan mutlak, bazan kayıtlıdır. Hattâ meselâ Karlayle göre, tarihte şahsiyet, yalnız kudreti, dehâsı ile değil, vücut yapısı, kıyafeti, kaşının gözünün rengi ile dahi tarihin akışına etkiler yapar. Fakat aslı ne olursa olsun, ihtilâllerde ihtilâlcinin hali ve karakteri, hem ihtilâlin hem kendisinin kaderine mutlaka damgasını vurur.

Tarihte ihtilâller ise daima olmuştur. Daima da olacaktır. Türkiye de yaşadığımız devrede bir ihtilâle sahne oldu. Bu ihtilâl de ortaya, şu veya bu alandan, şu veya bu eğilimli bir önderler kadrosunu atmış ve onları kahramanlaştırmıştır. Bundan tabiî de bir şey yoktur. Meselâ bu arada Türkeş isimli bir Albay, bu kadronun unsurlarından biridir. 27 Mayıs 1960 sabahı ve Ankara Radyosu, ihtilâli memlekete bu Albayın dili ile ilân etti. O sabah memlekette bir ihtilâl olduğunu, hükûmetin devrildiğini, iktidarın Türk Silahlı Kuvvetleri eline geçtiğini, hülâsa memleketin artık, geçici de olsa bir ihtilâl idaresi yaşayacağını bu Albayın sözlerinden öğrendik. O halde, o sırada hattâ adı ilân edilmemiş olsa bile demek ki, Albay Türkeş, 27 Mayıs ihtilâlinin yalnız bir mensubu değil, hattâ öncülerinden biridir. Nitekim az sonra Türkeş, Millî Birlik Komitesi içinde ve hem de Başbakanlık Müsteşarı olarak, fiilen icra kuvvetinin başındaydı.

*
Fakat ihtilâlle beraber de Türkeş’in yıldızı, bütün ihtilâlci arkadaşları gibi, bir başka mahrek takibetmeye başladı. Çünkü bir ihtilâlde, ihtilâlcinin kaderi, ihtilâlin patlayıp ta, onun kendisini bu ihtilâl selinin dalgalarına kaptırdığı andan itibaren artık kendi kaderi olmaktan çıkar. İhtilâlden sonra ihtilâlcinin kaderi artık ihtilâlin kaderine bağlıdır. Ama birtakım karşılıklı etkilerle.

Yâni ihtilâlden sonra, ihtilâl ile ihtilâlci, tıpkı sellerle, sellerin sürüklediği büyük cisimler gibi, birbirleri ile boğuşarak, birbirlerini iterek, mukadderâtın kendilerine seçtiği istikâmette yuvarlana yuvarlana akar, giderler.

Ama şu da var: İhtilâl ihtilâlci için, hem onu doğuran ana, hem evlâdını yiyen bir dev gibidir. Meselâ Fransız büyük ihtilâli bütün kahramanlarını yedi. Rus ihtilâli de hemen hemen öyledir. Bu garip kader, tıpkı şu dev hikâyesine benzer:

İnsanların talihine hükmeden bir dev, ellerini insanların üzerinde dolaştırarak birini yakalar. Göğe doğru kaldırır. Çünkü bu dev tek gözlüdür. Gözü de tepesindedir. Onun için dev, toplumun içinden seçtiği insanı görebilmek için yükseltir, yükseltir. Fakat bu seçtiği bu mahlûku eğer beğenmezse bu yükselen talihlinin âkıbeti fecidir. Çünkü dev o anda onu, o çıkardığı yükseklikten birden bırakır. Ondan sonra mukadder olan akıbet ise malûmdur.

*
Bu devin hikâyesi hikmetli bir temsil olabilir. Ama şu misâl daha aydınlıktır: Bir ihtilâlin seli, kendine kattığı ihtilâlciyi bazan, engin deniz demek olan tarihin sinesine kadar hırpalamadan ulaştırır. Meselâ Mustafa Kemal bu bahtiyarlardan biridir. Ama bazan da sellerin, bağrında çalkalanan yolcu, dalgaların yüzünde muzafferane yüzüyorum zannederken, görünmez girdaplar içinde kaybolup gider. Napolyon sellerin böyle bir kurbanıdır. Bazan da iş daha basittir. Sellerin akışına bir türlü uyamayan ve bu akışın sürati içinde sağa sola tutunmak isterken rotasını kaybeden ihtilâlciyi, hâdiseler birden suyun dışına atarlar. Her ihtilâlin böyle atılanları, böyle artta kalanları vardır. Atatürk büyük nutkunda, kendisi ile beraber yola çıkan, fakat daha Cumhuriyetin ilânı sıralarında kendisinden ayrılan Millî Mücadele arkadaşlarından bahsederken: <<Bunlar görüş ufuklarının sonuna geldiler ve birer birer beni terkettiler>> der. Ama şu da var ki, ihtilâlin dışına atılan insanın, tekrar kendi eski hayatına dönmesi artık mümkün değildir. Çünkü ihtilâlin dışında kalan ihtilâlci, filvaki ihtilâl gemisinden çıkarılmıştır. Ama o bu geminin içinde ve hareket noktasından itibaren çok mesafe almıştır. Karaya çıktığı yer, artık eski dünyası değildir. Yerinden, yurdundan, mesleğinden, çevresinden kopmuştur. Ölçüleri değişmiştir ve eski hareket noktasına dönmesi mümkün değildir. Onun için, bir ihtilâlde, ihtilâl yolcuları arasından dışarı atılan yolcu için artık huzur yoktur. Hatıraları, ilgileri, ihtirasları artık onu rahat bırakmaz. Bir misyonu olduğuna, bu misyonun yarıda kaldığına ve onun tamamlanması gerektiğine inanır. Hem kendisinin topluma, hem toplumun kendisine bakışları değişmiştir. Bir ihtilâlci için en çileli ve en tehlikeli merhale de budur.

*
Çünkü işte bu merhalededir ki eski ihtilâlci, hem kendi kabiliyetleri, hem toplumun dâvâları üstünde, yanlış takdirlere düşebilir. Bu yanlış takdirlerin başladığı yerde, artık sağduyunun değil kör kuvvetlerin hükümranlığı başlamıştır. Bir insanın kaderinde ise kör kuvvetler ancak şerre vasıta olurlar.

Şimdi bizim ihtilâlimizin seyrinde ve içinde bulunduğumuz günlerde de böyle bir maceranın karşısındayız. Tıpkı 10 Temmuz 1908 ihtilâli gibi hikâyesi yazılmamış ve zaten daha zaman içinde tarihleşmemiş bir ihtilâl yaşadık. Fakat ihtilâl öncesi teşkilâtı, hakiki önderleri, hazırlanışı ve hattâ ilk gelişmeleri hâlâ belli olmayan bu ihtilâlin, olayları her biri kendi idrakine ve ölçülerine göre düzenleyen şahsiyetleri var. Emekli Albay Türkeş bu şahsiyetlerden biridir. Ama ihtilâlin patlayışından sonra yeri belli olsa bile, yukarıda saydığımız ihtilâl öncesi devrinde, yeri belli değildir. Çünkü ihtilâl henüz vesikalandırılmamıştır.

Ama ne var ki; ihtilâlin akışı içinde ve sebepleri ne olursa olsun, hem de bizzat ihtilâli yürütenler tarafından Türkeş ve bir grup arkadaşı, safdışı edilmiş, yurtdışına çıkarılmıştır. Yeni bir ihtilâlin gelişmesinde bir ihtilâlci için en çetin ve en tehlikeli merhale olan sırlı bir yol kavşağına bırakılmıştır. Eski âlemine dönmesi artık imkânsızdır. Yeni yolunu doğru seçebilmesi ise, sağduyu, iç muvazene ve kemâl derecesinde bir olgunluk istemektedir. Halbuki hikmetin ve nefsini tanıyıp mâsevada kurtuluş ilminin vatanı olan Hindistan’a Türkeş, belki de bu nefs murakabesi için gönderilmişti. Ama görünüşe göre Hindin bu değerleri Türkeş’i ilgilendirmemiştir.

O halde Türkeş, hem kendi kabiliyetleri, hem bugünkü Türk toplumunun eğilimleri ve ihtiyaçları üzerinde bir takdir hatasına düşerse ne olur? İşte bu bir istifhâmdır. Bu istifhâmın sırlarını ise ancak zaman ve mukadderat çözecektir.


Vatan, Şevket Süreyya Aydemir, 1 Ağustos 1962.

Yeni Genç Türkler

Harpokulu eski kumandanı ve 22 Şubat olaylarına karışanlardan albay Talât Aydemir şimdi emekli bir askerdir. Gerek kendisinin gerek arkadaşlarının 22 Şubat olaylarındaki müdahalerine ait işlemler, hususi bir kanunla kaldırılmıştır. Fakat sayın albay görünüşe göre, bundan sonra da memleket işlerinin akışına karışmak kararındadır. Hattâ böyle bir karar, yalnız kendi şahsı için de değildir. 14 lerden iki üyenin yurda son dönüşlerinde izlendiği gibi, gerek kendisi, gerek 22 Şubatın diğer önderleri bu misafir ziyaretçilerle, basında ilgiler uyandıran toplantılara katılmışlardır. Şimdi ise bu 14 vatandaşın bir kısmı Brükselde gerek umumî heyet, gerek komisyonlar şeklinde yürütülen siyasî bir çalışma içindedirler. Bu çalışmalara Eminsu adını alan ve Millî Birlik Komitesinin emekliye ayırdığı 7500 eski askeri temsil ettiği bildirilen teşkilâtın başkanı da katılmaktadır. Emekli Albay Alparslan Türkeş de son günlerde bu toplantıya katılmış ve bazı beyanlarda bulunmuştur. Bu kadar tertipli ve iddialı çalışmaları basit ölçülere sığdırmak ve her cepheden yapılan beyanları günlük haberler gibi okuyup geçmek kabil değildir. O halde toplumumuz, gittikçe beliren yeni bir siyasî hareket karşısındadır. Hattâ bu harekete bir de isim bulmak lâzım. Bu ismi ise kendileri bulup çocuğun adını koyuncaya kadar biz ona Yeni Genç Türkler hareketi diyelim.

Bu ismi verişimiz, yakın tarihimizin misallerinden faydalandığımız içindir. Çünkü gerek 1860 yıllarında Genç Osmanlılar, gerek 1876 dan sonraki devrede Genç Türkler kendi siyasî çalışmalarını daha iyi şekilleştirmek için Avrupa’da toplanmışlardır. Bizim meşrutiyet hareketimizin tarihi, denilebilir ki bu Genç Osmanlılarla Genç Türkler hareketinin tarihinden ibarettir. Ama eski Genç Türkler, içeride serbest çalışma imkânlarını bulamadıkları veya sürgün edildikleri için dışarıda toplanıyorlardı. İçerideki zâlim hükümdarlara ve istipdada karşı hürriyet için mücadele ediyorlardı. Şimdi ise bu vaziyetlerin hiçbirisi yok. Onun için bizim, Yeni Genç Türkler şeklindeki benzetişimiz, sadece yakın tarihimize giren ve sınırdışında siyasî gayretleri hatırlatan bir tabire kelime benzetişi yolu iledir.

Yeni Genç Türkler ne istiyorlar? Bunu daima öğrenmeye ve meydana atılan beyanları daima yorumlamaya çalıştık. Türkeşin Brükselde ve üç gün evvelki beyanları şu merkezdedir:

<<Bizlerin ne yapmak istediğimiz esrar perdesi altında değildir. Dün olduğu gibi bugün de açık insanlarız. Düşüncelerimiz açık, fikirlerimiz meydandadır. Düşüncelerimiz ve fikirlerimiz tek hedefe yönelmiştir: Türk milletinin mutluluğu…>>

Demek ki Yeni Genç Türkler Türk milletinin mutluluğunu istiyorlar ve anlaşılan bu mutluluğu istemeyenlere karşı mücadele edecekler. Fakat şimdilik bu beyanların ancak yuvarlak sözler olduğunu tabiî kendileri de biliyorlar. ….

Hülâsa şimdi Yeni Genç Türkler, anlaşıldığına göre ancak birbirlerini inandırabiliyorlar ama, çok temenni ederiz ki, bu genç ve temiz insanlar memlekete hizmet kaygusu güderken belirsizliğin ve çağdaş anlamlar karşısında giriştikleri eksik yanlış yorumların kurbanı olmasınlar.


RIFAT ILGAZ – LAF OLSUN TORBA DOLSUN AMA ONUN DA HATIRI KALMASIN

Lâf - Günün Ansiklopedisi: Milli Vezin

Bizim millî vezin dediğimiz hece vezninin en tipik örneği, 14 heceli olanıdır. Bu 14 lü mısraın özelliği, mutlaka bölünerek kullanılması! Tam ortadan, yâni 7+7 olarak bölünürse kulağa hoş gelir. Velâkin 9+5 biçiminde bölünürse müthiş kakafoni yaratır. Bu durumda bölümler birbirinden tamamiyle kopmuş demektir. 5 lik parçada hiç iş yoktur. 9 luk parça bütünlüğünü sürdürüp gidebilir. Batı etkisi altındaki edebiyatımızda 9 luk mükemmel örneklere bol bol rastlamak mümkündür.


Vatan, Şevket Süreyya Aydemir, 13 Ağustos 1962.

Onları hizmete çağıralım

Bir kısmı yurda dönen 14 lerin, hepsinin de tam bir ruhî yerleşmezlik içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bunu tabiî görmek lâzımdır. Genç yaşlarında ve birer ihtilâl önderi olarak birden kendi yerlerinden kopan, bir milletin kaderinde itirazsız söz sahibi olan, ölüm kalım kararları verebilen enerjik askerlerin, yeniden eski ölçülerine dönmeleri güçtür. Bunun ihtilâller tarihinde pek misal de yoktur. Bizim yakın tarihimizde yalnız Önyüzbaşı Resneli Niyazi Bey, 1908 ihtilâlinde Enver Beyle (Enver Paşa) beraber ve onunla eşit bir yıldız gibi birden parladıktan az sonra ve artık vazifesinin sona erdiğini görerek, hem ihtilâl önderliği şöhretini, hem üniformalarını bir kenara bırakmış, sessiz sedasız kendi kaşanasına çekilmiş ve hemşehrileri içine karışmıştır.

Ama bunu normal bir misal olarak almak, doğru olmaz. İhtilâl, ihtilâle karışanın yoludur. Bütün mesele, bu yolun nerede başladığını ve nerede bittiğini sükûnetle tâyin edebilmektedir. İhtilâlden kendisini çekmek değil, fakat ihtilâlin gelişme kanunlarını izliyerek bu gelişme içinde yerini ve misyonunu bulabilmektir. Asıl zor olan cihet de budur. Çünkü ihtilâle açılan yol, insanı ya Napolyon gibi imparatorluk tahtına kadar götürür. Yahut da yine Napolyon gibi, okyanusların ortasında unutulmuş bir kayalığın zindanında, insanoğlunun başına gelebilecek en çetin çileleri çektirebilir. Hulâsa, bizde bir atalar sözü haline gelen, <<Ya devlet başa, ya kuzgun leşe>> temsili, bir ihtilâlcinin kaderini anlatan en doğru bir deyiştir.

Fakat, bizim 14 ler için durumun bu kadar keskin olmasa da onların toplumdışı kalmamak, işsiz ve fonksiyonsuz kalmamak çabaları, gene de asil bir endişedir. Bu arada, herbirinin ayrı ayrı veya beraber çalışmak kararları hep, hareket dışı kalmamak gayretinin genç coşkunluklarıdır. Hepsi de işlerinin bitmediğine, yollarının sona ermediğine, bu millî toplum içinde söyliyecek sözleri, gösterecek yolları olduğuna inanmaktadırlar. Ama ne var ki arzularla imkânlar, insanların kaderinde daima çatışmışlardır. Sonra, bu kaderin eli her insanın hamuruna bir Mustafa Kemal muvazenesi katmamıştır. Her insanın başında da Mustafa Kemal’de olduğu gibi, bir talih kuşu kanat germez. Daha doğrusu onu talii, hamurundaki muvazenenin, hem kendikendisi, hem kendisini saran şartlarla ve kendini aldatmadan hesaplaşabilmenin bir yaratığıdır.

Onun için, hepsinin temizliğine, iyi niyetlerine ve elbette ki henüz tükenmemiş olduklarına inandığımız bu 14 vatandaşımızın da, her şeyden evvel kendi kendileri ile hesaplaşmaları ve sonra memleketin içinde yaşadığı ve artık değişen şartları sükûnetle hesaplamaları yerinde olur sanırız.

Bu, onlara düşen taraftır. Ama onların yaptığı ihtilâlin bu memlekete getirdiği yeni nizamın da onlara karşı bir borcu, bir hizmet vazifesi olmalıdır. Bu genç ve çalışkan insanlar, kendi başlarına terkedilemezler. Birer işsiz insan olarak evlerinin, mahallelerinin yalnızlığına itilemezler. Bu gök kubbe altında, hem de onlara lâyık olarak gösterilecek şerefli işler, vazifeler bulunmalı ve onlar bu vazifelere çağrılmalıdırlar. Artık çevrelerinden, mesleklerinden kopmuş ve yeniden eski günlük hayatlarına dönmeleri mümkün olmayan bu insanların bizim için bir tehlikeye atıldıklarını, bizim için çarpıştıklarını, doğru veya yanlış bütün mücadelelerinde sloganlarının milletin gelişmesi olduğunu unutmamalıyız.

Birtakım sokak politikacılarının onları hırpalamasına yine onlar karşı koyabilseler bile, dallarından kopmuş, mesleklerinden olmuş ve sokağın zalim baskısı altına itilmiş insanların, bu sokakla boğuşabilmesine kendi kudretleri yetmez. Onun için, olanların tartışılabilecek bir tarafa bırakarak ve şimdi günlük gazetelerin her gün biraz daha didiklediği, yıprattığı bu eski ve hâlâ genç insanlara, toplumun yeni yapısı içinde, onlara yakışan vazifeler verelim ve onları hizmete çağıralım.



Son Havadis, Mümtaz Faik Fenik, 26 Temmuz 1962.

Brüksel Toplantısı Nenin Nesidir?

Gazetelerde okuduğumuza göre, 14 lerin Brüksel toplantısı başlamıştır. Şimdiki halde, uzaklık ve hastalık dolayısiyle üçü hariç onbir müşavir Belçika başkenti civarında bir pansiyonda kendi aralarında müzakerelere devam etmektedirler. Belki imkân olursa sonradan değerleri de onlara katılacaktır.

14 lerden ikisi, Türkiye’de muhtelif temaslarda bulunup Brüksel’e döndüğüne göre evvelâ onlar edindikleri intibaları arkadaşlarına anlatacaklar ve kendilerine göre bir karara varacaklardır.

Fakat bu ne toplantısıdır? Gündemleri, mevzuları nelerdir? Bizde bir çok meseleler, daima tersine işlediği için üzerinde ne kadar zihin yorsak künhüne varmamıza imkân bulamayız. Herkesin gayet iyi bildiğine göre, dış memleketlerdeki temsilciler, müşavirler daima orada edindikleri bilgileri, intibaları bazen raporlarla, bazen bizzat gelip şifahî bir tarzda merkeze naklederler. Halbuki bu işte, müşavirler merkezdeki intibaı, aralarında toplanıp dışarıda birbirlerine naklediyorlar!

Onun içindir ki, bizler de, bu hikmeti hükûmete akıl sır erdirmeğe imkân bulamıyoruz.

Sahi bu toplantı nenin nesidir?

Bazen gazetelerde görürüz: Amerikanın Ortadoğu Büyükelçileri meselâ Beyrut ta toplanırlar. Kendi aralarında Ortadoğu’da takip edecekleri müşterek hareket tarzını tespit ederler. Ve bundan elbette geniş ölçüde merkeze yâni Washington’a da bilgi verirler…

Brükseldeki müşavirlerin toplantısı da acaba böyle bir şey midir?

Daha fazla arifâne bir tecahül göstermeğe hiç de lüzûm yok. Bu bal gibi, memleket dışında yapılmış bir iç politika toplantısıdır. Ve müşavirlerin uhdelerine verilmiş işlerin dışında keyfî bir harekettir. Bir rivayete göre de, yeni bir parti kurulması ile ilgilidir. Memleket realitelerinden iki seneye yakın bir zaman uzak kalmış insanların memleket idaresi için Brüksel sayfiyelerindeki bir pansiyonda kuracakları partiden ne derce başarı beklenebileceğini ve ne kadar hayır umulacağını siz teemmül buyurun!

Kaldı ki, bunlar ayrıca memur statüsüne tabi şahıslardır. Halbuki, memurin kanunu, memurlara bir parti kurmayı değil, parti binalarına devam etmeyi bile yasak etmiştir.

O halde bu da ne?

Daha beş, on ay evvel 14 lerden bazıları Paris’te, Basın Ataşeliğimizde bir basın toplantısı yapmışlardı da kıyametler kopmuştu.

Paris Basın Ataşesi sigaya çekilmiş, tahkikat üstüne tahkikat yapılmış, ataşe kendilerine bir oda tahsis etti diye, geriye çağrılmıştı…

Gariptir; basın toplantısı yapanlara ses çıkarılmamıştı da, onlara bu toplantı için mekân temin eden gazaba uğramıştı!

Brüksel sayfiyesindeki pansiyon sahibine kimsenin söz söylemeye hakkı olmadığı için, bu defa böyle bir mesele bahis mevzuu değildir. Ama sayın Hariciye Vekilimiz Feridun Cemal Erkin bu işe ne der? Yarın eğer farzımuhal Dışişleri Bakanlığındaki Müsteşar, Müsteşar Muavini, Daire Reisleri, kendi aralarında memleketin iç politika meselelerini konuşmak ve bir parti kurmak üzere Gölbaşında bir evde toplantı yapsalar ve bunu açıkça gazetelere, ajanslara bildirseler aynı hoşgörürlükle karşılar mı?

14 Vâli yaz tatilinden istifade ederek birisinin evinde aynı maksatla bir toplantı yapsalar ve gazetelerle bu haberi yaysalar, sayın Kurutluoğlu “aferin iyi yapmışsınız” diye onların bu hareketlerini takdir mi eder?

Kanunlarımız, sade hudutlarımız içinde mer’idir; denemez.

Çünkü bu politik toplantıyı yapan şahıslar da, Türk kanunlarına tabi birer memurdurlar.

Vatandaşlar arasında eşitlik temin edileceğine dair daha dün söylenen vaatler ne oldu?

Dışişleri Bakanımız, hükûmet programını okumadan mı imza etti? Yoksa, okuduklarını çabucak unuttu mu?


SON HAVADİS’TE AYNI GÜN ÜÇ KOLDAN HÜCUM

Son Havadis, Mümtaz Faik Fenik, 31 Temmuz 1962.

14 ler tek tek oldular!

Biz 14 ler, tesanüt halindeyiz! Hepimiz müşterek hareket edeceğiz! Yakında konuşacağımız günler gelecek! Gibi şatafatlı demeçlerin üzerinden hemen hemen 10 gün geçmedi ki, tesanüdün yankısı Brükselden aksetti!.. Meğer, bu zevatın her biri bir tarafa çekermiş! Siyasî meselelerde her biri değişik kanaat beslermiş’ Müşterek oldukları tek nokta, hepsinin ayrı ayrı kuracakları, dernek midir, parti midir, yoksa bir başka siyasî topluluk mudur, ona lider olmak arzusundan başka bir şey değilmiş!..

Nitekim Brükselde bir pansiyonda toplandılar… Uzun uzun konuştular… Ve nihayet işte 14 ler diye anılan mânevî ve belki de maddî birliği dağıtmaktan ve herkesin kendi başına ferdî hareket etmesini tespit etmekten başka bir şey yapmadılar…

Tokyoda bulunan bir müşavir mesafenin uzaklığı dolayısiyle veyahut herhangi bir sebeple gelemediği için Brüksel toplantısına 13 kişi iştirak etmişti. Herhalde bu neticenin alınmasında 13 rakkamının önemli bir tesiri olmasa gerektir. Çünkü gelen haberlerden anlaşıldığına göre, krizantemler diyarındaki müşavirin de diğerleri ile aynı fikir ve kanaatte olduğu anlaşılmaktadır.

Bu hikâye de, işte böylece belki, nihayet bulmuştur. Veyahut öyle gösterilmiştir. Bekliyelim…

Şimdiki halde öyle görünüyor ki, geçenlerde iznini kullanmak üzere Türkiyeye gelen iki müşavir, burada edindikleri intibaları Brükselde toplanan arkadaşlarına iyice izah etmişlerdir. Artık memleket idaresinin dışarından müdahalelerle bir politika macerasına sürüklenemiyeceğini ve hele vaktiyle Jöntürklerin yaptığı gibi, dış memleketlerden bu işleri yürütmenin imkânsızlaştığını anlatmışlardır. Hele kapısının önünde son model Mercedes’lerin beklediği bir toplantıda verilecek kararla, Türkiyedeki alın teri ile ekmeklerini kıran işçileri böylesine bir sosyalist parti içinde toplanmasının kaabil olmadığını nihayet öğrenmişlerdir.

O halde, isteyen bundan sonra tek başına bir parti kurabilir. İsteyen Halk Partisine girebilir. İsteyen müstakil olarak, herhangi bir özel teşebbüse atılıp, bugünkü mes’ut imkânlarını daha da genişletebilir. Ya da herkes, tek başına buyruk olarak istediği sahada şansını demeyebilir. Onlar hesabına, aklın, mantığın gösterdiği yol da bu olsa gerektir.

Ama gelecek günlerin hâdiseleri bu gösterilmek istenen şekilde mi inkişaf edecek?

Bu şimdilik meçhulümüzdür.

Yalnız bizim henüz anlayamadığımız bir iki nokta var ki, üzerinde birkaç satırla da olsa, durmayı uygun görüyoruz.

Bu noktalardan bir tanesi 14 ler birliğinin dağılışı hakkında neşredilen tebliğden sonra yapılan demeçlerdir. Bu demeçlerde 14 ler, kendilerini bu memlekete ve bu vatana adamış kimselere olarak umumî efkâra yeniden takdim etmişlerdir. Vücudunu memlekete adamak büyük bir sözdür. Fakat iki seneye yakın bir zamandan beri, hariçte hemen hemen hiçbir iş yapmadan ayda 1000 - 1200 dolar, yani bizim paramızla aşağı yukarı 15 – 20 bin lira bir maaş alarak gezip tozduktan sonra, bunu iftiharla söylemek, muazzam bir feragat de sayılmaz. Maazallah bu memlekette, bir tehlike olsa herkes, hattâ bir lokma bir hırka ile kifafı nefseden her vatandaş, kendisini bu memlekete adar. Zira her Türk, diğeri kadar vatanperverdir. Bu vatanperverlikte kimse kimsenin üzerine geçemez. Kimse, kendisinin diğerlerine göre, imtiyazlı bir mevkide bulunduğunu ileri süremez

Eski 14 lerin, yeni tek teklerin, şahsî değerlerini takdir etmekle beraber, durup dururken ve hele bugün ortada adayacak hiçbir mevzu yokken, bu şekilde konuşmalarını anlamamıza pek imkân yoktur.

İkinci anlayamadığımız ve anlaşamadığımız ve bir türlü künhüne varamadığımız nokta da şudur: Son tebliğleri de ispat etmiştir ki, bu 14 ler memur oldukları halde, bal gibi siyasî toplantılar yapmakta -tâbiri mazur görünüz- hariçten gazel okumaktadırlar…

Bizim Dışişleri Bakanlığımız hâlâ mı bunun farkında değildir? Anlaşılan sayın bakan, ne gazete okumakta, ne de bu hususta olan bitenleri takibe imkân bulmaktadır. Ama bakanlıkta bazı bazı gazete okuyan kimseler vardır. Bakana, şifahen de olsa bir şeyler nakletmişlerdir. Bunun için sayın bakanın umumî efkârı bir an evvel aydınlatmasını bekliyoruz. Acaba nâhak yere mi bekliyoruz?


Son Havadis, Adviye Fenik, 31 Temmuz 1962.

14 Baş!

Kimisi bu ihtilâlin beyniydi. Beş sene çalışmıştı bu beyin!

Kimisi ağzı ve diliydi. Beş sene susmuştu ama, sonunda bir mayıs sabahı, dili çözülmüştü..

Kimisi eliydi, kimisi ayağıydı. Kimisi gözü ve kulağıydı.

Hangisi “Kalp”ti bilemiyoruz?

Görünüşte ayrı ayrı uzuvlardı ama, bir tek vücutta toplanmışlardı bu 14 ler..

Hepsi bu vatanı, hepsi bu milleti seviyorlardı. Hem çoook! Kendilerini ona adamışlardı…

Ne olduysa oldu, bir 13 Kasım sabahı, biraz şaşkın ve fazla üzgün dünyanın dört bir tarafına dağıldılar.

Bir müddet sesleri sedaları çıkmadı ama, işitiyorduk, rahatları beyde yoktu…

Derken günün birinde Pariste basın ataşeliğimizde toplantılar yaptıklarını duyduk, kararlar aldıklarını işittik..
*
Memur muydular, değil miydiler? Bunun dedikodusuna, Hariciye Vekilinden önce kendileri cevap verdiler: “Biz memur değiliz!” dediler.

