Mustafa Kemal Atatürk'ün mirası ve devrimleri, kuruluşunun üzerinden bir asır geçmesine rağmen Türkiye'nin siyasi ve toplumsal fay hatlarında hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Peki, bu karşıtlık hangi köklerden besleniyor ve dile getirilen bu argümanlar tarihsel gerçeklerle ne kadar örtüşüyor? Atatürk karşıtlığının ardındaki motivasyonları, zihinsel temelleri ve iddiaları, dönemin sosyo-politik bağlamı içinde, objektif bir tarihsel bakış açısıyla ele almak; ne bir karalama ne de bir kutsama yapmak; sadece "neden" sorusunun cevabını, tarihin soğuk gerçekleri içinde aramak gerekir.
Atatürk'e yönelik en sık dillendirilen suçlamalardan biri Türkiye Cumhuriyeti'nin "ani ve emrivaki" bir kararla, kimseye danışılmadan ilan edilmesi iddiasıdır. Bu iddia, bir bakıma doğrudur; 28 Ekim akşamı Çankaya'da toplanan yakın çevresine "Efendiler, yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz" diyerek kararı duyuran Mustafa Kemal, devrimi zamana yayılacak bir tartışmaya mahal bırakmadan, bir anda hayata geçirmiştir. Pek çok cumhuriyet karşıtının ilerleyen yıllarda dile getireceği "Bize haber verilmedi, bize danışılmadı" gibi basit ve kişisel eleştiriler, aslında o dönemdeki cesaretsizliğin ve özgüven eksikliğinin bir yansımasıydı. Atatürk'ün Nutuk'ta, "Bu sırrı kalbimde sakladım" demesinin ardındaki gerçek, sanılanın aksine cumhuriyet fikrinin kendisi değildi. Gizlediği şey, bu kararın zamanlaması ve yöntemiydi. O, bir devletin temellerinin, uzun ve sonuçsuz tartışmalarla atılamayacağını, kararlı ve tek bir iradeyle inşa edilebileceğini biliyordu. Cumhuriyetin kuruluşu, bir fikir birliğiyle değil, bir irade devrimiyle gerçekleşmiştir ve zaten kopuşların ve ayrışmaların başlangıcı da tam olarak bu noktadır. Ancak yine de karar, tamamen kimseye danışılmadan değil; Mustafa Kemal’in yakın çevresi ve Meclis içindeki bazı isimlerle önceden istişare edilerek alınmıştı. Basit bir kıyaslama yapın ve günümüzde yıllardır süregelen ve bir türlü nihayete erdirilemeyen anayasanın yenilenmesi tartışmalarını hatırlayın. Atatürk’e hak vermek durumunda kalırsınız.
Atatürk'e karşı yapılan muhalefeti anlamak için, öncelikle onun liderliğinin geleneksel meşruiyet kaynaklarından ne kadar uzak olduğunu kavramak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu'nun 600 yılı aşkın tarihinde, devletin ve toplumun en tepesinde Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi olarak kabul edilen bir hanedanlığın tartışılmaz üyesi yani padişah vardı. Böylesi bir gücün devre dışı bırakılması, halkın büyük bir kesiminde ciddi bir meşruiyet krizi yaratacaktı. Düşünün, bir yanda anlı şanlı bir padişah, bir yanda kara budundan bir Türk çerisi. O dönem insanının böylesi bir durumda tercih yapmakta zorlanması doğal karşılanabilir. Diğer bir karşıtlık odağı ise İttihatçılar içinden geldi. Millî Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasının ardından, Atatürk orduyu siyasete karıştırmama yönünde radikal bir karar aldı. Eski İttihatçı liderler ve mensupları, Kurtuluş Savaşı'nı başlatan Mustafa Kemal'in kendilerini dışlamasını, siyasi hayattan uzaklaştırmasını kabullenmek istemediler ve direndiler. Bu mücadele hayatın doğal akışına son derece uygundur. Mücadeleyi kazanan, ihtiraslarına gem vuramayan rakiplerini tasfiye eder. Bugün de durum böyledir.
