“Yakın Tarihin Şahitleri” adlı bu kitap Merhum Mustafa Çalık’ın yayınladığı “Türkiye Günlüğü” adlı dergide daha önce yayınlanmış yazıların bir araya toplanması ile oluşturulmuş bir kitaptır. Daha önce bu yazıları okumamış olanlar için ve gelecekte okuyacaklar için ulaşılmasını ve daima el altında topluca bulundurulmasını kolaylaştıracak bir çalışma olmuş.
Kitabı yayına hazırlayan Ayhan Ali Uygun’dur. Kitabın Birinci Baskısı Eylül 2025 tarihinde üç yüz yirmi beş sayfa olarak Türkiye Günlüğü Yayınları tarafından yapılmış. Kitabı yayına hazırlayan Ayhan Ali Uygun bir vefa örneği sergileyerek kitabı daha yakın bir zamanda aramızdan ayrılıp ebedi âleme göç eylemiş Mustafa Çalığa ithaf etmek kadirşinaslığını göstermiş. Kitap Vedat Bilgin’in “Takdim” yazısıyla başlamakta, “Birinci Bölüm: Siyasetin İçindekiler” başlığı altındaki “Süleyman Demirel”, “Turgut Özal”, “Ferruh Bozbeyli”, “Sadettin Bilgiç”, “Aydın Menderes”, “Devlet Bahçeli”, “Muhsin Yazıcıoğlu” devam etmektedir. “İkinci Bölüm: Sivil Aydınlar” başlığı altında da “İlber Ortaylı”, “Şaban Karataş”, “Nur Vergin”, “Nur Vergin”, “Yahya Sezai Tezel” röportaj yazılarıyla devam etmektedir. Vedat Bilgin’in “Takdim” yazısında ifade ettiği gibi bu kitap “bir dönemin kavranması açısından” (s.9) önem arz etmektedir.
Birinci Bölüm: “Siyasetin İçindekiler”
Süleyman Demirel ile “Politika İmkân Sanatıdır” konulu mülakatı Mustafa Çalık ve Vedat Bilgin birlikte yapmışlardır. Demirel kendisine sorulan soruya verdiği cevapta “siyasi partileri kurmak serbesttir, kapatmak Anayasa Mahkemesi’ne aittir.” (s.13) ifadesine yer vererek Türkiye’nin bir açmazına atıf yapmakta ve devamında Cuntacılar tarafından bazı partilerin kapatıldığını bazılarının veto edildiğini kapatanların kimler olduğunu isim zikretmeden anlatmaya çalışarak o günlerin fikri hürriyet yapısı hakkında da bir fikir veriyor. Adeta isim zikretmeden okuyucuya söyletmeye ya da okuyucunun siyasi partileri kapatanların kimler olduğunu anlamasına çalışıyor. Demirel televizyonda ele geçirenlerin propagandasının yapıldığı bir siyasi seçim döneminde bu günün yaygın problemi haline gelen nepotizmi dile getirir. “Ve ‘nepotizm’ denilen, yakınları koruma, tanıdıkları, ahbapları koruma diz boyu olacak. Sizden olmayanlara hak tanımayacaksınız. Sizden saydıklarınızı ihya edeceksiniz; ama, anayasanıza yazacaksınız, ‘Herkes
kanun önünde eşittir’.” (s.14) Röportajın yapıldığı 1989 yılında Turgut Özal ve partisi ANAP siyasi parti olarak tek başına iktidardadır. Hafızam beni yanıltmazsa Atatürk’ten sonra Türkiye’nin üç dönem tek parti iktidarı yaşadığını bunun birincisini İsmet İnönü ve CHP’si, ikincisini Turgut Özal ve ANAP’ı, üçüncüsünü de Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’si dönemleri oluşturmaktadır. Bu üç dönemde parti öneticiliği ile devlet yöneticiliği birbirine karışmıştır. İktidarın ilçe ve il yöneticileri kaymakam ve validen daha önemli hale gelmiştir. Tabi Demirel’in dediği gibi Nepotizm, kendi zenginini oluşturma çabaları da cabası.
“Demirel “Halk hür ise, ortam hürse, halk doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıracak dirayeti gösterir. Halk yanılmaz. Doğruyu yapar, yanılsa da onu tashih etme imkânı vardır.” (s.20) ifadeleriyle demokrasinin halkın doğrularına dayanması gerektiğini, halkın doğru yapacağı mütearife, belit olarak yani apaçık doğru olarak kabul edilmezse “halkın doğrusunu yapacağından şüpheye düştüğünüz takdirde, demokrasiyi baştan reddetmiş olursunuz.” (s.20) diyerek de sanki demokrasi halkın istediğini, apaçık doğru olarak kabul edip yapmaktır demek istemektedir. Halkı bir mahkemedeki hâkime benzetmekte ve muhalefeti de savcıya. Muhalefet halkın önüne hükümetin yanlışlarıyla ilgili dosya koyar onu doğru bilgilendirirse halk hâkim olarak savunma ile iddia arasındaki hususta kararını veriri. Yani kullanacağı oy ile doğruyu seçer. Türkiye’deki muhalefeti kastederek “Bizim görevimiz irşattır; aydınlatmaktır. Onu yapmaya çalışıyoruz. Halka yol gösteriyoruz. Aynı zamanda ondan ilham da alıyoruz; karşılıklı bir alışveriş içindeyiz.
O da bizden bir takım şeyler alıyor. Biz onu, o bizi karşılıklı etkiliyoruz.” (s.21) ifadeleriyle muhalefetin halka doğru bilgiyi vererek bir ekim yaptığını ve bu ekim sonucunda etkili olduğu kadar verim alacağını, bunun için de ekim yapmaya devam etmek gerektiğini savunur.
Her şeye bir cevabı olan Demirel SSCB’ini dağılması konusunda ıskalamıştır. “Sovyet İmparatorluğu acaba dağılıyor mu, diye yersiz hayallere kapılmamalı. Yarın Sovyet İmparatorluğu dağılıyor verecek bir durum hâsıl olur da Sovyet İmparatorluğu buna karşı bir sertleşmeye giderse, Türkiye o zaman seyirci kalacağı birtakım olayların manevi sorumluluğunu birtakım isabetsiz teşhislerle şimdiden yüklenmemeli.” (s.25) aşır temkinli davranış sergileyerek Türk Dünyasına karşı bağımsızlık hareketlerine heveslendirecek davranışlardan kaçınmayı ve Sovyetler Birliğinin eğer dağılmayıp bu bağımsızlık isteklerine sert tepki koyarsa Türkiye’nin buna müdahil olamayacağını düşünmektedir. Bu yüzden de Özal’ın Cumhurbaşkanlığı Demirel’in başbakanlığı zamanında Türkiye Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey’in Ermenilerin Karabağ’da öldürdüğü Azerbaycan Türklerinin ölülerini taşımak için istediği bir helikopter isteğine müspet cevap vermemiştir. Demirel devamla “Sanmıyorum ki Sovyet imparatorluğu, bir dağılma noktasında bulunsun. Sanmıyorum Marksizm’in iflasını ilan ediyor olsun… Böyle bir durum Gorbaçov’u ipe götürür. Bence o kadar optimist olmamak lazım.” (s.25) diyor. Diyor da aksine Sovyetler dağıldı, Gorbaçov ipe gitmedi, Demirel de burnun ucunu göremedi. Ya da başka ülkenin işlerine burnunu sokuyor suçlamasına maruz kalmaktan korktuğu için gördüğünü kamuoyuna telefuz edemedi.