Ama harcırahlarını, aylıklarını yüksek dövizlerini merkezden almağa devam ediyorlardı. Aylar geçti, bir aralık gazetelerde: “14 ler gelecekler… Geliyorlar… Geldiler..” haberi çıktı.

Ve hakikaten birisi Brükselden, ötekisi İsrailden çıkageldiler..

15 gün Ankara senin, İstanbul benim dolaştılar. Şık elbiseleri, son model Mercedes arabaları vardı. Sağa gittiler, toplandılar, sola gittiler toplandılar.

Onunla temas, bununla memas!

Zira bunlardan biri hem beyin hem ağızdı. Düşünüyor ve konuşuyordu. Hem de neler söylüyordu… Ötekisi göz ve kulaktı. Görüyor ve dinliyordu…
*
Biz gazeteciler kendilerine elimizden gelen kolaylığı gösterdik! Boy boy resimleri de her gün gazetelerimizi süsledi. Ağızlarından ne çıkarsa, kelimesi kelimesine iri iri yazdık.

Sonunda müjdeyi verdiler! “Bekleyin! Son müşterek kararımızı Brüksel toplantısından sonra açıklayacağız. O zaman göreceksiniz, neler olacak, neler… Biz andımızı unutmadık, dediler…

Şimdi duyuyoruz ki dağılmışlar! Bundan sonra teker teker çalışacaklarmış’

Zaten bu beyin, ağız, el ayak, göz, kulak, yürek, ciğer, tek bir vücut olsa da üzerinde 14 baş duracak mıydı?



Son Havadis, Orhan Seyfi Orhon, 31 Temmuz 1962.

14 ler…

Eski Türk tarihinde misaller vardır: Bazı sayılarda bir sihir kuvveti olduğuna inanılır. O sayıdaki topluluklar tekin sayılmaz. İyiliğe de hizmet edebilir, kötülüğe de: Tekkelerde halk arasına yayılmış inanışlarda buna rastgeliriz: Üçler, yediler, kırklar denir. Meselâ: “Padişahlarda dokuz evliya kuvveti varmış!” Yahut: “Kırklara karıştı!” gibi.

Millî Birlik Komitesinden ayrılan 14 lerin sayı ile anılması tekin değildi. Biraz bu inanışı uyandırıyordu. Onlar da kırklar gibi bir şeydi. Onlara karışmak ta kırklara karışmak gibi geliyordu. Yalnız Kırkharamiler de biraz akla gelmek şartiyle.
*
14 lerin dağılmasına sevindim. Bu sihir kuvveti bozuldu. Artık esrarlı kudretlere sahip sayılan bu gençler, siyasî işlerde metafizik bir yol tutmayacaklar, müspet bir istikamette yürüyecekler. Böylece memleketlerine daha faydalı olabileceklerine şüphe yoktur.

Yayınladıkları tebliğde söyledikleri gibi hür bir vatandaş sıfatı ile, mütevaziyane siyasî hayata dönüşlerini tebrik ederim.
*
Bir çok meselelerde bir takım usul ve âdetlerin bulunması sebepsiz değildir. Dervişlikte bile böyledir. Birdenbire posta oturulmaz. Muhiplikten, müritlikten işe başlanır. Tarikata intisap edene önce kibrini kıracak hafif işler gördürülür. Meydan süpürtülür, odun taşıtılır, hizmetkârlık ettirilir. Sonra derece derece yükseltilirdi.
*
14 ler Brükselde birdenbire siyasî hayatın şeyhleri, mürşitleri, kutupları kesilmiş göründüler. Bir ihtilâl komitesi, bir muvakkat hükûmet şeklinde toplandılar. Müzakerelere giriştiler, kararlar almaya kalktılar. Çeşitli komisyonlar kurdular. Gazetelere tebliğler verdiler. Nihai karar gününü açıkladılar. Sonu ne olacak? diye bekliyorduk. İster devrimcilik olsun, ister reformculuk olsun, bu hızlı gidişin sonu pek de hayırlı görünmüyordu.
*
Siyasî hayata girmek için belli şekillerin hikmeti vardır: İlk önce kurucular bir program hazırlarlar. Buna uygun bir isimle parti kurulur. Yeni parti istidadına göre, bu çekirdekten büyümeye, genişlemeye, dalbudak salmaya başlar.

Rağbet görürse genişler. Siyasî faaliyete geçer, şubeler açar, sözcüleri, hatipleri, yazarları, gazetecileri olur. Liderler ortaya çıkar. Seçimlere girilir, iktidara geçilince programını tatbik etme imkânını bulur.

Böyle birdenbire gökten yıldırım düşer gibi hükûmetin başına geçilemez. O zamana gelinceye kadar olgunlaşmak, durgunlaşmak lâzımdır. Sağlamlarla çürükler ayrılır. Türlü türlü tecrübelerden geçilir. Hükûmeti ele alacak bir kıvama gelinir.
*
14 ler de şimdi bu sihirli sayının topluluğu dışında kaldı. Teker teker çalışıp bu işte değerlerini gösterecekler. Artık efsane devri sona erdi. Gerçek hayat başladı. Ne siyasî sürgün olmanın şöhreti, ne gizli politikacılığın cazibesi kaldı. Bundan sonra adları masal kahramanları gibi dilden dile dolaşmayacaktır.
*
İsterlerse herkes gibi onlar da siyasî hayata katılacaklardır. Olayların dalgası içinde gemilerini yürütmeye çalışacaklar, kendilerine çizdikleri rotayı takip edecekler. Selâmet sahiline ulaşabilirlerse, ne âlâ! Tersi de mümkündür: Sonsuz politika ummanında isimleri, cisimleri kaybolabilir de! Biz şimdi hepsine iyi yürekle kenardan mendil sallıyoruz!


Yeni Sabah, Siyavuşgil, 31 Temmuz 1962.

Brüksel’den gelen haber, 14’lerin artık bir topluluk olmaktan çıktığına dair.

Bundan böyle her biri tek başına hareket edecektir.

Bu haber karşısında sevinenler olacak, üzülenler olacak. Bütün ümitlerini askerî bir diktaya bağlamış olanlar üzülecek. Bunların arasında, bilhassa sosyalizmsiz bir dikta rejimini özleyen, varlıklı sözde münevverlerimiz üzüntüden harap olacak.

Buna mukabil, başta Hükûmet olmak üzere, mevcut partilerimiz sevinecek. Damocles’in kılıçlarından biri düştü diye bayram edecek.

Ben, kendi hesabıma, ne üzülüyorum, ne de seviniyorum. Hattâ, öteden beri bildiğim bir hakikati bir kere daha kuyunun karanlığından çırçıplak ortaya çıkmış görmekle hayrete dahi düşmüyorum.

Daha geçenlerde birbirimizden ayrılmadık, toplu olarak yine geleceğiz, demişlerdi. Halbuki Brüksel tebliği, 14’lerin bir topluluk olmadığını ortaya koydu. Onlar da, mevcut partilerimizden farklı değilmiş. Nasıl partilerimiz birbirini tutar fikirlerin etrafında toplanmış, yapıcı bir doktrin partisi değilse, onlar da tesadüfün bir araya getirdiği, fakat birbirine fikir bağlarıyle perçinleyemediği kimselermiş. Bunda şaşılacak ne var?

27 Mayısı takip eden günlerde, silâh arkadaşlığına eklenen rey arkadaşlığı ve nihayet 13 Kasım’daki sürgün arkadaşlığı, siyasî hazırlığı olmayan, olsa dahi türlü sebeplerle eksik kalan küçücük bir topluluğu bile yapıcı bir fikir mihveri etrafında toplamağa yetmiyor.

İnsanlar, memnuniyetsizlik göstermek, tenkid etmek, nihayet ayaklanıp rejimler devirmekte birbirlerine el veriyorlar, destek oluyorlar, fakat beğenmediklerinin yerine beğenilecek şeyler yapmak, yıktıklarının yerine daha iyisini bina etmek zamanı gelince, o ilk savletteki beraberlik kalmıyor. Çünkü birinci safhadaki hedef, çabuk varılır ve çabuk vurulur apaçık bir hedef, halbuki ikinci merhalenin gayesi, Kaf dağının arkasında! Oraya yönelmek için iyi niyet ve kahramanlık kâfi değil, dünyayı ve memleketi bilmek lâzım, dünyanın ve memleketin geçtiği merhaleleri bilmek lâzım, dünyada ve memlekette denenmiş hamleleri bilmek lâzım, yaratıcı kuvvetlerin neler ve nerelerde olduğunu bilmek lâzım ve nihayet, biz bize benzeriz palavrasının dışında, dünyaca denenip iyi netice vermiş bir yolu tutmasını bilmek lâzımdı. Bunları öğrenmek de üç beş yıla sığmazdı. Bilhassa göreneklerin, alışkanlıkların ve peşin hükümlerin dar kalıplariyle kolay kolay bağdaşamayacak bir yetişme yolundan geçip gelme lâzımdı.

İşte bu şartlar mevcut olmadığı için, 14’lerin vazıh ve dört başı mamur bir doktrin etrafında saf bağlamış bir parti topluluğu kurmaları beklenemezdi. Nitekim yapamadılar ve dağıldılar.

Sözcüleri bu dağılmayı güzel sözlerin edebiyatı içinde mazur göstermeğe çalışıyor. Keşke edebiyatın sihrine fazla bel bağlamamış, kuru mantığa ve şiir karışmamış akla dayanan fikirlerin yapıcılığına inanmış olsalardı! O zaman mutlaka bir doktrinde karar kılarlar ve onun ışığı altında aydınlanan bir yolda el ele beraber yürürlerdi.

Bu misal de göstermiş bulunuyor ki, yıkmakta ve devirmekte kurulan beraberlik, yapmakta ve bina etmekte aynı kolaylıkla kurulamıyor. Halbuki bizim şimdi her şeyden evvel yapıcılığa ihtiyacımız var. Onun da başlangıcı, hislerin coşkunluğu değil, fikirlerin duruluğu olsa gerek.

Bu netice, fikir dağarcığını tıka basa doldurmadan yola çıkacaklara ibret dersi olur, sanırım.


Yeni Gün, Faik Suad, 31 Temmuz 1962.

Geçmiş Olsun!

Bu köşede her vesile ile yazdık, 14’ler adı zaman zaman piyasaya sürüldükçe yazdık; bu 14 emekli subay arasında gerçekten yüreği bu memleketin mutluluğu için yanan değerli memleket evlâtları var dedik.. Ve gene yazdık çok defalar; bu 14’ler arasında öyleleri var ki; yıllanmış kinlerinin, zapdedilmez ihtiraslarının ve ham hayallerinin dar çerçevesinden öteye hiç bir gerçeği göremeyenler; kendi başlarıyla birlikte kendilerine şu veya bu sebeple bağlanmış olanların da başlarına tarifsiz dertlere sokacaklardır, dedik…

Biz, yalnız bir noktada tahmin hatasına düştük: 14’leri hissî bağlar bir arada tutuyor, bir kader birliği ile yurt dışında kalmış olmanın psikolojik zorunluğu ile birbirlerine sım sıkı tutunuyorlar. Yurda dönsünler ve dönüşlerinin haftasında her biri başka hava çalacak ve 14 adet lider adayı çıkacak ortaya, demiştik..

İşte bu noktada yanıldık; daha yurda dönmeden ve bir masanın etrafına toplanıp ciddî bir karar almak icabettiği anda, çizdiğimiz tablo ortaya çıkıverdi!..

Bir bakıma değil, çok bakımdan hayırlı oldu: Brüksel toplantısının tam bir dağılma ile, 14’lerin 14 adet parçaya ayrılmaları ile son bulması, her şeyden önce bunların arasında bulunan 5-6 değerli memleket çocuğunun doludizgin bir siyasî maceraya atılıp üç günde harcanıverme tehlikesini bertaraf etmiştir. 14’ler için yurt içinde kurulan ihtiras tuzaklarının azgın iştihaları da yarıda kalmıştır. Aşırı solun tahrikçi tuzaklarından tutunuz, aşırı sağın ırkçı tuzaklarına kadar, hep 14’leri yutmak için bekleşiyorlardı…

Daha iki hafta önce 14’lerden ikisinin, Kabibay ve Baykal’ın zemin yoklamak için yurda gelişleri, sözünü ettiğimiz tuzaklardan birkaçının foyasını açığa vurmamış mıydı? Hangi tezgâhlarda ne renk dokudukları ve ipliklerinin ilmeklerini hangi hesapların çengeline iliştirdikleri anlaşılamayan bazı gazeteler, 14’leri her gün manşetlerle şişirmiyorlar mıydı?.. 22 Şubatçılarla 13 Kasım Komitesinin Tabiî Senatörlerinden bazıları 14’leri aralarına alıvermemişler miydi?.. Hattâ Eminsu’ların dahi ince hesap meraklıları 14’lere yaklaşma yolu aramadılar mı?..

Şimdi düşününüz, 14’ler yurda dönünce bütün bu zıt kutuplarla el ele verecekler ve bir siyasî parti kurup umumî efkârın huzuruna çıkacaklar!..

Bir yanda Türkeş ve Tevetoğlu – Evliyaoğlu kafadarlar; öte yanda emekçi sosyalistler! Bir yanda Eminsu’lar; öte yanda <<beni 15 inci sayın>> diyen Tabiî Senatörler!.. Bir yanda 22 Şubatçılar; öte yanda gene Yeni İstanbulcular!..

Ve bütün bunlar hep 14’ler mihveri etrafında toplanacaklar, hem parti kuracaklar ve bir program yapıp ortaya çıkacaklar!..

Geçmiş olsun!.. Millete geçmiş olsun, 14’lere geçmiş olsun, Eminsu’lara, Tabiî’lere ve topuna birden geçmiş olsun!..


Zafer, Fatin Fuad, 1 Ağustos 1962.

Bayram değil, seyran değil!..

Brüksel’de, birkaç gün süren toplantıdan sonra dağılan ondörtler, politik mücadeleye ferden devam edeceklerini bildirmişlerdir. Bu hususta neşredilen tebliğ, siyasî bir toplantının, yine siyasî olan bir neticesidir.

Artık dev aynası kırılmış, bugüne kadar onları sadece bu aynada seyredip ürküntüler içinde uykuları kaçan devlet adamlarımız, yakalarını nihayet devamlı bir kâbustan kurtarmışlardır. Ondörtler gelecek, ondörtler geliyor, denildiği zaman ve her 14 rakamının kullanılışında, gizlenmek için fare deliği arar olan muhterem ve mübeccel ebedî senatörlerimiz, ilk defa rahat uyku uyumuşlar olsa gerektir. Fakat bu zevat bir dereceye kadar mâzur görülebilir. Çünkü, ondörtlere tam bir birlik halinde memlekete dönüp, bir de siyasî imkâna kavuşmak müyesser olsaydı, mısırların herkesten evvel ebedî senatörlerin ensesinde patlatılacağı muhakkaktı.

Asıl anlıyamadığım, bir türlü akıl erdiremediğim Hariciye Vekilinin durumudur. Kendisini mesleğinde elhâk nâdir bir kabiliyet olarak tanıdığım ve şimdiye kadar iç politikanın çamuruna değil, zifosuna bile mâruz kalmamış Feridun Cemal bey, neden mantığını kaybedecek derecede endişeye kapılmıştır?.. Nitekim, kendisinin, geçenlerde bir gazetede çıkan beyanı, okuyanlarda gülücükler meydana getirecek kadar çocuksudur.

Ondörtler mevzuunda Vekil bey kaşlarını çatarak şöyle demiştir:

<<Bakanlığım, memurların siyasetle iştigâllerini tasvip edemez. Böyle bir fiil sabit olduğu takdirde, memurin kanunu hükümleri tatbik olunur.>>

Demek ki, Feridun Cemal Bey, ondörtlerin siyasetle iştigal etmekte olduklarının farkında değildir.

İnsaf edilsin! Ondörtler yurd dışına çıktıkları andan itibaren siyasetin daniskasını yapmaktadırlar da, gazetelere verdikleri beyanlarla, yazdıkları mektuplarla, Hükûmetin tutumuna bile müdahale etmektedirler de, kâh grup grup, kâh toplu olarak içtima ederler de, hattâ açıkça, <<biz siyasete atılmıyoruz, bilfiil siyasetin içindeyiz>> derler de, Hariciye Vekili hâlâ bir sübut delili bulmaktan bahsederse, bu en hafif tâbiriyle yakışmaz, ayıp olur. Her şey bir tarafa sadece şu son Brüksel toplantısı, Hariciyemizce bir edebî sohbet ve münazara olarak mı kabul edilmektedir?

Kaldı ki, ondörtlerin tecziyesi için ne efkârı umumiyede, ne matbuatda en küçük bir baskı da mevcut olmadığına göre, bir Hariciye Vekilinin kalkıp, bir bakıma soğukkanlılıkla, bir bakıma da şaşkınlık ve tam bir mantık münzeviliği ve perişanlığı içinde, <<Böyle bir fiil sabit olursa!.....>> demesini anlıyabilmek doğrusu mümkün değildir.

Vurulamıyan eli mutlaka öpmek de icabetmez. Ürkek olmıyan bir zekâ, sahibinin kılına hâlel getirmeden görmezlikten gelerek geçer ve gider. İşte Hariciye Vekili bunu yapamamış olmakla ve durup dururken konuşmakla, hem şahsiyetini, hem de makamını müşkül mevkide bırakmıştır.

Şimdi ne olacaktır?.. Brüksel toplantısı bir siyasî içtima olarak kabul edilmeyecek; hattâ bu toplantının tebliği, bazı yüreklere su serptiği için edebî bir nesir denemesi mi telâkki olunacaktır?

Artık iki şıkkın da tahakkuku mümkündür. Dev aynası kırılıp dağıldığı için, uyku ilâçlarını karaborsaya düşüren korku ve endişeler zail olmuştur. Hariciyeden, dolayısiyle Hükûmetten sert ve diş gıcırtıcı hareketler beklenebilir.

Yahut, kâbuslardan kurtulup uyanmanın sevinç ve müjdesiyle, memurin kanununa karşı işlenmiş olan suç yüksek rütbeli idarecilerimiz tarafından bağışlanabilir.

Fakat, hangi cepheden bakarsanız bakınız, günün ileri gelenleri, ondörtlere karşı şimdiye kadar süregelen tutumlarından dolayı nereye gitseler bakışlarını vatandaşın mânidar tebessümünden kaçıramıyacaklardır.


Resimli Posta, 1 Ağustos 1962.

Ondörtler Ayrı Ayrı İki Grup Halinde Birleşiyorlar [Tam sayfa manşet]
Liderler Türkeş ve O. Erkanlı. Brüksel’deki toplantıdan sonra, kendi gruplarını fesheden 14 ler topluluğu, bu defa 9 lar ve 5 ler olmak üzere iki ayrı grup halinde yeniden birleşmektedirler.


Tasvir, 1 Ağustos 1962, Sayı 1.

14’ler hakkında Eminsu’ya mensup subaylardan emekli Kurmay Albay Sabahattin Olguntürk <<Ben onların samimiyetine inanmıyorum. Bu yaptıklarının da bir taktik olduğunu zannediyorum.>> demiştir.

Emekli Albay Olguntürk özetle şunları söylemiştir: <<Ben, 14’lerin samimiyetlerine inanmıyorum. Bir taraftan sosyal adalet fikrini savunurlarken, diğer taraftan kendilerine maaş adı altında verilen dolarları rahatlıkla kabul ediyorlar. Bugün memlekette bu kadar işsiz, aç varken onların yövmiye 330 lira almaya hakları yoktur, sanırım. Şimdi bir kıyaslama yapacak olursak 14’lerin hergün aldıkları paralarla memlekette ne işler yapılacağını ortaya koyabiliriz.

Memleketimizde bugün işçinin yövmiyesi 10 liradır. 14’lerden her biri günde 330 lira aldığına göre bu para ile 33 işçi çalıştırılır. Yurt dışında 14 tane emekli subay olduğuna göre bu hesapla çalıştırılacak işçi sayısı 462 ye çıkar.

Onların asıl gayesi yurda dönmek değildir. Asla bunu istemiyorlar. Kendilerini bir kudret olarak gösterip geldiklerinde memlekette karışıklık çıkaracaklarmış gibi davranıp kendilerini yurt dışında tutturuyorlar. Dolarları alıp rahatlarına bakıyorlar. Asla yurda dönmek istemiyorlar. Fakat inandığım bir nokta varsa o da bunların yurt dışında hergün fırsat kolladıklarıdır. Ama onların beklediği bu fırsat asla gerçekleşmeyecektir.>>


Zafer, Başyazı, Fatin Fuad, 2 Ağustos 1962.

Birleşmediler ki dağılmış olsunlar…

Ondörtlerin dağıtıldığı haberi, esasen mukadder bir netice olarak, pek öyle hayret edilecek bir keyfiyet değildir. Bu eşhasın, asıl bugüne kadar nasıl olup da birlik ve beraberlik içindelermiş gibi görünebildiklerine şaşmak lâzım gelir. Ondörtler içinde ortanın solunda olanlar olduğu gibi sağında da olanlar vardır. Aralarında her şeye rağmen eski devire düşman kesilmiyenler mevcuttur. Buna mukabil, bazı Halk Partililerin de çok ötesinde, kin ve intikam (!) duygulariyle gözünü kan bürümüşler de yok değildir. Meselâ Orhan Erkanlı ismindeki emeklinin, bundan bir müddet evvel Halk Partisi’ne yakınlığı ile tanınan bir derginin Yazı İşleri Müdürüne gönderdiği mektup, ondörtlerden biri olan bu zatı mizaç ve meşrep bakımından tam mânâsiyle üryan kılmaktadır. Erkanlı, bu mektubunda, Milletin büyük ekseriyetine karşı duymakta olduğu kanlı nefreti en küçük bir kelâm edebine bile lüzum hissetmeden açığa vurmaktadır. Uzağa gitmeye hacet yok, son zamanlarda Milliyet gazetesinde çıkan seri hikâyesi de, teşhisimizdeki isabet için kâfi bir delil mahiyetindedir.

Diğer taraftan Alparslan Türkeş ise Yeni İstanbul gazetesine verdiği ve neşri nedense yarım kalan hâtıratında kader birliği ettiği; siyasî nesebi gayrı sahih Erkanlı’nın tam zıddı bir zihniyet taşıdığını ortaya koymuştur.

Bu iki kutbun, daha pek çok kutuplarla bir arada kaynaşır göründüğü ondörtleri temsilen geçenlerde memlekete gelen Kabibay da, gazetelere beyanat vermek için en küçük bir fırsatı fevtetmemiş, fakat bu nevzuhur ve mağşuş topluluğun fikir istikametini vuzuha kavuşturacak yerde, keçi boynuzu kıvamındaki ifadelerle yetinmeyi uygun görmüştür.

Hiç değilse ve en azından ondört tezadı toslaştıran bu ondört kişinin, bir de kalkıp son güne kadar <<Aramızda hiç bir fikir ayrılığı yoktur. Tam bir ittifak halindeyiz.>> demesi, esasen gülünç olmakta idi. Aradaki tam ittifak, sadece dağılmalarına müncer olan karar üzerinde tezahür edebilmiş, onlara bundan gayri bir fayda getirememiştir.

Filhakika Orhan Erkanlı ile Alparslan Türkeş’in kol kola görünüşü anlaşılmaz, içinden çıkılmaz bir renk ve çizgi herc-ü mercinden ibaret ve her göreni yadırgatacak abstre bir tabloya, rahat rahat benzetilebilir. Politika; klâsik idrâk ve iz’anın hudutları içinde seyyâl, fakat bu hudutların ötesinde meflûç bir meslek olduğuna göre, sağlı sollu, eskili yenili kıvranışların aynı fânus içinde birbirini yemeden bağdaşabilmesini ummak için hayâlperst olmak bile kâfi değildir.

Ondörtler, dağılmalarına müncer olan Brüksel toplantısında bir de tebliğ neşretmişlerdir. Bu tebliğdeki vatan, millet, memleket edebiyatı; duyula duyula kulakları tahriş eden cinstendir ve bu edebiyatı, hakikî sebep olarak hazmedecek hiçbir aklı selim artık mevcut değildir. Kötü bir terzi elinden hem de alelacele çıkmış böyle bir kılıfı çektiğimiz anda hakikî çehre ortaya çıkacaktır. Bu çehrede, saçları tırnak, gözleri parmak, burnu yumruk, dudağı avuç, kulağı ayak bir hilkat garibesine aittir. Ve sağlı sollu, önlü arkalı, gerili ilerili, eskili yenili karmakarışık bir nakıs teşekkülü plânlaştırdığı için de ancak birbuçuk sene yaşayabilmiştir.

Allah hepsinin taksiratını affetsin!.


Son Havadis, Mümtaz Faik Fenik, 2 Ağustos 1962.

Birlik Sun’î idi Dağılması Tabiîdir!

Brükselde toplanan 14 lerin uzun tartışmalardan sonra kendi aralarındaki birliği feshe karar vermeleri türlü tefsirlere yol açmıştır. Herhalde bunlar bir anlaşmazlığı tespit etmek ve bunu bir tebliğle umumî efkâra bildirmek için, türlü zahmetler ve masraflar ihtiyar ederek, bu toplantıyı tertiplememişlerdir. Kaldı ki, senelik izinlerinden faydalanıp Türkiyeye gelen, çeşitli temaslar yapan, gazetecileri ziyaret eden iki müşavir de buradan ayrılırken, 14 lerin tam tesanüt içinde bulunduklarını, ileride bunun neticelerinin görüleceğini her yerde iftiharla söylemişler ve yürekleri itimatla dolu olarak Brüksel yolunu tutmuşlardır. Fakat netice umdukları gibi çıkmamıştır. Tartışmalar heyecanlı şekilde sabahlara kadar sürmüş, en sonunda her birinin artık münferit hareket edeceği, birliğin ortada kalmadığı ilân olunmuştur.

Acaba bu tebliğ, ileride yapılacak teşebbüsleri peçelemek, bir takım kimselerin kuşkularını zihinlerden silmek için bir taktik midir? Yoksa gerçekten herkes ayrı ayrı lider olmak sevdasına düşmüş de ihtilâf ondan mı çıkmıştır.

Bir defa daha işaret ettiğimiz gibi, ikinci şıkkın varit olması daha çok ihtimal dahilindedir. Çünkü bu işin bir de evveliyatı vardır:

Hatırlarda olduğu üzere ilk ihtilâf bir buçuk yıl evvel MBK nin bünyesinde çıkmış, bugün 14 ler diye anılanlar, komitede kendi hâkimiyetlerini tesise kalkmışlardır, fakat başarı elde edememişler, nihayet mukadder âkıbet gelip çatmıştır. Bu eski MBK nin 14 üyesi eski komite arkadaşları tarafından âdeta tevkif edilerek, mecburen dış vazifelere tâyin edilmişler, hava meydanlarında dahi nezaret altında tutularak iki sene için memleketten uzaklaştırılmışlardır. O zaman radyolarda neşredilen tebliğler ve demeçlerdeki ağır isnatlar hatırlanacak olursa ihtilâfın ne kadar derin olduğu ve nasıl “sensin, benim!” kavgasından çıktığı zihinlerde daha sarih yerleşmiş olur.

Demek ki komite içinde bir anlaşmazlık olmasaydı ve bu derece sert çekişmeler meydana gelmeseydi, 14 lerden her biri bugün temelli senatör olarak memlekette kalacaklardı. Eğer farzımuhal yine bu 14 ler o sıralarda kuvvete sahip olup da diğer 23 üyeye galebe çalsalardı, bu defa 14 ler yerine bir 23 ler meselesi ortaya çıkacaktı! Bu takdirde onlar da berikiler gibi müşavir olarak bol döviz ve maaşla dış memleketlere gönderilir miydi, gönderilmez miydi? Veyahut haklarında başka ne gibi bir tedbir alınırdı? Bu nokta üzerinde herhangi bir mütalâa ve tahmin yürütmek elbette imkânsızdır.

O halde 14 ler, bünye itibariyle herhangi bir siyasî teşekkül olmaktan ziyade, bir küskünler ve ihtilâfçılar topluluğudur. Memleket meseleleri hakkında muayyen ve müşterek bir fikir sahibi olmaktan değil, uğradıkları darbe yüzünden birbirleri ile birleşmişler ve istikbale ait bir takım projeler kurmak zaruretini duymuşlardır. Fakat bu arada da eskiden nasıl MBK içinde parçalanmışlarsa, şimdi de kendi aralarında belki beşler ve dokuzlar diye dağılmışlar ve en sonunda ferdî hareket etmek kararına vararak bilinen neticeye ulaşmışlardır.

Bir parti kurmak ve hele bir parti tesanüdü içinde çalışmak için esasen tabiatları müsait değildir. Kaldı ki, sosyalist, nasyonalist ve hattâ koyu nasyonalist, İnönist, anti-komünist zihniyetlere sahip insanların bir tek siyasî potanın kalıbı içinde aynı fikir şeklini alması da imkânsızdır. Bu sun’î bir şekilde tahakkuk etmiş olsa bile, bir parti 14 kişiden terekküp etmez. Başarı için teşkilât kurmak, onbinlerce, yüzbinlerce ve hattâ milyonlarca üyeye sahip olmak lâzımdır. O nerede?