Atatürk karşıtlarının en hassas olduğu noktalardan biri, Cumhuriyet devrimlerinin halkın dinî kimliğini ve inançlarını hedef aldığı iddiasıdır. Oysa yeni kurulan Cumhuriyet için din işleriyle devlet işlerini ayırmak, yani laiklik, modern bir ulus devlete geçişin zorunlu yapısal değişikliğiydi. Hilafetin kaldırılması (3 Mart 1924) bu radikal dönüşümün kilit taşı oldu. Yeni halife Abdülmecid Efendi'nin bir "sembol devlet başkanı" gibi davranmaya başlaması, genç Cumhuriyet için bir ikili otorite krizi yaratıyordu. Daha da önemlisi, bu makam dış siyasette bir tehdit kaynağına dönüşmüştü. Özellikle İngiltere'nin Hilafeti bir koz olarak kullanma potansiyeli, bu makamın Türkiye için bir güç unsuru olmaktan çıkıp, tehdit kaynağına dönüşmesine neden oluyordu. Hilafetin kaldırılmasının hemen ardından medreselerin kapatılması, dinî eğitimi Diyanet İşleri Başkanlığı'nın denetimine alma ve tekke ve zaviyelerin yasaklanması gibi adımlar atıldı. Bu reformlar, halkın inancını yok etme amacı taşımıyordu; aksine, devletin bilimsel ve rasyonel esaslar üzerine kurulmasını temin etmeyi hedefliyordu. Unutmayın ki bu reformların (laikleşme, hukukun modernizasyonu ve yazım dili reformları) temelleri, cumhuriyetin ilanından en az yüz elli yıl öncesine, yani 18. yüzyıldaki ilk ciddi Batılılaşma denemelerine ve Tanzimat Dönemi'ndeki yoğun tartışmalara dayanır. Cumhuriyet, bu fikirleri sıfırdan üretmek yerine, Osmanlı’nın başarıyla sonuçlandıramadığı veya yarım bıraktığı bir ulusal modernleşme projesini, zorunlu bir iradeyle hayata geçirmiştir.
Bu siyasi ve hukuki reformlara ek olarak, 1926 Türk Medeni Kanunu ile kadınlara eşit haklar tanınması ve Şapka Kanunu gibi adımlar, geleneksel aile yapısını ve toplumsal alışkanlıkları kökünden değiştirdiği için dindar çevrelerden büyük bir tepki toplamıştır. Şapka Kanunu'nun kendisinin ne kadar hayati bir mesele olduğu tartışmalıdır, ancak şu bir tarihsel gerçektir ki, İskilipli Atıf Hoca'nın idam kararı ne şapka giymediği ne de Şapka Kanunu'na muhalefet ettiği için verilmiştir. Asıl sebep, onun daha Kuvâ-yı Millîye döneminde başlattığı ve Şapka Kanunu sonrası isyanlarda da sürdürdüğü, yeni rejimin meşruiyetine ve otoritesine karşı olan ısrarlı muhalefetiydi. İstiklal Mahkemesi, onu "halkı isyana ve irticaa (gericiliğe) teşvik etmek" ve "hükümetin yenilikçi adımlarına karşı daima propaganda yapmak" suçlamalarıyla yargılamıştır. Yargılama sürecinin tarafsızlığı tartışmalı olmakla birlikte, suçlamaların özü bu propagandaya ve isyana dayanıyordu. Zira Şapka Kanunu, tek başına bir giyim meselesi değil, Cumhuriyet'in otoritesini tesis etme ve eski düzenin (hilafet, şeriat) sembollerini temizleme hamlesiydi. Şapka, sadece bir bahaneydi. Kanun sonrası Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde (Erzurum, Rize, Maraş gibi) çıkan olaylarda, yargılamalar "şapka takmamak" suçundan değil, isyanı örgütlemekten ve "hükümete karşı kışkırtmaktan" yapılmıştır. İstiklal Mahkemelerinde idam edilenler, kanunla mücadeleyi silahlı ayaklanmaya, hükümet konaklarına saldırıya veya açıkça Hilafet rejimini geri getirme çağrısına dönüştüren isyan liderleri ve elebaşlarıydı. O dönemde, devrimlerin geri döndürülme riski çok yüksekti ve hükümet, siyasi otoritesine yönelik her meydan okumayı en sert şekilde bastırmak zorundaydı. Şu da bir gerçektir ki, Anadolu insanı şapkayla ilk kez Atatürk’ün Şapka Kanunu ile tanışmamıştı. Özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra Osmanlı aydınları, bürokratlar ve ordu mensupları arasında şapka giderek yaygınlaşmıştı. Dolayısıyla mesele, tamamen yeni bir kıyafet alışkanlığı getirmekten çok, bu alışkanlığı devlet eliyle tüm topluma zorunlu kılmak ve eski rejimin sembolü olan fesin ortadan kaldırılmasıyla ilgiliydi. Bu kanunun uygulanışındaki en büyük insani ve ekonomik eleştiri, şapka fiyatlarının fahiş olmasıdır. Ülkenin büyük bir ekonomik zorluk içinde olduğu bir dönemde, memur maaşlarının bile birkaç katı fiyata satılan bir ürünün zorunlu kılınması, halkın sırtına gereksiz ve ağır bir mali yük yüklemiştir. Günümüzde de benzer fırsatçılığın çeşit çeşit örnekleri mevcuttur.
