« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

M. METİN KAPLAN

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Halim Kaya

20 Eki

2025

Siyasal, Toplumsal, Kültürel Kırılmalar Ve Dönüşümler Işığında FARKLI BİR İSLAM TARİHİ

20 Ekim 2025

Ahmet Yaşar Ocak Hocanın tarih ve İslam tarihi üzerine daha önce yazdıklarını bilen bazılarını alelusul okumuş olan biri olarak “Siyasal, Toplumsal, Kültürel Kırılmalar Ve Dönüşümler Işığında Farklı Bir İslam Tarihi” adlı kitabını alarak okumak ihtiyacı hissettim. Samsun’un kitap kurdu olarak bilinen Şeref ile karşılaştığımızda kitabı poşetinden çıkarıp bakarken yanımızdaki biri kitabın “Farklı Bir İslam Tarihi” isminden dolayı tuhaf bir bakış attığını fark edince, “Ben orijinal, hiç kimsenin söylemediği, daha önce söylenmemiş yeni şeyler sözler arıyorum” onun için aldım dedim. O zaman bakışı biraz daha sempatik bir hal aldı.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca’nın “Siyasal, Toplumsal, Kültürel Kırılmalar Ve Dönüşümler Işığında Farklı Bir İslam Tarihi” adlı kitabı orijinal ve sahasında ilk olarak on, onbeş gün önce Eylül 2025 tarihinde İstanbul’da İletişim Yayınları tarafından 552 sayfa olarak ilk baskısı yapılmış. Kitap; künyesi ve adının yazılı olduğu sayfalardan sonra Ahmet Yaşar Ocak hakkında kısa bir biyografik yazı ile başlamakta “İçindekiler”, “Kısaltmalar”, “Teşekkür”, “Önsöz” ve “Giriş” yazılarından sonra “Birinci Kısım: Siyasal Kırılmalar ve Dönüşümler” bölümü yer almak; “Birinci Kısım” da “1- İç Savaşlar: Müslümanlar Müslümanlara Karşı” başlığı altında “Birinci İç Savaş: Hz. Osman’ın Katli: İslam Toplumunda İlk Şok”, “İkinci İç Savaş: Cemel Vak’ası: Hz. Osman’ın Kan Davası Yahut Bitmeyen İç Hesaplaşma”, “Üçüncü İç Savaş: Sıffin Ümeyyeoğulları ile Haşimoğullarının Koz Paylaşımı ve Tahkim Hadisesi”, “Dördüncü İç Savaş: Kerbela ya da Şiiliğin Doğuşunu ve Yüzyılları Etkileyen Kanlı Facia” başlıkları ve diğer alt mikro başlıklar yer almaktadır. “Birinci Kısım”ın diğer başlığı ise “2- Hilafetten Monarşiye yahut Saltanata: Parçalanan Hilafet ve Saltanat Dönüşümü” yar almakta ve bu kısım da “Emevi Monarşisi Yahut Emevi Sultanî Hilafeti”, “Abbasi Monarşisi ya da Abbasi Sultanî Hilafeti”, “Fatımi Monarşisi Yahut Fatımî Sultanî Hilafeti”, “Endülüs Monarşisis ya da Endülüs Sultanî Hilafeti” başlıkları yer almaktadır. “Birinci Kısım”ın diğer bölümleri “3-Değişen Başkentler yahut Yeni Siyasi Güç Merkezleri” bölümü ve “4-İslam Dünyasında Siyasal Güç Değişimi: Siyasal Gücün Türklere İntikali”, “5- Moğol İstilası ve Bir Dünya Medeniyetinin Sonu” bölümleri yer almaktadır. “İkinci Kısım: toplumsal Kırılmalar ve Dönüşümler” burada bir yanlışlık ya da tercih söz konusu ki “Birinci Kısım” beş bölüme ayrılarak sayı her bölüme sayı numara verilmişti, “İkinci kısım” kendi içinde bir’den başlatılmayarak “Birinci Kısım” bu beş sayısından devam ile numaralandırılmış ve “6-İslam Toplumuna Katılan ve Dönüştüren Yeni Unsur: Mevali” başlığı ile bir ana alt başlık olarak ele alınmıştır. “Üçüncü Kısım: Kültürel ve İtikadî Kırılmalar, Dönüşümler” başlığındaki “Üçüncü Kısım” yine “Bir ve İkinci Kısım”ların numaralandırma sırasını takip ederek “7-İslam Toplumundaki Birinci Büyük İtikadî Kırılma: İtikadî ve Ameli Mezheplerin Doğuşu, Siyasi, Toplumsal ve Kültürel Sonuçları”, “8-İslam Toplumundaki İkinci Büyük İtikadi Kırılma: Mesiyanik Çağ Beklentisi yahut Mesih, Mehdi İnancı” ve “9- İslam Toplumundaki Üçüncü Büyük İtikadi Kırılma: Tasavvuf ve Yarattığı Zihniyet Değişimi” bölüm başlıklarından oluşan üç bölüme ayrılmıştır. Sonra da “Sonuç”, “Kaynakça”, “Dizin” bölümleri yer almıştır.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca “Siyasal, Toplumsal, Kültürel Kırılmalar Ve Dönüşümler Işığında Farklı Bir İslam Tarihi” adlı kitabının ortaya çıkışını “Hacettepe Üniversitesi’nde 1978^den 2013ée kadar geçirdiğim 35, 2013’ten bugüne kadar (2025) TOBB üniversitesindeki 12, toplam 47 yıllık İslam Tarihi ve İslam Medeniyeti Tarihi Hocalığı yapmış olmak, aradan geçen yıllar içinde ister istemez bana İslam Tarihinin meselelerine, kaynaklarına, tarihinin muhtevasına, çağdaş literatürüne ve tartışmalara aşinalık ve vukuf peyda etme imkanı sağladı.” (s.18) diyerek birikim ve salahiyetinin yeterli olduğunu ifade etmektedir. Ahmet Yaşar Ocak Hoca zaten bundan önceki yapmış olduğu çalışmalar neticesinde neşretmiş olduğu eserler ile konunun uzmanı olduğunu göstermiş ve Hocaların Hocası olarak da isimlendirmeyi hak etmiştir.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca Fransa’da 1822’de Societe Asiatique adıyla, 1823’te İngiltere’de The Royal Asiatic Society ve 1843’te Almanya’da Deutsche Morgenlandische Gesellschaft (s.21) adıyla 19. yüzyılda başlayan şark araştırmaları yani Oryantalizm –Şarkiyatçılık çalışmaları sonucu yayınlanan İslam tarihi kitaplarının doğru teşhisler yaptığı gibi “yer yer oldukça peşin hükümlü ve İslam’ı eleştiren yargılar ihtiva eden” (s.22) bir yapıda olduğunu ve “Türkiye’de günümüzde en şedid dönemlerinden birini yaşadığımız kültürel ve ideolojik ayrışmanın temelleri”nin bu “Oryantalizm (şarkiyat) ürünleriyle beslenen Osmanlı münevverlerinin kitapları ve çıkardıkları mecmualardaki yazılarıyla atıldı”ğını ifade etmektedir.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca klasik İslam tarihi yazıcılığını “vitrinlik kütüphanelerin baş tacı” kitaplar olduğunu ifade ile okunmayan, irdelenmeyen bir konumda görmekte ve “kronolojik, kutsayıcı, sorgulamayan, hamasi, analiz edip yorumlamayan derlem(eski tabirle iktitaf) mahiyetinde” (s.26) bulmaktadır. Sadece nakil edilerek iman edilen bir tarih anlayışıyla yazılmış bir tarih yazılığı.