Brükselde bir karara varılmış olsa bile, Türkiyede liderliği yürütmek de kolay bir iş değildir. Bugün Halk Partisinin dahi bu yüzden en büyük sıkıntılar içinde bulunduğu meydandadır.

Bu itibarla 14 ler esasen sun’î bir şekilde kurulmuş olan birliği dağıtmakla ve ferdî hareket etmek kararını almakla mizaçlarına uygun hareket etmişlerdir. Şansı herhangi bir parti içinde denemek yeni ve âkıbeti meçhul bir partinin dağdağası ile uğraşmaktan ve neticede de hüsrana uğramaktan herhalde çok daha tedbirli bir iştir.


Yeni İstanbul, 3 Ağustos 1962.

9’lardan bazıları CHP’ye girecek

Erkanlı ve Kabibay’a CHP bazı mevkiler vadetmiş! 14’leri parçalayan bu teklifi Alparslan Türkeş ve Talât Aydemir derhal reddettiler.

Ankara’da iyi haber alan çevrelerde ısrarla söylendiğine göre, Bruxelles toplantıları sırasında 14’ler arasında fikir ayrılıkları çıkmasının asıl sebebi, 22 Şubatçılardan Dündar Seyhan ile CHP ileri gelenlerinden Orhan Öztrak arasında yapılan bir konuşmadır. Belçika Başkentinde 14’lerin toplantıları devam ederken, CHP liler Orhan Öztrak vasıtasiyle, eski ihtilâlcileri CHP’ye girmeğe dâvet etmişler ve bu tahakkuk ettiği takdirde, kendilerine önemli bazı mevkilerde vazife verileceğini vaad etmişlerdir.

Dündar Seyhan bu teklifi, Bruxelles toplantıları devam ederken Orhan Kabibay’a da bildirmiş, Kabibay ve Yassıada duruşmalarının meşhur ve sert organizatörü Orhan Erkanlı da 12 arkadaşına bu mevzuu açmıştır. CHP çevrelerinden gelen teklif, başta Alparslan Türkeş olmak üzere 14’lerden bir kısmını sinirlendirmiş ve bunlar hiçbir şekilde böyle bir teklifi kabul edemiyeceklerini, her zaman CHP’nin karşısında olarak siyasî mücadeleye devam kararında olduklarını belirtmişler, teklifi müzakereye dahi koydurmamışlardır. İşte bundan sonradır ki 14’lerin ferden harekete karar verdiklerini belirten tebliğ yayınlanmıştır.

Ankara siyasî çevreleri, Dündar Seyhan’ın böyle bir teklifte aracılık vazifesini üzerine almasının 22 Şubat hareketinin lideri Talât Aydemir tarafından da tasvib edilmediğini belirtmektedirler. Bu çevrelere göre Talât Aydemir de, CHP kadrosu içinde veya ona paralel olarak bir faaliyet gösterilmesine ısrarla muarız bulunmaktadır.


Tasvir, Hatice Süreyya, 3 Ağustos 1962.

Ondörtlerin muhasebesi

Gazetemizin çıktığı tarihlerden az önceye rastladığı için 14’lerin Brüksel’de tantana ile buluştuktan sonra birbirlerini boşamaları hâdisesini zamanında ele alamadık. Sıcağı sıcağına olmasa bile, ilgi ile kotarmağa değer konudur doğrusu.

Bu boşanma neden olmuştur?

Acaba herbiri, gittiği memlekette ayrı ayrı tesirler altında kalıp ayrı ayrı eğilimlere mi uğradı?

Acaba Hariciye ağır bastı, maaşlı memurluklarını onlara kabul ettirdi de mi?

E, ecnebi memlekette bol dövizle yan gelmek fena kaçmıyor, filân falan? Regula bozulmasın gibilerden bencilce bir kaygu mu?

Acaba, bâzı gazetelerin iddia ettikleri gibi, 14’ler ikiye bölünüp Türkeş’in liderliğinde 5’ler ve Kabibay’ın liderliğinde 9’lar haline mi gelmişler?

Yoksa acaba içlerinden ikisi Türkiye’deyken ve sağa sola politik selâmlar sarkıtırken başbaşa verdikleri Talât Aydemir tevkif ediliverdi de mi?.. Bileklerine kelepçe bile vurulayazdı. Göz dağı mı oldu? O intibaın tesiri mi? Ve bu mânidar olayın düşündürücü sonucu: <<Demek yüksek kademeler ile orduya hierarşi hâkim? Bazılarının umduğu gibi şu veya bu hizipler hükmedemiyecek? Belirli rütbedeki taraftarlar budaktan gözlerini esirgemeyip de 14’lere buyur ederler umultusu nafile…>> Belki de ayrıca zat işlerinin tedbirleri 14’lerin engin hayâllerine perde çekmiştir… Belki…

Yoksa? Yoksa bir kurmayca strateji ve taktik midir 14’lerinki? Gözler yarı kapalı, tavşan uykusunda fırsat bekliyecekler?

Merak edilir, doğrusu:

Bu boşanma nedendir? 14’ler niçin müşterek hareket etmeyip her biri kişisel yönlerine bildiği, dilediği gibi gidecekmiş?

Bence sebep şudur:

27 Mayıs İnkılâbı sırasında Türk Ordusunun müşterek hareket etmesi, milletimizin büyük bir tabii eseridir. Bir koca sahra kadar upuzun, gepgeniş tarihte; askerî ihtilâllerin, orduları general general bölüp çarpıştırmadığı askerî ayaklanmalar vak’alar kadar seyrektir. Bereket versin neslimizin bahtına o çölde böyle bir vâha rastlamıştır da oluk oluk kardeş kanı dökülmemiştir. Bunda Türk milletinin vatanseverliği ve sağduyusu başlıca rolü oynamıştır.

Fakat elbette bu müstesna Millî Birlik devrini umumî kaide kabul etmemeli. Bu, istisnanın istisnası bir tarihî hâdiseydi. Nitekim akabinde, değil Millî birliğin, hattâ Komitesinin bile parçalandığını gördük. Hem de ne mene bir parçalanış. 14’ler uzaklaştırıldı; malûm istifalar oldu; daha da anlaşmazlıklar çıktı; ve ordunun güdümü hiyerarşiye geçti, 14’ler de işte boşandılar!

Bu tablo, 27 Mayıs askerî hareketinin tarih içinde nasıl müstesna bir hâdise olarak cereyan ettiğini isbat eder. Dünyanın dört bir köşesine dağılan 14’ler de, her yerin ahvalini görerekten, ayrı ayrı diyarlarda birbirlerinden ayrı neler neler öğrenerekten, basiret sahibi olmuşlardır.

Umulur ki, 27 Mayıs’ın istisnaî karakteri onlarca da kat’iyyetle malûm olmuştur.

Milletin ordusuna siyaset karıştırmanın nasıl felâket üstüne felâket getireceği diğer milletlerin örneklerinden bellenmiştir. Ve Brüksel’de başbaşa verdikleri sırada vatanperverane fikirler herşeye, herşeye, her ihtimale galebe çalmıştır: <<Bu yol yol değildir. Eski meslekdaşlarımızın sırf meslekleriyle uğraşmalarına mâni olmayalım. Dağılalım!>> kararını vermişlerdir.

Zaten başka türlüsü ne vatanın, ne kendilerinin menfaatine uyardı.

Hüsn-ü tefsir budur.

Samimiyet dereceleri ilerde anlaşılır.


Zafer, Fatin Fuad, 4 Ağustos 1962.

Gürsel’in ideali

Şu ondörtlerden son günlerde bu kadar çok bahsediliş bir bakıma yadırganmıyacak bir şey değildir. Mevcudiyetlerinden milletin tesadüfen haberdar olduğu bu on dört kişinin, bir araya gelip yeni bir cenah manzarasına kavuşmalarını da; herhangi bir fikir veya gaye iştirâkine değil, yine tesadüflere bağlamak doğru olur.

İşte bu sebepledir ki, her biri ayrı marka ve ayrı renk birer sabun köpüğünün veznine müsavi bir fikir hamulesine sahip bu eşhas, hiçbir zaman günler ve günlerce üzerinde durulacak bir değer kıvamında mütalâa edilemez. Buna rağmen, ondörtler, memleket bünyesindeki çok çeşitli ve çok cepheli sancılardan hiç değilse, bir tanesini teşhise kavuşturmak gibi oldukça faydalı bir hizmet de görmemiş sayılamazlar.

İçlerinde aşırı sağcılığa merak saranlar vardır. Anarşist sosyalizme özenenler vardır. Mutediller vardır. Eski devrin sempatizanları olduğu gibi, o devre ifrat derecesinde antipati besliyenler de vardır. Ve işte böylesine bir tezatlar curcunası iki seneye yakın bir zamandan beri bir fikir birliği ve kuvvet iştirâki halinde ortada dolaşır olmuştur, bu mühim değildir de, asıl dağıldıkları ve zerrelere ayrıldıkları âna kadar bu zorlama cepheye karşı dudak bükecek bir tek şahıs bile çıkmamış, her şeyde olduğu gibi bunda da zevahir hakikate müreccah bulunmuştur.

Aslında, kaytan bıyık bırakmakla kendisini Clark Gable sanan gençteki saffet ne ise, ona o gözle bakandaki saffetin, daha doğrusu belâhatın derecesi de aynıdır..

Ondörtler işte bunu ortaya koymak, ışığa kavuşturmakla hakikaten hizmet görmüşlerdir. Cemiyetimizde değer ölçüsü ve yakıştırma cömertliği bu olunca, türedi şöhretler de sahte fikirler halinde, ömürleri kısa bile olsa, ateş böcekleri gibi yanıp sönecek ve bu surette ilelebet bünyeyi sancılandırmakta devam edecektir.

Bu zevât, bu derece vezinsiz olduğu halde, milleti uzun müddet kendileriyle meşgul ettirmenin, hattâ ekseriye endişeye düşürmenin yolunu bulmakla, ancak zekâdan mahrum olmadıklarını gösterebilmişlerdir. Fakat yine de kabul etmek lâzımgelir ki, hâlâ ve hâlâ cin ve peri hikâyelerinden tevahhuş eden bir cemiyete, esrarengiz görünmek için pek de büyük bir zekâya lüzum olmasa gerektir.

Meselâ, ondörtlerin ileri gelenlerinden Orhan Kabibay’ın, aralarında hiç değilse bir nokta üzerinde iştirâk bulunduğunu ortaya koymak için verdiği beyanat, kolay hazmolunacak veya hazmolunmasa bile bir zekâ çalımı içinde kabul edilebilecek bir kıvamda mıdır?..

Nitekim Kabibay, <<Gürsel ile idealimiz aynıdır.>> demiştir. Madem ki Gürsel ile idealleri aynıdır, o halde ondörtler arasında da hiçbir ayrılık ve gayrılık yoktur. Kabibay işte böyle demek istemiştir de, buna karşı bir tek istihza sayhası yükselmiş midir?..

Filhakika, Gürsel’le aynı ideali taşımak için ideal sahibi olmaya gerek yoktur. Gürsel, samimî bir vatanperverdir. Herhangi bir doktrin veya cemiyet nizamı üzerinde kafa yormadan, memleketin saadetine duacı, iyi kalbli bir kişidir. Memleketin kurtuluşunu çalışmak ve çok çalışmak gibi basit bir felsefeye bağlamış ve bunu kâfi görmüştür. Çok çalışmayı mümkün kılacak sebepler ve sistemler onun meçhulüdür. Bu eğer bir idealse, ona iştirak için cahil veya âlim olmıya, sağda veya solda bulunmıya lüzum yoktur. Gürsel’in temennisi, esasen her vatanperver insan için asıldır.

Demek ki, ondörtler, kendilerini hâlâ iştirâk halinde gösterebilmek ve siyaset enginlerinin çalkantılarından kurtulabilmek için bir kibrit çöpünü bile halâs sefinesi kabul edecek derecede çâresiz ve sadece bizler tarafından balonlaştırılmış insanlarmış.

Bu memleketin dağları oldum olası fare doğurmuştur. Bu mühim değildir de asıl suç ve kabahat o farelere, kehkeşanların yavrusudur gözüyle bakıp ürken bizlerdedir.


Yeni Sabah, Siyavuşgil, 4 Ağustos 1962.

Hepimiz idealistiz!

Sabık 14’lerden biri: “İdealde sayın Gürsel ile aramızda hiçbir ihtilâf yok demiş.

Kimin var ki? İdealde kimin kimle ihtilâfı var ki?

Şu otuz milyonluk halka sorsanız: “İş ister misiniz? İyi yiyip içmek ister misiniz? İhtiyarlığınızda kimseye muhtaç olmamak ister misiniz? Çocuklarınızı iyi yetiştirmek ister misiniz? Hattâ adalet ister misiniz, hürriyet ister misiniz” kim kalkar da: “Hayır istemem” der?

Hattâ, içlerinden en bencil olanına deseniz ki: “Bütün bu nimetler yalnız sizin mi olsun, yoksa başkalarına da pay çıksın mı” hiç adam kalkar da: “Yalnız benim olsun, öbürleri açlığından gebersin” der mi?

Demez elbette. O halde idealde hep biriz, beraberiz.

Zaten dünyanın hiçbir yerinde ideal bahis mevzuu olunca, insanlar arasında pek gürültü çıkmaz. Asıl ideale hangi yoldan varılacağı dâvası mühimdir. İş, o noktaya gelince, manzara değişir.

Kimi kalkar, milletçe refah ve saadete ulaşmanın tek yolu, liberalizmdir der, kimi kalkar, hayır, sosyalizmdir, der, kimi ise, sosyalizmdir, ama milliyetçi olmak şartiyle, buyurur. Hasılı her kafadan bir ses çıkar.

Hadi bunda da anlaşma oldu diyelim. Ama asıl gürültü ondan sonra kopar. Liberalizmi benimseyenler arasında bu sistemi yürütmek bakımından ihtilâflar çıkar. Öbürleri de öyledir. Nazariyeden tatbikata geçme safhasında binbir anlaşmazlık başgösterir. Öyle ki, dün aynı doktrini canla başla savunanalar, realiteye o doktrine uygun bir biçim vermenin zamanı gelince, birbirlerinin can düşmanı olurlar. Bu, böyledir, hep böyle olmuştur, dünyanın bu çeşit cereyanlarını da kaydeden tarihine bir göz atmış olanlar, bilirler bunu.

O halde, sabık 14’lerden birinin hiçbir ihtilâf bulunmadığına dair beyanına hayret etmemek lâzımdır. Çünkü idealde anlaşma kolay olur, asıl güçlük ondan sonra başlar.

Bu hale göre bizde hiçbir anlaşmazlık çıkmaması icabeder, öyle değil mi?

Ne diye çekişiriz, bilmem ki! İdealden bir adım öteye adım attığımız var mı? Yıllar yılı hep idealin göbeğindeyiz. Hepimiz refah istiyoruz, medeniyet istiyoruz, iyilik istiyoruz, dirlik düzenlik istiyoruz. Elimizi sıcak sudan soğuk suya sokmaksızın, dünyanın bütün nimetlerine talibiz. Adeta hamamın göbek taşına uzanmış, uyanık rüya görüyoruz. Bu tatlı, bu nefis, bu leziz gevşeklik içinde, arada bir, afyonu patlamış tiryakiler gibi, silkinerek birbirimize öfkelenmemize, birbirimizi pataklamağa kalkışmamıza ne lüzum var?

İdealde beraberiz ya, daha ne istiyoruz?

Gerçekte de mi beraber olmak istiyoruz? Daha gerçek merhalesine varmadık ki, a canım. O merhaleye gelmiş milletlerin haline bakarak, ideal veya hayal içinde yüzdüğümüzü unutmanın, boş yere kavga çıkarmanın sırası mı?

Bize yol göstermek isteyen büyüklerden başlayarak hepimiz idealistiz. Allaha şükür. Hele gerçekler âlemine bir ayak basalım, kavga etmeği o zaman düşünürüz.


Son Baskı, Galip Örge, 4 Ağustos 1962.

14’ler Fobisi

27 Mayıs devriminde inkâr edilmeyen büyük yararlılıkları dokunan ve 13 Kasım’da devlet müşavirliklerine tâyin edilen 14’lerin Brüksel toplantısı bir çok kişilerde heyecan yarattı.14’ler iki grupa ayrılmış, ondörtler, parti kuracakmış. Yok onların hareketleri Jön Türkler gibiymiş, daha neler neler. Medih mi Ondörtlerde, hiciv mi Ondörtlerde, demek ki bizler de gece gündüz gibiyiz.

Yassıada’da yatmışlardan affa uğrayanlar şimdi çıkmışlar nerede ise Ondörtler hain diyecekler. Hattâ komünist diyecekler. Dün bindikleri GMC.de refakat subayının ayaklarına kapanıp ağlıyanlar, donlarına kaçıranlar, Yassıada’da engizisyon mezalimi yaptılar şayialarını çıkaranlar, biraz da müsaade edin biz cevap verelim.

27 Mayıs devrimi, bir gazetede neşredilen şekilde yapılmadı. Neymiş 14’ler biraz hukuk, biraz askerlik, biraz siyaset ile durumu idare ediyorlarmış. 14’lerin hepsine profesör veya Nobel mükâfatını kazanmışlar da demiyoruz!.. Amma, herhalde onların küçümsediği kadar da değillerdir. 14’ler bu memlekete hizmet etmiş ve eski arkadaşlarından bazı görüş farkları sebebiyle ayrılmış kişilerdir.

14’ler sevgi ve sempatilerinin taştığı günlerde hudut dışı edildiklerinde, kuvvet alacakları bitaraf memleketler bulabilir buradan yurdu bombardıman eden risaleler hattâ bazı kötü kişilerin yolunu şaşırtacak hareketlerde bulunabilirlerdi.

14’ler şerefleri ile gittiler ve gelecekler. Temelli Senatörler, nasıl hizmetleri ile bizlere kurucu meclis, seçimler ve hükûmetin teessüsü ve nihayet MBK feshi cihetine gitmeleri, macera perest olmıyan bu subay kitlesinin jesti 27 milyon Türkiyenin mensubu olduğu ordusunun da şeref sözü idi. Temelliler ve 14’ler macera sevselerdi gazeteleri bir günde ellerine geçirir, istedikleri gibi yazdırır çizdirir, radyolarını konuşturur, gençliğini gayelerine yöneltir, militarist hava içersinde örnekleri bir çok olan dikta rejimine dönebilirlerdi. Bunlar ne yaptı. Devletin hazinesini alıp, dışarı mı çıkardılar? Yoksa namuslu olarak devrettikleri seçim yolu ile demokrasiye girişte yabancı devletler yararına hareket mi ettiler? 14’ler ne yaptı? Dışarıda bizleri kötüleyen beyanatlarda veya tezviratlı konuşmalar mı yaptılar? Hayır hiç biri olmadı!..

Olan bir şey varsa, Türkiyenin nisbî seçim usulü ile tecrübesine giriştiği demokrasi sistemi oldu. Tabiî ki bir kiracı dahi taşındığı evde acemilik çekecek, evin şekline alışacaktır. Bu bocalama belki hükûmet içersinde koalisyonda uzamış ve millî enerji gayesinden uzaklaşmıştır.

Fakat demokrasinin bu cilvelerini 14’lere yükleyip, ordu manevî baskı yapıyor, 14’ler , 22 Şubatçılar gibidir, demekten kimler faydalanıyor?

Adalet Partili, CHP’li, Millet Partili, YTP’li, CKMP’li olsun hepsi bu memleketin evlâtları, hepsinle konuştuk. Eminsuları dinledik, ne gibi görüş ayrılığı var. Sultanahmet cezaevinden Kayseriye kadar bütün suçlular artık memleketin normal düzende olmasını istiyor. Yoksa nef yağı sürmüş gibi salyalı ağızlarını Ondörtlere saldıranlar bilmelidir ki, her şahıs görüşlerinde serbest ve anayasa teminatı altındadır. Yoksa iftira ve küfür neşriyatı ile kimse kimseyi korkutamaz. Bu memleketin dışında yapılan toplantılarda 14’ler hükûmete karşı değiliz bazı görüş ayrılıkları var dedikleri için mi bunlar suçlu olur. 14’ler olsun, Temelliler olsun, partilerin liderleri olsun hiç mi hatâ yapılmamıştır. Her gün yapılmakta, ne çamlar devrilmektedir. Evvelâ gerçekçi olalım. Biraz memleketsever olarak bizlerden beklenilen enerji ve kuvveti bulalım. 14’ler diye ortaya çıkıp bulanık sularda, menfaat fayda sağlamayalım.



Ekspres Ankara, 5 Ağustos 1962.

Erkanlı, Akkoyunlu ve Köseoğlu döndüler

Eski 14’ler topluluğundan Orhan Erkanlı, Fazıl Akkoyunlu ve Münir Köseoğlu dün Türkiye’ye varmışlardır. Çocukları ile birlikte seyahat etmekte olan üç Devlet müşaviri, yıllık izinlerini geçirmek için geldiklerini söylemişlerdir. Kapıkule gümrük kapısında, arkadaşları adına gazetecilerle konuşan Fazıl Akkoyunlu şunları söylemiştir: <<Şimdiye kadar aramızda bir lider seçmiş değildik, bundan sonra da seçecek değiliz. Esasen aktif siyaset yapmak fikrinde değiliz. Uğrunda mücadele ettiğimiz fikirleri her dem taşıyacağız. Binaenaleyh Türkeş’in veya 14 lerden herhangi birinin bir tanesinden başka bir mevkiî yoktur.>>


Tercüman, 5 Ağustos 1962.

Orhan Erkanlı, Münir Köseoğlu, Fazıl Akkoyunlu yıllık izinlerini Türkiye’de geçirmek üzere üç kişilik bir grup halinde otomobilleri ve aileleri ile birlikte dün saat 18.30 da Kapıkule Hudut kapısından giriş yapmışlardır. Üç kişilik kafile adına Fazıl Akkoyunlu, gazetecilere aşağıdaki beyanatı vermiştir. <<Sevinçliyiz. Uzun müddet dışarıda kaldıktan sonra vatanımıza geldik. Yakınlarımız ve arkadaşlarımız arasında olacağız. Brüksel’de toplandık. Tarihin getirmiş olduğu bugünkü şartlar altında 14’ler topluluğu olarak bir siyasî mücadeleye girmemizin millî menfaatlerimize uygun olmadığına kanaat getirerek malûm beyanatı verdik. 14 ler topluluğunu tarihin vefakâr sinesine terkederek mücadele ettiğimiz fikri ferden taşımaya karar verdik. Bizim ne dün ne de bugün seçilmiş bir liderimiz yoktur. Dışarıdaki fikrî çalışmalarımız sonunda muhtelif koordinasyon grupları kurduk. 14’ler topluluğunun dağıtılması ile gruplar kalkmış oldu. 14’ler grubunu dağıtmakla bütün arkadaşlar birbirlerine karşı sevgi, saygı ve fikir birliğini dağıtmış değillerdir.>>


Milliyet, 5 Ağustos 1962.

Müşterek beyanatları:

1) Bugün, 14 ler ismi 14 ihtilâl subayının meydana getirdiği bir topluluktan ziyade milletçe benimsenen bir inanışı ve fikriyatı ifâde eder. Biz olsak da olmasak da bu fikir yaşıyacak ve hedefini bulacaktır
2) Bu kararı vermek bizim için çok zor ve ızdıraplı olmuştur.
3) Memlekette çok yanlış ve tehlikeli bir kanaatın yerleşmiş olduğunu üzüntü ile müşahede ve tesbit ettik. 14 lerin ihtilâlci metodlarla iktidara gelmek istediklerine inananlar, inanmak istiyenler vardır. Gerçek durum bunun tamamen aksidir. İlk plânda bu kanaat ve şüpheleri silmek için, bir süre toplu faaliyetlerimizi tatil etmeyi memleket menfaatleri bakımından zarurî ve faydalı bulduk.


Son Baskı, 6 Ağustos 1962.

Ondörtler Realitesi

Ondörtler, 27 Mayıs ihtilâlinin zirvesinde bir müddet bulunduktan sonra, içerde kalanların husule getirdikleri depremle dünyanın dört tarafına dağılıp, saçılıvermişlerdi. Cedi medarını, seratan medarını takip edip gidenler, rastladıkları her büyük şehirde onlardan birini kolaylıkla bulabilirdi. Gene de öyle.

Dikkatleri üzerinde toplayan bir hareketin başında bir gün dahi bulunmuş olanlar, malik oldukları kuvvetlere ilâveten, toplumca tanınmış olmanın, bilinmiş olmanın manevî etkisine sahip olmaktadırlar. Ondörtler, ihtilâlden önce, ordu içerisinde fikirleri, telâkkileri ile, uhdelerine tevdi edilmiş işleri gördükleri zaman, muhitlerinin dışında pek az kimse, varlıklarından haberdardı. Şimdi ise, beyanları, konuşmaları, toplanmaları ile kolaylıkla dikkat ve alâka topluyorlar. Elbette ki bütün bunlar, maşerî tecessüsten ileriye geçen şeyler değildir.

Nitekim bunun böyle olduğunu, son Brüksel toplantısının verdiği dağılma kararından anladık. Hareketlerin fikirlere, fikirlerin de hareketlere karşılıklı tesirinin tabiî neticesidir bunlar. Bu toplantıyı zarurî kılan fikir, memleket içerisinde mum ışığına dahi sahip değildir. Hürriyet nizamı içerisinde yükselmek hedefini kendine seçmiş olan bir kitlenin, artık ne gibi bir siyasî revizyona tabi tutulması taraftar toplayabilir? Müesses nizamı hedef ittihaz etmiyecek bir hareket ise, memleket için iyi niyet ve temennilerden ileri mânâ taşımaz.

Öyle zannediyoruz ki, Brüksel toplantısında da işler iyi niyet ve temenni izharına kaldığı için, dağılma kararına varılmıştır. Bu da, daima başarıya ulaşma imkânına, ancak toplum ve fikir içtihatlarına sahip olmakla mümkün olacağını bir kere daha göstermektedir. Tarihin büyüklü küçüklü bütün hareketleri, cemiyetin hislerini, fikirlerini istenilen yöne itebilenlerle meydana gelmiştir. Ne derece ulvî kanaat ve inanışlarla hareket edilirse edilsin, millet denilen vasatta sığınacak yer bulamayan teşebbüslerin âkıbeti hazin olmaktadır.

Ondörtleri ondört parçaya bölen gerçek de bu olmalı.


Tasvir, Başyazı, 6 Ağustos 1962.

Türkeş ve ötekiler

Uzun müddettenberi hükümet müşaviri olarak dış memleketlerde bulunan14 ler, birer ikişer yurda dönmektedir. Brüksel’de yaptıkları toplantıda, bundan böyle ayrı ayrı hareket etmeye karar verdikleri bildirilmişti. Yani, müşterek bir yol takibi hususunda, anlaşamadılar demektir. Bazı çevreler ise, hükümetin husumetini üzerlerine çekmemek için böyle bir taktiğe başvurdukları kanaatındadırlar.

Brüksel toplantısının neticesi alınmadan, 14 lerin parti kuracakları söyleniyordu. Şimdi, iki gruba ayrılınca, bunların ayrı ayrı partilere, meselâ Türkeş’in ve taraftarlarının AP ye, Erkanlı ve taraftarlarının CHP ye girecekleri rivayetleri dolaşmaya başladı. Bahusus Türkeş’in AP ye lider olması yahut buna yakın bir mevkie getirilmesi için gayrette bulunulduğundan söz edilmektedir.

Hatırlanacağı üzere, Türkeş ve arkadaşları, 27 Mayıs hareketinin, fiilen başında bulunmuşlardır. Yassıada duruşmalarının tertip ve tanziminden ordudaki geniş tasfiyeye kadar MBK iktidarında hep, ön plânda rol oynamışlardır. Hareketli ve dinamik kimseler olan Türkeş ve arkadaşlarının Demokrat Parti iktidarının yıkılmasında oynadıkları rol, elbette, inkâr edilemez.

Türkeş ve ötekiler, 14 kasımda MBK dışında bırakılıp zorla memleket dışına gönderilince, bir takım meselelerde fikir değiştirmiş olabilirler. Yabancı diyarlarda edindikleri yeni fikirlerle de yeni yeni kanaatlara sahip olmaları mümkündür.

İçlerinden bazılarının CHP ye gireceklerini tahmin ediyoruz. 27 Mayıs’ı takip eden zaman zarfında CHP ile sıkı bir iş birliği yaptıkları ve ön plânda CHP lilerle çok sıkı fıkı oldukları düşünülürse, bu ihtimal yadırganamaz.

Türkeş ve arkadaşlarının AP ye gireceklerini, girseler bile hüsnü kabul göreceklerini sanmıyoruz. Zihniyet ve siyasi anlayışları bakımından, onlarla AP liler arasında büyük farklar vardır.