Atatürk karşıtlığının en şaşırtıcı iddialarından biri, M. Kemal’in Batılı güçlerin bir piyonu olduğu yönündeki söylemdir. Bu iddia, Millî Mücadele'nin Batılı işgal güçlerine karşı verildiği ve Lozan Barış Antlaşması'nın dayatılan Sevr Antlaşması'na karşı kazanılmış büyük bir diplomatik zafer olduğu tarihsel gerçeğiyle tamamen çelişir. Ancak bu, Lozan’ın kusursuz bir barış antlaşması olduğu anlamına gelmez. Atatürk’ün kendisi de Lozan’ın ardından bazı meselelerde memnuniyetsizdi: Boğazlar konusunda ileride Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne yönelme çabaları, Musul-Kerkük’ün geri alınması hayali, Hatay’ın sınırlarımıza katılması gibi girişimler bunun göstergesidir. Dolayısıyla Lozan, bir “teslimiyet” değil ama tavizler de içeren bir “büyük denge zaferi”ydi.
Diğer yandan, "Harf Devrimi ile bir gecede cahil kalındı" söylemi, tarihin en yaygın ancak en yanlış yorumlarından biridir. Bu ifade bir algı sihirbazlığıdır. Harf Devrimi'nden önce, yani 1928 yılında Türkiye'de okuryazarlık oranı %10'un bile altındaydı. Dolayısıyla, okuma yazma bilmeyen bir kitle, alfabenin değişmesiyle "cahil kalmış" olamaz. Aksine, onlar için yeni alfabe, cehaletten kurtulmanın, bilgiye ve modern dünyaya açılmanın bir kapısıydı. "Eski kitapların toplatılıp yakılması" da doğru değildir. Harf İnkılabı, dağınık durumdaki değerli el yazması ve basılı eserlerin kütüphanelerde bir araya getirilerek korunmasını ve gelecek nesillere aktarılmasını amaçlayan bir hareket başlatmıştır. Yine de uygulamada bazı günlük kitapların tedavülden kalkması veya imha edilmesi yaşanmıştır. Harf inkılabı da Osmanlının gerçekleştirmek istediği zaman zaman çeşitli denemeler yaptığı bir konudur. Yani, modern Türkiye Cumhuriyeti'nin 1928'de attığı bu köklü adım, birdenbire alınmış bir karar değildi; kökleri ta Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerindeki aydınlanma çabalarına uzanıyordu. Osmanlı Türkçesi'nde kullanılan Arap temelli alfabe, zamanla Türkçenin ses yapısını tam olarak karşılamakta zorlanmaya başlamıştı. Arapçanın zengin ses uyumuna göre şekillenen bu harfler, özellikle kısa seslileri (ünlüleri) göstermede yetersiz kalıyor, bu durum hem yazı dilinde ikiliğe hem de öğrenmede büyük güçlüklere yol açıyordu. Bu zorluk, okur-yazar oranının düşüklüğünün temel nedenlerinden biri olarak görülüyordu.