19.yüzyıl Oryantalist eserlerin “yer yer oldukça peşin hükümlü ve İslam’ı eleştiren yargılar ihtiva eden” (s.22) bir karakterde olduğunu söylemiş olan Ahmet Yaşar Ocak Hoca artık oryantalistlerin “yaklaşık son elli yıldan beri Batı İslam tarihçiliğinde eski Şarkiyatın önyargılı, yersiz ve haksız, maksatlı değerlendirme ve yorumlarından epeyce arınmış, oldukça objektif eserlerin yayımlandığını görebilmekteyiz.” (s.30) diyerek 1975’tern beri 2025 yılına kadar geçen 50 yıl zarfında daha objektif olduklarını daha doğru ve yansız İslam Tarihi yazdıklarını ifade etmektedir. Bu durumun oluşmasında etkileşim ve bilgiye ulaşımın daha kolay ve fazla olmasının etkisi olsa gerektir.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca’nın Sosyolojik bir hakikat olarak gördüğü İslam dinindeki değişimi “İslam Hz. Muhammed’in vefatından sonra Tarihsel ve sosyolojik olarak bütün dinler gibi, değişik zaman ve mekânlarda işleyen coğrafi, siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel dinamiklerin tesirine maruz kalacak, belli konularda münhasıran zihniyet itibarıyla kaçınılmaz olarak değişme uğrayacaktı ve uğramıştır.” (s.33) izah ettikten sonra bu değişimi fark etmeyi, anlamayı ise Kur’an-ı ve sünneti ile günümüz dini anlayışını birbiriyle kıyaslayarak “Şüphesiz onun temel esasları, mukaddes kitabı değişmemiştir ama hem o hem peygamberinin sünneti bile farklı anlayışlara, yorumlara tabi tutulmuştur. Değişen, o esasların algılanış, yorumlanış ve hayata geçiriliş biçimleridir.” (s.33) diyerek değişimin temel esaslarda değil anlayış ve yorumlarda olduğunu yaşayışa da bu anlayış ve yorumların yön verdiğini ifade eder. Değişimin kırılama ve dönüşüm ile izah edildiğini, kırılmanın toplumun siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel tarihindeki yön değiştirmeler olarak algılandığını, dönüşümün de toplumun siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel tarihindeki mahiyet, zihniyet ve yapı değişikliği, başkalaşma olarak görüldüğünü ifade eder (s.33-34).