Türkeş’in bir gazetede çıkan hâtıratına ve 27 Mayısı takiben yaptığı beyanlara dayanarak, Demokrat Parti iktidarını yıkmak için öteden beri hazırlık yaptığı ve bu neticenin alınmasında çok faydalı olduğu keyfiyeti O’nun teşkilatçılığına bir delil saymak gerekir. Fakat, ihtilâl yapmakla parti kurmak başka başka şeylerdir. Bir parti kuran veya kurulmuş bir partiye giren insanlar, kuvvetlerini, ancak ancak, kendilerini destekleyen, rey veren insanlardan alırlar. Bu sistemde fikirler, zorla değil, ikna yolu ile kabul ettirilir. Her halde, yeni bir parti kurarak yahut kurulmuş partilere girerek iktidara gelip kendilerine has fikirleri tatbik etmek kolay değildir.

Her halde en doğru yol, politikaya atılacaklarsa, yeni bir parti kurmalarıdır.



Cumhuriyet, 6 Ağustos 1962.

Erkanlı, Köseoğlu ve Akkoyunlu vazifeleri başına dönmiyecekler

Yurda dönen 14 lerden Fazıl Akkoyunlu, Orhan Erkanlı ve Münir Köseoğlu dünkü günlerini evlerinde akrabalarını, eş ve dostlarını kabul etmekle geçirmişlerdir. Bu arada kendilerini bazı 22 Şubatçı emekli subaylar da ziyaret etmiştir. Üç arkadaş bugün buluşup önümüzdeki günlerdeki çalışmalarının yönünü çizeceklerdir. Öğrendiğimize göre eski üç MBK üyesi yurt dışındaki müşavirlik görevlerine dönmemek üzere yurda gelmişler ve bütün eşyalarını da birlikte getirmişlerdir. Kendileriyle görüştüğümüz 14 lerin üçü <<Biz zaten bu görevlere arzumuz hilâfına gönderildik>> derken Fazıl Akkoyunlu da <<Bakanlıkla aramızda olan pamuk ipliğinden bağları bu sefer koparacağız>> sözü ile tasarılarını açıklamıştır. Yurda temelli dönen Erkanlı, Akkoyunlu, Köseoğlundan başka 14 lerden İrfan Solmazer, Muzaffer Karan, Numan Esin de ay sonuna kadar memlekete avdet etmiş olacaklardır. Diğerleri de Türkiyeye dönmek için iki yılın dolmasını beklemektedirler. Her ne kadar görüşmelerimiz sırasında eski üç MBK üyesi hemen siyasete atılmıyacaklarını söylemişlerse de, kendilerine yakın çevrelere göre bunlar diğer arkadaşları gelinceye kadar bazı sondajlar yapıp tetkiklerde bulunacaklar ve sonra Atatürk’ün kurduğu gerçek Halk Partisi anlamında halkçı bir parti kuracaklardır. Bu arada eski 14 ler CHP nin idealist ve sağduyulu kimseleriyle tarafsız aydın zümreyi tatmin edecek bir siyaset gütme amacında olduklarını, fakat hiçbir zaman mevcut partilerden biri ile birleşmeyi düşünmediklerini söylemişler ve <<Ne sağdayız ne solda, ortadayız ortada>> demişlerdir.

İsmet İnönü’nün dünkü ve bugünkü icraatından söz açılınca, Başbakanın halen karşılaştığı güçlükleri takdir ettiklerini, fakat İnönü’nün çoğu zamanını kabukla uğraşmakla geçirdiğini, halbuki mühim olanın zarf değil mazruf olduğunu ifade etmişlerdir. Her üç arkadaş kendi aleyhlerinde beyanatlar vermesine rağmen Türkeş ve etrafındakiler hakkında hiçbir şey söylememek için azamî gayret sarfetmişler ve Brüksel toplantısında bir arkadaşlarının <<Sizlerden biri bana beş kurşun atmadan ben bir kurşun sıkmam>> sözü ile mâna bulan son dostluk münasebetlerinin bozulması için Alparslan Türkeş’ten beş kurşununu da bitirmesini bekliyeceklerini söylemişlerdir.

Son olarak <<bizi bize bırakın>> diyen Erkanlı, Akkoyunlu ve Köseoğlu bugünlerde Ankara’ya giderek Dışişleri Bakanlığına istifalarını verecekler ve sondajlarına başlıyacaklardır.

Erkanlı’nın basın toplantısı

Orhan Erkanlı, dün Levent’te kalmakta olduğu evinde gazetecilerin arzusu üzerine bir basın toplantısı tertiplemiştir. Türkiye’nin problemlerinin yalnız milletin emanetine ihanet edenlerin devrilmesiyle hallolmayacağına inanıyorduk. Atatürk’ün başladığı harekete dönmek lâzımdı. Biz 14’ler ihtilâlci olarak tanınıyoruz. Halbuki bizler böyle bir fikrin peşinde değiliz>> diye konuşmasına başlıyan Erkanlı, ayrıca şunları söylemiştir.

<<27 Mayıstan önce ve sonra Türkiye’nin derdi sadece yeni bir parlâmento rejiminin kurulmasıyla halledilecek zannediliyordu. Ancak bunun bu kadar basit olmadığı kanaatine varıldı. Sosyal ekonomik alanlarda yeni ıslahatlar yapılması lâzım geldiği anlaşıldı. Bu da Atatürkçülükte bir Rönesans olacaktı. Ancak bunun da hemen gerçekleşmesi mümkün değildir.>>

Son durum

Orhan Erkanlı 14’lerin son durumları ve Alparslan Türkeş hakkında sorulan bir soruyu da şöylece cevaplandırmıştır:

<<14’ler birliğinin faaliyetlerini tatil etmeye kendi aramızda karar verdik. Sebebi Türkiye’deki bir politika enflâsyonunun varlığıdır. Arkadaşlarımızla samimî olarak ayrıldık. Herkes kendi adına hareket edecek yahut da birleşilecektir.>>

22 Şubatçılar

Heyecanlı bir şekilde gazetecilerin sorularını cevaplandıran Erkanlı sorulan bir soru üzerine 22 Şubat olaylarına da temas etmiş ve

<<Talât Beyi ve 22 Şubatçıları severim. Kendi doğru bildikleri yolda yürümüşlerdir. Ve yürüyorlar. Ben 22 Şubat olayını bir kaza olarak vasıflandırıyorum. Bu silâhla çok fazla insan oynadı, fakat silâh onların elinde patladı ve zararı onlara oldu>> demiştir.

147’ler

147’ler tasarrufunu şerefi ile vebali ile kabul ediyorum. Ve ben buna şahsen de iştirak ettim. Ancak bunun ne öncüsüyüm ne de artçısıyım. Üniversitede böyle bir ıslahat lâzımdı. Zira nasıl çalıştıkları malûmdu. Kendileri böyle bir ıslahatı yapamadılar. Bize de, biz bu işi yapamadık diye söylemişlerdi.>>

Bu arada kendileri arzu ederse Gürsel’i de ziyaret edeceğini bildiren Erkanlı, gazetecilerin <<Madanoğlu ile görüşmek ister misiniz?>> diye sordukları bir soruyu, <<Zaman israf etmek istemem>> diye cevaplandırmıştır. Nadir Dayı


Ekspres, 6 Ağustos 1962.

Erkanlı “Biz İhtilâl Peşinde Değiliz” dedi

Evvelki gece yurda dönmüş bulunan Ottawa Elçiliği müşaviri Orhan Erkanlı dün gazetecilerle yapmış olduğu konuşmada <<İhtilâlci tanındık. Ama ihtilâlin lüzumuna inanmıyorum. Türkiyenin bu şekildeki düşüncelerden kurtarılması lâzımdır. 27 Mayıstan önce dâvanın milletin emanetine ihanet eden iktidarı değiştirmekle halledileceği sanılıyordu. Ancak işin o kadar basit olmadığı sonradan anlaşıldı. Dert büyüktü. Sosyal, ekonomik ve moral sahada ıslahat yapmak gerekti. Evvelâ Atatürke dönülecek, sonra plânlı bir şekilde kalkınma hareketine girişilecekti. Devlet Planlama Teşkilâtını bunun için kurduk. Ağalık müessesesinden biz toprak ağasını anlamıyoruz. Halk ile devlet arasına giren mutavassıt zümreyi anlıyoruz. Asıl ağa bunlardır. Halk memleket idaresine iştirâk edemiyor. Bizde adamın ne ayağındaki çarık değişir, ne de adamın midesine bir lokma ekmek girer. Onun için huzura kavuşamıyoruz. Bizde köylerde bir öğretmen bir de hoca vardır. Birisi köylünün kafasına, diğeri de dinine hitap eder. Bu iki insan her zaman karşı karşıyadır. Halbuki biz ne dinsiz ne kültürsüz insan istemiyoruz. Bu mutavassıt ağalar bazan birini bazan diğerini tutarak memlekete zarar vermişlerdir.

14 lerin prensibi Kabibayın verdiği izahata göre memlekette taraftar bulmuştur. Bizi memnun eden de budur. Türkiyenin içinde bulunduğu politika enflâsyonu sebebiyle bizi ihtilâlci tanıyorlar. Biz böyle bir fikir peşinde olmadığımız için arkadaşlarımızla dostane bir şekilde ayrıldık. Herkes artık serbesttir. Yeniden bir birleşme de olur, 14 parçaya ayrılma da olur. Benim şahsen hiçbir teşekkülle temasım yoktur.

Türkeşe gelince kendisiyle fikir ihtilâfım yoktur. Tanıdığım kadar ırkçı ve Turancılığı yoktur. Türkiyede bir Nasır ihtiyacından bir Türkeş yaratılmıştır. Liderimiz değildir. Çünkü liderimiz yoktur.

Yassıada mahkemeleri sırasında hakkında çıkarılan şayiaları kesin bir şekilde yalanlayan Erkanlı bu konuda şunları açıklamıştır: <<Bu konuda hakkımda çok üzücü ithamlar vaki olmuştur. 11 Kasımda istifa ettiğim için Yassıada’nın 11 Kasıma olan kısmiyle iftihar ederim. Ondan sonraki kısım ise mesuliyetim dışındadır. Benden hesap sormak isteyen herkese, millete hesap vermeye mecburum. Hesap vermeye hazırım. Mahkemenin müstakil ve kanunlara uygun olarak karar verdiğine de inanıyorum.>>

Köseoğlu: <<Memlekete hizmetten başka gaye gütmeyen 14 ler, memleketimizin içinde bulunduğu ağır şartları daha da ağırlaştırmamak maksadiyle milletimizin bağrından kopan 27 Mayıs hareketinin asil ruhunu ferden yürüteceği gibi müsbet yolda milletimize hizmet edenlerin asla karşısında olmıyacaktır. Arkadaşlarımızın her biri 14 te bir olarak inandığımız ve iman ettiğimiz hususların gerçekleşmesi için şimdilik aktif politikadan uzak bir vatandaş sıfatiyle üzerlerine düşen vazifeyi ifa edeceklerdir. Ayrıca şuna inanıyorum ki, bizleri bir gölge gibi takip edecek olan ihtilâlci vasfımız, 14 ler topluluğunu içimiz sızlayarak dağıtmamızı zarurî hale sokmuştur.>>
- Kimlerle temas edeceksiniz?
- İmkân nisbetinde bütün dostlarımla görüşmek arzusundayım.
- Tabiî Senatörlerle görüşecek misiniz?
- Gayet tabiî. Eski arkadaşlarımıza karşı olan vefa duygumuz ve sevgimiz bakidir.
- Türkiyede kalacak mısınız?
- Şimdilik izinliyim. Toplu olarak yurda gelmek belki de yanlış bir takım tefsirlere hedef olacaktı. Bu yüzden teker teker geliyoruz. Parti kurmayacağız. İsteyen arkadaşlar istediği partiye girebilir.


Ekspres Ankara, Tercüman, 6 Ağustos 1962.

Bir gün önce Fazıl Akkoyunlu ve Münir Köseoğlu ile Türkiye’ye dönen Orhan Erkanlı şunları söylemiştir: <<Orhan Kabibay’ın intibaları bizim için müsbet, memleket için iyi değildi. Memleketin içinde bulunduğu durum bazı hareketlere müsait değildi. 27 Mayıs’tan önce ve sonra Türkiye’nin derdi sadece yeni bir parlâmento kurulmasıyla halledilecek zannediliyordu. Ancak bu kadar basit olmadığı kanaatine varıldı. Bu da Atatürkçülükte bir rönesans olacaktı. Sosyal ekonomik alanlarda geniş ıslahatlar yapmak lâzım geldiği anlaşıldı. Bunun hemen gerçekleşmesi mümkün değildir. En az bir nesil ister. Bunun için devlet plânlama teşkilâtını kurmuştuk.>>

Erkanlı, daha sonra 14’lerin bir tesir altında kalmadan bir süre için kendini feshettiğini, bununla da kendilerine türlü ithamlarda bulunanlara da bir cevap verilmiş olduğunu, çünkü yurda dönünce bir tedhiş hareketi yaratmak istemediklerini ve ihtilâl yapacakları yolundaki rivayetleri kaldırmış olduklarını belirterek <<Bir ihtilâl lüzumuna inanmıyoruz>> demiş ve 14’lerin 14 parçaya bölünebildikleri gibi, hepsinin yurda döndükten sonra birleşebileceklerini açıklamıştır.

Erkanlı, Alparslan Türkeş’in liderliği konusunda şu açıklamada bulunmuştur.

“Türkiye’de bir Nâsır ihtiyacından doğan, hayalî Türkeş yaratılmıştır. Biz böyle bir Alparslan Türkeş’le işbirliği yapmadık. Kasten yaratılan Türkeş’le, işbirliği yaptığımız Türkeş’in alâkası bile yok. Türkeş liderimiz de değildi. Bir politik hüviyetimiz yoktu ki, bir lidere ihtiyacımız olsun.>>

Basın mensuplarının yazılmaması kaydıyla bazı açıklamalar yapması için yaptıkları talebe Erkanlı <<Madanoğlu usulü kapalı toplantı yok. Söyliyeceklerimizi açık olarak söyleriz.>> cevabını vererek reddetmiştir. 22 Şubat harekâtı ve Talât Aydemir’le ilgili olarak sorulan bir suale, <<Talât Aydemir’i ve 22 Şubatçıları takdir ederim, severim. Doğru sandıkları yola gitmişlerdir ve gitmektedirler. Onların yeni bir ihtilâl peşinde olduklarına inanmıyorum. 22 Şubat çok oynanan bir silâhın patlamasıdır. Çok kimseler bu silâhla oynuyordu, kazara bu grubun elinde patladı. 27 Mayıs ihtilâli, 13 Kasım günü bitmiştir. 22 Şubatçılar ise bu hareketleri ile bu ihtilâlin devam ettiğini açıklamış, biz 13 Kasım’ın devamıyız, demişlerdir. Kendimi ve kellemi memlekete lüzumlu saymıyorum. Doğru gittiğimiz bir yolda durdurulduk ve yurt dışına atıldık. Politika bir memlekete hizmet için lüzumlu değildir. İnsan politika yapmadan da memleketine hizmet edebilir.>>

Devlet Başkanı Gürsel’i vakti müsait olduğu ve kabul edildiği takdirde ziyareti arzu ettiğini belirten Erkanlı, geçmişi unuttuklarını, hem de haklarında söylenen en ağır ithamlara ve rivayetlere rağmen unuttuklarını, neticede Türk milletinin hakikati anladığını belirtmiş,
- Madanoğlu sizinle görüşmek isterse görüşür müsünüz? sualine,
- Memnuniyetle, demiş,
- Ya siz ziyareti düşünüyor musunuz? sorusuna,
- Zamanımı israf sayarım. O kadar bol vaktim yok, demiştir.

Erkanlı daha sonra, Alparslan Türkeş ile hiçbir ihtilâfları olmadığını belirterek Türkeş’in Turancı olduğu yolundaki iddiaları kat’î bir lisanla reddetmiş ve Türkeş’in bir partiye girip girmeyeceğini bilmediğini açıklamıştır. Erkanlı daha sonra <<Millet huzurunda her zaman hesap vermeye hazırım>> demiştir.


Tasvir, 6 Ağustos 1962.

Erkanlı: Biz 27 Mayısın devamını temenni etmekteyiz. 14’lerle aramızda bir lider ayrılığı yoktur. 14’ler bir kenara atılırsa geride 14 bin kişinin aynı fikirleri taşıdığına eminim.

- Türkeş hakkında türlü şayialar söyleniyor. Bu hususta fikriniz?
- Türkiye’de tanınan Alparslan Türkeş ile işbirliği yaptığımız Türkeş arasında görüş farkı vardır. Aramızdaki gerçek Türkeştir. Irkçı ve Turancı olduğuna dair çıkan şayiaları kabul etmiyorum.

Orhan Erkanlı, iki senedir yurt dışında bulunduğundan iki yıllık izninin her ikisini de kullanacağını belirtmiş, <<iznim 3 ay süreceğine göre belki de artık hiç dönmem>> demiştir. Eminsu’ların sivil sektörde kullanılmak ve orduda ıslahat yapılmak için emekliye sevkedildiklerini açıklamıştır.


Medeniyet, 6 Ağustos 1962.

Erkanlı: <<Orduda bu ıslahatı yaparken, ordudaki faktörlerden başka, ordudaki enerji ve inanışı sivil sektöre intikal için bu tasfiye geniş tutulmuştur. Sivil sektörün en az ordu kadar mühim mevkilerinde kullanmak istiyorduk. Bazı fikirlerimizi yerine getiremedik.>>


Milliyet, 6 Ağustos 1962.

Mustafa Kaplan’ın açıklaması

14 lerden Mustafa Kaplan Lizbon’dan gazetemize bir açıklama göndermiştir. Açıklamada şöyle denilmektedir:

<<Hiçbir grupla fikrî alakam olmadığı gibi Türkiyede resmî, gayrı resmî hiçbir siyasî teşekkülle ilgim yoktur. Mukaddes tanıdığım Atatürk ilkelerine bütün varlığımla bağlı, irâdem ve inançlarım içinde hür, her şeyimi borçlu olduğum milletimin hizmetindeyim.>>

Erkanlı: <<İki yıldır çok ızdırap çektik. Geçmişi unutarak hizmet edelim memleketimize. Sayın Gürsel’i vakti olursa ziyaret etmek isterim. Madanoğluna gelince, o beni görmek isterse buyursun, ancak benim onu ziyaret etmem vakit kaybetmem demektir.>>



Tasvir, 7 Ağustos 1962.

14 lerden Münir Köseoğlu da konuştu

Kendisiyle konuştuğumuz Köseoğlu, 13 Kasım harekâtı hakkındaki hükmü tarihe bıraktığını söylemiş <<27 Mayıstan 13 Kasıma kadar geçen zamanın şeref ve sorumluluğunu daima taşıyacağız. 27 Mayıs ruhu bizce 13 Kasımda yurt dışına çıkmıştır>> demiştir.

27 Mayıs ruhunun Brüksel toplantısından sonra 14 taksim bir olarak halkın arasına karıştığını belirten Köseoğlu sorulan sualleri şöyle cevaplandırmıştır:

- 27 Mayıs hedefine ulaşmış mıdır?
- 27 Mayıs 13 Kasıma kadar hedefe müteveccih idi. Ondan sonraki safhayla ilgili değiliz.
- Siyasî bir partiye girecek veya bir parti kuracak mısınız? Sizlerden bir kısmınızın CHP ye gireceğiniz söyleniyor?
- Parti kurmak niyetinde değiliz. Siyasî bir partiye girmeyi düşünmüyoruz. CHP ye girmeyi aklımdan bile geçirmem. İhtilâli asla tasvip etmiyor ve karşısında bulunuyoruz. 22 Şubatın hedefleri hakkında katî bilgi sahibi değilim. 22 Şubatçılar eski arkadaşlarımızdır.

Münir Köseoğlu daha sonra ilk fırsatta dostlarını görmek için Ankaraya gideceğini, İsveçe dönmek ve dönmemek hakkında karar vermediğini, İsveçi bütün hatlariyle tetkik ettiğini, 14 ler fikriyatının demokratik esaslara dayanan devletçi, milliyetçi, halkçı ve devrimci bir zihniyetle çok kısa zamanda plânlı bir kalkınma olduğunu söylemiştir.

147 lerin tasfiye talebinin üniversite üst kademelerinden geldiğini ifade eden Köseoğlu, siyasî affa temasla <<Bu mevzuda salâhiyetli tek merci Türkiye BMM dir>> demiştir.

Köseoğlu 27 Mayıstan sonra CHP lilerin ihtilâli kendilerine maletmeleri ve 300 bin asılsız ihbar ile 75 bin kişinin nezarete alınmaları ile ilgili sorumuza, <<İhbarlar ve nezarete alınanlardan haberimiz yok. Çok kötü. 27 Mayıs hiçbir şahıs ve zümrenin malı olmamıştır>> demiştir. Bu arada namuslu gazetecilerin hapsedilmesini istemediğini bildirmiştir.


Yeni İstanbul, Gökhan Evliyaoğlu, 7 Ağustos 1962.

“Erkanlı da Mütefekkir Oldu galiba

Millî Birlik Komitesinin ondörtlerinden ve Yassıada işlerini tedvire ve tanzime memur edilmiş üyesi, müteakidin-i askeriyeden Orhan Erkanlı yurda döndü ve evinde gazetecilerle bir sohbet toplantısı yaparak, dünkü gazetelerde okuduğumuz sözleri söyledi.

13 Kasım tasfiyesinden sonra, şu kadar zamanını yurd dışında geçirmiş olan Erkanlı’nın, şimdi dünyayı ve memleket meselelerini nasıl görmekte olduğunu merak ederek, neler söylediğini sabırla gözden geçirdik.

Gördük ki Erkanlı’da hiçbir değişiklik yok. Zaten değişikliğe, inkişafa müsait bir istidat olmadığı da belliydi.

O da, 27 Mayıs’tan sonra kendisini mütefekkir zannedenlerden biri.

Erkanlı, söylediğine bakılırsa yeni bir ihtilâlin lüzumuna inanmıyormuş. Aman ne iyi. Demek ki inansaydı ihtilâl yapacaktı. Bu, millet için bir şans tabiî.

Evet ama, insan böyle nasıl konuşur. Hani ihtilâl vasatı içinde bulunan bir ülkede, buna gücü ve kudreti olan bir kimse böyle söylese, ciddiye almak belki mümkün olurdu. Fakat durup dururken, gene ihtilâlden söz açmak ve lüzumuna kani bulunmadığını ifade etmek nereden icabetti. Lüzumuna kani olan var mı ki?

Yassıada duruşmalarının başladığı gün, Adaya giden ilk vapurda haşin bir çehre ve sert bir üslûpla gazetecilere nutuk çeken ve “suçlulara merhamet edici ve ettirici haberlerden ve yazılardan sakınınız. Burada alışılmış, beynelmilel mânâda bir hukuk usulüyle değil, bizim Türk hukukçularıyla birlikte yarattığımız özel bir hukukla karşılaşacaksınız, ihtilâl işte bugün başlamıştır” diyen Yassıada irtibat görevlisi Erkanlı şimdi de “Yassıada hakkında söyleyeceklerim var, ilerde anlatırım” diyor.

Yassıada hakkında belki herkesin söyleyebileceği şeyler vardır ama, Erkanlı’nın olmasa gerek. Çünkü o, ne söylemek lâzımsa, elinde yetkiler varken, alenen ve resmen söylemiş ve yapmıştır.

O zaman orijinal ve özel bir hukukdan bahseden Erkanlı bugün de özel ve orijinal bir Atatürkçülükten, Atatürkçülükte Rönesansdan bahsediyor. Hem de ithal fikirlere karşı koymak istiyor. Bu memleketin meselelerinin ithâl edilmiş fikirlerle halledilemeyeceğini ifade ediyor.

Yani meselâ, demokrasi de ithal edilmiş bir sistem olduğuna göre, onu da beğenmiyor. Ayni zamanda Atatürk’ün Batılılaşma hareketlerine de ithal edilmiş oldukları için her halde muarız olması gerekiyor. İyi ama hani Atatürkçülükte rönesans istemekteydi?

Yok, eğer Erkanlı’nın kafasında ithal malı olmıyan orijinal ve yerli düşünceler varsa ve bunlar hakikaten memleket dertlerine devâ olacaksa açıklasın da millet ve bütün medenî âlem bu tılsımlı fikirleri öğrensin.

Erkanlı, arada sırada, yeni yetme entellektüel gibi “sosyal” diyor, “ekonomik” diyor. Biz de biliyoruz ki Erkanlı ne sosyolojinin metodunu, ne de ekonominin esaslarını bilir. Bunlardan sadece biri için, bir Avrupalı, bütün bir ömür harcar, öğrenince de her konu üzerine değil, kendi mevzuu üzerine bile bu kadar rahat, bu kadar yüksekten konuşamaz.

Bizim doğulu tiplerimiz böyledir işte. “Zavallının Sirano dö Berjerak’tı adı, Her şey olayım derken hiçbir şey olamadı” misalince bir başarının ve tesadüfi bir şansın eşiğine basan, hemen “herşey” olduğunu ve herşeyi bildiğini zannediyor.

27 Mayıs hareketinin askerî safhasında muvaffak olmak, insanı memleket meseleleri karşısında mütefekkir durumuna getirmez.

Kafasında meseleler ve fikirler bulunduğunu iddia veya vehmeden kişiye sormak âdetimizdir ve bu Batı düşüncesinin temel sorularından biridir:

- Eseriniz nerede? Kitabınızı görebilir miyiz?”



HARAÇCIBAŞI

Adalet, Sokaktaki Adam, 7 Ağustos 1962.
Son Havadis, Sokaktaki Adam, 10 Ağustos 1962.

“Hoş geldiniz!..

<<Pesss..>> dedi, Sokaktaki Adam! Sonra da Ziya Paşanın mısraını hatırladı:

<<Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?..>>

*
Nasıl hayret edilmezdi ki: Orhan Erkanlı adında bir vatandaşımız, <<İhanet>> ithamı ile, sürgüne gönderildiği yabancı bir memleketten hakkında bir af kanunu çıkmadan, <<iki sene müddetle yurda dönemez!>> kararı iptal edilmeden ve kendisinin <<Hain>> olmadığının anlaşıldığına dair -tabiî anlaşıldı ise- bir açıklama yapılmadan, elini kolunu sallayarak memlekete dönüyor ve kimse bu gelişle sarsılan Devlet otoritesinin ağırlığını hissetmiyordu..

Ama Sokaktaki Adam’a <<Pes!>> dedirten sebep o değildi.

*
Orhan Erkanlı adındaki vatandaş, 27 Mayıs hareketinin 39 başından birisi idi. Daha sonra 14 Kasımda feshedilen MBK da kalan 23 kişi adına o zamanki Türk Silâhlı Kuvvetlerinin Başkumandanı, MBK Başkanı, Devlet ve Hükûmet Başkanı ve şimdiki Devlet Başkanı Sayın Gürsel’in radyolarda, gazetelerde ve yapılan tamimlerde <<ihanet>>le suçlandırdığı 14 sabık MBK cıdan birisi idi.

Feshedilen MBK nın 14 üyesi, Silâhlı Kuvvetlerin muhafazasında yurt dışına çıkarılmışlar, en az iki yıl memlekete giremeyeceklerine dair haklarında hüküm verilmişti.

Orhan Erkanlı adındaki vatandaş ta işte o <<ihanet>>le suçlandırılıp yurt dışına çıkarılanlardan birisi idi. Ve aradan henüz iki sene bile geçmeden dönüp gelmişti.

Lâkin, Sokaktaki Adam’ı hayrete düşüren sebep bu da değildi.

*
Orhan Erkanlı adındaki vatandaş sürgünden kendi arzusu ve kararı ile döner dönmez ayağının tozu ile beyanat vermiş ve demiş ki:

<<Yassıada mevzuunda bu millete verilecek hesaplarım, izahatım var.>> <<Elhak>> dedi. Sokaktaki Adam; <<Doğrudur, verilecek hesabı vardır.>> Zira Orhan Erkanlı adındaki vatandaş, Millî Birlik Komitesi’nin en nüfuzlu üyelerinden biri olduğu devirde, Yassıada’nın tertip, tanzim, inzibat ve sair sorumluluğunu üzerine almış bulunuyordu.

Şimdi, bu vatandaş, aradan iki sene geçmeden döndüğü sürgünden gazeteciler vasıtasıyla memleket umumî efkârına hitabediyor ve: <<Yassıada mevzuunda verilecek hesabım var>> ferasetini gösterdikten sonra: <<Bu konuda çok şayialar çıkmış, çok feci ithamlar olmuştur. Her zaman Yassıada’nın 11 Kasıma kadar olan kısmı için ister mahkeme, ister millet huzurunda hesap vermeye hazırım..>> diyor.

İşte buna <<Pess!>> demişti Sokaktaki Adam.

Sonra düşünüldü ki bu adamlar yurt dışında idiler ve belki memlekette <<Tedbirler Kanunu>> çıktığından, Yassıada’dan bahsetmenin yasak olduğundan ve Anayasa’nın MBK tasarruflarını dokunulmaz kıldığından haberdar değildiler.