Turgut Özal ile röportajı merhum Mustafa çalık yapmış, röportaj ilk olarak 1992 tarihinde Türkiye Günlüğü dergisinde yayınlanmıştır. Mustafa Çalık Turgut Özal ile yaptığı bu röportajda daha çok “Yeni Dünya Düzeni” (s.29) kavramını ve bu kavramın ne manaya geldiğini ele alamaya çalışmıştır. Özal bu kavramın ne manaya geldiğini kimsenin bilmediğini ancak yeni oluşan bir kavram olduğunu, ve kavramın ifade ettiği mananın kimse tarafından planlanmadığını, ‘kervan yolda düzülür’ hesabı oluşturulmaya çalışıldığını düşünmektedir. Ancak yine de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin dağılması ve buna paralele olarak da komünist ülkelerin ortak askeri birliği VARŞOVA Paktı ile ekonomik birliği olan COMECON’ın da çöktüğünü ifade etmektedir. Ancak “Liberal demokrasi ve hür teşebbüs anlayışının hâkim olduğu Batı Dünyası, milletler arası siyasi düzende belirleyici rol sahibi yegâne faktör olarak ayakta kalabilen tek ‘kutup’ hüviyetine kavuştu.” (s.30) diyerek “Yeni Dünya Düzeninin” Batının hegemonyasında liberal bir anlayışla ve tek taraflı askeri bir gücün hâkimiyetinde şekillendiğini vurgulamaktadır. Turgut Özal ‘Yeni Dünya Düzeni’ni hem teorik hem de ütopik bulmaktadır. Ütopik olması dolayısıyla da pek gerçekleşme ihtimali yok demektir.
Turgut Özal iç siyasete yönelik olarak demokrasilerde siyasilerin seçim sürecinde üç aylık, altı aylık veya seçimi ne kazandırır şeklinde kısa vadeli planlar yaptığını ve uzun vadeli düşünmediklerinden şikâyetçidir. “Siyasetçiler, meseleye, üç ayda, ne yapabilirim, altı ayda ne yapabilirim ve en çok seçim dönemine kadar ne yapabilirim de bir devre daha iktidarda kalırım tarzında bakmayı tercih etmektedirler. Uzun vadeli düşünce ve projenin halkın karnını doyurmadığı, dolayısıyla siyasetin rasyonel olmadığı anlayışı, politikacılar için adeta genel bir kabul hükmüne girmiştir. Ancak, bu anlayışın ilerisi için çok büyük tehlikeler doğurması ihtimali vardır. Şayet, bu siyaset anlayışı, bilhassa gelişmiş ülkelerdeki bu günlük politika tercihleri böyle devam ederse gelecekte, hiç hesapta olmayan büyük problemlerin çıkabileceğini görmemek mümkün değildir.” (s.32) Turgut Özal daha 1992 yıllarında bu tehlikelerden birinin fakir ülkelerden zengin ve gelişmiş ülkelere doğru kitlesel göç hareketleri olacağını öngörmektedir ki haklı çıkmıştır. Bu gün dünyayı meşgul eden en önemli problemlerden birisi göçtür. Özal çözüm olarak “bu yoksul ülkelerin de hiç olmazsa makul ölçülerde insani ve medeni bir hayat standardını kendi insanlarına tenin edebilecek vasıta ve imkânlara kavuşmalarıdır.” (s.33) Ancak sorulabilecek ‘bunu, bu geri kalmış yoksul ülkeler nasıl başaracaklar?’ soruna da “Batılı ileri endüstri ülkelerinin Güneyin yoksul ülkelerindeki kalkınma ve gelişme çabalarına yardımcı olma, onları destekleme görevleri söz konudur.” (s.33) diyerek cevaplamakta ve bize Özal’ın dünya ülkelerinin topyekûn birlikte kalkınma ile ancak göç ve yoksul ülkelerin sömürülmesi problemlerini aşabileceğini zımnen ileri sürdüğünü düşündürmektedir.
Özal, Ermenistan-Azerbaycan ihtilafının 1992 yılının ekonomik, siyasi ve sosyal imkanları baz alınarak ancak siyasi yolla çözülebileceğini, askeri bir çözümün olmayacağını düşünür. “Önce Kafkas meselesine bakarsak görünen ilk ve en ciddi ihtilaf Azeri-Ermeni çatışmasıdır ve bu konunun Türkiye’yi ne kadar yakından ilgilendirdiği de malumdur. (…) Türkiye, söz konusu çatışma ile ilgili olarak çok dikkatli ve ön yargısız davranmak zorundadır. Biz, bu çatışmada, asla doğrudan bir taraf gibi davranmamalıyız. Biz, bu çatışmaya doğrudan bir taraf hüviyetiyle dâhil olursak başta ABD ve Fransa olmak üzere Hristiyan Batı dünyasının mühim bir kısmını da Ermenilerin yanında taraf olmaya iteriz.” (s.49) Aksine Tarihler -27 Eylül 2020 sabahı başlayan savaş ile- 3 Aralık 2020’yi gösterirken Azerbaycan örtülü ancak fiili Türkiye destekli bir askeri müdahale ile dağlık Karabağ bölgesini işgalden kurtarır. 1988-1994 tarihleri arasındaki Ermeni işgali ile 3 Aralık 2020 tarihi arasındaki işgal sırasında dünyada ne oldu da Türkiye’nin örtülü ancak fiili askeri desteği ile Dağlık Karabağ’ın kurtarılmasına ABD, Fransa ve Hristiyan Batı ile Rusya ses çıkarmadılar. Bu zaman zarfında Türkiye Rusya ile askeri ve diplomatik yakınlık kurdu, Azerbaycan ekonomik ve askeri gelişimini tamamladı. Rusya ile Ermenistan arasında siyasi ve ekonomik bir ayrılık yaşandı. Ayrıca Rusya Ukrayna’yı fiili işgal halindeydi. ABD ve Fransa ile Hristiyan Batı ülkeleri bu Türkiye Azerbaycan birlikteliğinin doğurduğu sinercik askeri, siyasi ve ekonomik güç dengelerinin kendilerine Azerbaycan petrollerini kaybettireceği tehlikesini yani Azerbaycan petrollerinin dünya pazarlarına sunulması işlerini tamamen kaybetme korkusunu göze alamadıkları için suskun kalmayı tercih ettiler. Netice de Azerbaycan otuz yılı aşkın işgal altında kalan Dağlık Karabağ’ı kurtarıp kendi topraklarına kattılar. ABD-Azerbaycan ve Ermenistan arasında imzalanan Zengezur Koridoru Anlaşmasıyla da siyasi bir anlaşmayla aslında mevcut Dağlık Karabağ fiili durum Ermenistan’a kabul ettirilmiş oldu.