Bu nedenle, daha 19. yüzyılın ortalarında, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde, Münif Paşa ve Hayrettin Bey gibi aydınlar, alfabe ıslahı (düzeltilmesi) ya da Latin harflerine geçiş gibi radikal çözümleri cesurca dile getirmeye başlamışlardı. Hatta Sultan II. Abdülhamid’in bile, okuma yazma zorluğunu harflere bağlayarak Latin alfabesine geçişi düşündüğü ve bu yönde çalışmalar yaptırdığı bilinmektedir. Yine, Enver Paşa'nın I. Dünya Savaşı yıllarında resmî yazışmaları hızlandırmak için harfleri birbirinden ayırarak yazdırma (Enver Paşa yazısı) girişimi bile, mevcut sistemdeki tıkanıklığı aşma denemelerinden biriydi.
Karşıtların bir diğer temel argümanı, Atatürk'ün Osmanlı mirasını tamamen yok ettiği ve asırlık bir medeniyeti feda ettiği yönündedir. Oysa tarihsel gerçekler, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun durumunun ekonomisi çökmüş, ordusu dağıtılmış ve topraklarının büyük bir kısmı işgal edilmiş bir enkaz hâlinde olduğunu gösterir. Mustafa Kemal ve arkadaşları için bu, "eskiyi yok etmek" değil, yok olmak üzere olan bir devleti, çağa uygun yeni bir formla yeniden var etme mücadelesiydi. Yapılan reformlar, bir medeniyet yıkımı değil, tam tersine, parçalanmış bir imparatorluktan modern bir ulus devlete geçişin zorunlu adımlarıydı. Atatürk, kurduğu yeni rejime bir tarih bilinci kazandırmak için sadece Osmanlı geçmişiyle yetinmeyerek, Türk Tarih Kurumu'nu (1931) kurdu. Bu hamleyle, Türklerin Anadolu’daki köklerini İslam öncesi medeniyetlere, Hititler, Sümerler ve Göktürkler gibi medeniyet kurmuş kadim bir halkın mirasçısı olarak konumlandırdı.
Atatürk karşıtlarının sıkça kullandığı bir argüman da, onun tek adam rejimi kurduğu ve tüm muhalif sesleri susturduğu yönündedir. Ancak, Kurtuluş Savaşı'ndan yeni çıkmış bir ülkede, siyasi istikrar son derece kırılgandı. Atatürk'ün amacı hiç bir zaman tek parti rejimi kurmak değildi. Aksine, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) ve bizzat kendi isteğiyle kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930) olmak üzere iki önemli deneme yapılmıştır. Bu denemelerin kısa sürede sona ermesi, partilerin rejim aleyhtarı grupların sığınağı haline gelmesi ve iç çatışma riskini artırması nedeniyleydi. Tek parti yönetimi, onlar için bir tercih değil, devrimin kökleşmesi ve ulusun bekası için hayati bir zorunluluktu. Dünya tarihi yarım kalmış ya da karşı devrimlere maruz kalmış milletlerin hikayeleriyle doludur. Ve karşı devrim riski M. Kemal için yadsınamaz bir gerçeklikti.
Tüm bu zorunlu kararlılık ve reform iradesine rağmen, benim asıl eleştirim uygulamacıların aşırı baskısı ve devrimleri halka rağmen zorla benimsetme çabası olurdu. Liderin vizyonu ne olursa olsun, bürokratik zorbalık her zaman en büyük hatadır. Bunun en somut örneği, ezanın Türkçe okunması mecburiyetidir. Ezanın tercüme edilerek Türkçe okunması kararı, başlangıçta bir tercih ve tavsiye olarak sunulmuştu. Ancak uygulamada, bu durum kısa sürede fiilî bir yasağa dönüştü. O günün Türkiye’sinde, baskıdan ve İstiklal Mahkemeleri'nden korkan yerel imamlar ve müezzinler, Arapça ezanı okumaya cesaret edememiş, bu da yüzyıllardır süregelen bir geleneğin halkın rızası dışında rafa kaldırılması anlamına gelmiştir. Neyse ki, rejim 1950 yılında bu hatadan geri dönerek ezanın aslına uygun okunmasına serbestlik tanımıştır. Bu durum, devrimlerin bile zamanla eleştiriye açıldığını ve yanlış uygulamaların düzelebileceğini gösteren en büyük kanıttır.