Yahut da bu MBK cılar da bunları bildikleri için bol keseden atıp: <<Yassıada hakkında ister mahkeme, ister millet huzurunda hesap vermeye hazırım!>> demek suretiyle ucuz kahramanlık yollarını deniyorlardı…

*
Madem ki Yassıada’dan bahis yasaktı ve madem ki vatandaş Orhan Erkanlı kahramanlık taslıyarak: <<Hesap verebilirim>> diyordu vaz geçti Sokaktaki Adam <<Yassıada>> dokunulmazlığından; Bu, bir zamanların mutlak hükümdarlarından biri olan Bay Erkanlı, Balmumcu çiftliğinde, tevkif müzekkeresi kesilmediği halde aylar boyunca hapsedilen ve kendilerinin <<İhanet>> suçu ile memleketten sürüldükleri gün hürriyetlerine kavuşan suçsuz vatandaşlardan istenen 500.000 lira haracın ne maksatla talep edildiğinin hesabını verebilir mi?

Sokaktaki Adam günü gelince bu mevzuda daha etraflı konuşacaktır!”


Sokaktaki Adam, aynı mevzuya Adalet gazetesinde, Türkeş’in bazı arkadaşlarıyla birlikte genel başkanlık için uğraştığı CKMP kongresi sıralarında, Temmuz - Ağustos 1965 ayında tekrar dönmüştür. Ondörtleri hedefleyen “Kimdir Bu Adamlar” başlıklı yazı dizisinin 3 ve 9 Ağustos 1965 tarihli bölümlerinde. eski yazısına atıf yapar.

1 Aralık 1961 Zafer Milletindir mecmuası, 17 Kasım 1960 günü Cemal Madanoğlu’nun gazetecilerle yaptığı sohbet toplantısında yazılmaması kaydıyla yaptığı açıklamaları Madanoğlu Anlatıyor başlığı altında verir. “Bu affedilenler, zaman zaman, Balmumcu Çiftliğindeki tutukluların akrabalarına gitmişler, onlardan para istemişler ve: “Bu parayı verirseniz serbest bırakırız…” demişler. Gerçi, aralarında para vermek isteyenler çoktu. Çünkü dışarıda kalanlar, ticareti ellerine almışlardı. Bu gibi haberler, kulağımıza geldiği zaman, kendilerini çağırdık: “Böyle yapmayın, bizi rezil ediyorsunuz” dedik. Dinlemediler: “Biz hazineye para topluyoruz..” şeklinde cevap verdiler. Öte yandan bir fotoğrafı, yüz bin liraya satmak gibi çirkin kararlara da onların yüzünden düşmüştük.”

Madanoğlu, Kudret gazetesine 3 Aralık 1961 tarihinde yaptığı açıklamayla, Zafer’i yalanlar. “Zafer Milletindir isimli mecmuada çıkan ve General Cemal Madanoğlu’nun ihtilâli anlattığı bildirilen yazı hakkında bugün kendisi ile görüşen bir arkadaşımıza Madanoğlu <<Bu şekil yazıdan teessür duyduğunu>> belirterek şunları söylemiştir. <<Bu yazılanlar hakikate uygun değildir. Bir defa ben basın toplantısı yapmadım ve kimseyi davet etmedim. Gazetecilerin Meclis binası önünde toplandıklarını gördüm ve kendilerini içeriye davet ettim. Hakikaten kendilerine ihtilâli anlattım. Fakat bu, şimdi şu önümüzde duran Zafer Milletindir mecmuasında yazılı olduğu gibi değildir. Hayalden uydurma bir takım hakikatle alâkası olmıyan sözleri konuşmalarıma ilâve etmişler. Bu, Gazetecilik ahlâkı bakımından doğru değildir. Eğer mutlaka bu mecmua bir ihtilâli doğru dürüst yazmak istiyor idiyse aklında kalanları yazmak değil, gelip bana sorsaydı, tarihi aydınlatıcı şekilde kendisine doğru ve sağlam bilgi verirdim.>>”

Sokaktaki Adam, 3 Ağustos 1965 tarihli hikâyesinde de mehaz belirtmemekle birlikte, Madanoğlu’nun yalanladığı Zafer’deki bu ifşaatı esas almaktadır. Sokaktaki Adam mahlasını kullanan gazetecinin, aynı müstearla Allahsız Gardiyan ve Asaletmeap isimli kitapların yazarı olarak belirtilen Turhan Dilligil olduğu anlaşılmaktadır.


Son Baskı, 14 Ağustos 1962.

Madanoğlu bir şayiayı yalanlıyor

27 Mayıs ihtilâlinin yöneticilerinden ve Tabiî Senatörlüğü kabul etmeyen eski MBK üyesi Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu, bir sabah gazetesinde Orhan Erkanlı’nın Balmumcu’da bazı mahkûmları tahliye için 500 bin lira istediği yolunda verdiği habere, kendisini şahit göstermiş olması karşısında, gazetecilere, bu haberin asılsız ve uydurma olduğunu söylemiştir. Madanoğlu bu arada şöyle demiştir: “Beni, şu veya bu şahısların karşısına çıkararak harcamak istedikleri ihtimalini dahi düşünmek istemiyorum.”


Son Posta, Başyazı, 8 Ağustos 1962.

Kurt masalı Gibi

Kısa bir süre önce izinle gelen 14 lerden şimdiye kadar şimdiye kadar ismi etrafında bir hayli şeyler söylenmiş olan Orhan Erkanlı evvelki gün bir basın toplantısı yaparak geçmiş, hal ve gelecek hakkındaki fikirlerini umumî bir şekilde ifade etmiştir. Hakikatte kendisi gibi düşünen 14 lerden hiçbirinin düne nazaran bu gün kanaatlerinde nasıl bir değişiklik olduğunu yeter bir berraklıkta belirtmekten uzak kalmıştır. Onun için Orhan Erkanlı’nın geçmiş hakkındaki sözlerinde vuzuh bulmamıza mukabil gelecekle ilgili tasavvurları hakkında esaslı bir fikir edinememiş olduğumuzu söylersek mazur görülmeliyiz. Mamafih konuşmasını özetlediğimiz zaman şu neticeye varmak mümkün oluyor:

27 Mayıs 1960 hareketinin meşruiyet ve zaruretinde eski samimiyetini muhafaza etmektedir. Yassıada mahkemesinin kararlarını tesir altında verilmiş saymamakla beraber bunların yeter derecede tesirli olmadığını da söylemekten çekinmemiştir. Yani ve galiba kararların daha ağır olmasını iltizam eder gibi bir tavır takınmıştır. … 7500 den fazla subayın emekliye sevkedilmeleri hâdisesini de oldukça garip bir şekilde izah etmiştir. Şayet sözlerini yanlış anlamamış bulunuyorsak, Orhan Erkanlı, sivil hayata nakledilen bu subaylarla memleketin bütün sivil vazifelerinin bunlara verilmek düşünüldüğünü fakat 13 Kasımda memleket dışı edildikleri için projenin tatbik edilememiş olduğunu bildirmiş ve umumi olarak öyle bir lisan kullanmıştır ki memleketin durumu her veçhesi ile bugün de bir takım ıslahat beklemektedir. Sosyal ekonomik reforma behemehal ihtiyaç vardır; kendisi ile arkadaşlarının tahakkuk ettirmek istedikleri eser de bundan başka bir şey değildir.

Sözler o kadar yuvarlak ve fikirler birbirini tamamlamaktan o derece uzak ki Orhan Erkanlı’nın hüviyetini tayin etmek maalesef mümkün olmuyor ve bu şekli ile de, sözleri tabirimiz mazur görülsün, bir kurt masalına benziyor!


Zafer, Ayşe Duyar, 9 Ağustos 1962.

Elleri bağlı olmayarak!

Sokaktaki Adam dostum geçen gün Orhan Erkanlı’dan bahsediyordu. Yassıada dâvalarını ve oradaki yaşama tarzını tertip ve tanzim eden bu MBK nın sabık ve sakıt âzasının son beyanatında buyurduğu <<Hesap vermeğe hazırım>> sözü üzerine; Sokaktaki Adam, Erkanlı’ya <<Peki amma, Balmumcu’da tevkif müzekkeresiz yatan iş adamlarını serbest bırakmak için istediğin beşyüzbin liranın da hesabını verir misin?!>> diye soruyordu.

Benim de buna ilâve edeceklerim var. Böylece bir noktayı sırası gelmişken tavzih etmek isterim. Hatırlarda olduğu üzere; iihtilâli müteakip en doğru yolu seçen, general Madanoğlu’nun beyanına atfen, ortalarda bir zamanlar, bir rivayet dolaşıyordu. Orhan Erkanlı, Balmumcu’da hapsedilen büyük iş adamlarının tamamından 500 bin değil, beherinden beşer yüz bin lira talep etmişti. Hattâ bu hususta müzakereler bile yapıldığı söyleniyordu…

Şimdi bilmiyorum, 13 Kasımdan beri çıkan söylentileri, isbat edilen hakikatleri belki Kanada’dan duymamış olan Erkanlı bütün bunlara karşı ne yapacak, nasıl kendini müdafaa edecektir.

Yalnız şunu söylemek isterim ki; Yassıada mahkemelerini tertip ve tanzim eden Orhan Erkanlı en büyük hâkim olan Türk Efkârı Umumiyesi önünde hesap vermeğe, kendini müdafaa etmeye kalkarsa, ona bu yolda en medenî en insanî şekilde konuşma fırsatı verilecektir. Sözleri kesilmeden ailesinden yuvasından ayrı olmadan, hele hele hakikaten elleri ve dili bağlı olmayarak bir insanın hesap vermesi, ne güzel, ne mutlu şey değil mi?

Hodri meydan Orhan Erkanlı!..



MTTB ZİYARETİ

Yeni İstanbul, 9 Ağustos 1962.

Milliyetçi Gençler Erkanlı’yı Terletti

Millî Türk Talebe Birliğini ziyaret eden üç eski MBK üyesi “Partiler dışı derneklerde politika yapmak” gibi kanunen imkânsız bazı ihtimallerden bahsettiler.

Sabık 14lerden Orhan Erkanlı, Münir Köseoğlu ve Fazıl Akkoyunlu dün saat de Millî Türk Talebe Birliğinde gençlik mensupları ile bir sohbet toplantısı yapmışlardır. Bazı çevrelerce, bu toplantının iyi karşılanmayacağını söyleyen Erkanlı “aranızda yaşlı bir talebe olarak bulunuyorum” dedikten sonra, 14 ler arasında fikrî bir ihtilâf olmadığını, yalnız metodlarda ve görüşlerde fark bulunduğunu söylemiştir. Erkanlı, tekrar birleşebileceklerini, ya tek tek ya da gruplar halinde olabileceklerini de sözlerine eklemiştir.

Memlekette bir ihtilâl havasının estirildiğini ifade eden Erkanlı, bilâhare memlekete gelen Orhan Kabibay ve Rifat Baykalla kendi durumlarını mukayese edercesine “Biz takip edilmiyoruz. Bu büyük farktır. Ben 11 Kasıma kadar Yassıada icraatını kontrol eden tek adamdım. Bu tarihe kadar bunun hesabını milletin, mahkemenin ve Allahın huzurunda vermeye hazırım.” demiştir.

Fazıl Akkoyunlu ise, “Demokrasiyi geçim seçim meselesi olarak addetmiyoruz” demiş ve dış memleketlerden İngiltere, Danimarka ve İsveç’te kralların da bulunduğunu, ancak bunların fertlerini refaha yine de kavuşturduklarını, memleketimizdeki bütün partilerin ve memleket idaresinde söz sahibi olmuş zihniyet temsilcilerinin hedefe gidemeyeceklerini belirterek, “Partiler son barutlarını atıyorlar. CHP’nin altı okunun altısı da kırık” demiştir.

Daha sonra bir talebe, “biz Avrupa ve yabancı memleketlerden doktrinleriyle dönecek ve mücadele edecek bir 14’ler bekliyorduk. Onlar ise ondörtte bir olduklarını söyleyerek bizi hayal sükûtuna uğrattılar” demiştir.

Memleket hizmetinde politikaya hiçbir partiye girmeden devam edeceklerini ve esasen bunun için de bir partiye girmenin şart olmadığını, bir dernek veya teşekkülün iyi bir organizasyonla kuvvetlenip politikaya dışarıdan tesir edebileceğini söyleyen Erkanlı, “Ehliyetli ve liyakatli insanlar partilere girmiyor. Politika dışı mücadele edersek memleketteki ihtilâl fikrini ve havasını gidermek mümkündür.” şeklinde konuşmuştur.

İhtilâli müteakip alınan kararlarda siyasilerin tesiri altında kalındığını ve önceden aldıkları kararları daha sonra bu yüzden değiştirdiklerini söyleyen bir talebeye Akkoyunlu, “Biz yalnız partiyi yıkıp diğerini koltuğa getirmek için ihtilâl yapmadık. Onun için de daha sonra bir inkılâp meclisi kurarak memleketin 4 senelik bir intikal devresi geçirmesini istedik. Onun için de gittik.” şeklinde cevap vermiştir.

Konuşmaların heyecanlı ve ithamkâr bir hal alması üzerine eski MTTB Başkanı yatıştırıcı bir konuşma yapmış ve daha sonra Erkanlı, “geçmişin muhasebesini yapmak fayda sağlamaz. Gelecek için konuşalım. Maziye dönmek esasen bölünmüş memleketi daha çok böler ve parçalara ayırır.” demiştir.

Milliyetçilik Dersi

Sohbet toplantısına hazırladığı notlarla gelen Erkanlı gençlere Milliyetçiliği nasıl anladıklarını anlatmış ve Ziya Gökalp’e kadar uzanan bir konuşma yapmıştır. 14’lerin hiçbirinin ırkçı ve turancı olmadığını belirtmiş ve milliyetçiliği din, dil, coğrafya, siyasî ırk, gelenek, ülkü ve kader birliği ve devlet unsurlarının meydana getirdiğini söylemiştir. Ülkü ve kader birliğinin yürürlükteki anayasada yer aldığını, bunu tamamen anlatamadıkları için suçlu olduklarını ve organize edilmesinin gayeleri olduğunu söylemiştir. Ayrıca bunun istişarî bir teşkilât haline gelmesi gerektiğini belirterek “Toplumsal bir hedefimiz olmalıdır. Bu maalesef eksik kalan tarafımızdır” demiştir. Milletlerin teşekkülünde devletin rolüne temas etmiş ve bir talebe tarafından sorulan “Nereye gidiyoruz?” sualine “Bu sualin cevabı biraz erkendir. Ancak iyi gitmiyoruz, hiç değilse çok yavaş gidiyoruz denilebilir. Esasen vakit de erkendir. İhtilâf şartlardan doğuyor. Türkiyenin ihtilâle ihtiyacı yoktur. Teşkilâtsız hiçbir şey yapılmaz. Biz mevcut partilere girmek veya bir parti kurmak niyetinde değiliz. Sosyal bir dernek, teşekkül veya cemiyet kurulursa katılabiliriz, 14 ler olarak da gelsek bir parti kurmayacaktık.” demiştir. Türkiyede particiliğe karşı çekimser kalındığını, bunun ticarî hayattaki arz ve talep meselesini andırdığını, memleketin partiye ihtiyacı olmadığından, bu malın alıcısı da olmadığını söyleyen MBK cı “Bu malın alıcısı yok, satmaya kalkmak iflâsı göze almak olur.” demiştir.

13 Kasıma da temas eden Erkanlı yurt dışı vazifelerinde memur olarak bulunmadıklarını ve Akkoyunlu ile birlikte artık görevlerine dönmeyeceklerini söyleyerek “Biz 13 Kasım sabahı arkadaşlara, bizi memur yapın diye istida vermedik. Para aldığımıza gelince Abdülhamit bile sürgünlerini beslemiştir. Devletin vazifesi sürgünü beslemektir. Onun için hiç kimseye karşı bir minnet borcumuz yoktur. Esasen özel bir para değil, rütbelerimizin karşılığını aldık” demiştir.

Erkanlı daha sonra, Alparslan Türkeş hakkında “Türkeş Nâsır ihtiyacından doğan bir vehimdir.” sözünü söylediğini, ancak kendisi için iki tip Türkeş bulunduğunu, bunlardan birinin 27 Mayısçı Albay Alparslan Türkeş olup arkadaşları olduğunu, diğerinin ise lanse edilmek istenen bir Türkeş olduğunu belirterek el altından Türkeş’in eski DP yi kuracağı yolunda şayialar bir çıkartıldığını ve bu Türkeşle bir alâkaları bulunmadığını demek istediğini söylemiştir.


Ekspres Ankara, 9 Ağustos 1962.

Beş gündenberi İstanbul’da bulunan Orhan Erkanlı, Fazıl Akkoyunlu ve Münir Köseoğlu dün de gençlerin daveti üzerine MTTB Genel merkezini ziyaret etmişlerdir. Gençlerin çeşitli sorularını cevaplayan Erkanlı, Akkoyunlu ve Köseoğlu, <<Biz politika dışında politika ile mücadele edeceğiz>> demiştir.

Erkanlı, 27 Mayıs ve kendilerinin yurt dışına çıkarılması konusundaki verdiği bir cevapta, kader birliği yaptıkları arkadaşlarını hiçbir şekilde suçlayamayacaklarını, eğer ortada bir muvaffakiyetsizlik varsa kendilerine düşen payı kabul ettiklerini söylemiştir.

Arkadaşları içinde, turancılık ve ırkçılık diye bir mefhumu benimseyip, kendisini buna inanmış insan olarak takdim eden tek kimseye raslamadığını söyleyen Erkanlı, bir parti kurmayacaklarını, mevcut bir partiye de girmeyeceklerini, ancak bir sosyal teşekkül kurarak fikirlerini yaşatıp hedefe ulaşmasını sağlayacaklarını ifade etmiş ve demiştir ki: <<Biz politika dışında politika ile mücadele edeceğiz.>>

Orhan Erkanlı, Türkeş’i 27 Mayıscı Türkeş olarak tanıdıklarını, ona atfen söylenen ve yazılanların meydana getirdiği bir Türkeş tanımadıklarını, tanıdıkları Türkeş’in namuslu, dürüst bir insan olduğunu,, her zaman onu savunmaya hazır olduklarını söylemiştir.

Milliyetçilikten bilhassa ülkü birliğini tanıdıkları, bu memlekette artık ihtilâlin olamayacağını, olması lüzumuna inanmadıklarını, Atatürkçü olduklarını söyleyen Erkanlı, memleket dışına çıkarıldıkları zaman aldıkları maaştan bahsederek: <<Şanu şerefle, süngü altında gittik. Abdülhamit bile sürgün ettiklerini beslemiştir. Bu, devletin namus ve şerefidir. Bu yüzden hiç kimseye karşı minnet ve şükrân duymuyoruz, zaten hakettiğimiz rütbelerimiz karşılığındaki ataşelik ücretini aldık. Para almamak düşüncemizi çıkarması ihtimali olan dedikodular yüzünden terkettik.>>


Cumhuriyet, 9 Ağustos 1962.

14’ler parti değil dernek kuracaklarmış

14’ler üçlüsü dün de Millî Türk Talebe Birliğini ziyaret ederek yöneticilerle, orada bulunan gençlerle bir süre görüşmüşler, sorulan çeşitli soruları cevaplamışlar, demokrasi ile milliyetçilik konularındaki fikirlerini açıklamışlardır. MTTB Genel Başkanı Faruk Narin’in <<Milletimizin politik adamlara karşı yıllardır duyduğu itimatsızlığı su yüzüne çıkaran 14 ler>> diye yaptığı takdim konuşmasına Erkanlı karşılık vererek: 14 lerin Türk tarihine mal olduğunu ifade etmiştir.

Daha sonra Erkanlı, bir parti kurmıyacaklarını, mevcut bir partiye girmiyeceklerini bildirmiş ve bir dernek kurarak fikirlerinin yaşayıp hedefe ulaşmasını sağlıyacaklarını açıklamıştır. Hiç bir zaman şiddet taraftarı olmadıklarını belirten Erkanlı: <<Biz politika dışında politika ile mücadele edeceğiz.>> demiştir.

Erkanlı’dan sonra söz alan Akkoyunlu, demokrasinin seçim ve geçim sistemi olmadığını belirtmiş: <<Mevcut partilerdeki zihniyet son günlerini yaşıyor. Yeni bir nesil yetişti. Bu da sizlersiniz. Bu nesil idareyi aldığı gün gayeye varacağız. Hangi partide olursa olsun bu eski zihniyetin temsilcileri olan politikacılar son barutlarını atıyorlar.>> demiştir.


Medeniyet, 9 Ağustos 1962.

MTTB ziyaretinde Erkanlı; 27 Mayısı, Alparslan Türkeş’i öğmüştür. 27 Mayısın başarısız olduğunu, muhasebesini yapmak artık günü geçmiş, <<Memleket zaten bölünmüştür. Geçmişi kurcalarsak memleket daha küçük parçalara bölünür, 27 Mayısın başarısızlığa uğramasında siz gençler de dahil olmak üzere hepimiz suçluyuz. Suçlu olarak bunda şahıs ve zümre aranmaz. Biz kendimize düşeni kabul ediyoruz. Suçlu arayacak olursak birbirimize gireriz. 27 Mayısın başarısızlığa uğramasında bütün milletin bütün organize kuvvetleri suçludur. Bugün ihtilâle mâni olmanın yegâne çaresi politika dışında politikaya müessir olmaktır. Şanı şerefle süngüler altında sürüldük. Beni süren devlet beni beslemek mecburiyetindedir. Biz memur değiliz. Abdulhamit dahi sürdüklerini beslemiştir. Bizim dışarda güldüğümüzü gören olmamıştır. Maddî durumumuz iyi. Ama devletin bize verdiği maaşlardan dolayı hiçbir kimseye minnet ve şükran borcu altında değiliz. >> beyanında bulunmuş, yurt dışı Türklerinin ihmal edilmemesi lâzım geldiğini onlara devlet olarak her türlü yardımın yapılması zaruretini belirtmiştir.

Akkoyunlu: <<Bugünkü partilerin memleketi kurtaramayacaklarına inanıyorum. Bu partiler ve mensupları son barutlarını döküyorlar. Bunun için bazı kademelerden vaz geçmemiz lâzım. Bir gün mutlâka şimdiki sistem değişecektir. Bu hedefe ulaşmak için ihtilâl metodu yoktur.>> Türkeşin 14 lerin lideri bulunmadığını ifade ile <<Bizim ne evvelce ne de halen bir liderimiz yoktur. Başımız yoktur. Bizim kendi başlarımız bize yeter.>> demiştir.


Medeniyet, 9 Ağustos 1962.

14 lerin hukukî durumu günün konusu oluyor

15 Kasım 1960 tarihli ve 122 sayılı kanunla Yurt dışına müşavirlik vazifelerine tayin edilmiş olan 14 lerin bu kanunda vazife müddeti olarak tasrih edilmiş bulunan 2 senenin dolmasına 4 ay gibi bir zaman kalmıştır. Ondörtlerin bazıları vermekte oldukları beyanlar ve yurda izinli olarak gelenler bir daha dönmiyeceklerini söylemeleri neticesinde ortaya çapraşık hukukî bir durum ortaya çıkmış bulunuyor.

MBK üyeleri olarak 27 Mayıs 1960 harekâtında rol almış bulunan 14 lerin içinde bulundukları memur statüsüne riayet etmeleri şart olduğu halde gelişi güzel beyanlarla rejim ve hükûmet mevzuunda konuşmaları ve hükûmetin de bu konuşmalara karşı hareketsiz bir şekilde kalması bir aczin tam mânasıyla ifadesidir. Bu mevzuda ilgili çevreler 14 ler hakkında fikirlerini şöylece sıralamışlardır. << 14 lerin bütün hariciyeciler gibi memur statüsüne bağlıdırlar. Ancak 14 kendilerini bağımsız telâkki ederek serbestçe beyanat veriyorlar. Hele bunlardan bazılarının ihtilâlden bahsedecek, yeni bir nizamdan dem vuracak kadar ileri gitmiş olmaları ve bu hususta hükûmeti bir türlü harekete geçirememiş olması şayanı hayret, şayanı teessüftür.>> demişlerdir.

Diğer taraftan Orhan Kabibayın ihtilâl yapıp yapmıyacağımızı dönüşümüzde söyleriz, beyanatı vekil resmen yalanlamışsa da bununla ilgili olarak yürütülen tahkikatın durumu ilgililer tarafından gizlenmektedir. Hakikat şudur ki Orhan Kabibay sürgün edilmiştir. Atatürk devrinin 150 likleri devrimizin 14 leri arasında hiçbir fark yoktur. 13 Kasım 1960 da 14 leri <<İhanet>> suçuyla itham etmişti. 14 lerin sürgünü özel bir kanunla olmuştu. 150 liklerin sürgünü de özel bir kanunla olmuştu. Ancak 150 likler özel bir kanunla sürgün edildikleri yerlerden getirtilmişlerdi. 14 lerin de yurda avdet edebilmeleri için 15 Kasımda sona erecek vazifelerinin ne şekilde temdit veya iptal edileceği henüz bilinmemektedir. Bu mevzuda hükûmet çevrelerinde bir çalışma veya en azından bir düşünce mevcut bulunması iktiza eder.

14 lerin çapraşık bir mahiyet taşıyan hukukî durumlarının nasıl bir neticeye bağlanması şimdilik kimse bilmemektedir.


Cumhuriyet, 10 Ağustos 1962.

Dışişleri Bakanı bir açıklama yaptı

- Orhan Erkanlı, Fazıl Akkoyunlu ve Münir Köseoğlu görevleri başına dönmiyeceklerini açıkladılar. Ne dersiniz?
- Kanun 14’lerin değil hükümetin elini kolunu bağlamaktadır.

İzinsiz olarak Türkiye’ye gelecek Hükümet Müşavirleri hakkında da aynı muamele yapılacaktır.


EMİNSUCULAR

Son Posta, 10 Ağustos 1962.

Eminsu Derneği emekliye sevklerinin ikinci yıldönümü dolayısı ile 20 Ağustos pazartesi günü saat 17.30 da Saraçhane başında bir miting tertip etmiştir.

Bu münasebetle dün saat 16 da bir basın toplantısı yapan Eminsu Derneği İstanbul Şubesi mensupları, halen orduya dönmemelerinde, Başbakan İsmet İnönüyü suçlayarak, bu meseleyi hal edeceğine dair söz veren İnönünün başbakan olduktan sonra bunu unutmuş göründüğünü söylemiştir.

Eminsu Derneği adına konuşan İhsan Gevcik 14 ler ve 22 Şubatçılar hakkında şunları söylemiştir: <<Bugün demokrasi havarisi kesilen dünün diktacılarına ufak bir cevap vermek isteriz. Kendi arkadaşlarının beyanı ile Nasyonal Sosyalist partisi kurmak, dikta rejimine gitmek isteyenler ve bunun için protokol imzalıyanlar, bugün demokrasinin devamını ve millî iradenin hâkimiyetini kabul etmiş görünmektedirler. Bugünkü tutumları ile geçmişlerinin unutulacağını mı zannediyorlar? Bu milletin bu kadar saf olduğunu mu zannediyorlar. Bu fakir milletin vereceğinden çok fazlasını aldıkları halde hattâ arkadaşlarınca rejimi ihlâl ile suçlandırıldıkları halde, yüzbaşı rütbesinde 10 sene hizmetleri mevcutken çıkarılan 126 sayılı kanunla 25 sene hizmet etmiş ve albay rütbesine erişmiş gibi emekli maaşı alıp döviz bakımından fakir olan bu milletin dövizlerini iki sene dış memleketlerde kullandılar. Ve burada kalan temelliler de <<kendimizi millete adadık>> diyorlar. Bunu millete nasıl kabul ettireceklerini düşünmeden içlerinden birisi <<parti kurmayacağız, fakat iktidara geleceğiz>> demek cüretini gösterebiliyor. 22 Şubat hadiselerinin bir lider yardımcısı da [Dündar Seyhan] yine bu milletin vereceğinden fazlasını aldığı halde kendilerinin malî teminatı olmadığından bahsedebiliyor. Bu şahısların eğer cesaretleri varsa aldıkları maaş ve ikramiyeleri Türk milletine açıklasınlar. Eminsu dâvası hakiki bir demokrasi ve anayasa dâvasıdır. Millî iradenin emrinde ve ancak onun tarafından bu dâvanın hal edilebileceğine inanıyoruz.>>

Medeniyet: Eminsu İstanbul Şubesi Başkanı Emekli Hâkim Binbaşı İhsan Derecik dün bir basın toplantısı yapmış ve MBK üyelerinin ihtilâli kendi omuzlarına basarak yaptıklarını fakat bilâhare Anayasaya aykırı bir kanunla ilkin kendilerini tasfiye etiklerini söylemiştir. <<26 sayılı kanunla 25 yıl hizmet etmiş ve Albay rütbesine erişmiş gibi emekli maaşı ve ikramiyesi alıp dış ülkelerde bu fakir memleketin dövizlerini kullanıyorsunuz. Sonra burada kalan temelli senatör arkadaşlarınızla biz kendimizi millete adadık diyorsunuz. Size sesleniyoruz 14 ler.. Bunu millete nasıl kabul ettireceğinizi düşünmeden ileride parti kurmadan iktidara geleceğiz demek cüretini kendinizde nasıl buluyorsunuz?>>


Ekspres, 10 Ağustos 1962.

