Hüseyin Nihâl Atsız (1905–1975), Türk fikir ve yazı hayatının en önemli, aynı zamanda en tartışmalı isimlerinden biridir. Asıl kimliği tarihçi, yazar ve Türkolog olsa da, tüm hayatı boyunca Türkçülük ve Turancılık düşüncesi uğruna mücadele etmiştir.
Atsız’ın hayatı, inandığı fikirler yüzünden yaşadığı sürekli engellemelerle geçti. Askerî Tıbbiye'den atılmasıyla başlayan bu zorlu süreç, üniversitedeki asistanlık görevinden, ardından da öğretmenlik yaptığı birçok okuldan uzaklaştırılmasıyla devam etti. Çıkardığı Atsız Mecmua ve Orhun gibi dergileri kapatıldı. En büyük sınavı ise, 1944 yılında komünizm karşıtı yazıları nedeniyle başlayan ve hapis hayatı da dahil olmak üzere yıllarca süren Irkçılık-Turancılık Davası oldu. Tüm bu baskılar, onu davasından döndüremedi; aksine, genç kuşaklar üzerindeki etkisini pekiştirdi.
Atsız, tüm bu zorluklara rağmen son derece dürüst, idealist ve fedakâr bir karakter sergiledi. Fikirlerini savunurken kullandığı keskin ve sert dil, gerçek hayatında da tavizsiz, güce ve güçlüye boyun eğmeyen, sözünü kimseden sakınmayan, kavgadan geri durmayan bir duruşla örtüşüyordu. Bu eğilmez karakteri, onun yaşadığı tüm zorlukların hem kaynağı hem de gençlik üzerindeki etkisinin ana sebebi oldu. Atsız'ın sert ve aşırı bulunan tavrının ardındaki en önemli sebep, onun Türkçülük/Turancılık idealini hayati ve tek gerçek olarak görmesidir. Bu ideali, bir varoluş mücadelesi olarak kabul etmesi, her türlü sapmaya, yozlaşmaya ve yavaşlamaya karşı tahammülsüz olmasına yol açmıştır. Dolayısıyla bu sertlik, onun için bir kişisel tercih değil, davanın bekasını sağlama amacı taşıyan zorunlu bir mücadele aracıydı.
Atsız’ın Türk gençliği ve milli bilinç üzerindeki etkisi ise çok büyüktür. Bozkurtlar'ın Ölümü gibi tarihi romanları sayesinde binlerce gence tarih sevgisi ve milli gurur aşıladı. Tarihi kayıtlarda az yer alan Kür Şad gibi destansı kahramanları yeniden gündeme getirerek, bu figürleri fedakârlığın, onurun ve milli bekanın sarsılmaz sembolleri haline getirdi.
Atsız, sadece akademik tarihçiliği ve romancılığıyla değil, aynı zamanda yazılarındaki güçlü, coşkulu ve net ifadelerle de Türk fikir hayatını etkilemiştir. Onun sözleri, Türkçü ve Ülkücü gençlik için birer yol gösterici ve manifesto niteliğindedir. Şiirlerinden ve makalelerinden çıkan bu ifadeler, onun tavizsiz Türkçülüğünü özetler: "Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü, bin cihana değişmem şu öksüz Türklüğümü." ve "Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir." Bu ideali savunmanın zorluğunu ise "Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz. Çünkü bu yol kutludur gider Tanrı Dağı’na." dizeleriyle ifade etmiştir.
Atsız’a göre "Türkçü; eyyamcı ve dalkavuk olamaz," ve "Tehlikeler nereden gelirse gelsin, tek çare ve tek ilacı Türk Ülküsü’dür." O, gençliği de sadece eğlenceye düşkün değil; "mesleğinde usanmadan çalışacak, yarın hudutta göz kırpmadan ölebilecek" bir ruhla tanımlar. Milletin varlığını ise "kökü mazide olan atiyiz" diyerek tarih şuuruna bağlar.
Atsız, siyasi mezhebinin sadece Türkçülük olduğunu savunsa da, Turan idealini hedeflemiş, ancak bunun maceracı bir hayal değil, ahlaklı ve güçlü bir Türkiye üzerinden gerçekleşebileceğini vurgulamıştır.
Atsız, Türk Milliyetçiliği bakımından Atatürk’e büyük bir saygı duymakla birlikte, bazı devrimlere karşı eleştirel bir tutum sergilediği de bilinmektedir. Atsız, Soyadı Kanunu’na karşı bir protesto yaklaşımı olarak "Atsız" soyadını seçmiş olmasıyla da devrin uygulamalarına muhalefetini gösterdi. Ayrıca, Türkçülük fikriyle çeliştiğini veya Türk tarihi ve kültürüyle bağları kopardığını savunduğu bazı yeniliklere muhalif olmuştur.