Tüm bu radikal adımların ötesinde, Atatürk aynı zamanda bir pragmatistti. O, katı ideolojilere bağlı bir dogmatik değil, ülkenin gerçeklerini gören bir devlet adamıydı. Güneş dil teorisinden vazgeçmesi, müziği yasaklama kararını daha sonra daha yapıcı bir yaklaşımla değiştirmesi, Atatürk'ün değişen koşulları ve kendi kararlarının sonuçlarını değerlendirerek revizyon yapabildiğini gösterir.
Resmi tarih, genellikle net ve tavizsiz çizgilerle çizilir. Bize sunulan anlatıda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, kararlı ve keskin devrimlerin birbiri ardına sıralanmasıyla gerçekleşir. Oysa tarihin perde arkasında, büyük liderlerin dahi denenmiş, ancak başarısız olmuş yolların, masada kalmış tekliflerin ve pragmatik arayışların varlığı görünür. İşte bu noktada, İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Ramazan Yıldırım tarafından kaleme alınan Prof. Ali Özek’in hatıraları, ezberimizi bozan üç önemli gerçeği gözler önüne seriyor. Bu anekdotlar, Atatürk’ü sadece radikal bir devrimci değil, aynı zamanda ulusal birliği sağlamak için uzlaşma yollarını zorlayan bir devlet adamı olarak yeniden tanımamızı sağlıyor.
Cumhuriyetin ilk yılları, dindar aydınlarla M. Kemal arasında derin bir ideolojik ayrım olduğu yönündeki genel kanıyla bilinir. Oysa Prof. Ali Özek’in, yakın dostu Hasan Basri Çantay’dan aktardığına göre, bu hikâye sandığımızdan çok daha farklı başlamıştır. Cumhuriyetin kurucuları, dini hassasiyetleri yüksek olan bu kesimi dışlamak yerine, başlangıçta onları sistemin içinde tutmaya çalışmıştır. Çantay’ın anlattığına göre, Atatürk, Mehmed Akif Ersoy’un da aralarında bulunduğu bir gruba doğrudan hükümet kurma teklifinde bulunmuştur. Bu teklifte Çantay’ın Başvekil, M.Akif’in ise Milli Eğitim Bakanı olması planlanmış. Ancak bu büyük teklif, o günün dindar aydınları tarafından kabul görmemiş. Hasan Basri Çantay, yaşadıkları hayal kırıklığını "Sabah ezanı okununcaya kadar M.Akif’e yalvardık. Gene de kabul etmedi. O yüzden kabahat bizdeydi. Eğer hükümeti kurabilseydik, bu işler böyle olmazdı" sözleriyle özetlemiş. Bu anekdot, tarihin seyrini değiştirebilecek bir fırsatın nasıl heba edildiğini gösterirken, aynı zamanda Atatürk’ün ilk amacının ideolojik bir dışlama değil, ülkenin tüm unsurlarını birleştirme yönünde olduğunu kanıtlıyor.
Atatürk’ün pragmatizmi, siyasetten sonra hukuk alanında da kendini göstermiştir. Medeni Kanun’un kabulü, genellikle Batı hukukuna ani bir geçiş olarak yorumlanır ve hala dindar kesimin eleştirileri dahilinde varlığını sürdürür. Oysa bu kararın öncesinde, Osmanlı'dan kalan Mecelle'yi modernize etme yönünde ciddi bir arayış mevcuttu. Ömer Nasuhi Bilmen’in de içinde yer aldığı bir komisyon kurulmuş, kendilerine Mecelle’yi tamamlayıp eksik kısımlarını (aile, miras gibi) modern hukuka uygun hale getirme görevi verilmiştir. Plan, altı ay içinde hazırlanacak bu taslağı meclise sunmaktı. Ancak bu büyük proje de akamete uğradı. Verilen sürenin sonunda Ömer Nasuhi Bilmen dahil olmak üzere komisyondaki iki-üç kişi dışında kimse görevini yerine getiremedi. Bu başarısızlığın ardından Atatürk’ün komisyondakilere kızıp bağırdığı rivayet edilir. Bu çarpıcı itiraf, Batı kanunlarına geçişin ideolojik bir zorunluluktan değil, bizzat Mecelle’yi reforme etme çabasının başarısızlıkla sonuçlanmasından doğduğunu gözler önüne seriyor.