İç savaşların tarihin her devrinde her toplumda görüldüğünü söyleyen Ahmet Yaşar Ocak Hoca, “Siyasi otorite [merkez] ile toplum, çevre arasında çeşitli siyasal, toplumsal ve ekonomik anlaşmazlıklar, hâkimiyet ve çıkar çatışmaları, zaman zaman da inançlar itibarıyla meydan gelen ihtilaflar ve anlaşmazlıklar, dayatmalar yüzünden iç savaşlar yaşanmıştır.” (s.45) diyerek iç savaşların bir çeşidinin hükümet ile halk arasında olan iktidar kavgası diyebileceğimiz iç savaş olarak ifade etmekte ve çıkış sebeplerini sıralamaktadır. Daha sonra “sadece siyasal güç odakları ile toplumlar arasında değil, bizzat toplumlar içinde de yine siyasal, ekonomik ve inanç uyuşmazlıkları, bir grubun diğerine baskın çıkma çabasıyla sonuçlanan çatışmalar vukû bulmuştur.” (s.45) diyerek de statü bakımından eşit kuvvetler olarak halk arasındaki grupların birbiriyle çatışmasıyla vuku bulan iç savaşları da bir çeşit siyasi vakayı adiye diyebileceğimiz rejimi ya da iktidarı hedef almayan iş savaş olarak zikrederek iki farklı iç savaş olduğunu ifade eder.

İslam tarihindeki ilk iç savaşın da Hz. Osman zamanında Peygamber Efendimizin henüz ölümü üzerinden on yıl geçmiş iken baş gösteren ihtilaflar ve bölgeler arası uyuşmazlıklar, onu bazı icraatlarının yol açtığı hoşnutsuzluklar sebebiyle çıktığını beyan eder (s.45-46). Ahmet Yaşar Ocak Hoca’ya göre Hz. Osman’ın katli İslam dünyasında bir kırılma yaratmış daha sonra Cemal savaşı, Sıffîn Savaşı ve Tahkim hadisesinin yaşanmasına sebep olmuş ve nihayet Kerbela olayı da Hz. Osman’ın katli menşeili sebeplere dayandırılarak vuku bulmuştur (s.46).

Ahmet Yaşar Ocak Hoca İslam tarihindeki ilk kırılma yön değiştirme olarak gördüğü Hz. Osman’ın katli meselesini İslam tarihindeki neyin kırılması olduğunu “Hz. Osman’ın katledilmesiyle sonuçlanan hadiseler, daha erken İslam tarihinden itibaren toplum içinde İslam’ın aşılamak için uğraştığı birlik (ümmet) şuurunu zorlayan gelişmeleri ve değişimleri işaret eden kaçınılmaz sonuçtu.” (s.48) ifadesinde ümmet anlayışın kırılması olduğunu ortaya koyarken sonraki dönemlerde Ehl-i Sünnet, Şia ve Haricilik (s.49) gibi farklı mezhep ve inançlara bölündüğünü de ifade eder.