Özal’ın Kürt meselesine bakışını “Kürt konusunda, federasyon fikrine gelince, ben bir federasyonun olmayacağı, olmaması gerektiği kanısındayım. Bir kere federasyon hadisesi en başta, o bölgede yaşayan insanların aleyhinedir; federasyon olduğu vakit hesaplar ortaya gelecektir. Bugün bizim o bölgeye yaptığımız yatırımların yüzde doksanı Batı bölgelerinden elde ettiğimiz hâsıladan geliyor. O zaman bu yatırımın yarısını bile yapamayız. İkinci olarak, dur bakalım, derler adama, sen bu tarafa göç edemezsin, orada kalacaksın. Hâlbuki bugün, o bölgedeki insanımız Batı’da istediği yere göç edip yerleşiyor, iş güç sahibi oluyor, orada kök salabiliyor.” (s.54-55) ifadeleri ortaya koymaktadır. Özal serbest fikri ortamda bazı kişilerin Kürt halkına yanlış fikirlerini kabul ettiremeyeceklerini ve zamanla mevcut bu olumsuz düşüncelerin de kaybolacağını savunmaktadır. Mesela bölgede yerleşmiş yanlış bir kanaat olan “Efendim, Türkler bizi sömürüyorlar” (s.55) anlayışının, bölgeye yapılan yatırımların %90’nın batı bölgelerinden geldiğini kamuoyuna açık serbest fikri tartışmalardan öğrenen halkın kendisine yapılacak aksi propagandaya inanmayacağını ileri sürmektedir. Zaten Türkiye’de bölücülük ve federasyon dâhil Kürtçülük yapan çoğu kişilerin etnik kökenleri de tartışmalıdır. Meselede bu etnik kökenden kaynaklanmaktadır. Hakiki Müslüman Kürt kardeşlerimiz asla böyle bir düşüncede değildir. Ancak zaman zaman devletin bu bölgedeki bölücü Kürtçüler lehine gösterdiği müsamaha, bu müsamaha ile azgınlaşan bölücü Kürtçülerin baskısıyla bölge insanında da devletin aleyhine Kürtçü bölücüler ile birlikte hareket etme mecburiyetine sevk ettiği görülmektedir.
Ferruh Bozbeyli ile yapılan “Kötülükler sığınacak yer bulursa kötülükle mücadele etmek çok güçtür” (s.67) Başlıklı röportajı Mustafa Çalık yapmış ve 1992 yılında Türkiye Günlüğü dergisinde yayınlamıştır. Ferruh Bozbeyli, kendisine ‘Çerkez Ethem’e sordum, bu kadar eşkıyayı dağda nasıl tutuyorsun, bunların aileleri, çocukları yok mu, özlemezler mi? diye Onların her birine şehirde suç işlettim, bir yere gidemezler, dedi bana’ diyen İsmet İnönü’ye “Paşam siz Çerkez Ethem’den de bazı şeyler öğrenmişsiniz; 27 Mayıs’ta da gençliğe, orduya suç işlettiniz, hiç bize yaklaşamıyorlar” (s.69) diye sorabilen bir adam.
Ferruh Bozbeyli “Futbol oyununda kale direkleri var ya, bu direkler kaleciye geniş, topa vurana da dar görünürmüş. Oysa aynı genişliktedir.” (s.74) örneği üzerinden Ali Fuat Başgil’in Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a aracı olmasına ve ”Bu çocuklar CHP’li değil, Demokratlar” demesine rağmen Türk Milliyetçiler Derneğini kapatmasını anlatmak için kulanıyor. Yani iktidar oaln Demeokrat Parti ve Celal Bayar Türk Milliyetçiler Derneği’ni büyük ve güçlü görüyor, hâlbuki Ferruh Bozbeyli’ye göre dernek seksen şubesi olmasına rağmen bir müfettiş görevlendirerek teftiş ettirip uygulama birliği ve her yer de koordinasyon sağlayamamıştır. “[Dernek] dışarıdan kale direği misali büyük görünüyordu.” (s.75)
Feruh Bozbeyli ağabey dediği 41 yaşında vefat eden Rahmi Eray’ın ahlak anlayışını izah için “Mesela, bir gün bir adam, ‘Gaz ocağı tamir ediyorum’ diye bağırıp geçiyor. Çağırdı, dedi ki, ‘Ben bu gaz Ocağının şurasını, şurasını, tamir ettim, bunu sen tamir etseydin benden kaç para alırdın?’ 2 lira, dedi adam. Çıkarıp 2 lirayı uzattı. Adam da, ben tamir etmedim ki dedi. ‘Yooo’ dedi, Rahmi ağabey ‘bu senin işin, sen budan para kazanıyorsun, çoluk çocuk besliyorsun, benim yapmamam lazımdı bu işi, sana yaptırmam lazımdı. Herkes kendi işini yapmalı, bunu alacaksın.’Israr etti, adam almadı. Sonra adam dedi ki, yahu senin gibi bir adam yaşıyor mu bu dünyada. ‘Var, böyle adamlar çok; bak birine rastladın işte’ dedi.” (s.82) yaşanmış hayatın içinden bir anekdot aktarıyor.
“Türkiye demokrasisinde sizi seçecekleri, siz daha evvel seçersiniz, onlar da toplanır sizi seçer.” (s.115) Ferruh Bozbeyli parti içi demokrasiyi kastederek, delegeleri parti genel başkanının seçmesi, seçilen delegelerin önce kendilerini parti üyelerine seçtirmesi, sonra dönüp kongrede parti başkanını seçmesini kastederek demokrasinin olmadığını izah çalışmaktadır. Normal bir demokraside delege olmak isteyen delegeler parti üyelerine kendilerini seçtirir, genel başkanın delege isim belirlemek, müsaade etmek gibi bir müdahalesi olmaz. Üyeleri ikna eden delege adayları seçime girerler ve kazananlar da genel kongrede Genel başkanı seçerler. Ya da parti üst yönetimi belirlenirken de aday olmak isteyenler kendi arzularına göre aday olur seçilirlerse Genel başkan ile çalışırlar.”Türkiye’deki siyasi partiler…[de siyasi] birliğin devamın şartı, genel başkana sadakattir. Sadakat de subjektif bir şey olduğu için, kim kimden daha fazla sadakat örneği verebilir belli değildir. El öpme de sadakatin bir ölçüsüdür, verilen vazifeyi yapmak da hediye vermek de. Gördüm ki partiye sadakat, parti başkanına sadakatle mukayese edildiği zaman parti başkanına olanı daima daha verimli sonuçlar doğurmuştur. Bu uygulama bugün de devam ediyor.” (s.117) Türkiye’de bir aşamadan sonra parti ilkelerin ve fikirlerin partisi olmaktan çıkarak liderin partisi olmaktadır. İnsanlar lider gösterecekleri yakınlık ve yalakalıkla göreve geleceğini düşünmekteler, liderler de bu zaaflarından yararlanarak aydın bir zümre olması muhtemel siyasileri parmaklarında onatarak kendilerine kul köle etmektedirler. Ben böyle bir durumu bizzat yaşadım. Bir gün bir yerde otururken birlikte oturduğumuz arkadaş biliyorsun il başkanlığı seçimi var ben falan delegeye giderek oyunu falan başkan adayına vermesini, diğerine vermesini söyleyeceğim, dedi. Ben arkadaşa bırakın delegeler istediğine kendi hür iradesi ve düşüncesi doğrultusunda versin, adaylar da kendini tanıtsın, tanıtımındaki başarısıyla orantılı oy alsın, gizli mahfillerde kulis yapmayın, delegelere baskı yapmayı. Delege olacak kişi zaten akıllı ve o partinin siyasi anlayışına inan demektir. Yok değilse zaten delege olamazdı, dedim. Arkadaş onların anlamayacağını ileri sürdü. Bunu üzerine biraz arkadaşa da kızarak seni demen ile oy verecek delegeni …. dedim. Sanki delegeni bu arkadaş kadar aklı ve fikri yoktu. Arkadaş bir nevi öyle görüyordu. Seçimler ilkeler, fikirler ve projeler üzerinden yapılırsa ancak halka hizmet götürülür. Yoksa lidere kapı kulu olanların fikri de yoktur.