Adapazarı – Özel surette giden arkadaşımız Mete Atabek bildiriyor. İzinlerini geçirmek üzere İstanbul’a gelmiş bulunan 14 lerden Münir Köseoğlu, Fazıl Akkoyunlu ve Orhan Erkanlı evvelki gün Millî Türk Talebe Birliğinde yaptıkları sohbet toplantısını müteakip Münir Köseoğlu, şehrimizden vaki davet üzerine dün saat 13 te Adapazarına vasıl olmuştur. Burada eski arkadaşlariyle buluşup gençlik ve çocukluk günlerini anan Köseoğlu, daha sonra saat 14.30 da Sapancaya gitmiştir. Sapancada dedesinin evini ve akrabalariyle yakınlarını ziyaret eden Köseoğlu halkın ısrarı üzerine Santral kahvesinde konuşma yapmıştır. “Hepimiz bu vatanın evlâtlarıyız. Biz hiç kimsenin oyuncağı olmadık ve olmayacağız.>>


Ekspres, Son Baskı, Son Posta, 11 Ağustos 1962.

Şehrimizde bulunan 14 lerden Orhan Erkanlı dün bir basın toplantısı yaparak, son günlerde kendisi ve arkadaşları hakkında bazı gazetelerin yaptığı yıkıcı neşriyata cevap vermiş ve bunların ispat edilmesini istemiştir. Erkanlı, Türkeş ve Brüksel toplantısı için sorulan bir suale Türkeş için daha önce söylediklerini tekrarlamış, Brüksel toplantısı ile ilgili bir açıklama yapmadan şunları söylemiştir: <<Bu hususta cevap vermeyi, verdiğim söze ihanet sayarım, o toplantı hakkında 30 sene sonra da konuşmam.>> <<Bugün Türkiyede hizmet emniyeti kalmamıştır. Hizmet emniyeti sağlanmıyan bir yerde hiçbir çalışma başarıya ulaşamaz. Birkaç günden beri yapılan bu neşriyat emniyeti yok etmektedir.>>

27 Mayıs’tan 11 Kasım 1960’a kadar, Yassıada organizatörlüğü yapan 14’lerden Orhan Erkanlı, dün Ankara’ya gitmeden evvel yaptığı basın toplantısında, 27 Mayıs hareketinin şartları ve fikriyatı bilinmeden ‘aceleye getirilmiş bir teşebbüs’ olduğunu ifade etmiş ve “27 Mayıs’ın gayesi namusluydu, fakat başarılı bir ihtilâl olarak devam etseydi memleket bugünkü durumda olmazdı Bu başarısızlıkta, 27 Mayıs’ fikren ve fiilen katılmış herkes suçludur. Biz icraatını yürütmekten suçluyuz.” demiştir.

Tarihî Yassıada duruşmalarının başladığı gün, Adaya ilk hareket eden vapurda; “Suçlulara merhamet edici ve ettirici haberlerden ve yazılardan sakınınız. Burada alışılmış, beynelmilel manâda bir hukuk usulüyle değil, bizim Türk hukukçularıyla birlikte yarattığımız özel bir hukukla karşılaşacaksınız.” şeklinde gazetecilere beyanat veren Erkanlı, kendi hesaplarının da bir gün sorulabileceği ihtimaliyle ilgili bir soruya, cevaben, “Bugün hiçbir sıfatım yok. Eğer yeniden hesaba oturtulacak olursa çıkmazdayım.” diyerek endişesini belirtmiş, bu arada eski zihniyeti temize çıkarmak isteyenlerin de suçlu bulunduğunu sözlerine ilâve etmiştir.

Yurda avdet edişinden bu yana, hakkında yapılagelmekte olan aleyhte neşriyatın mes’ullerini haşin bir çehreyle “Namussuz, şerefsiz, müfteri” kimseler olarak itham eden ihtilâl subayı, 27 Mayıs sabahından itibaren tevkif edilerek önce Davutpaşa, sonra da Balmumcu’da haklarında tevkif müzekkeresi olmadığı halde aylarca tutuklu bulundurulan şahısların neye istinaden bu muameleye tâbi tutuldukları konusunda açıklama yapmak ihtiyacını hissetmiş ve şunları söylemiştir:

<<1 sayılı kanunla, Yüksek Adalet Divanı ve Yüksek Soruşturma Kurulu, Tahir Taner başkanlığındaki Ceza Heyeti tarafından hazırlanmıştır. 6. madde bu heyetin kurulmasını âmirdi. 3 sayılı kanunla da mezkûr kurulların vazife ve yetkileri ortaya çıktı.

27 Mayıs sabahından itibaren birçok insan tevkif edildi. O zaman bizim istediğimiz sadece birkaç kişinin tevkifiydi. Fakat tatbikat bu neticeyi vermedi, diğer birçok tevkifler halkın itmesiyle oldu.

Bunların hukukî durumlarının tesbiti Millî Güvenlik Komitesi’ni ilk gündenberi uzun zaman meşgul etmiştir ve meşguliyetin neticelenmesinden sonra 6 sayılı kanun çıkartıldı. Bu kanuna göre 27 Mayısın ilk saatlerinde başlayan nezaret altına alınanların durumu hukukî bir şekile bağlanacaktı.

27 Mayıs ile 14 Haziran arası ihtilâl zarureti olarak bir junta idaresi vardı ve tevkifler emirle yapılıyordu. Türkiye bu zamana kadar emir ile idare edilmiştir. Yüksek Soruşturma Kurulunun teşkili de bir taraftan yürümekteydi. Bu kurulun kurulması ve faaliyete başlaması gecikmiştir. 25 sayılı kanun zabıtaya ve Valiye verilen tevkif etme salâhiyetini 30 gün daha uzatmıştır. Fakat gördük ki, tedbirler meseleyi halletmiyordu. Yüksek Soruşturma Kurulu tevkif veya tahliye kararı veremedi. Bizim için iki yol vardı: Ya nezarete atılanların hepsini tahliye etmek veya Yüksek Soruşturma Kurulu tarafından yapılacak tahkikatla haklarında men’i muhakeme kararı verilecekleri tahliye etmek. Ağustos’a girdiğimiz zaman gördük ki, bu iş uzayacaktı. İkinci şekil MBK nin iştirâkiyle kabul edildi ve çıkan 52 sayılı kanun teşkil edildi.

Bir taraftan bu çalışmalar devam ederken, ilk tevkif edilenler önce Davutpaşa kışlasında tutulmakta iken daha sonra buranın bir askerî garnizon olması üzerine Balmumcu çiftliği boşaltılarak buraya nakledildiler. Kurmay Yarbay Orhan Yabgu, Balmumcu Garnizon kumandanlığına getirildi. Balmumcu işlerini tedvir eden Orhan Yabgu’ya kendilerinin fena durumda olduğunu belirterek tahliye edilmelerini istiyorlardı. Bu talepleri komiteye aksettiren Orhan Yabgu mevkufların tahliyeleri için çok uğraşmıştır.

Onun dâveti üzerine Balmumcu’ya gittim. Her grupu temsil eden mahkûmlarla görüşmeler yaptım. Kendilerine vaziyeti izah ederek bir süre daha beklemelerini söyledim. Orhan Yabgu’ya, “Biz sanayi insanıyız. Burada yattıkça memleket zarar görecektir” demişler. Kendilerinden ticarî durumlarını gösterecek belgeler istedik. Bunlar Komite’ye intikal ettirildi. Nihayet bir Hâkimler Kurulu Balmumcu’ya giderek tahliyesi gerekenleri Yüksek Soruşturma Kurulu’na bildirdi ve 33 kişinin tahliyesine karar verildi.

Kalanlar içinde bir kısmı için kısmı için tevkif müzekkeresi kesilmiş, bir kısmı için kesilmemişti. Tevkif müzekkeresi kesilmemiş olanların durumunu Başbakanlığa bir yazı ile bildirdim. Hakkında tevkif müzekkeresi olmayanların tahliyesini istedim. Bu konuda elimde bazı vesikalar da var. Gelen cevaplarda tahliye kabul edildi. Tahliyeyi 13 Kasım Pazar günü karar verdik. Orhan Yabgu’ya bildirdim. Bunlar biz gitseydik de kalsaydık da tahliye olacaktı. 13 Kasımda mesele başka bir yönden gösterilerek tahliye yapıldı.

Balmumcuda yatanlar, kendileriyle yaptığım konuşmalar sırasında işlerin aksadığını ileri sürmüşler ve garnizon kumandanı vasıtasiyle, bize müsaade edin size yardım edelim, şeklinde talepte bulundular. Devlete teberru olmazdı. Kendilerine eğer mutlaka faydalı olmak istiyorlarsa, bir hayır cemiyetine yapsınlar dedik. Hâdiselerin bütün şahitleri yaşıyor. Bu hususta neşriyat yapanları namussuzlukla itham ediyor ve bunları ispat etmedikçe onlara müfteri ve namussuzdur diyorum. Onlar ve onlar gibi düşünenler beni mahkemeye verip iddialarını ispat etsinler. Bende her türlü vesika vardır.>>

Erkanlı daha sonra kendisine sorulan <<Yassıadada mahkûmlara dayak atıldı mı?>> sualine <<Kat’iyen, ne Balmumcuda ne de Yassıadada böyle bir şey olmamıştır>> demiştir. İhtilâlden kısa bir süre geçmesine rağmen bu tip olayların meydana gelişinin sebepleri nedir? <<İhtilâlin başarısızlığıdır. 27 Mayıs ihtilâli başarı sağlasaydı bunlar olmazdı. Şimdi bir çamura saplandık oynadıkça batıyoruz. Başta bizler olmak üzere 27 Mayısa fikren ve fiilen katılan herkes suçludur. Mutlaka suçlu aramak lâzımsa bunların başında basın gelir. Çünkü ihtilâlin fikriyatını yapan basındır. 27 Mayısın başarılı olup olmadığı münakaşa konusu olabilir. Fakat bu ihtilâlin namuslu olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Ne bana ne ona inanın, araştırın yalnız hakikati yazın. Bence esas ahlâksızlık çamur atmaktır. Bize hesap soracak olanlar varsa buyursunlar buradayız. Hiçbir şeyden çekinmeden konuşuyorum. Hiçbir sıfatım olmadığı gibi senatörlük gibi bir zırhım da yok.>>

Fazıl Akkoyunlu: <<Bugünkü Anayasaya baş koyanlara çamur atmasınlar. Başka polemikler yapsınlar. Biz namuslu insanlarız. 27 Mayıs fikriyatı tam yapılmamış, aceleye gelmiş bir ihtilâldir. Memleketin çıkar yolunu ilerideki şartlar muvacehesinde fikrimiz etrafında toplanan kişilerin çoğalması ile vasıta olan parti kurulur ve yine fikirlerimizin gerçekleşmesi için vasıta olan iktidara gelinir. Hiçbir zaman bu memleketi dışarıdan gelen kimse kurtaramayacaktır. Milletin sağ duyulu evlâtları buna bir veçhe verecektir. Onlarla beraber olursak ne mutlu bize.>>

Erkanlı basın toplantısından sonra beraberinde Fazıl Akkoyunlu ve aile efradı olduğu halde iki otomobille Ankaraya hareket etmiştir. Adapazarında bulunan Münir Köseoğlu da kendilerine katılacaktır.

Adapazarı – Özel surette giden arkadaşımız Mete Atabek bildiriyor. Dün saat 18 de Orhan Erkanlı, Fazıl Akkoyunlu ve Münir Köseoğlu Adapazarına geldiler. Daha evvel Sapanca’da buluşan On dörtle akşam yemeğini burada yedikten sonra Ankaraya müteveccihen hareket ettiler. Yemek sırasında İstanbulda intişar eden bir sabah gazetesinde hakkında çıkan yazıya temas eden Erkanlı ve arkadaşları bu hususta şunları söylemişlerdir: Erkanlı: <<Lâzım gelen cevabı verdim. Namuslu insanlar iddialarını ispat ederler.>> Köseoğlu: <<Yirmi yedi mayısı takip eden günlerde bir çok temiz ve namuslu vatandaşlarımıza tevcih edilen iftira ve dedikodular on üç kasımdan sonra yurt dışına çıkan arkadaşlarımı da hedef tutmuştur. Şuna inanıyoruz ki arkadaşlarımdan hiç biri önüne serilen nimetlere aslâ iltifat etmemişlerdir. Bunun aksini bilen veya gören varsa millet huzurunda ispata davet ederim.>> Akkoyunlu: <<Biz çıkar yol arıyoruz, onun için partilerin içine girmemeye ve siyaset çamuruna bulaşmamaya kararlıyız. Vatandaşın maddeten ve manen karnının doymasını ve hür olmasını istiyoruz, bunun için çalışacağız. Hâdiselerin içinde olanlar hâdiseyi göremez. Hâdiseleri en iyi izleyen dışarıda olduğumuz için bizleriz. Politikacılar bu güzelim memleketi mahvettiler. Daha yeni geldik zamanı gelince fikirlerimizi halkımıza açacağız ve sonra hâdiselerin tekâmülünü bekliyeceğiz. Biz memleketin yeni bir hava temiz bir ideal havası getireceğiz.>>


Milliyet, 11 Ağustos1962.

Orhan Erkanlı: <<MBK nin başarısı daima münakaşa konusudur ve olmaktadır, fakat nâmusu münakaşa edilemez. Onun namusuna Allaha inandığım gibi inanırım, esas namussuzluk buna iftira etmektir.>> demiştir.

Balmumcu’daki tutukluların 14 ler yüzünden bırakılmadıkları ve onlar Avrupa’ya gider gitmez tahliye edildikleri, rüşvet alındığı şeklindeki yayınlar üzerine Erkanlı, dün bir basın toplantısı yapmıştır.

Kendisinin Başbakanlığa yaptığı müracaat üzerine, 13 Kasım günü tahliye edilmeleri kararını çıkarttıklarını söylemiştir. Erkanlı, sorular üzerine, Balmumcu ve Yassıada’da dayak hâdisesi olmadığını, ihtilâl hakkında ileri geri söylenilmesinin sebebinin bizzat ihtilâlin başarısızlığından ileri geldiğini, bu başarısızlıkta ihtilâle fiilen ve fikren katılan herkesin suçlu olduğunu söylemiştir.

Hürriyet – <<Ben, MBK adına Balmumcu’dakilerle ilgili olarak görevli bulunduğum için, onları bir kere daha ziyaret ettim ve durumlarının tâyininde yardımcı olmak maksadiyle hukukçulardan kurulu bir hakemler heyeti teşkil ettirdim. Ve, bizim ayrılmamızdan bir gün önce, 13 Kasım 1960 ta Balmumcu’da yatanların hukukî durumlarını aydınlatacak kanun çıktı.>>


Ekspres Ankara, 11 Ağustos 1962.

Erkanlı Ankaraya geldi.

Ekspres’e bu sabah özel bir demeç veren Millî Birlik Komitesi eski Genel Sekreteri Orhan Erkanlı, Adalet Partisi içinde teşekkül eden bir hizbin, Alparslan Türkeş’i âlet ederek yaptığı propaganda için şöyle demiştir:

<<Biz, hepimiz 27 Mayıs’ta doğmuş insanlarız. Bu tarihten önce isimsiz birer vatandaştık. 27 Mayıs bizim anamızdır. Ben Türkeş’in anasına ihanet edecek karakterde bir insan olduğuna inanmıyorum. Ayrıca, Türk milleti, anasına ihanet edeceklerin peşinden gitmemesini bilecek kadar basiretlidir.>>


TÜRKEŞ İNÖNÜ

Ekspres, 7 Ağustos 1962.

Türkeş “İnönü çekilmedikçe Türkiye’de huzur olamaz” dedi [Tam sayfa manşet]

Brüksel toplantısıyla ilgili Attilâ Karsan’ın “Alparslan Türkeş Ne Yapmak İstiyor?” başlıklı yazı dizisinden - Türkeş: <<Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki İsmet Paşanın iktidarında bulunan bir hükümetle asla demokrasi gerçekleştirilemez. İnönü idareyi elinde bulundurdukça Türkiye’de demokrasi katiyen tatbik edilemiyecektir. Bizleri de uzaklaştıran bir bakıma İnönü’dür>>


Yeni İstanbul, 8 Ağustos 1962.

Alparslan Türkeş “İnönü idarede oldukça Türkiye’de demokrasi olmaz” dedi

Şehrimizde çıkan bir akşam gazetesi, Brüksel’de 14’lerin yaptıkları toplantı hakkında geniş tafsilat vermektedir. Gazete Alparslan Türkeş’in Brüksel’e gelişi ve toplantıda yaptığı önemli ve ilgi çekici konuşmadan şu sözleri nakletmektedir: “Biliyorsunuz ki memleketimizde bir ihtilâl, 27 Mayıs ihtilâlini yaptık. Fakat bugün 27 Mayıs hareketi asıl hedefinden uzaklaşmış bulunmaktadır. Herşeyden önce şunu belirtmeliyim ki İsmet Paşa’nın iktidarında bulunan bir hükûmetle aslâ demokrasi gerçekleştirilemez. İnönü idareyi elinde bulundurdukça Türkiyede demokrasi katiyen tatbik edilemiyecektir. Bizleri de uzaklaştıran bir bakıma İnönü’dür.”


Ulus, Başyazı, 11 Ağustos 1962.

Gülünç olma gayreti

Albay Türkeş’in bir demeci var, bu devlet memuru diyor ki: <<Herşeyden önce şunu belirtmeliyim ki, İsmet Paşanın iktidarında bulunan bir hükümetle asla demokrasi gerçekleştirilemez. İnönü idareyi elinde bulundurdukça Türkiye’de demokrasi katiyen tatbik edilmiyecektir. Bizleri de uzaklaştıran bir bakıma İnönü’dür!>>

* * *
Türkeş de, Menderes ve diğer megolaman politikacılar gibi zannediyor ki: ağzından ne çıkarsa, karşısındaki vatandaş, bu sözlerin mantıklılık veya akla, gerçeğe uygunluk derecesini ölçmeden, inanmaya mecburdur. Onun için Türkeş gibi kendi dehâlarına inanmış olanların ağzından fikir, mütalâa çıkmaz, (töbe töbe) naslar, iradeler dökülür. <<İnönü iktidarda bulundukça, Türkiye’de demokrasi gerçekleşemez!>> İnönü on yıl iktidardan uzak kaldı, o zaman ismi demokrat olan ve demokrasiyi getireceğini vaadeden partinin neler getirdiğini gördük.. O zaman onlar <<biz vaadde bulunduk vâde vermedik>> diyorlardı.. Şimdi Albay Türkeş tahkikat komisyonu kuranların, Meclis kürsüsü masuniyetini ihlâl edenlerin, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununu çıkaranların bakiyesi ile, hem de Albay Türkeş’in kılıcından arta kalan bakiyesi ile elele vererek, ilk hedefler beyannamesinin tahakkuk ettiği bir devirde bana ne derler diye çekinmeden bu sözler söyleyebiliyor!

İnönü iktidarı ile demokrasi gerçekleşemezmiş neden? Türkeş bunun sebebini söylemiyor, dilinin altındaki baklayı biz çıkaralım, gerçekleşemeyecek olan demokrasi değil, Türkeş’in tahakküm rüyalarıdır. Şu demokrasi kelimesine acıdığımız kadar hiçbir kelimeye acımıyoruz. Bu zavallı kelime Kennedy’nin ağzında insan haysiyeti, hürriyeti, anlamına gelir. Krusçef’in dilinde Macar âsilerini tedip etmek demektir. Hitler bu kelimeyi 2000 yıllık Cermen hâkimiyetini tesis eden metod mânasına kullanmıştır. Demokrat Parti ocak başkanı, demokrasiyi <<biraz da biz yiyelim!>> şeklinde tefsir etti, Albay Türkeş de <<Sen git ben oturayım!>> anlamında kullanmaktadır:

İnönü uzun tecrübelerden sonra, bu memleketi batılıların anladığı mânada demokrasiye ulaştırmak azmindedir, bunun için, şeflik sistemini bırakmış, iktidardan düşmeyi göze almış ve yoluna girdiğini zannettiğimiz demokratik mücadelenin bir zümre elinde tereddiye uğradığını görünce, mücadelesine yeniden başlamıştır. Nispî seçimi, çift Meclis usulünü, Anayasa Mahkemesini isteyenlerin başına geçmiş ve demokratik müesseselerin kurulması için mücadele etmiştir. Eğer bugün, bu yaşına rağmen, gene mesuliyet kabul etmek mecburiyetinde kalmışsa, bunun sebebi, Türkeş gibi millet haklarına göz dikenlere bu imkânı hiç değilse hayatı boyunca vermemek içindir. Ya bu hüviyet karşısında Türkeş nedir? Türkeş siyasi hayata üniformasını çıkarmadan girmiş ve bu suretle evvelâ kendi kendisine karşı dürüst olmayan bir adım atmış ve ırkçı olarak mahkemelerde arzı endam etmiştir. 27 Mayıstan sonra İnönü ile hiçbir ihtilafı olmadığını beyan etmiş ve bundan sonra bu beyanın hakikate uymadığı anlaşılmıştır. Türkeş iktidarın en kısa zamanda millete devredileceği hakkında yemin etmiş, sonra bu yeminini yerine getirmemek için çabalar sarfettiğinden memleket dışına çıkarılmıştır. Başbakanlık Müsteşarı iken, devleti kendi politikasına alet etmeye çalışmıştır.

Hülâsa askerliği dürüst geçmemiş, geçici idare hayatı entrikalarla geçmiş, son müşavirlik devrinde de gene dürüst hareket etmemiştir. Şimdi, siyasi hayata eksiden başlayan bu zat hamulesi içinde alabildiğine (artı) ları olan adamın karşısına çıkıyor ve <<Sen git, ben geleyim!>> diyor!.. Bu haliyle de hem kendini, hem de ona ümit bağlayanları gülünç ediyor…


ERKANLI TÜRKEŞ’İ NİYE SAVUNUYOR


Dünya, Hayri Alpar, 12 Ağustos 1962.

Erkanlı kimi ve neyi savunuyor?

İnsanlar, daima hatâ edebilirler. Mesele, sonucu görülen bu hatâları tekrarlamamakta. Büyüklük de, bu hataları kabullenebilmektedir.

Memleketimize gelen Orhan Erkanlı’yı büyük bir çaba içinde görüyoruz. Bir yandan, haklarında yapılan isnadları reddederek kendilerini savunuyor. Öbür yandan da, 27 Mayısa ve memleketin durumuna dair görüşlerini açıklamağa çalışıyor.

Yerli, yersiz çeşitli isnad ve iftiraya uğrayan her insan gibi Erkanlı’nın, kendisini ve inandığı dâva arkadaşlarını savunmak da, her vatandaş gibi memleket meseleleriyle uğraşmak da, elbette en normal hakkıdır. Ancak, bunları yaparken zıdlaşan sözler söylememek gerekir.

Orhan Erkanlı’nın da, arkadaşlarının da şahsî meseleleri bizi ilgilendirmez. Fakat, memleketin kaderiyle yakından ilgili sözlerini de umursamazlık edemeyiz. 27 Mayıs ve Alparslan Türkeş hakkındaki sözleri üzerinde durmamızın sebebi de bundandır.

Son yaptığı basın toplantılarından birinde Erkanlı’nın, Türkeş için söylediği sözleri pek dikkat çekici bulduk. Kendisine sorulan bir soruyu cevaplandıran eski komiteci, <<Türkeş’i 27 Mayısçı Türkeş olarak tanıdıklarını, ona atfen söylenen ve yazılanların meydana getirdiği bir Türkeş tanımadıklarını, tanıdıkları Türkeş’in namuslu ve dürüst bir adam olduğunu, O’nu her zaman savunacaklarını>> söylüyor..

Önce şu noktayı belirtelim ki, biz ne kendilerinin, ne de <<savundukları>> Türkeş’in namusluluklarını, dürüstlüklerini söz konusu etmiyoruz. Edenleri de hoş karşılamıyoruz. Eskiden beri <<Berat-ı zimmet asıldır>> derler. Bu konuda iddiası olanların, iddialarını isbat hakkını batı demokrasileri gibi, yeni hukuk rejimimiz de tanımıştır. Nitekim, bu konudaki iddialar için de Erkanlı, muarızlarına bu hakkı tanıyor. Fakat, Erkanlı’nın bir gerçeği neden hâlâ görmediğini, anlamıyoruz!

27 Mayıs’ı hazırlayanlara, yapanlara en ağır şekilde saldıranlar, en iğrenç iftiraları yağdıranlar, 27 Mayıs’ta devirdikleri iktidarı temsil edenler, o iktidarı olduğu gibi diriltmeye çalışanlardır. Öçcü DP partizanlarının en saldırganları AP de toplanmıştır. Kurulduğu günden beri bu parti, söylemediğini bırakmamıştır. Hangi maksadı güttüklerini kongrelerinde açıklayıp duruyorlar.. Yasama dokunulmazlığına bürünen öncülerinin, yer yer dolaşarak, halkı Türk ordusuna karşı ihtilâle teşvik ettiklerini, birkaç gündür söyledikleri sözlerden anlıyoruz. Bir soru soralım: <<Kim vardır onların başında?>>

Kendilerinin tasfiye ettikleri inkılâp emeklisi subaylarla, onları yurt dışından destekliyen, savundukları ve her zaman da savunacaklarını söyledikleri bu Alparslan Türkeş’ten başkası mı?

Bu bizim iddiamız değildir. Türkeş, bu partinin ırkçı sivil kadrosunun yayın organlarına gönderdiği mektup ve yazılarla, verdiği demeçlerle, hangi yolun yolcusu olduğunu bizzat ve fiilen ispatlamıştır. Brüksel’de verdiği son demeçte bakınız ne diyor: <<Bugün Adalet Partisinde kilit noktaları umumiyetle arkadaşlarımın elinde. Meselâ Gökhan Evliyaoğlu, Fethi Tevetoğlu ve kendilerine bağlı olan 100 kadar mebus Adalet Partisi içinde gerçekten de birer kuvvettir. Ağırlık merkezi onlardan tarafa bulunmaktadır. Biz gidersek ve onlarla işbirliği yaparsak parti içinde çabucak söz sahibi mevkilere yükselmiş oluruz. Bu da iktidara gelmemiz için büyük bir şans verir bizlere.>>

Ona atfen yazılan yazıları bir tarafa bırakalım. Ağızdan çıkan sözleri yalanlamak şöyle dursun, yazılariyle doğrulamıştır Türkeş.

Pekiy, gerçek buyken karakter asaleti, arkadaş vefakârlığı gösteren Orhan Erkanlı kadar da: <<Ona atfen söylenen ve yazıların meydana getirdiği bir Türkeş tanımıyoruz.>> derse inandırıcı mı olur, daha çok şüphe mi çeker üstüne?

Biz, Orhan Erkanlı’nın, yıktıkları zihniyeti temsil eden insanlarla birleşerek, ne kendilerine karşı bir ihtilâl hazırlanmalarına yardım edecek kadar düşük karakterli; ne de şu, ya da bu şekilde iktidara gelecek bu çarpık fikirli kimselerle ideal yoldaşlığı yapacak kadar karanlık maksatlı olduğuna inanlardan değiliz. Ama, bazı yersiz vefakârlıklar, ölçüsüz sözler, gerekçesi anlaşılmıyan yargılar vardır ki, ister istemez halk efkârında soru işareti yaratabilir.

Evet, 27 Mayıs ihtilâlinin başarısızlığı görüşünde, kendisiyle oydaşız. Fakat, aynı basın toplantısında konuşan Fazıl Akkoyunlu’nun -ki Erkanlı’nın da tasvip ettiği anlaşılıyor- söylediği sözler de bizi düşündürüyor: <<Biz, fikirlerimizin iktidara geleceğine inanıyoruz>> diyen Akkoyunlu, sözlerini şöyle tamamlıyor: <<Bugünkü kötü şartlara rağmen, bu memleketi evlâdları kurtaracaktır. Biz, onlara yardımcı olacağız.>>

Şimdi, ikinci bir soru kafamıza takılıyor: Acaba, iktidara geleceğine inandıkları fikirler, şu Türkeş’in başında iktidara geleceğini söylediği 27 Mayıs’a, Türk ordusuna, devrimci Atatürkçülere karşı oldukları ayan beyan anlaşılan AP liler tarafından mı temsil edilmektedir. Ya da edilecektir?

Eğer böyleyse, bütün Atatürkçüler, ömürlerinin sonuna kadar savaşacaklardır onlarla. O zaman da, kendisinin de Atatürkçü olduğunu söyliyen Erkanlı’nın ne Türkeş’e, ne O’nun başında bulunduğu 27 Mayıs’ı soysuzlaştırmağa çalışan, memleketi buhrandan buhrana sürükliyen bu çarpık zihniyetteki parti’ye selâm bile vermemesi gerekir.

Erkanlı, madem ki politik hayata atılıyor, memleketin içinde bulunduğu durumu iyice görmeli; enine boyuna düşünüp taşındıktan, kader ve ideal birliği yapacağı arkadaşlarını iyi tanıdıktan sonra kararını vererek davranışını gün ışığına çıkarmalıdır. Çünkü, bir politikacıya başarı sağlıyan şartların başında: İsabetli teşhis, açıklık gelir.


Tasvir, İlhan Bardakçı, 12 Ağustos 1962.

Kim bu suçlu ihtilâlci?