Hz. Osman’ın eleştirilmesine, karşı çıkılmasına sebep olan ilk icraatı Halife seçildikten sonra bunu acaba kim halife seçildi diyerek bekleşen halka duyurmak için mescide gelip hutbeye çıktığı zaman yaşanır. “Hz. Osman, yeni halife sıfatıyla durumu halka bildirmek üzere Mescid-i Nebevi’ye gitti. Halk orada toplanmış kimin halife seçildiğini görmek istiyordu. Yeni Halife [Hz. Osman] minbere çıkarak vaktiyle Hz. Muhammed’in cemaate hitap ederken oturduğu ve ondan sonra da Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in ona saygılarından dolayı oturmadıkları basamağa oturdu ve oradan halka bir konuşma yaptı. Fakat onun o basamağa oturması mesciddekiler arsında Peygamber’e ve seleflerine saygısızlık kabul edildi ve tepkiye maruz kaldı. Hz. Osman’ın bu hareketi kendisine karşı daha ilk günden bir antipati oluşturmuştu.” (s.52) Peygamber efendimiz zamanında üç basamaklı bir kütük minber olarak kullanıldığından ve Peygamber efendimiz üçüncü basamakta oturup hutbesini okuduğundan muhtemelen Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer Peygamber Efendimize saygıdan halifelikleri sırasında hutbelerini ikinci basamakta okumuş, ancak Hz. Osman tekrar üçüncü basamakta okumuştur. Ahmet Yaşar Ocak Hoca göre Hz. Osman bunu “Peygamber’e ve seleflerine saygısızlık olsun diye yapmadığı açıktı. O bunu tabii olarak yapmıştı ve kuvvetle muhtemeldir ki tepkiyle karşılanacağını herhalde tahmin etmemişti.” (s.53)

Hz. Osman döneminde ortaya çıkan iç savaşların ya da içe dönük mücadelelerin sebeplerini Ahmet Yaşar Ocak Hoca üç maddede toplamıştır. Birincisi “Hz. Osman’ın yumuşak karakteri ve davranışları” (s.53), ikincisi [Araplarda yaygın olan] “Klasik kabile asabiyeti” (s.55), üçüncü de [Sahabelerin vefat etmesi veya yaşlılık dönemine girmesi dolayısıyla etkin olan gençlerin oluşturduğu] “Değişen nesil faktörü” (s.55)dür.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca ele aldığı Hz Osman dönemine sırf bir tarih olarak aktarım olarak bakmamış, Hz Osman’ın yaptıklarına eleştirel bir yaklaşımla bakmış ve tarihi bilgilerin yanı sıra yanlışlarını da ifade ederek toplumsal zararlarından bahisler açılmıştır. Ahmet Yaşar Ocak Hoca sadece kendisi yazdıklarına eleştirel bakmamış, tarihi olayları anlatırken eleştirmiş olanların eleştirilerinde gördüğü yanlışlıkları da eleştirerek, ya da eksikliği dile getirerek okuyucuya farklı bir açısı sağlamaya ve yorum penceresi açmaya çalışmaktadır. Mesela 1029 tarihinde ölen tarihçi İbn Miskeyh’in Hz. Ali ve Hz. Osman arasında geçtiğini söylediği konuşmanın nereden nasıl temin edildiğini yazmadığı gibi sanki yanlarındaymış gibi yazmasını dikkatlere sunarak Hz. Osman’ı eleştirdiği gibi tarihçi İbn Miskeyh’in aktarımına da şüpheli yaklaşımını dillendirmiştir (s.62).

Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer zamanlarından uygulanmayan Cuma gün Cuma Namazından önce iç ezan okunması, Hz. Osman zamanında “Cuma günü iç ezan okunması gibi Kur’an ve Sünnet’te yeri olmayan yeni usuller (bid’at) ihdas etmişti.” (s.64) En tepki çeken bidat uygulamalarından birisi de Kûfe Valisi Velid b. Ukbe’nin akşamdan kalma sarhoş haliyle Cemaata sabah namazı kıldırması ve bu sabah namazını da dört rekât olarak kıldırması dolayısıyla şer’an had cezası uygulaması gerekirken bunu uygulamamış olmasıdır (s.65).