Türkiye Günlüğü Dergisinin 30. sayısında Eylül-Ekim 1994 tarihinde yayınlanan Dr. Sadettin Bilgiç ile yapılan “Siyasetin ‘Koca Reisi’i Anlatıyor” (s.123) başlıklı mülakatı Mustafa Çalık ile Vedat Bilgin yapmıştır. Sadettin Bilgiç tıp doktorudur. Dr. Sadettin Bilgiç’in ailesi ve siyasi hayatıyla ilgi vermiş olduğu kısa bilgiden “1941’de de ben yüksek tahsile başladığım zaman, ilçemizin [Isparta-Şarkîkaraağaç ilçesi] müftülüğüne seçilmişti. Zaten bizim çocukluğumuzda hem vaiz, hem de öğretmendi.” (s.123) 1941 yılında Türkiye’de müftülük seçimle işbaşına gelinen bir görevdir. “Anamın babası, dedesi, anamın babaannesinin babası hep müftü ve müderris, babamın da büyük dedesi, dedeleri müftü ve müderris; medreseleri vardı, tedrisat yaptırıyorlar. Tamamıyla ilmi manada şunu da açıkça ifade edeyim ki, hiç biri tarikat mensubu değildi. Dini asliyle tedris etmiş, ettirmişlerdi.” (s.124) “medreseleri vardı” ifadesi göstermektedir ki aktaracak ilmi olan ve ilmi aktarmaya kendi hocalarından cevaz almış olanlar gönüllü olarak müderrislik yapıp medrese açabiliyorlarmış. “Hiçbir tarikat mensubu değildi” zaten medreseler zahiri ilmi tercih etmiş ve Kur’an ve hadis ilimleri öğretmenin yanında pozitif ilimlere de yer veren ilim merkezleridir. Belki öğreticilerinin arsında tarikat mensupları vardır ancak medreseler bizzat bir tarikata ait değildir. İslam toplumunun genel ve yaygın eğitim sisteminde kendine mahsusu sistemiyle yer almış ve temel ve genel eğitim kurumudur.
Dr. Sadettin Bilgiç’in ifadeleriyle Süleyman Demirel “[Sadetin Bilgiç’in babasına] amca köprülerin altından çok su geçti. Artık demokrasi rayına oturmuştur.” (s.132) 24 Mart sabahında demesinden 27 Mart sabah saat beşte gittikleri Sadettin Bilgiç’in evinde kapıyı sabah namazına kalkan babası açmış, içeriye girerken Demirel bu sefer de Sadettin Bilgiç’in babasına “Amca, 50 sene daha bu memlekette demokrasi olmaz. Biz partiyi kapatmaya karar verdik.” (s.135) diyerek siyasi basiretsizliğini, ve cesaretsizliğini göstermiştir. Daha önce partinin kapatılacağına dair Genel Başkan Gümüşpala ve idare heyeti arasında böyle bir şeyin hiç konuşulmamış olmasına rağmen söylemiştir bu sözü. Aynı Demirel’in “Dün dündür bugün bu gündür”, “Siyasette yirmi dört saat uzundur.”, “Şapkamı alır giderim.” Gibi sözleri meşhurdur ki “Şapkamı alır giderim.” sözü ayı zamanda ihtilal olunca mücadele etmeden her seferinde gidip ortalık yatışınca geri gelişini anlatır.
Dr. Sadettin Bilgiç “Ben hiçbir zaman her şeyin doğrusunun iyisini yapan adam olarak kabul etmedim. Ama ben bir müzakere sonucu ortaya çıkan kararı uygulayan adam olarak çalıştım. Benim düşüncelerimin aksi istikametinde bir karar çıksa o kararı da benimsedim.” (s.140) ifadeleriyle müzakere, müşavere sonucu herkesi bağlar, sonrada ben bu kararı uygulamıyorum, benim düşüncemin aleyhine demek müşavere adabına aykırıdır. Demokrasi de müzakere ve müşavere sonucuna uymaktır. Aksi halde kaos olur, kimse başkasının fikrine uymaz, yönetim kargaşası çıkar.
Bu gün ülkemizde yaşanan Anayasa ve diğer hukuku karmaşalar o zaman da yaşanmıştır. Bu aslında insan kalitesinin düşük olmasından, karakter zayıflığından kaynaklanmaktadır. Seçim kanunun itiraz eden AP olunca seçimden sonra karar veren Anayasa Mahkemesi, 1965 yılında iktidar olan AP seçim kanununu değiştirip 1961 tarihli seçim kanununu ihya edince bu sefer de itiraz etmek için Anayasa Mahkemesine CHP başvurunca, Anayasa Mahkemesi hem seçimden önce karar vermiş hem de itirazı kabul ederek seçim yasasını iptal etmiştir (s.142). Kadroların siyasallaşması yasalara uygun hareket ermekten ziyade kendilerini o makamlara getirdiklerini düşündükleri siyasi hareket lehinde kararlar vermektedir. Aslında kamu görevi gören herkes hükümet memuru değil de devlet memuru olması gerekir. Ayrıca görevini bihakkın yapmak hususunda namuslu olmalıdır.
AP’nin Genel Başkanlığı için yarışan Sadettin Bilgiç ve Süleyman Demirel –aslında Demirel yarışmıyor, birileri onun adına yarışıyor, Süleyman Demirel bizzat ortada olmadığı halde, başta Cumhur Başkanı Cemal Gürsel olmak üzere gizli bir el onu Genel başkan yapmak için çabalıyor- yarışında Sadettin Bilgiç aleyhine “AP 1968 kongresinde her türlü tüzük ve kanun dışı davranış uygulanarak, kimine göre Parti içersinde Bilgicçiler, ifritler, gerici, ırkçı, Turancı diye adlandırılanların tasfiyesi için girişilen bir hareket başlatıldı.” (s.157) Süleyman Demirel’in ABD başkanı Johnson ile bir merasim sonunda burslu öğrencilerle topluca çekilmiş fotoğraf sanki sadece Süleyman Demirel ile çekilmiş şekilde ayarlanarak ABD devlet başkanı ile dostmuş gibi göstermek için uçaklarla havadan bildiri olarak atılması, Süleyman Demirel daha AP genel başkanlığına adayım demeden basın tarafından “Barajlar Kralı” başlıkları atmasını hep bir dış destek olarak düşünülmüştür.