Harf İnkılabı da, genel kanının aksine, sadece Batılılaşma programının bir parçası değildi. Ali Özek’in aktardığına göre, bu devrimin altında yatan asıl sebep Orta Asya Türkleri ile olan kültürel bağı koruma isteğiydi. 1926 yılında Bakü’de düzenlenen Birinci Türkoloji Kongresi’nde, Rusya'daki Türk toplulukları Latin alfabesine geçme kararı almıştı. Türkiye’nin 1928’de aynı alfabeyi benimsemesi, bu ortak platforma katılarak Türk dünyasıyla iletişim köprüsünü kurma hamlesiydi. İddiayı en somut hale getiren ise, Latin harflerinin döküm kalıplarının Azerbaycan’dan sandıklarla Türkiye’ye taşınmasıdır. Bu durum, Harf İnkılabı'nın sıfırdan oluşturulan bir sistemden ziyade, zaten var olan bir ortaklığın parçası olduğunu gösteriyor. Nihayetinde, bu üç olay, Atatürk’ün sadece radikal bir idealist değil, aynı zamanda siyasi, hukuki ve kültürel tüm zorlukların karşısında akılcı ve sonuç odaklı bir lider olduğunu kanıtlar niteliktedir. O, nihai ve radikal kararları vermeden önce, uzlaşma ve reform gibi tüm yolları sonuna kadar denemişti. Tarihi, sadece büyük tablolarıyla değil, bu gibi samimi detaylarıyla okumak, kurucu lideri daha doğru ve eksiksiz anlamamızı sağlar.
Söze “Bismillah” çekerek başlayan Atatürk karşıtları Tüm bu iddiaları dile getirirken, sürekli olarak önlerine çıkan bir engelden bahsederler: Kamuoyunda Atatürk'ü Koruma Kanunu olarak bilinen 5816 sayılı yasa. Siyasal İslamcılar, bu kanun yüzünden gerçekleri açıkça konuşamadıklarını, "tüm belgeleri" gösteremediklerini ileri sürerler. Oysa bu durum, başlı başına bir ikiyüzlülük ispatıdır. Eğer dertleri gerçekten "Allah'ın rızasını kazanmak" ve bir "hainin" ihanetlerini ifşa etmekse, neden üç-beş aylık bir hapis cezasını bile göze alamazlar? Tarihte dinleri için canını veren, her türlü zulme katlanan gerçek müminlere ait sayısız örnek varken, basit bir yasal yaptırımın arkasına sığınmaları, iddialarının dayandığı "dindarlık" ve "samimiyet" temelini yerle bir eder. Söylenecek her ne varsa açık açık söylenmeli ve gerçek belgeler ortaya konulmalıdır. Geldiğimiz bu noktada, meydan okuma ortadadır: Eğer elinizde Atatürk'ün hain olduğuna dair, yabancı bir diplomatın belgesiz anısı ya da bir meczubun cin çağırma seansından edinilmiş bilgilerle değil, bir tarihçinin kolayca doğrulayabileceği, birinci elden kaynaklara dayalı somut ve gerçek belgeler varsa, ortaya koyun. Aksi takdirde, bu iddialar, yalnızca bir iftira ve propaganda aracı olmaktan öteye gidemediği gibi ihanetin hainliğin muhatabının asıl kimlerin olduğunu ortaya çıkarır.
Sonuç olarak, Kurucu liderlerini tartışmak, bir milletin kendi tarihiyle barışma ve onu anlama çabasının bir parçasıdır. Zira, o da her insan gibi, her lider gibi, mutlak doğruluktan, yani hatadan münezzeh değildir. Ancak bir eleştirinin geçerli olabilmesi için, duygusal veya rivayetlere dayalı iddialar yerine, gerçek belgelere, doğrulanabilir kaynaklara ve mantıklı bir argüman zincirine dayanması gerekir. Maalesef, bugün bu tür eleştirilerle pek sık karşılaşılmıyor. Bu tartışma, tarihten dersler çıkararak daha güçlü bir gelecek inşa etmek için devam etmeliydi. Zira ülkenin enerjisini tüketmeye devam eden bu kısır döngü, bizi sadece geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin de esiri yapıyor. Bu kısır tartışmaların yerine, Türkiye'nin bugün karşılaştığı gerçek sorunların çözümüne odaklanmak ve çağdaş bir ulus olarak yoluna devam etmesi en doğru adımdır.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.