Her memlekette ihtilâller ve hükümet darbeleri olur. Dünya siyasî tarihi bunların nice misalleri ile doludur. Bunların kimisi asırlara uzanan bir nizamın temeli olmuş, kimisi ise yapıldıktan hemen sonra münakaşa ve tartışma konusu haline gelmiş ve ortadan silinmiştir. Bu bizi ilgilendirmez. Ama bütün bu ihtilâllerde, ihtilâli yapan simalar hiçbir zaman hatâ yaptıklarını söylememişler, başka bir tâbirle baş vermişler, fakat baş eğmemişlerdir. Çünkü ihtilâl kendi hukukunu beraberinde getirir. Çünkü ihtilâl devirdiği nizamın yerine kendi getirdiği sistemin muhakkak doğruluğunu iddia eder.

Halbuki bakınız, 13 Kasım emeklisi siyasî müşavir bay Orhan Erkanlı tedbirler kanununa göre yasak olduğu halde dünyanın en garip beyanlarından birini vermektedir: “27 Mayıs’ı yapan, fiilen ve fikren buna katılanların hepsi suçludurlar.>> diyor.

Burada anlamadığımız bir nokta var. Suçlu olanlar kimlerdir? Emekli binbaşıya bakılırsa, ihtilâle katılanların hemen hemen hepsi. Yâni fiilen katılan insanlar olarak arkadaşları, fikren iştirâk etmiş kimseler olarak Basın ve gençlik… Filhakika nice bir zamandır, Türkiye’de bazı kimseler diğer kişilere yasak edilen söz ve hareketleri rahat rahat yapabilmekte hususî af kavramlarından istifade edebilmektedirler. Ama bu kadar sivri bir fikrin bu derece sivri töhmetlendirilmesine bir gün, ihtilâlden iki sene sonra rastlayacağımızı sanmıyorduk. Bu mevzuda tefsir bize yasal edilmiş bulunduğuna göre, emekli binbaşının söylediklerini hafızamıza kaydetmekten başka bir şey yapamayacağız demektir.

Fakat emekli binbaşı devam ediyor:
<<Biz birkaç kişiyi tevkif etmek istemiştik. Tevkiflerin çoğalmasında halkın tesiri çok oldu.>>

İşte bu söz büyük fiyaskodur. Yâni, halk, doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak o zamanki juntaya gitmiş ve tevkiflerin artmasını istemiş. Gariptir. Ya Binbaşı Erkanlı tevkif ne demek olduğunu bilmemektedir ya da halk diye ifadelendirmek istediği zümre, kendisine göre imtiyazlı bir sınıftır. Yâni halk iki kısım olmak gerekir. Binbaşı bunu mu demek istemiştir? Balmumcu’da aylarca yatan ve ilk sorgularından sonra tahliye edilenlerin aileleri, yakınları ve bu tevkiflerden mustarip olanlar halk değil mi idi? Yoksa hepsinin yakınları binbaşıya gelmişler ve kardeşlerini, kocalarını ve babalarını tevkif etmiş olduklarından dolayı kendisine minnet ve teşekkür tezahüründe mi bulunmuşlardır.

Daha bitmedi.

Emekli binbaşı ikide bir hesap vermekten bahisle ve sanki vereceği hesabı alacak kimsenin bulunmadığından şikâyet etmektedir. Bu mevzuda üzülmesine hacet yok. Dediği gibi ihtilâlin fikir tarafı yoksun kalmıştır. Kalmamış olsa idi, muhterem binbaşı, ihtilalcilerin vereceği hesabını, ne zaman olursa olsun kabul edecek tarih isimli bir mefhumun mevcut olduğunu bilmiş olurdu.

Fakat en güzeli, muhterem politik müşavirin basın toplantısının sonunda söylemiş olduğu sözlerdir. Bu sözlerin yüzde yüz samimî olduğunda şüphemiz yoktur. Orhan Erkanlı <<Bir gün iktidara geleceklerinden ve yeni ihtilâl yapabileceklerinden>> dem vurmaktadır. Anlaşılıyor ki kendisine terkettirilen iktidar koltuğunun hasretini son derece mühim olan müşavirlik koltuğu giderememiştir. İktidara nasıl gelindiğini muhterem Erkanlı’nın tarihten okumasını tavsiye ederiz.

Eğer okursa, o zaman hem ihtilâlcilerin, suçlarını itiraf edemiyeceklerini, hem itirafta bulunan suçluların hesabının tarihte ne şekilde verilmiş olduğunu görecektir sanırız.

Anlaşılan sayın Müşavir, dışarıdaki mühim görevinde, dünya siyasî tarihini bir parça daha incelemek zorundadır.


Son Posta, Başyazı, 12 Ağustos 1962.

14 lerin Değişikliği

14 ler diye tanıdığımız eski MBK.cıların Avrupada müşavirlik ile vakit geçirenlerinin iki senelik menfa (!) müddeti şu günlerde dolmak üzere bulunuyor. Bu sebeple de memlekete devamlı olarak dönmeye, 27 Mayıs 1960 hareketi ile başlayan siyasî faaliyetlerini bıraktıkları noktadan tekrar ele alıp devam ettirmeye hazırlanıyorlar. Bu maksatla memleket içinde bir nabız yoklaması yaptırmak için ikişer üçer anketçiler yolluyor ve memlekete dönüşlerinin uyandırabileceği şüphe ve tereddütleri gidermek çabası ile de bunlara önceden ezberlettikleri rollerini basın konuşmaları halinde tekrar ettiriyorlar. Bir müddet önce Rifat Baykal ile birlikte gelen Orhan Kabibay konuşmuştu. Onu takiben diğer iki arkadaşı ile gelen Orhan Erkanlı da uzun uzun izahat verdi. 14 lerin sanki meçhulmüş gibi geçmişteki rol ve hüviyetlerinden bahsetti.

Hal ve gelecek hakkındaki düşünce ve tasarılarını anlatmaya çalıştı. Böylece öğrenmiş olduk ki bizim, eski MBK üyesi 14 lerin hemen hepsi Cumhuriyet Türkiyesinin kalkınma şartlarının başında da demokrasi rejiminin samimî olarak benimsenmesi şartını görmek ve buna inanmaktadırlar. Ne tuhaf şey! Öyle ki, daha önce memleketin başka türlü bir idare ile ve güdümlü olarak kalkındırılmasının lüzumlu gördüklerini ifade etmişlerdi. Gelip geçtikleri alanlara inançlarının damgasını ağır bir silindir baskısı ile hâk etmek iddiasında bulunuyorlardı. Kararları kesin, bunların tatbikinde bir kamçı sertliği ile hareket etmenin elzem olduğuna kani görünüyorlardı. Vaktiyle duygusuz bir sürü olmaktan uzak bulunduklarını söyledikleri topluluğun bu hareketleri ile gözlerinde bir sürüden farksız olduğunun delilini vermekte bulunduklarının farkında bile değillerdi. Totaliterci yani topyekûncu idiler. Ferdin kıymetini toplumunkinin yanında hiç mesabesinde görüyorlardı. Şimdi ise bütün bunlardan gaflet gösteriyor ve o zaman savundukları fikirlerin tamamı ile aksini benimsemiş gibi bir tavır takınıyorlar. Ve demokrasinin hâkimiyetini bu memleketin esas kalkınma şartı gibi mütalâa ediyorlar. Kısa zamanda kanaatlerinde hasıl olmuş görünen bu değişikliği hür dünyada geçirilmiş iki senelik bir hayat stajının gelişimi saymak bilmeyiz biraz saflık olmaz mı? Şu halde iddialarını ciddiye alıp beyanların gerçek diye kabul edebilmek için sözü Eminsulara bırakmak daha doğru olur gibi gelir bize. 14 ler ve benzerleri herşeyden evvel gelmiş geçmiş hareketlerinin maddî ve manevî hesabını Türk umumî efkârına bir bir vermek ve oradan bir zimmet beraatî mazbatası almak mecburiyetindedirler. Böyle bir vesikayı elde etmeden sözlerine itibar etmek mümkün değildir.


Son Posta, Başyazı, 14 Ağustos 1962.

27 Mayısın Tarihi bugün Yazılamaz

14 lerden Orhan Erkanlı’nın konuşmakta devam etmekle ne gibi bir netice elde edebileceğini anlamak mümkün değildir. Bundan evvelki konuşmasında, memleket umumî efkârınca ranâ şekilde malûm olan iktisadî ve sosyal inançlarının tam tersini gösterir bir takım beyanlarda bulunduktan sonra, şimdi de, bazı kimselerden tutuklu bulundukları sırada hazinenin ihtiyacı olarak sızdırılan paraların kendisine ve bazı arkadaşlarına intikal ettirilmiş olduklarına dair bir kısım gazetelerde çıkan yazıları cevaplandırıyor ve kaillerini, hattâ mahkemeye başvurarak ispata davet eyliyor. Aksi halde, bu gibi iddiacıları namussuz olarak teşhir ediyor veya ettiği zannında bulunuyor.

Bilindiği gibi 27 Mayıs 1960 devresinin tam mânası ile bir muhasebesini bugün için yapmak Tedbirler Kanununun son derece ağır müeyyidelerinden dolayı değil aynı zamanda bu hususta yazılıp söylenecek olan şeylerin koparabileceği fırtına ve kasırgalardan dolayı mümkün değildir. Bir bakıma herkesin her istediğini söyleyebilir göründüğü şu sırada, Orhan Erkanlı ve bir kısım arkadaşları hakkında da her şeyi söylemek ve yazmak kabil olmaz. Zira bütün teminata rağmen şartlar hem müsavi değildir hem de müsait olmaktan uzaktır. Bu bakımdan, Balmumcuda tutuklu bulunan ve muhakemesiz olarak serbest bırakılmaları ile siyasetle uzak yakın alâkalarının mevcut olmadığı sabit olan büyük servet sahibi kimselerden para alınıp alınılmadığını, alınmışsa miktarlarını hattâ para vermiş olanlardan tevsik etmek sureti ile ispat etmek mümkün değildir. Çünkü böylesine alınan paralara mukabil makbuz verilmez. Parayı veren de, bu günün şartları ne olursa olsun verdiğini söylemekten çekinir. Zira yarın bu ifşanın başına neler davet edebileceğini bilemez. Onun içindir ki 14 lerden Bay Orhan Erkanlı’nın hakkındaki doğru veya yanlış iddiaların tevsik edilmelerini istemek yolunda söylediği sözlerin mahiyeti büyük lâflar olmaktan ileri geçemez. Şayet ortada mağduriyetini mucip bir hal var ise o da diğer bir çok vatandaşları gibi mağduriyetlerinin delillerini ortaya koyabilecek vasatın ortam hasıl olmasını beklemesi icap eder. Tabir caizse Orhan Erkanlı iki katlı bir apartman sahibinin durumundadır. Üst daireyi kiraya verdikten sonra çoluk çocuğun yukarıda çıkaracakları gürültüyü peşinen hesap dahili etmesi icap eylerdi. Kaldı ki bir gazete olarak bu sütunlarda Orhan Erkanlı ve bazı arkadaşları için bu çeşit gâsıplık iddiaları serdedilmiş ve kendileri bir nevi politika gangsterliği ile itham edilmiş değillerdir. İleri sürdüğümüz noktaî nazar bir prensibin müdafaasından öte hiçbir iddia taşımamakta ve sadece şu gerçeğin tecahülden gelerek gözden uzaklaştırılabileceğine inanılmamasını ve böyle bel bağlanmamasını tavsiye etmek için teşebbüs edilmiştir:

Her mühim sosyal olay gibi, 27 Mayıs 1960 hareketinin tarihi de bir gün elbette ki en ince teferruatına kadar yazılıp neşrolunacaktır. İlgililer bundan emin olabilirler. Amma bu tarih elbette ki onların seçtikleri şartlar içinde yazılmayacaktır. Esasen böylesine nakillerin tarih olmak değerleri mevcut değildir. O zaman gelince her şey göz önüne serilecektir. Fakat buna Orhan Erkanlı’nın veya bizim ömrümüz vefa etmezmiş. O da başka bir şeydir.



Zafer, Son Posta, Son Baskı, 14 Ağustos 1962.

14 lere Dair yeni Açıklama Yapılacak

MBK idaresi zamanında İstanbulda Örfî İdarede vazife gören Emekli Binbaşı Tevfik Gürkan, önümüzdeki günlerde bir basın toplantısı yaparak, 14 ler hakkında efkârı umumiyeye açıklamalarda bulunacaktır. 14 lerle bazı temellilerin, 27 Mayıstan evvel ve sonraki servet durumlarını da açıklayacağını ifade eden Gürkan, Orhan Erkanlı’nın, <<Yassıada konusunda 13 Kasıma kadar her türlü hesabı verebilirim>> sözünde samimi olmadığını, zira MBK nın Yassıada işlerini tedvire memur bir temsilcisi olduğunu unutmuş göründüğünü söylemiştir.


Yeni Sabah, Başyazı, 14 Ağustos 1962.

Bu ne kadar Tepeden Bakış

Kendi kendilerini feshetmiş olan 14’lerden Erkanlı ve Akkoyunlu, şurada burada yaptıkları temas ve konuşmalarda memleket davalarına ve bu meseleleri çözmekle uğraşan hükûmet ve siyasî Partilere o kadar yüksekten ve tepeden bakarak hükümler vermekte ve aforozlar yapmaktadırlar ki onların bu derece semavî ve yüksekten uçuşlarının sebep ve hikmetini kavramak orta dereceli zekâlar için kabil görünmüyor. Çünkü onlara göre siyasî Partiler ve rical bu yurda en büyük fenalığı yapmışlar ve yapmaktadırlar, memleketi günden güne cıvık bir çamurun içine bulamaktadırlar. Hükûmet ve kabine de herhangi müsbet bir faaliyette bulunacak kudrete malik değildir.

Bakınız Akkoyunlu neler diyor: “İstiklâl mücadelesinden artakalan nesil, bugün siyasî kadrolar içinde son barutunu atmaktadır. Fakat memleketi istenen istikamette ve müsbet olarak ileriye götürememektedir.”

İstenen istikametten acaba bu 14 artıkları ne anlamaktadır? Herhalde istenen istikamet, Akkoyunlunun bizzat ve şahsen istediği istikamet olacak…

Ama neden Fazılın isteği bütün Partiler ve hükûmetlerin isteklerinin üstünde olsun… Türk halkını nefsinde ve şahsında temsil etmek iddia ve hevesi acaba bu zata ve arkadaşlarına nereden geliyor? Hem her türlü diktaya muhalifiz diyorlar ve hem de ayni zamanda bütün siyasî Partilerin arzuları, halkın oyu, matbuatın düşünceleri hiçe sayılarak kendi kafalarındaki hayal ve düşüncelerin bütün memleket sathına tatbik ve teşmil edilmesini istiyorlar. Sanki Türk halkı bir tecrübe Kobay’ı onlar da deneyi yapmağa hazır mütehassıs doktor veya kimyager..

Bize anlatıyor Fazıl: “Köklü reformların gerçekleşmesi gerekmektedir. Ancak bugünkü zihniyet ve kadro bunu yapacak bir düzen içinde değillerdir.” O halde 14’lerden bazılarının arzu ettikleri ve Uzunçarşıda hususî surette imal edilerek piyasaya sürülecek yeni nesiller, adamlar, bu köklü reformları tahakkuk ettirebileceklerdir. Bunun için de onlar İnkılâp Meclisi kurulması fikrini savunmuşlar da derdlerini anlatamamışlar ve sonunda da memleketi terketmek zorunda kalmışlar…

Memlekette mevcut kadroların hepsini, hükûmetini, siyasî Partilerini, Üniversitelerini, gençliği, ortayaşlılığı küçümseyerek hattâ hiçe sayarak sadece kendi düşüncelerini tatbik edecek olağanüstü bir İnkılâp Meclisine akıllarından geçen her reformu köklü sayarak yaptırmak… Ama nefislere bu derece güven hangi ilmî bilgiden, hangi sosyal ihtisastan, hangi geçmişteki başarı ve tecrübelerden doğuyor… Sadece Ordunun orta hattâ aşağı kademelerinde bulunmuş olmaktan mı? Bu derece gurura elhak hayret.


Zafer, Fatin Fuad, 15 Ağustos 1962.

“Zavallı Necdet”

Necdet eski bir roman kahramanıdır. Orhan da, acemi ve fikirsiz politikanın tipik kahramanlarından biridir. Tesadüf, bu Orhan’ı ve diğer Orhan’ları meçhulün hiçliğinden çekip, malûmun hepliğine ulaştırmıştır. Baht ve kader bir insanı zirvelerin en yükseğine ve en dikine bir anda uçurabilir. Fakat ondan sonra o zirvede barınabilmek, idrâk gibi, iz’an gibi, muvazene temin edici zekâ ve kifayet gibi bir sürü isnada muhtaçtır. Bu hassalar mevcut bulunmadıkça o başdöndürücü zirve manevî bir intihar noktası olmaktan ileri bir değer plânlamaz. Binaenaleyh meçhulün hiçliğindeki hiç malûma kavuşup topluluk önünde sırıtır olur ve bir de malûma kavuştum diye bir anda kendinde hepliğe bir liyakat vehmederse işte bu, bir insan için bahtsızlıkların en zâlimidir.

Orhan Erkanlı ve diğerleri böyle bir âkıbet ve hüsranın gönüllüleridir. Kader, 27 Mayıs’ı kuvveden fiile çıkartmak için vazifeli kılmış olmakla onlara iyilik mi kötülük mü yapmıştır?.. Bunun muhasebesi bu zevat konuştukça kolaylaşmaktadır.

27 Mayıs 1960 gününden evvelki siyasî şartlar bir an hatırlanacak olursa, herhangi bir hareketin meçhulden bu suretle malûma intikal eden hiçlerin, hiç olmalarına rağmen, bir ihtilâli nasıl başarabildikleri de hayret edilecek bir keyfiyet değildir. Zira ihtilâli muvaffak kılan bir taraftan o devrin muhalif ve muvafık politikacıları, diğer taraftan da Türk Silâhlı Kuvvetlerinin evvelâ zımnî sonra da fiilî müdahalesidir. Millî Birlikçiler ise hakikatte bu dâvada üstüne basılıp geçilen köprü taşlarından başka bir değer unsuru çerçeveleyebilecek cüzî bir kıymet ifadesinden bile mahrum kişiler olduklarını 27 Mayıs’ı müteakip aldıkları bir sürü idarî kararlarla ortaya koymuşlardır, o kadar ki, sonradan bu hatalara, üzerlerinde her türlü münakaşayı yasak edip başlarını kumlara sokmak için, bir de <<27 Mayıs ruhu>> yaftası asılmıştır. Samimi kanaatimiz odur ki, hasbelkader meçhulden malûma ulaşmış olan bu zevatın icraatını 27 Mayıs’a maletmek bir küfürdür. 27 Mayıs ruhuna karşı işlenecek cürümlerin, ihanetlerin en büyüğü odur.

Şimdi bu hiçten hepe intikal eden hiçlerden biri, Orhan Erkanlı, bir hafta içinde yaptığı bilmem kaçıncı basın toplantısında bakınız neler söylemiş:

<<Biz hepimiz, 27 Mayıs’ta doğmuş insanlarız. Bu tarihten önce isimsiz birer vatandaştık. 27 Mayıs bizim anamızdır.>>

Evlâtlarından bir kısmının hayırsız çıkmış olması karşısında ananın duyduğu ıstırap ayrı şey… Fakat Orhan bey şaheser mantığa sahip olduğunu, Türkeş’in Adalet Partisine gireceğine dair çıkan şayialara verdiği cevapta ortaya koymaktadır. Diyor ki:

<<Ben Türkeş’in anasına ihanet edecek karakterde bir insan olduğuna inanmıyorum. Ayrıca Türk Milleti anasına ihanet edeceklerin peşinden gitmemesini bilecek kadar basiretlidir.>>

Evvelâ Adalet Partisinin kanun himayesinde ve Meclis ekseriyetine sahip bir parti olduğunu hatırlatmıya lüzum yok. Türk Milletinin, bu partinin temsil ettiği hüviyetle elele bulunduğunun son seçimde ve her vesile ile göstermiş olması da mühim değil.

Mühim olan size baktıkça Orhan bey, eski bir roman kahramanının ismini hatırlayışımdır. Zavallı Necdet!


Milliyet, 15 Ağustos 1962.

22 Şubat olaylarının nedenini açıklayan bir demecinde, millî menfaatlere aykırı hareket ettiği, iddiasiyle hakkında dâvâ açılan Talât Aydemir’in duruşmasına dün başlanmıştır. Aydemir’in demecini yayınladıkları için beş Ankara gazetesinin yazı işleri müdürleri de Aydemir’le birlikte yargılanmışlardır. 14’lerden Fazıl Akkoyunlu, duruşmayı 22 Şubatçılarla beraber tâkip etmiştir.



CEMAL GÜRSEL’LE GÖRÜŞME

Ekspres, 19 Ağustos 1962.

Erkanlı ve Köseoğlu dün gece yarısı C. Gürsel’le görüştüler [Tam sayfa manşet]

Devlet reisi eski arkadaşların ziyaretinden memnun olmuş ve onlara “Sizi çok göreceğim geldi” demiştir.

Dört gündenberi Ankarada bulunan Orhan Erkanlı ile Münir Köseoğlu dün gece saat 21 de otomobille İstanbula dönmüşler, araba vapurundan çıkar çıkmaz da son süratle Floryaya giderek Cumhurbaşkanı Cemal Gürsele mülâki olmuşlardır.

Başkan Gürselle 2,5 saat kadar süren bu görüşmede herhangi bir kimse bulunmamıştır. Toplantı saat 12 ye kadar sürmüştür. Başkan eski MBK üyelerinin kendisini ziyaretinden çok memnun olmuş ve <<Sizleri çok göreceğim geldi>> demiştir.

Toplantıdan sonra Erkanlı ile Köseoğlu herhangi bir açıklamada bulunmamışlar, sadece <<Paşayı ziyaret ettik>> demekle yetinmişlerdir. Öte yandan Cemal Gürsel eski silâh arkadaşlarını çok iyi bulmuş, kendilerine son derece yakınlık ve samimiyet göstermiştir. Münir Köseoğlu, Başkan Gürsel’in sıhhati çok iyidir, demiştir.


Son Posta, 20 Ağustos 1962

Köseoğlu, Erkanlı Gürselle görüştü
Görüşmenin bugün yapılacak olan Eminsu mitingi ile ilgili olduğu sanılıyor

Evvelki gece saat 21.00 de Ankaradan otomobille şehrimize dönen Orhan Erkanlı ve Münir Köseoğlu hiçbir yere uğramadan süratle Floryaya gitmişler ve Başkan tarafından kabul edilmelerini teklif etmişlerdir. Vaktin bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen Devlet Başkanı Erkanlı ile Köseoğlunu özel odasında kabul ederek kendileriyle 3 saate yakın görüşmüştür. Görüşmeden sonra Erkanlı ile Köseoğlu hiçbir açıklama yapmamışlar, sadece <<Paşayı ziyaret ettik ve görüştük>> demişlerdir.

Münir Köseoğlu ayrıca Başkandan yakın alâka gördüklerini ve kendilerinin çok iyi olduğunu söylemiştir. Evvelki gece çok ani olarak yapılan bu görüşmenin bugün Saraçhane başında yapılacak Eminsu mensuplarının mitingi ile alâkalı olduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi, Erkanlı ile Köseoğlu MBK ne üye bulundukları sıralarda çıkarılan bir kanunla bir kısım subaylar emekliye sevkedilmiş ve bu tasfiye o zamandan beri büyük ihtilâflara sebep olmuştur. Eminsu mensuplarının bugün yapacağı mitingde MBK üyelerini şiddetle itham edecekleri muhakkak nazarı işe bakılmaktadır. Evvelki geceki bu ziyaretin, yapılacak ithamlarla alâkalı olduğu ve görüşmelerin bu yönden cereyan ettiği anlaşılmaktadır.


Milliyet, 20 Ağustos 1962.

Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, evvelki gece 14’lerden Orhan Erkanlı ve Münir Köseoğlu’nu kabul ederek kendileriyle bir süre görüşmüştür. [Resimaltında tek cümle]


Yaman, 21 Ağustos 1962.

Orhan Erkanlı ile Münir Köseoğlu karayolu ile Ankaradan şehrimize dönmüşler ve Kabataş’tan doğruca Florya’ya giderek Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ile görüşmüşlerdir. Görüşme yaklaşık 2,5 saat sürmüştür. Temas için her hangi bir açıklamada bulunulmamışsa da bazı mühim meselelere temas edildiği zannedilmektedir.

Cumhurbaşkanı Gürsel Erkanlı ile Köseoğlunun ziyaretinden çok memnun olmuş ve sizler çok göreceğim geldi demiştir. Münir Köseoğlu Başkan Gürsel’in sıhhatini merak ediyorduk. Fakat ziyaretten sonra gördük ki kendisinin sıhhati çok iyidir demiştir. Cemal Gürsel dün saat 8.30’dan 16.30 a kadar Boğazda Halâs motörü ile bir gezinti yapmıştır.

Yeni Gün, 20 Ağustos 1962.

Önceki gece beraberinde Münir Köseoğlu olduğu halde hususî otomobili ile şehrimize gelen Orhan Erkanlı Cumhurbaşkanının hâlen istirahat etmekte bulunduğu Florya’ya giderek Cemal Gürsel’le uzun süre görüşmüştür. Saat 22.30 sıralarında başlayan görüşme, sabahın erken saatlerine kadar devam etmiştir. Erkanlı, otomobili civarında kendini bekliyen basın mensuplarına her hangi bir açıklamada bulunmamış, sadece, dinlenmek üzere Erdek’e gideceğini ve daha sonra da Ankara’ya döneceğini söylemiştir.


TÜRKEŞ AP

Ekspres, 9 Ağustos 1962.

Türkeş, Başgil ile Görüşüyor [Tam sayfa manşet]

Zürih – Özel muhabirimiz bildiriyor. Yeni Delhi Büyükelçiliği müşaviri Alparslan Türkeş hâlen burada bulunmakta ve Prof. Ali Fuat Başgille temaslar yapmaktadır.

Bilindiği üzere bundan bir süre önce 14 lerin Brüksel toplantısına katılmak için Brüksele gelen Alparslan Türkeş, toplantının umduğu gibi neticelenmemesi üzerine Münih tarikiyle Yeni Delhiye döneceğini söylemiş, fakat önce Londraya ve oradan da Zürihe gelmiştir. Bu şekilde bir yol takip edişinin sebebi Brükseldeki arkadaşlarına ve diğer ilgililere izini kaybettirmek olduğu belirtilmektedir.

Güvenilir bir kaynaktan öğrendiğime göre Alparslan Türkeş Zürihte Prof. Ali Fuat Başgille önemli meseleler görüşmektedir. Bu cümleden olarak Türkeşin Türkiyeye Ali Fuat Başgille birlikte dönmesi bahis konusudur. Öğrendiğimize göre Alparslan Türkeş Türkiyeye dönünce Adalet Partisine iltihak edecektir. Paristeki arkadaşları tarafından Adalet Partisi genel başkanlığına adaylığını koyacak ve lider durumuna getirilecektir. Bundan sonra ise yeni seçimler için kampanya açılacaktır. Seçimlerde Adalet Partisinin mutlaka kazanacağına inanan Türkeşin çok yakınlarına söylediğine nazaran kendisi başvekil, Ali Fuat Başgil de Cumhurbaşkanı olacaktır.

Hâlen Zürihte Ali Fuat Başgille her gün buluşan ve saatlerce başbaşa ikili konuşmalar yapan Türkeşin Adalet Partisi Genel kongresi tarihinin belli olacağı tarihe kadar burada kalacağı söylenmektedir.


Yeni Gün, 17 Ağustos 1962.

Apaydın’a göre Gümüşpala ırkçı, faşist grubun emri altında

AP Milletvekillerinden Burhan Apaydın, kendisi ile beraber Haysiyet Divanı’na verilen iki arkadaşı hakkında dün basına bir açıklamada bulunmuş ve Parti Genel Başkanının Irkçı ve Faşist bir grubun emri altında çalıştığını ileri sürmüştür. Apaydın daha sonra, Parti idarecilerinin kifayetsizliğini, Partinin iyi idare edilmediğini, Genel Başkan Ragıp Gümüşpala’nın değişik hüviyetli arkadaşlarla iş birliği yapması dolayısiyle partinin itibarını düşürdüğünü, hiçbir memleket meselesinin parti grubuna getirilmediğini söylemiştir. <<Genel Başkan, ırkçı ve faşist bir grubun emri altında çalışıyor. CHP ye karşı bazen dalkavukça ve bazen de düşmanca davranılıyor.>>


Tasvir, 19 Ağustos 1962.

Eminsu Derneği Başkanı General Türkkan 14 lerin kendilerine hücum etmemelerini istediklerini söyledi.

Brüksel’e bazı temaslarda bulunmak üzere giden Eminsu Derneği Başkanı emekli General Orhan Türkkan, dün sabah kara yoluyla şehrimize gelmiş ve derhal yarın yapılacak mitingle ilgili çalışmalarına başlamıştır.