Aydın Menderes ile Vedat Bilgin tarafından yapılmış “Devlet eğitim politikalarıyla ideoloji kabul ettirme yolunu bırakmalıdır” (s.164) adlı röportajı 1991 tarihinde Türküye Günlüğü derisinin 16.sayısında yayınlanmıştır. Sol ve sağ kavramları Batı’da ve Türkiye’de ilk olarak kendini sol olarak tanımlayan daha sonra karşılarındakileri sağ olarak ifade eden bir kesim tarafından ortaya atılmıştır diyen Aydın Menderes Batı’daki ve Türkiye’deki bu kavramlar arasında başka bir benzerlik olmadığını çünkü farklı toplum şartlarında doğduğunu ifade etmektedir (s.164-165). Türkiye’de sanayileşmeye dayanan işçi sınıfı olmadığı için sol’un işçi sınıfına dayanmadığı, ancak orta ve dar gelirli kesimden de destek bulmadığını tam tersine olarak Türkiye’deki sol zenginlerin ve yönetici kesiminin ideolojisi olur. “Çünkü Türkiye’de sol, hâkim sınıf durumunda olan bürokrasinin ideolojisi olarak ortaya çıktı.” (s.165)
Aydın Menderes “dünyada gücünü ve tutarlılığını süresiz olarak koruyabilecek dünyevi hiçbir ideoloji olamaz” (s.166) derken beşerin icat ettiği fikirlerin dönemsel olduğunu, ezeli ve ebedi olanın ise ancak ilahi kaynaklı din ve kaideler olduğunu zımni olarak ifade etmektedir. Eğer ideolojiler zamanının şartlarına göre yenilenmez ve revize edilmezse geçerliklerini kaybederler. Çünkü insanoğlunun icat ettiği değerler zamanla anlamını kaybetmekte ya da mana kaymasına uğrayarak farklı algılanmaktadır. Aydın Menderes’e göre insanlığın içinden geçeceği gelişim ve değişimi önceden kestiremeyen [insan müdahalesi dışında değişimler olacağı için] ideolojiler toplumun gelişmesine de otomatikman karşı olmaya başlarlar. Çünkü ideolojileri atıl kalacaktır (s.166).
Aydın Menderes siyasi hayat ile ekonominin aynı olmadığını, ekonominin teknik bir mesele olduğunu düşünmektedir. “Ekonomik hayattaki gereklilikleri siyasal hayatla karıştırmamak lazım. Ekonomik meseleleri de bir yerde teknik meseleler olarak görmemiz gerekiyor. Ekonomi her zaman bizim düşüncelerimize göre şekillenmeyebilir. Kendi kanunları var, buna uymak gerekiyor.” (s.176) Bu ifadeler bize son yıllarda ülkemizde iktidarın global ekonomiye entegre olmuş liberal bir ekonomik sisteme sahip olan Türkiye’nin ekonomisini düzenlerken bir araç olarak kullanılan faizi sırf dini inancı haram gördüğü için sıfırlayarak faizsiz bir ortam sunmaya çabalaması sonucu ekonomisinin bozulmasına sebep olarak ülkedeki enflasyonun %100’leri aşan bir yüksek enflasyona duçar olmasına sebep olasını hatırlatıyor. Eğer siyasal ve sosyal hayat ile ekonomi farklı ise ekonominin gerek şartları ne ise onlar ile işlem yapılmalıdır. Ya da İslam ekonomisi denilebilecek, faizi ekonomiden tamamen çıkarmış olan yeni bir sistem kurulmalıdır. Ki bu sadece tek başına Türkiye’nin başarabileceği bir durum değildir. Çünkü bu sitemi kabul edecek ülkelerin de olması gerekir ki bunlar da sayısı azımsanmayacak –mevcut 57 İslam ülkesi- kadar olan İslam ülkeleridir.57 İslam ülkesi kendi aralarında kurup geliştirecekleri faizsiz ekonomi ile bir alan oluşturup açarlar ise belki başka ülkelerde bu sisteme entegre olabilir. Ancak faizin kaldırılabilmesi için paranın değer kaybetmesi problemi ile bedelsiz para kullanımı hususları da İslam ülkeleri tarafından çözülmesi gereken bir problem olarak durmaktadır.
Aydın Menderes Türkiye’nin demokratikleşmesi için lazım olan bugün de geçerli olacak hususları şöyle sıralamaktadır. “Her düşünceye 1; serbestçe kendisini ifade etmek, 2; serbestçe kendisini teşkilatlandırmak, 3; serbestçe kendisine bir siyasal parti kurmak, 4; belki bir baraj olabilir, ama böyle yüzde 10’larda olmayan yani çok engelleyici olmayan, ama bir ölçüde de istikrarı sağlamaya çalışan çok katı olmayan bir baraj kalabilir ama 5; seçim sistemi itibarıyla siyasal partilerin kolayca parlamentoda temsil edilebileceği bir düzenleme Türkiye’de şarttır.” (s.179) Mevcut partilerin ilçe ve il yöneticileri dâhil genel merkez yöneticilerine kızanların hemen bir parti kurduğu bir durma düşmemek, zırt pırt parti kurmayı engellemek için baraj konusunu hesaplarken kurulacak partinin ilçe ve il yöneticileri hariç ilk seçimde üye sayısı daha sonraki seçimlerde ise seçmen sayısı olarak belirlemek gerekir. Bu yönde geliştirilecek bir siyasi sistem yeni hareketlerin de parti dışında taban bulduğunu gösterecektir.
Devlet Bahçeli ile yapılan “ ‘Milli devlet’lerin zayıflatılması, ‘millet’ denilen ‘etnite’den vazgeçilmesi, tarihe rağmen ve tarih dışı bir anlayışın ifadesi olduğu gibi, millet öncesi yapılara, milli devlet öncesi formlara geri dönme iddiasını da beraberinde taşıyan, ‘geri’ bir anlayıştır” (s.182) başlıklı röportaj Vedat bilgin tarafından yapılmış ve Türkiye Günlüğü’ Dergisinin 50. Sayısında 1998 tarihinde yayınlanmıştır.
Milli devletlerin parçalandığı, etnik parçalara bölündüğü bir dönemde Devlet Bahçeli “milliyetçiliğin temel parametrelerini teşkil eden millet, milli devlet, milli kültür ve milli hâkimiyet kavramları kalıcı niteliklerini koruyacaktır.” (s.184) diyerek aslında milliyetçilikten önce varlığı milletin varlığına bağlı ve mecburi olan kavramların millet, milli devlet, milli kültür, milli hâkimiyet olduğunu ve varlığının da millet denen oluşumun varlığı dolayısıyla daim olduğunu ifade etmektedir.
Küreselleşme denilen tek bir dünya köyü denilebilecek yapının özelliğini “Küreselleşme sürecinin en belirgin özelliklerinden birini, iletişim teknolojisindeki olağanüstü gelişmelerin etkisiyle ortaya çıkan çok yoğun ve hızlı bir değer ve bilgi dolaşımı oluşturmaktadır.” (s.185) şeklinde ifade eden devlet bahçeli aslında burada zikretmese de küreselleşmenin fiili devlet sınırlarını kaldırmasının mümkün olmadığını ancak teknolojik bilgi akışının hızlanmasıyla bilginin sınır tanımaz halinin yaygınlaşması olarak görmektedir. Yani bu demektir ki bilgiyi eskisinden daha hızlı ve dünya ile aynı anda sınırlanmamış halde ulaşabilen ülkeler bilgiyi de doğru kullanırsalar kalkınmışlıkta dünya ülkeleriyle eşitlenecektir. Bu düşüncemizi destekleyici olarak Devlet Bahçeli “küresel rekabetin kızışmasının bir taraftan da ‘ekonomik milliyetçiliği’ besleyerek kalkınma azmini kamçılayıcı bir rol oynadığını da unutmamak gerekmektedir.” (s.186) diyerek izah etmektedir.