Atsız'ın Atatürk hakkındaki görüşleri, üç evrede dalgalanmıştır: 1930'ların başında Atatürk'ü "Türk Dâhisi" olarak yüceltmiş, ancak bu dönemde dahi eleştirilerini Atatürk'ün çevresindeki dalkavukluğa yöneltmiştir. 1940'lar ve 1950'lerde Irkçılık-Turancılık Davası'nın baskısı ve tek parti uygulamaları nedeniyle rejimle arasına mesafe koyarak eleştirel bir duruş sergilemiştir. Ancak 1960'lardan itibaren, komünizm tehlikesine karşı bir siper olarak, Atatürk'ü yeniden sahiplenmiş, onu "Millî Kahraman" ve Turancı görüşlere sahip bir lider olarak en yüksek mertebede konumlandırmıştır. Atsız'ın eleştirisi, Atatürk'ten çok, davasına zarar veren sistemin aksaklıklarına ve çevresine olmuştur. Ancak Atsız'ın tüm eleştirileri ve dönemsel tavırları bir yana, Türkçülük ideali açısından tartışılamaz ve sarsılmaz bir tarihî gerçeklik bulunmaktadır:
Atatürk’ün kurduğu bu ülkeye "Türkiye Cumhuriyeti" adını vermesi, Türkçülük ideali açısından eşsiz ve tartışılamaz bir dönüm noktasıdır. Zira bu durum, tarihte Göktürk Devleti’nden o döneme kadar, bir devletin adının doğrudan milletiyle, yani "Türk" kimliğiyle resmen bütünleştiği emsalsiz bir vakadır. Bu, Atsız’ın en radikal Türkçülük savunmasının dahi üstünde, millî kimliğin devletteki ebedi beka mührüdür.
Öte yandan Atsız, devrimler döneminde olumsuz anılan II. Abdülhamid'e karşı saygı duyuyor ve onu savunuyordu. Kendi görüşüne göre Abdülhamid, devleti dağılmaktan korumaya çalışan ve Batı'ya karşı direnen önemli bir liderdi. Atsız, Abdülhamid'e "Kızıl Sultan" diyenlere karşı, ona "Gök Sultan" demeyi tercih etmiştir.
Atsız ve Alparslan Türkeş arasındaki ilişkinin, fikri ayrılıklar nedeniyle iyi olmadığı da malum. Atsız, Türkeş'in liderliğini yaptığı hareketin İslamcı eğilimlere kaydığını, siyasi çıkarlara fazla odaklandığını ve Türkçülük davasının siyasallaşmasına karşı çıkıyordu. Türkeş'in bu siyasi yönelimi, "Türk-İslam Sentezi" adıyla anılan ideolojik çerçeveye dayanıyordu. Atsız, işte bu senteze kategorik olarak karşı çıktı. Çünkü Atsız için Turancılık, ırk ve soy temelli katı bir ülkü iken, Türkeş dini ve kültürel unsurları harmanlayarak gençlik hareketini geniş kitlelere yaymayı hedefledi. Bu durum, yalnızca kişisel bir anlaşmazlık değil, Türk milliyetçiliğinin "siyasallaşma karşısında idealizmden taviz verme/vermeme" ikilemini temsil eden derin bir ideolojik kopuşun adıdır.
Ancak, Atsız kendi bakış açısıyla haklı olabilirdi; hiçbir ideolojinin siyasi merkezi ve gücü olmadan yaşaması, kadrolaşması ve devlet içinde etkin olması mümkün değildi. Türk milliyetçiliğinin bu günkü gücüne kavuşması da başta Alparslan Türkeş ve MHP sayesinde olmuştur.
Atsız’ın din konusundaki duruşu, felsefi anlamda eleştirel olsa da, milletin varlığı tehlikeye girdiğinde farklı bir tutum sergilemiştir. Bu tavır, onun şahsında iki yüzlülük değil, milletin diniyle bütünleşerek savaşta safını belli etmesidir. İtalyan lider Mussolini'ye yazdığı "Davetiye" şiirinde geçen, "Din Arabın, hukuk sizin, harp Türklüğündür" dizesi bu durumu özetler. Bu beka mücadelesinde, kişisel inançlarını bir kenara bırakarak "küffar" gibi İslami savaş terminolojisini kullanmaktan çekinmez. Ayrıca "Türk olmak için mutlaka müslüman olmaya lüzum yoktur" diyerek Türklük tanımını dinden ayırmış, fakat "Türkler‘in dini müslümanlıktır" diyerek tarihi ve kültürel gerçeği de teslim etmiştir.
Atsızı anmışken kıymetli hocalarımız Mustafa Kafalı ve Sevgi Kafalı’yı da yad etmeden geçmek olmaz. Atsız’ın fikirleri, sadece edebiyatla sınırlı kalmamış, aynı zamanda değerli akademisyenler aracılığıyla Türk tarihi ve kültürü çalışmalarına derinlik katmıştır. Bu isimlerin başında, Atsız’ın mücadeleci ruhuna ithafen Yamtar adını verdiği rahmetli Prof. Dr. Mustafa Kafalı ve eşi Sevgi Kafalı (Almila) gelmektedir. Bu iki değer, milli davanın bilimsel ciddiyetini, kararlılığını ve manevi ruhunu temsil eden ebedi semboller olmuşlardır.
Atsız, tüm zorluklara ve tartışmalara rağmen, inandığı yolda taviz vermeyen duruşu ve eserleriyle Türk fikir hayatında silinmez bir iz bırakmıştır. Atsız’dan, Sevgi ve Mustafa Kafalı Hocalarımız aracılığıyla bizlere aktarılan bu ülkü halkasının zinciri; bizlerden de evlatlarımız Ahmet Yesevi’ye, Sencer Burak’a, Tuğrul’a, Muhammed Alparslan’a, Buğra Alp’e, Çağrı’ya, Çınar’a, Zeynep Su’ya, Batur Alp’e uzanan kökleri ile sonsuza dek kopmadan devam edecektir.
Bir gün gelip ırkımızın gürbüz erleri,
Adım adım dolaşırken kutlu yerleri.
"Vaktiyle bir ATSIZ varmış ..." derlerse ne hoş!
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.