Brüksel’de 14’lerle bir toplantı yapmadığını, sadece Orhan Kabibay ile hususî olarak görüştüğünü söyliyen Başkan, seyahati hakkında şunları söylemiştir: <<Brüksel’e tamamen hususî mahiyette gittim. Bu gidişimin 14’lerle ilgisi olmadığını iyice ortaya koymak için de toplantılarının bitmesini bekledim. Bu arada sadece hususî olarak görüştüm ve kendileri ile fikir anlaşmasına varamıyacağımızı anladım. 14’ler hakkında edindiğim kanaate göre, kendileri Türkiye’de bir parti kurmak istiyorlar ve Türkiye’de basının, gençliğin ve emekli subayların kendilerine yardımcı olacaklarını zannediyorlar. 14’lerin bana intikal eden bazı dilekleri de kendilerinin kuracakları partiye karşı olmamamız ve onları desteklememizdir. 14’lerden biri de <<bize hücum etmeyin, bize cephe almayın ve bizim kuracağımız partiye sizler de girin>> dedi. Bütün bu izahlar ve bana empoze edilmek istenen fikirlerin karşısındayım. Biz Eminsular olarak kendileri ile böyle bir parti kurmağa asla razı değiliz.>>

Başkan Türkkan, Brüksel’deki temas ve konuşmaları hakkında pek konuşmak istemedi. Kendisinin 14’lerle ayrı fikirde olduğu her halinden belli oluyordu. <<14 lerin Ordu AP’yi tutmuyor. Bu sebeple AP iktidara gelemez, gibi fikirlerine karşılık kendisi sadece, CHP ordunun gölgesinde, CHP, millî iradeyi kullanarak ortaya çıkmamıştır.>> demekle iktifa etmiştir.

Türkkan, Millî Birlik Komitesi hakkında da şu açıklamayı yapmıştır: <<Komiteciler, 27 Mayıs ihtilâlinin temsilcileri değildir. Komite içersinde ihtilâli plânlayanlar ve icra edenlerden başka herkes bulunmaktadır!>>

Eminsu Başkanı, orduya dönmek için mitingin en son çare olmadığını, Anayasa teminatı altında bu dâvanın halli için çalışmalarına devam edeceklerini, orduya tekrar alınmalarında 14’lerin desteğine ihtiyaçları olmadığını söylemiştir.


Ekspres, 20 Ağustos 1962.

AP Kongrelerinin başından beri Gümüşpala en mühim konuşmasını dün Balıkesir’de yapmıştır. AP Gümüşpalanın dili ile Milliyetçilik hususunda ne düşündüğünü kesin olarak açıklamıştır. <<Milliyetçilik aslâ, ırkçılık ve Turancılıkla karıştırılmayacaktır. 14 lerin ırkçılık ve Turancılıkla damgalanmış mümessillerinin AP ye geçmeleri hususu kat’î bir lisanla Genel Başkan tarafından yalanlanmıştır. <<AP de ne bir macerapereset Turancılığa cevap vardır ne de Türkeşçilerin plânlarına yer.>> Gümüşpalanın ırkçılık ve Turancılık ve Türkeşçilik mevzuunu bilhassa Balıkesirde ele alışının ayrı bir mâna ve ehemmiyet taşıdığı aşikârdır. [Türkeşçi bilinen Gökhan Evliyaoğlu AP Balıkesir milletvekilidir.]

Bir süredenberi Zürihte Ali Fuat Başgille temaslarda bulunan Alparslan Türkeş iki gün önce Yeni Delhiye dönmüş ve görevine başlamış bulunmaktadır.

Eminsu derneği başkanı Orhan Türkkanın 14 ler hakkında verdiği beyanat üzerine dün kendisiyle konuştuğumuz Orhan Kabibay bize: <<Burada bizim toplantımız sona erdikten sonra Orhan paşa ile dostça sohbet ettik. Paşa bana kendilerini ordudan kimin ihraç ettiğini sordu. Ben de bu kararı MBK nin verdiğini, ancak 13 Kasım olayı ile ileride hayırlı olabilecek bu kararın kötü neticeler doğurduğunu, zaten 13 Kasım olayı yüzünden birçok reformların da yapılamadığını kendisine izah ettim. Kendisine bir parti kuracağımızı söylemediğim gibi hiçbir zaman da bizi destekleyin diye de bir talepte bulunmadım. Çünkü biz en büyük desteği şerefli Türk milletinden, Türk gençliğinden ve Türk basınından alıyoruz. Gayemiz her zaman olduğu gibi Türkiyeyi daha iyiye daha güzele götürebilmek için bize düşen bütün çalışmayı yapmaktır. Bunun için de bizler her türlü fedakârlığı göze almış durumdayız. Evet bizler kendimizi Türkiyeye adadık. Şu anda polemikle zaman geçirmek istemiyoruz.>>


Ekspres, 21 Ağustos 1962

Türkeş Ağız Değiştiriyor

Alparslan Türkeşin Yeni Delhiden gönderdiği bildiri bazı çevrelerde tebessümle karşılanmıştır. Ayni çevrelerin belirttiğine göre, Alparslan Türkeş böyle bir bildiri yayınlamaya mezun değildir. Zira bu husus Brüksel toplantısında karar altına alınmış ve artık 14 ler diye bir mesele kalmadığı, 14 lerin 14 de 1 olarak vazife görecekleri hususu bir deklarasyonla halk efkârına da açıklanmıştı.

Alparslan Türkeşin şahsı hakkındaki iddialara gelince bu tamamen onun şahsını ilgilendiren bir meseledir.

Aynı çevreler Türkeşin Brükseldeki toplantıyı terk sebebinin Adalet Partisine girmek hususundaki ısrarı ve bunun yarattığı ihtilaf olduğunu söylemekte, Alparslan Türkeşin şimdi ağız değiştirdiğini ifade etmektedirler.


Tasvir, Zafer ve diğer gazeteler, 22 Ağustos 1962.

Gümüşpala kesin bir dille açıkladı: “Türkeş AP ye giremez”

Genel Başkana göre AP nin istikameti Türkeş’in kanaatine aykırıdır.

İzmir - AP kongrelerini takibe gelen R. Gümüşpala, Türkeş ve onun zihniyetinde olanların AP içinde barınamayacaklarını ve bu gibi kimselerin parti içinde yer bulamayacağını kesin bir dille açıklamıştır. Gümüşpala <<Türkeşin AP ne girmesini temin gayesile bazı çevrelerde belirli bir faaliyet mevcuttur. Bu şahıs AP ne kabul edilebilir mi>> şeklindeki sualimize şu cevabı vermiştir: <<Türkeşin AP ne girmesi hususunda ne kendisinden ne de herhangi bir partiliden teklif yapılmıştır. AP program ve istikameti ile Türkeşin iddia edilen kanaatlerine tamamen zıt ve aykırıdır. Bu sebeple fikir ve tutum ayrılığı olan Türkeşin ve ideal arkadaşlarının AP ye girmelerine, barınmalarına ve kabullerine imkân yoktur>>.


Ekspres, 22 Ağustos 1922.

Eski MBK Hesap Verecek! [Tam sayfa manşet]

Orhan Kabibay: “Hesaptan korkan ihtilâle girmez”

Eski Millî Komitesi üyeleri son günlerde aleyhlerinde meydana gelen propagandalara cevap verecektir. Temelli Senatörler Meclis önünde açık oturum ile hesap vereceklerdir. Diğer taraftan 14 ler de bu hesaplaşmaya katılacaklardır. Bu hususta kendisiyle konuştuğumuz Brüksel Devlet Müşaviri Orhan Kabibay “Hesap vermekten korkanlar ihtilâle giremez. Biz ihtilâle girmekle ganimet almak değil Demokratik zihniyete gem vuran ve köstekleyen fikri devirdik. Yoksa servet ve mal peşinde koşmak arzusunda olsaydık, her halde şerefli Türk ordusunu seçmezdik ve bütün arkadaşlarım da mesleğe girmez ve ihtilâle iştirak etmezdi.” demiştir. Öte yandan Temelli Senatörler 27 Mayıstan bu yana bütün servetlerini açıklayacaklar ve basın toplantısı yaparak efkârı umumiyeye duyuracaklardır.



TÜRKEŞ’İN AÇIKLAMA MEKTUBU

Hürriyet, Son Havadis, Son Posta, Yeni İstanbul, 21-22 Ağustos 1962.

TÜRKEŞ: HİÇBİR PARTİ İLE ANGAJMANIMIZ YOK, DİYOR

Son günlerde bir kısım basında Alparslan Türkeş’in yurda dönerek siyasî faaliyete girişeceği hakkındaki haberler üzerine, sabık MBK üyesi 14 lerden Alparslan Türkeş efkârı umumiyeyi aydınlatmak üzere aşağıdaki açıklamayı göndermiştir: Son Havadis

17 Ağustos 1962
Yeni İstanbul Gazetesi Yazı İşleri Müdürlüğüne
Aşağıdaki açıklamayı, genel efkârı aydınlatmak üzere gazetenizde yayınlamanızı rica ederim. Saygılarımla.
Alparslan Türkeş


AÇIKLAMA

1) Zaman zaman şahsımla ilgili olarak hiçbir esasa dayanmıyan bazı yayınlar yapılmaktadır.

Hakikattan ayrılmamağa dikkat etmek ve genel efkârı yanıltmamak için, ilgili kimselerle görüşmeler tertiplemek veya yazılı sorular göndererek cevaplar istemek, dünya basın mensupları arasında sık sık baş vurulan bir usuldür. Böyle olduğu halde bu güne kadar hakkımızda yazı yazanlardan hiç kimse bilgi istemeğe lüzum görmeden, asılsız rivayetleri ve maksatlı iftiraları kaynak kabul ederek hem kendilerinin hakikata aykırı yazılar yayınlamak töhmeti altına sokmuşlar, hem de genel efkârı yanıltmak durumuna düşmüşlerdir.

Hiç olmazsa bunda sonra, peşin hükümlerle ve tek taraflı olarak yazmaktansa, ilgililerden bilgi istiyerek, hakikatin belirtilmesine gayret edilmesi, yerinde bir hareket olacaktır.

2) Bu güne kadar ne şahsen kendim, ne de arkadaşlarım hiçbir siyasî teşekkül ve parti ile angajmana girişmemiş olduğumuz gibi, bu gün de böyle bir angajmanımız yoktur.

Böyle bir angajmana niyetli bulunduğumuz yolunda çıkarılmış olan söylentiler de her çeşit asıl ve esastan mahrumdur.

3) Bizim gözümüzde TÜRK MİLLETİ BÖLÜNMEZ KUTSAL BİR BÜTÜNDÜR..! Memleketimizi her çeşit teşekkül ve siyasî partileri ile birlikte ahenk ve huzur içinde, yükselme ve ilerleme yolunda görmek, varlığımızın gayesini teşkil etmektedir. Anayasa ve kanunlar çerçevesinde kurulmuş olan hangi siyasî parti olursa olsun, hepsini de millî hayatımızın vaz geçilmez birer unsuru olarak görmekte ve selâmlamaktayız.

Ne 27 Mayıs’tan önce, ne de 27 Mayıs’tan sonraki günlerde, Anayasa çerçevesi içinde kurulmuş olan bir partiye mensup bulunduğu için veya böyle bir partiye rey verdiği için, her hangi bir vatandaşa kötü gözle bakmayı, onlara suçlu muamelesi yapmayı kabul etmediğimiz gibi, her hangi başka bir partiye mensup olduğu için diğer vatandaşlara da imtiyaz tanımayı uygun görmedik ve hoş karşılamadık. Bu gün de yine aynı görüşü taşımaktayız.

Bazı partilerin genel başkan ve idarecilerinin temsil ettikleri zihniyete karşıyız. Fakat bu, ne onların şahısları ve ne de o partiye mensup vatandaşlarımız hakkında sevgi ve iyi niyet beslemekliğimize engel değildir. Her vatandaşın ve her teşekkülün medenî bir hukuk nizamı içinde ve kanun teminatı altında bulundurulması, eskidenberi bağlandığımız ve hâkim kılmağa çalıştığımız esas prensiplerdendir.

Kin, garaz ve hırslara yer vermeden, karşılıklı sevgi ve büyük kalblilikle hareket edilmesini, bu gün içine düşmüş olduğumuz çıkmazdan kurtuluş için tek çare olarak görmekteyiz.

Biz daima Milletimize karşı, (Her çeşit teşekkül ve siyasî partileri ile birlikte bir bütün olarak) en derin sevgi ve saygı duyguları ile doluyuz. Onun hizmetinde ve emrinde bulunmayı vazife ve şeref saymaktayız. İçinden yetiştiğimiz ocağın gelenekleri ve bize daima telkin ettiği ruh budur. Biz bu ruha ve içtiğimiz andlara sadık ve bağlıyız.

Alparslan TÜRKEŞ

Not: Bu açıklama, İstanbul ve Ankarada yayınlanan gazetelere aynı anda gönderilmiştir.


Milliyet, Durum, 23 Ağustos 1962.

Türkeş’in Açıklaması

27 Mayıstanberi hakkında çeşitli söylentiler çıkarılıp, muhtelif fikirler ileri sürülen Alparslan Türkeş, 14 lerin son Brüksel toplantısından sonra tekrar çeşitli yayınlara konu olmuştu. 14 lerin münferit hareket etmek yolunda almak zorunda kaldıkları kararın, Türkeşin tutumunun bir sonucu olduğu söyleniyordu. İddia edildiğine göre eski MBK üyelerinin liderliğini yapmak isteyen Türkeş’in, Adalet Partisine sızmış olan ırkçılarla yakın teması ve geleceğe ait plânları vardı. Bu iddiayı ileri sürenler Türkeş’in gayeye ulaşmak için her türlü vasıtayı kullanmak eğiliminde olduğunu, iktidara gelmek için AP den faydalanmaya hazırlandığını belirtiyorlardı.

Bu iddialar basında yer aldıktan sonra, bâzı kimselerin söylentileri doğrulayan beyanlarına rastlandı. Buna mukabil Adalet Partisindeki ırkçı veya aşırı milliyetçi çevreler iddiaları yalanlayacak bir ifâde kullanmadılar. Böylece Türkeşe karşı öteden beri duyulan şüpheler kuvvetlenmeye başladı.

Emekli Albay bu durumdan müteessir olarak hafta başında İstanbul ve Ankara’da yayınlanan gazetelere bir açıklama göndermiştir [1]. Türkeş, bu açıklamasında herhangi bir partiyle angajmana girişmemiş bulunduğunu belirtmekte, buna mukabil ima yoluyla CHP Genel Başkanının temsil ettiği zihniyete karşı olduğunu ifâde etmektedir. Bunun dışında Türkeş, hakkındaki söylentileri umumî bir şekilde toptan yalanlamaktadır.

Türkeş’in açıklamasında dikkat çeken husus, ırkçı çevrelerle yakınlığı ve işbirliği konusundaki iddiaları açıkça yalanlamamış olmasındadır. Böyle bir yalanlamaya AP deki ırkçılar da başvurmadıklarına göre şüphelerin bertaraf edildiği, söylentilerin asılsızlığının anlaşıldığı sanılmaz.

Herhalde meselenin aydınlığa kavuşmasında en değerli ölçü zaman olacaktır. Yakın bir gelecekte Türkeşin göstereceği tutum, iddiaların gerçek değerini ortaya koyacaktır.

Bu arada dikkati çeken bir olay da Brüksel toplantısından sonra Türkeş ile aynı fikirde olduğu belirtilen Numan Esin ile diğer grup arasında zikredilen Mustafa Kaplan’ın yaptıkları açıklamalardır. Her ikisi de teşekkül ettiği belirtilen gruplarla ilgileri bulunmadığını belirtmişlerdir. Ayrıca bu gruplaşmada mütereddit kalanların sadece Esin ve Kaplandan ibaret olmadığı söylenmektedir. Herhalde Türkeşi desteklemesi veya ona cephe alması bahiskonusu olanlar da kesin hükümlerini zamana bırakmaktadırlar.

[1] Bu açıklama gazetemize ancak dün ulaşmıştır.



ADVİYE FENİK

Son Havadis, Adviye Fenik, 24 Ağustos 1962.

Geç kaldınız Bay Türkeş!.

14 lerden Bay Türkeş, gazetelere bir mektup yollamış.. Eski demokratları tavlamak için bir sürü tatlı dil dökmüş!.. Öyle ya, ileride bir iktidar denemesi daha yaparsa, bu sefer eski demokratlara dayansın!.

27 Mayısta CHP ye dayandılar. Sonunda kendi başlarını yediler.. Darma duman oldular..

Bay Türkeş’in mektubundaki şu Erzats, şu samimiyetsiz sözlere bakınız:

“Ne 27 Mayıstan önce, ne de 27 Mayıstan sonraki günlerde, Anayasa çerçevesi içinde kurulmuş olan bir partiye (yani Demokrat Partiye) mensup bulunduğu için veya böyle bir partiye rey verdiği için, her hangi bir vatandaşa kötü gözle bakmağı uygun bulmadık.”

Allah için doğru bir söz!.

Milyonlarca vatandaşa “Kuyruk, düşük..” tâbirini yakıştıranlar, meğer, kendileri değilmiş!..

*
Ya uygun bulsalarmış? Maazallah, daha neler olmayacakmış!..

Demek, köylerdeki, kentlerdeki binlerce tevkifler, bin türlü ıztıraplar, sorgular, sualler, mahkemeler.. Kararlar ve beraetler, “böyle bir partiye rey veren vatandaşlar” için değilmiş!..

Pekii, niçin olmuş bu işler? Neden hep eski demokratlar, böyle badirelere sürüklenmişler?

Sıvasta, Ankarada, İzmirde, Balmumcuda, Davutpaşada ve yurdun her bir tarafında neden, binlerce demokratı tir tir titretmişler? Sürüm sürüm süründürmüşler?

O zaman Bay Türkeş’in dilini kedi mi yemişti? Bunlar, bu biçareler, sadece, “böyle bir partiye rey veren vatandaşlar” değiller miydi? Ve sizler, her kindar ihbar üzerine bunlara çullanan kişizâdeler değil miydiniz?

Şimdi “bugün de aynı görüşü taşımaktayız” diyor Bay Türkeş..

Demek, başbakan müsteşarı olarak saltanat sürdüğü devirde, “böyle bir partiye rey veren” hiç kimsenin kılına hatâ gelmemiş!.. Kanaati bu mu?

Bay Türkeş’in bu sözüne, Yenidelhi sokaklarında sere serpe dolaşan inekler bile gülerler…

*
Bay Türkeş, üstelik mektubunu şöyle bitiriyor:

“Kin, garaz ve hırslara yer vermeden, karşılıklı sevgi ve büyük kalblilikle hareket edilmesi, bugün içine düşmüş olduğumuz çıkmazdan kurtuluş için tek çaredir.”

Bay Türkeş, aklı sıra bu sözleriyle de AP lileri tavlamak niyetinde!..

“Karşılıklı sevgi ve büyük kalblilikle hareket esilmesi, (Yâni şümullü bir af çıkarılması) içine düşmüş olduğumuz çıkmazdan kurtuluş için tek çare” imiş!

Bay Türkeş bu Erzats tavsiyesinde de çok geç kalmıştır..

“İçine düşmüş olduğumuz çıkmaz” kendilerinin eseri değil mi?

Her ihbarı, her kin ve garaz dolu jurnalı, astığı astık, kestiği kestik sananlar, şimdi, “bu çıkmazdan” çıkar yol aramaktadırlar!..

*
Hem efendim, nelerine gerek..

Aydan aya aldıkları binlerce doları sefayı hatırla yesinler, gezsinler, tozsunlar!..

Bu millet, tamtakır diye ilân ettikleri hazineden, bu baylara binlerce dolar vermeğe mahkûmdur.. Ne yapalım, Türk milletinin kaderi böyle imiş.. Ama hiç değilse, kendilerini “Bu millete adamış” kahramanlar olarak göstermekten vazgeçsinler! Çünkü Türkiyede artık bu sözlere inanacak tek kişi kalmamıştır..

Kendilerinden yalnız bir isteğimiz var:

- Uzak olsunlar…

Gezsinler, tozsunlar.. Ama bizden ırak olsunlar!..



TÜKEŞ’İN TİMES GAZETESİNDEKİ AÇIKLAMASI

Milliyet, 25 Ağustos 1962.

Türkeş “Times”a da Mektup Gönderdi
Eski MBK üyesi Yeni Delhi’ye, ziyaretçileriyle görüşmemesi için gönderildiğini bildirdi

Times gazetesine bir mektup gönderen 14 lerden Alparslan Türkeş, bu gazetede kendisine dair yayınlanan bir yazıya cevap vermiştir.

Türkeş, Asya tipi milliyetçiliği ve tarafsızlık cereyanını tetkik için kendisinin Yeni Delhi’yi seçmediğini, bilâkis Türk ziyaretçilerinden uzaklaştırılmak üzere oraya tayin edildiğini belirtmekte ve kendisinin Atatürk ilkelerini benimsemiş olduğunu yazmaktadır. Eski MBK üyesi mektubuna şöyle devam etmektedir:

<<Herkesin açıkça bildiği gibi, milliyetçilik fikrine olan kuvvetli bağlılığım, Atatürk’ün arzuladığı şekilde Türkiye’yi tam mânâsı ile Avrupalı bir millet şekline sokmak konusundaki dilek ve gayretlerimle bir tezat teşkil etmez. İslam dininin prensipleri ve İslam kültürünün prensipleri üzerine kurulacak bir Türkiye yaratmaya çalıştığımıza dair ortaya atılan ithamlar bir zamanlar da Moskovaya kaçtığım ve aslında bir Komünistten başka bir şey olmadığım yolunda ortaya atılan isnatları uyduran şahsî ve siyasî düşmanlarımız tarafından uydurulmuş asılsız iddialardır.>>


Son Posta, 25 Ağustos 1962.

Alparslan Türkeş Bir açıklama Daha yaptı

Londra (THA) - Burada yayınlanan bağımsız Times gazetesinde Alparslan Türkeş’in bir mektubu neşredilmiştir. Alparslan Türkeş, Times gazetesinde bundan 25 gün evvel Türkiyedeki durum hakkında yayınlanan makalede kendisi ile ilgili gördüğü kısımları cevaplandırmaktadır. Mektubunun altındaki adresten anlaşılacağına göre bugünlerde Londrada bulunan ve buradaki otellerden birinde kalan Alparslan Türkeş, Times gazetesinde yer alan mektubunda şöyle demektedir:

<<Menfada bulunan 14 Türk subayı hakkında 1 Ağustos tarihli sayınızda yer alan ve Ankara Muhabirlerimizden, kaydı ile yayınladığınız makaleyi ilgi ile okudum. Makalede benimle ilgili olarak ileri sürülen bir iki nokta üzerinde durmak istiyorum.

Yeni Delhi’ye tâyin edilmiş olmam keyfiyetine ters bir anlam verilmemelidir. Benim Yeni Delhi’ye tâyin edilmemin sebebi Asya tipi milliyetçilik ve tarafsızlık cereyanları hakkında bilgi edinmeme fırsat yaratmak değil, Hindistan uzak bir memleket oluşundan ve Türk ziyaretçilerinin erişebilecekleri sınırın dışında bulunmasındandır. Buna mukabil Bay Orhan Kabibay başlangıçta Kanadaya tayin edildiği halde, bir müddet sonra Brüksel’e transferini talep etmiş ve Türkiyede Millî Birlik Komitesinde kalan arkadaşları sayesinde Kanadaya gitmekten kurtulmuş ve Brükselde kalmaya muvaffak olmuştur.

Ben ve arkadaşlarım Atatürk prensiplerini benimsemiş ve yıllarca bu prensiplere sadık kalarak çalışmış insanlarız. 13 Kasım 1960’da, dış memleketlerdeki görevlere tayinimizden hemen evvel, Ankara Yüksek Ticaret Akademisine bağlı öğretmen yetiştirme kolejinde tertiplenen bir törende söz almış ve Kemâlist prensiplerle 27 Mayıs ihtilâlinin prensiplerini izah etmiştim. Bu olaydan birkaç gün sonra da, ben ve arkadaşlarım, Türkiyede o zamana kadar yapılanlara hiç benzemiyecek büyük ve çok geniş çapta tes’it edilecek bir “Atatürk Haftası”nı plânlamaya koyulmuştuk. Hazırladığımız plâna göre, birçok profesör ve tanınmış şahsiyetle yurt içinde geniş gezilere çıkacak ve halka Atatürk prensiplerinin önemini anlatan konuşmalar yapacaklardı.

Herkesin açıkça bildiği gibi, milliyetçilik fikrine olan kuvvetli bağlılığım, Atatürk’ün arzuladığı şekilde Türkiyeyi tam manası ile Avrupalı bir millet şekline sokmak konusundaki dileklerimle bir tezat teşkil etmez. İslâm dininin prensipleri ve İslâm kültürünün prensipleri üzerine kurulacak bir Türkiye yaratmaya çalıştığımıza dair ortaya atılan ithamlar bir zamanlar da Moskovaya kaçtığım ve aslında bir komünistten başka bir şey olmadığım yolunda ortaya atılan isnatları uyduran şahsî ve siyasî düşmanlarımız tarafından uydurulmuş asılsız iddialardır.>>


Yeni İstanbul, 25 Ağustos 1962.

Türkeş ırkçılık ithamını reddetti

İngiltere’de çıkan Times gazetesi Alparslan Türkeş’in birkaç gün evvel Londra’ya geldiğini bildirmiş ve kendisinin bir açıklamasını neşretmiştir. Times gazetesi Türkeş’in Büyükelçilikle temasa geçmediğini ve elçilikteki askerî müşavirlerin dahi Türkeş’in Londra’da bulunduğunu gazeteden öğrendiklerini yazmaktadır. Türkeş Times gazetesinde çıkan bu beyanatında Irkçılık ve İslâm kültürü üzerine bir Türkiye kurmak arzusunda olduğuna dair iddiaları reddetmektedir. Türkeş’in Times gazetesinde çıkan beyanatı şöyledir:

“Ben ve arkadaşlarım Atatürk tarafından konulmuş olan ilkeleri kabul etmiş ve bütün hayatımızca bu zihniyetle çalışmışızdır.

13 Kasım 1960 da yurt dışına çıkarılmamızdan bir müddet önce, Ticaret Enstitüsünde profesörler karşısında söz almış ve Kemâlist ilkeleri ile 27 Mayıs ihtilâlini bir müddet izah etmiştim. Birkaç gün sonra da arkadaşlarımla, Türkiyede daha önce tertiplenmiş Atatürk haftalarından daha önemli ve daha geniş bir Atatürk Haftası organize ettik. Birçok Türk profesörü ve ileri gelen şahsiyeti, Türkiyeye dağılarak bu prensipleri ve memleket için önemini izah edecekti. Kuvvetle inandığımız milliyetçilik, Türkiyeyi Atatürk’ün istediği gibi tamamiyle Avrupalı bir millet haline getirmek hususundaki arzularım ve gayretlerimle çatışmamaktadır.

Bizim İslâm kültürü ilkeleri üzerine bir Türkiye kurmak arzusunda olduğumuza dair ithamların aslı, bizim şahsî ve siyasî düşmanlarımızdan gelmektedir.”



Ekspres, 25 Ağustos 1962.

Münir Köseoğlu dün İsveç’e hareket etti. Hükûmet müşaviri, Avrupada arkadaşları ile bazı temaslarda bulunacağını söyledi.


Ekspres, 1 Eylül 1962.

Münir Köseoğlu’ndan gerekli izahatı almak maksadı ile 14’ler Köln’de toplandı [Tam sayfa manşet]

Türkeş ile Özdağ’ın katılmadıkları toplantıda memleketin önemli meseleleri müzakere edildi

14 lerin Brüksel toplantısını müteakip iznini geçirmek üzere bir müddet önce İstanbula giden Münir Köseoğlu Stokholme giderken Almanyaya geldiği sırada Brüksel ile yaptığı bir telefon konuşması neticesinde anî olarak İsveçe hemen gitmekten vazgeçerek Köln’e gelmiş ve Avrupada bulunan 14 lerin yaptıkları ikinci bir toplantıda hazır bulunmuştur. Orhan Kabibayın başkanlık ettiği bu toplantıda Türkiyede kaldığı süre zarfında diğer iki arkadaşiyle birlikte yaptığı temaslar hakkında Avrupada bulunan diğer 14 lere bilgi veren Köseoğlu toplantı ile ilgili olarak sorduğum bütün soruları cevapsız bırakmıştır. Toplantı Köln garına yakın bir yerde yapılmış bulunmaktadır. Akşam yemeğinden sonra başlayan toplantı sabaha kadar sürmüştür.


Son Baskı, 1 Eylül 1962.

Yurttaki hava aleyhlerine dönünce 14 ler Köln de toplanmak zorunda kaldılar

Köln - Dünyanın muhtelif memleketlerinde elçilik müşaviri olarak çalışan 14’lerden 12’si, son günlerde memleketimizde başlıyan neşriyat ve tutumu görüşmek üzere bugün burada toplanmışlardır. Toplantıya Alparslan Türkeş ve Muzaffer Özdağ katılmamışlardır. Türkiye siyasî durumunun son günlerdeki gelişmesi ve kendi durumları konusunda toplandıklarını açıklayan 12 eski Millî Birlik Komitesi üyesi basına bu izahatı verdikten sonra, gizli olarak konuşmalarına devam etmişlerdir.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,07 M - Bugn : 27516

ulkucudunya@ulkucudunya.com