MHP’nin milliyetçilik anlayışıyla ilgili olarak “Milliyetçi Hareket Partisi, milliyetçiliğe ‘siyaseten’ ya da ‘usulen’ yer veren bir parti değildir. MHP’nin milliyetçilik yorumu sıradan bir ilke olarak ele alınmadığı için fikriyatının politikalarının temel taşı temel belirleyeni olduğu için doktriner bir hüviyet taşımaktadır.” (s.188) diyerek MHP’nin milliyetçilik anlayışının onun bütün fikirlerinin oluşmasını sağlayan bakış açısı, fikir ve politikaların nasıl olması gerektiğini belirleyen, yön ve sınırlarını tayin eden bir ölçüdür. Ancak diğer partilerin milliyetçilik anlayışlarının ise sadece kendilerinin de milliyetçi olduklarını söylemelerini sağlayan bir kavram olduğu, onların politika ve fikirlerine yön ve sınır tayin etmediğini, asıl fikir ve politikalarının milli olmaktan uzak, sadece Türk milletine dayanmak bakımından serbest ve ölçüsüzü bir anlayışla ortaya konulduğunu ifade eder.
Muhsin Yazıcıoğlu ile “Bizim milliyetçilik tanımımız baştan kurgulanmadığı ve doğrudan doğruya halkın değerleri itibarıyla sivil toplum ve siyasal alanın uyumlaştırıldığı bir ilkeler bütünü olduğu için hep tazedir, kendini yenileyen bir niteliğe sahiptir.” (s.192) başlıklı röportajı Mustafa Çalık yapmış, Türkiye Günlüğü Dergisinin 50.sayısında 1998 tarihinde yayınlanmıştır.
İkinci Bölüm: “Sivil Aydınlar”
Tarihçi İlber Ortaylı ile yapılan “Avrupalılar içlerinde Müslüman bir kültür istemiyorlar; peki biz niye Protestan bir kültürü isteyelim?” (s.217) başlıklı röportajı Mustafa çalık yapmış, Türkiye Günlüğü Dergisinde Ocak Şubat 1998 tarihindeki 49. Sayısında yayınlanmıştır. İlber Ortaylı Türkiye’nin ve Türklerin AB’ye girmesi hususunda “1358’de Edirne’nin fethinden beri Türkiye Avrupalıdır.” (s.217) ifadesinden getirdiği kıstas ile Avrupa kabul edilen coğrafyada toprakları olması dolayısıyla Türkiye Avrupalıdır manası çıksa da bu ifadesini “Türkiye her anlamda ve coğrafya olarak Avrupa devletidir.” (s.218) ifadesi ile sadece coğrafik olarak değil her manda Avrupalıdır manasına gelecek şekilde düzelterek tamamlamıştır. Aslında Türkiye’nin AB’ye girmek istemesinin sebebine bakmak gerekir. Birinci sebep kalkınmasını ve bilimde sürdürülebilir bir gelişmişlik seviyesini Avrupalı devletler seviyesine yükseltmek için istemektedir. İkinci sebep ise o zamanın Doğu Bloğu olarak tarif edilen Sovyetler Birliğinin yayılmacı, işgalci, emperyalist tehditlerinden korunmak için AB’ye girmek istemektedir. Üçüncü sebep olarak da demokratik bir yapıya sahip olmak, yasalara uyan sivil ve askeri bir kamuoyu oluşturup ülkede her on yılda bir olan darbeleri önlemek için istemektedir. Bu gün SSCB yıkılmış ve dağılmış, Ülke demokrasisi az da olsa gelişmiş, kalkınma yolunda özellikle askeri alanda kalkınma hamlesini başarmak üzeredir, başarmıştır. Bütün bunlar göz önüne alınarak AB’ye girmeye lüzum yoktur. Eşit devletler olarak uluslararası ilişkiler kurmalı, ticaretimizi geliştirmeye çalışmalıyız. Bundan sonra özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgali dolayısıyla tehdit altında olmaları, enerji krizine maruz kaldıkları için kendi savunmaları ve enerji teminindeki güçlükleri aşmak için AB Türkiye’ye muhtaçtır.
Erzurum ziraat fakültesinde hocayken 1976 yılında TRT Genel Müdürlüğüne atanan, 1979-1980 arası milletvekilliği yapan, Bezm-i Âlem Valide Sultan Vakfı’na bağlı bir Vakıf Üniversitesi kurmaya kalkan Şaban Karataş ile yapılmış röportaj Mustafa Çalık tarafından yapılmış olup, Türkiye Günlüğü Dergisinin 6.sayısında Eylül 1989 tarihinde yayınlanmıştır. Mustafa Çalık’ın sorduğu Üniversitelerin yapısı ile ilgi soruya Şaban Karataş’ın verdiği cevapta dikkatini “ilmi idare etmek” (s.235) kavramı dikkatini çekiyor ve “İmi idare etmek deyince bizim anladığımız klasik manadaki bürokratik idare tarzından herhalde farklı bir şey olsa gerek..” (s.235) diyerek açmasın istiyor. Şaban Karataş Hoca “İlmi idare etmek demek, mevcut bilgileri muhafaza etmenin yollarını bulmak demektir. Mevcut bilgileri muhafaza etmek ve istifadeye açmak, yeni bilgiler eklemek ve bunları cemiyetin muhtaç olduğu yerlere yaymak.” (s.235) cevabını veriyor. O zaman anlıyoruz ki Üniversitelerin iki yönetimi olmalıdır. Birincisi bürokratik işler ile memur ve öğretim üyelerinin maaş ve terfi gibi işlerini idare eden yönetim, ikincisi de ilim adamlarının ilmi araştırma ve çalışmalarını yönlendirmek, bilgiyi muhafaza etme ve yayma vazifesini icra edecek yönetim şeklinde.
İlim öğreteme ve araştırmasının Batı’da ve Türkiye’de vakıf müesseseleriyle ortaya çıktığını ancak Batı’nın öğrenciden para aldığını Türklerin ise Vakıf medreselerinde öğrenciden para almadan üstelik bütün ihtiyaçlarını karşılasın diye para verdiğini ifade eden Şaban Karataş ilim politikasının ise farklılaştığını ve “Teknolojiye dönüşen ilimlerin Batı’daki gelişmesi bizde olmamış. Bizde getirilen hocaların cemiyetin taleplerine göre daha çok İslam dininin ve İslam medeniyetinin ölçüleri içersinde kalması ve onları öğretmekle yetinmesi durumuna gelinmiştir.” (s.236) diyerek bizde teknolojiye dönüşen ilimlerin sadece öğretildiğini ve araştırmaya dönüşmediğini ifade etmektedir. Batı ile Türkiye arasındaki ilim politikasındaki farklılığın sebebi olarak da “Batı her çeşit ilmin idaresini, öğretmek ve öğrenmek bakımında öğretim üyelerine bırakmıştır. Araştırmacıyı da serbest bırakmıştır. Araştırmacı bir ölçüde serbest karar verme imkânına sahiptir. Fakat serbest karar verirken cemiyetin ihtiyaçları ve talepleri de dikkate alındığı için entersan bir takım bağlar teşekkül etmiş ve üniversitenin dışa açılma vetiresi hızlanmıştır.” (s.236) Batı üniversitelerine ekonomik kaynak veren devlet, ya da özel teşebbüs ile üniversite pazarlık edebilir, bir nevi ihale ile kaynak veren ilmi araştırmayı üniversiteye veri ancak şöyle bir netice çıkaracaksın diyemeyeceği gibi üniversite de araştırmadan öyle bir sonuç çıkaracağım diyemez. Araştırma sonucu ne çıkarsa o. Batı’da araştırıcı hür’dür. “Varacağı neticelerin araştırmayı sipariş edenin keyfine değil hakikate uyması endişesini taşır. Araştırma konusu bizim medreselerimize sadece İslami ilimler açısından girmiş, ötekiler dışarıdan aktarılan bilgilerin öğretilmesi şeklinde olmuştur. O yüzden bizim medreselerimiz geri kalmıştır.” (s.237) Yani biz, teknolojiye dönüşen bilimleri dışarıdan alır duruma gelmişsiz. Bu bilimleri sadece öğretmiş ancak öğretilen mevcut bilgilere yeni bir şeyler katmak için araştırmaya çalışmamışız. Teknolojiye dönüşen bilimler sağlamadığımız araştırma serbestîsini İslami ilimlere sınırsız vermişiz. “Batı’nın ilim idaresinde öğretim üyelerinin yani işin ehlinin hem öğretimde hem araştırmada son derece hür olması oradaki gelişmenin esasıdır. Yani ilim idaresi hem öğretme ve öğrenme hürriyeti açısında ve hem de araştırma açısından öğretim üyelerine verilmiştir.” (s.237) Üniversitenin öğretim ve araştırma yapma konusunda asli görevinin ne olduğu sorulduğunda kuruluşta üniversitelerin yüksek öğrenim yaptırmak amacıyla kurulduğunu, araştırmanın üniversite haricinde dışarıdakiler tarafından yapılmasının öngörüldüğünü ifade eden Şaban Karataş mevcut üniversitelerin yapısının “Fakat bu gün baktığımız vakit, üniversite öğretim, araştırma ve araştırma sonuçlarını cemiyete yayma fonksiyonlarını beraber görecek şekilde gelişmiştir.” (s.237) şeklinde ifade etmektedir. Bizde üniversite hocalarının yüksek öğretim hocaları ve araştırmacı hocalar şeklinde ayrılması gerektiği yönündeki tartışmanın temelinde de bu ayrım yatmaktadır. Yani üniversite yüksek öğretim yapan bir kurum olarak mı devam etsin yoksa hem yüksek öğretim yapsın hem de araştırmamı yapsın tartışması hocaların yüksek öğretin veren ve araştıran yapan hocalar şeklinde ayrımıyla yüksek öğretimin ve araştırmanın üniversitede kalmasını istemekteyiz.
Nur Vergin ile Mustafa Çalık tarafından yapılan “Türkiye’nin kendinden korkmaması ve aslına rücû etmesi lazım” (s.258) başlıklı röportaj Türkiye Günlüğü Dergisinin 19.sayısında 1992 tarihinde yayınlanmıştır. “Yeni dünya düzeni”nin (s.258) tarif edilmemiş içi boş, herkesin istediği şekilde anlam yükleme imkânı sunan bir kavram olarak gördüğünü söyleyen Nur Vergin “Yeni Dünya Düzeni”nin insanlara “yeryüzünde cennet” yani dünyada bir cennet sunmayacağını, bütün dünya milletlerinin de topyekûn anlamda Batılılaşmayacağını “dünyanın global olarak Batılılaşması”nın (s.259) gerçekçi olmadığını düşünmektedir. Nur Vergi “Yeni dünya düzeni”nde Türkiye’ye biçilen rol için “yeni dünya düzeninde, Türkiye’ye biçilen bir rol olduğu söyleniyor. Rolün biz baş rejisör ABD tarafından verildiği gelen bilgiler arasında.” (s.260) diyerek komünizmin yıkılmasıyla ABD’nin “tek ve biricik süpergüç” (s.265) olarak yeni bir düzen kurmaya çalıştığını bunun için de coğrafi ve tarihi kültürel bağlarından yararlanmak için Türkiye’yi harekete geçmesi hususunda tahrik ettiğini ancak yine de yeni dünya düzeninin mümkün olmadığını (s.260), çünkü Kuzey/Güney uçurumunun buna müsaade etmeyecek yeni çatışmalar doğuracağını öngörmektedir (s.259). Nur Vergin, ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rolü üstlenmek isteyenlerin “Yeni Osmanlıcılık” kavramının etrafında kümelendiğini ve buna karşı olanların da “Türkiye kimsenin taşeronu olmamalı” savunusu arkasında birleşenlerin mücadele içinde olduğunu, ancak Türkiye’nin kabuğunu kırıp yeni dünya düzenindeki yerini almasını savunur.
Aydın Menderes ve Nur Vergin Türkiye’nin sadece dış Türkler meselesinin olmadığını, Türkiye’nin Kürt vatandaşları dolayısıyla bir de Dış Kürtler meselesinin olduğunu ve dolayısıyla da dış siyasetinde Dış Türkler ve Dış Kürtler politikalarını paralel ve aynı zamanda ele alması gerektiğini ifade etmişlerdir.
Nur Vergin ile ikinci röportajı da Mustafa Çalık yapmış, Türkiye Günlüğü Dergisinin 27.sayısı olan Mart-Nisan 1994 tarihinde yayınlanmıştır.
“Evet, İslam bazı metropolleri fethetmiştir. Bu kültürel bir fetihtir ve bunun altını çizmek istiyorum; zira kültürel dediğimiz zaman bunun giderilmesinin genelgelerle, hukuki çarelerle, yasaklarla veya askeri yöntemlerle mümkün olmayacağı hususuna işaret etmek istiyorum. İslam varoşların dini olmaktan çıkmıştır, kentlerin merkezlerine, burjuva semtlerine, eski deyişle, ‘yüksek mahallelerine’ de sirayet etmiştir. İslam, Türkiye’nin kentlisinin çaresizlerine derman olmaktan çıkmıştır. Birkaç on yıldır Ankara ve İstanbul’un kapıcı dairelerinde sıkışıp kalmış olan din, apartmanların en yukarı katlarına doğru tırmanışa geçmiştir.” (s.276) Diyerek müthiş bir öngörüde bulunan Nur Vergin ilmi araştırmanın kişiyi nasıl bir ön görü sahibi yaptığının güzel bir örneğini vermiştir. Benim de 1985 yıllarında İstanbul’a yaptığım seyahatler sırasında gözlemlediğim Sultanbeyli’nin kurulması ve Refah Partili bir belediyeye dönüşümü ile ilgili gözlemlerim İslam’ın şehirleri ele geçirdiği yönündeydi. Ancak bizim yanılgımız Nur Vergin böyle olmadığını söylediği siyasal İslam tarafından ele geçirildiği yönünde olmasıydı. Nur Vergin şehirleri fethedenin siyasal İslam değil de İslam’ın bizatihi ta kendisi olduğunu “kültürel İslam” tarafından ele geçirildiği çok güzel izah etmiştir. Bizi şehirleri siyasal İslam’ın ele geçirdiğini düşüncesine sek eden bunu bizzat teşvik eden ve Sultanbeyli’nin oluşumunu sağlayan ve ilk belediye başkanı olan Ali Nabi Koçak’ın Refah Partili olmasıydı. Apartmanların ‘kapıcı dairelerinde sıkışıp kalmış olan din” ifadesiyle Nur Vergin nasıl kendilerine 20-25 yıl önceki sosyoloji kitaplarında pozivitizm yani dinin yerini bilimin alacağını, “Temelde zımni dahi olsa- müthiş bir pozitivizm yansıtan bir takım şeyler vaz ediyorlardı. Diyorlardı ki, mesela, sanayileşmenin girdiği yerde din ortadan kalkar, ya da en azından ikinci plana geçer. Rasyonellik hâkim olur. Toplum hayatına bilimin öngörüleri doğrultusunda davranış ve tutumları belirleme olgusu ortaya çıkar. Partikülarist, özel-yerel değerlerin yerini evrensel değerler alır. (…) Bilinçlenme, bir ‘yanlış bilinç’ olan din tedrici surette ortadan kaldıracaktı. Aklın, yanılsamalar üzerinde, ‘halkın afyonu’ üzerinde zaferine tanık olacaktık.” (s.275) diyerek dinsizlik dayatıldığını anlatmaktadır. Nur Vergin’e göre Parson, Rostow, Inkeles vs. ve pozitivizmi ideolojik uzantıları bakımından reddeden ancak düşünce metodu itibarıyla kendisi de pozitivist olan Marks ve türevleri dalga dalga pozitivizm yayıyorlardı (s.275). O yıllarda kitaplarda aydınımıza dinsizlik dayatılırken edebiyat ve sanat dalarlından sinema filmlerinde konu olarak işlenen kapıcıların dindar ancak kurnaz ve çıkarcı tiplemeleri de halka dayatılarak, halk dinden soğutulmak, uzaklaştırılmak isteniyordu.
Yahya Sezai Tezel ile “Jakoben Devlet ve bürokrasi paradigması ahlaken yanlış, pratik olarak da iflas etmiş bir modeldir.” (s.288) başlıklı röportajı Mustafa Çalık yapmış ve Türkiye Günlüğü Dergisi’nin 49.sayısında Ocak-Şubat 1998 tarihinde yayınlanmıştır. Yahya Sezai Tezel Hoca kamuoyu ve bendeniz tarafından pek tanınmayan ancak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler (Mülkiye olarak bilinen) Fakültesinde Uluslararası İktisat ve İktisadi Gelişme Ana Bilim Dalı Başkanlığı yapmış, rahmeti rahmana göçmüş bir bilim adamıdır.
Yahya Sezai Tezel Hoca bölücülük konusunda ana dili kullanmak isteyenlere karşı bir cevap olacak bir öneride bulunmaktadır. “Bir insanın ana dilinin ne olduğunu, belki rüyasını hangi dilde gördüğüne bakarak cevaplandırmak lazımdır. Çünkü, hayatta bilinçaltımızla, yani kontrolümüz dışında verdiğimiz tepkilerin hangi dilde ortaya çıktığının en önemli platformu rüyalarımızdır. Eğer insan rüyasını Türkçe görüyorsa Türk’tür. Yani, Türklük dille taşınan bir kültürdür. Bir insan rüyasını Türkçe görüyorsa annesinden doğduğunda öğrendiği ilk dil Japonca olsa dahi Türk’tür; çünkü o insan demek ki Türkçe ile toplumsallaşmıştır. Bu gün Türkiye’de bir ana-baba bağı, ile kendisini Kürt olarak hisseden veya bizim Kürt’tür diyebileceğimiz bu insanların büyük çoğunluğu Türkçe ile toplumsallaşmışlardır. Türkçe’yi kullanarak vardırlar. Dünya ile ilişkilerini Türkçe aracılığıyla sürdürmektedirler.” (s.293-294) Bu ifadelerde geçen rüyanın Türkçe görülmesi belki biraz mecaz içermekle birlikte, gerçek manda da günlük münasebetlerinde Türkçe kullanarak toplumsallaşan bir kişinin şuur altının da Türkçe yer edeceği için rüyalarını da Türkçe görmesi yüksek bir şekilde muhtemeldir. Yahya Sezai Tezel Hoca’da Turgut Özal’ın ifade ettiği Kürtlerin ekserisinin federal yapıyı istemediği, çünkü güneydoğu bölgesine yapılan yatırımların %90’nın batı illerinden sağlanan gelirlerden aktarıldığı için bu yatırım imkânından mahrum kalmamak için istemeyeceği görüşüne benzer bir şekilde “Türkiye’de kendilerini Kürt asıllı hisseden yurttaşlarımızın önemli bir bölümü azınlık statüsünü istememektedirler. Çünkü azınlık statüsü, ister istemez bir çoğunluktan farklılığı ima eder, o da her zaman avantajlı bir konum sağlamayabilir. Azınlıkta olmak, kendilerini Kürt hissetmek bakından da çok temel bir ontoloji problemi olarak pek tercih edilmeyecek bir statü olabilir.” (s.294) ifadeleriyle ortaya koymaktadır. Özal ve Yahya Sezai Tezel Hoca’nın bu yaklaşımları aslında Kürtlerin demokrasi içinde Türkiye’de Türklerle bin yıllık kardeşlik içinde yaşamaktan başka bir a
lternatiflerinin olmadığını göstermektedir. Oluşacak bir bölünme esasında ABD, İngiltere, İsrail, Rusya ve diğer emperyalist ve sömürgeci ülkelerin oyuncağı olmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Yahya Sezai Tezel Hoca Avrupa Birliği konusunda Gümrük Birliğinin alternatifi olarak Türkiye’nin diğer üyeler gibi Serbest Ticaret Bölgesi anlaşması yaparak AB’ye tam üyelik oluşana kadar böyle bir işbirliğinin yürütülmesinin Gümrük Birliği gibi tek taraflı ve AB senatosunun alacağı her karar peşine uyma hususun çok yanlış olduğunu ancak Türkiye’de bunun alternatifinin, Serbest Ticaret Bölgesinin konuşulmasının bile her zeminde sansürlendiğini ifade etmektedir. Yahya Sezai Tezel Hoca ayrıca Gümrük Birliği gibi tek taraflı ve AB senatosunun alacağı her karar peşine uyma taahhüdünün ancak savaşlarda yenilmiş devletlerin kabul edeceğini de vurgulamaktadır.
Ayhan Ali Uygun’un yayına hazırladığı “Yakın Tarihin Şahitleri” adlı bu kitap kitabı hazırlayanların hazırlama gerekçesi olarak sunduğu “bir dönemin kavranması açısından” görevini ifa ederek röportajların yapıldığı döneme ait sosyal olayların Türkiye’den görünüşü ve çözüm yollarını muhtevi olduğu kadar röportaj veren siyasi ve aydın sivillerin o günkü problemlere karşı bakış ve yaklaşımlarını göstermenin yanında Türkiye’nin siyasal ve ekonomik geleceği hakkındaki çözüm önerileri sunarak insanların ufkunu genişletmekte ve yaşanılanların perde arkası hakkında bilgiler sunmaktadır. “Yakın Tarihin Şahitleri” okunası bir kitap olmuş, dağınıklıktan kurtarılan yazılar el altında bulundurma kolaylığı sunarak her daim tekrar tekrar müracaat ederek Türkiye’nin bir devri hakkında bilgilerimizi tazelerken geleceğe de bir ışık yakmaktadır.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.