Ahmet Yaşar Ocak Hoca İlk dönem İslam tarihi konusunda Müsteşriklerin (Oryantalistler) dışarıdan baktıkları için problemleri daha iyi gördüklerini ve tarafsız davranarak yazmaktan çekinmediklerini ifade etmiş olduğu gibi görülüyor ki klasik İslam tarihçilerinin yazmadıkları bazı hususları bu yabancı oryantalistler yazmış ve Ahmet Yaşar Ocak Hoca bu yazılanları alarak bu gün “Siyasal, Toplumsal, Kültürel Kırılmalar Ve Dönüşümler Işığında Farklı Bir İslam Tarihi” adlı kitabında kullanmıştır. Ancak İslam Tarihçilerinin çok yaygın kullanılmadığı fakat Taberi tarafından dillendirilen Hz. Osman’ın aşağılanması şeklindeki hutbe okurken kendisine çakıl taşı atılması, yine hutbe okurken dayandığı bastonun alınarak kırılması gibi olaylar yanında oryantalist Wellhausen’in “Hz. Osman’ın muhaliflerinin reislerinin Medine’de aranmalıdır” (s.67) belki Müslüman tarihçilerin Hz Osman’ın düşmanlarının liderini teşhisten kaçınıp çekinebileceği halde Oryantalistlerin çekinmeden bir şekilde teşhis eden ifadesi ile Lewis’in Talha b.Ubeydullah, Zeyd b. Sabit, Abdurrahman b. Avf, Zübeyir b. El-Avvam gibi önde gelen ve dindar sahabelerin Hz. Muhammed’den sonra aşırı zenginleştiklerini (s.68) yazması farklı bir İslam tarihi yazdığının emareleridir.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca’nın anlattığı 79 sayfalık Hz. Osman dönemi ile ilgili tarihi bilgileri okurken Hz. Osman’ın yumuşak huylu olduğunu okuduğumdan beri hep daha İslam devletinin kurumlaşarak müesseseleşmediğini, otoriter bir şahsiyetin halife olması gerektiğini düşünüyor bunu da yazmanın sırasının gelmesini bekliyordum. Nihayet 80. sayfada Wellhausen’in “Zayıf şahsiyete sahip ve otoriter olmayan Osman’ın halifeliğe getirilmesi, mekanik, kendi kendine işleyen bir devlet nizamın henüz teessüs etmemişken işleri bir arada tutmak için kuvvetli bir şahsiyete ihtiyaç varken yanlış olmuştur.” (s.80) ifadesi benim de anlatılanlarla Wellhausen gibi yabancı bir tarihçi kadar doğru bir muhakeme yürüttüğüm göstermiştir.

Hz. Osman katledilirken ellerini kana bulamamak için ortalıktan kaybolan Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. El-Avvam Hz. Ali halife seçildikten sonra “Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. El-Avvam’ın sonradan Hz. Alşi’ye karşı ısrarla Hz. Osman’ın kanını dava eder konuma gelmiş” (s.83) olmaları da Ahmet Yaşar Ocak Hocaya göre ilginçtir.

Hz. Osman katledilmiş “korkudan kimse yanaşamadığı için ortada kalan ceset [eşi] Naile’nin ısrarı üzerine birkaç sadık zatın cesaretiyle gece vakti sökülen bir kapı kanadı üzerinde acele ile dışarı çıkarıldı. Bu sırada hala atılan taşlar ve lanet sesleri kesilmemişti. Müslüman mezarlığında defnini yasakladıkları için onu mecburen Yahudi mezarlığına gömmek zorunda kaldılar. Namazının kılınmasına bile müsaade edilmemişti.” (s.86) Ne Hz. Muhammed’in sahabesi olmasının, ne Hz. Muhammed’in iki kızıyla evlenmiş Osman Zinnureyn olmasının ne en zengin Müslümanlardan olarak malını İslam uğrunda harcamasının ne de Allah yolunda İslam’ın ilk yıllarından (M. 610) halife olduğu (H.644) zamana kadar geçen 34 yıl boyunca yaptığı cihad, ne de halife olduğu H. 644 yılından öldürüldüğü H.656 yılına kadar yaptığı 12 yıllık halifelik görevleri onu koruyamadığı gibi isyankârları ve diğer sahabeleri ona karşı son vazifelerini yapmalarını da sağlayamamıştır.

Enterasan olarak Ahmet Yaşar Ocak Hoca aktardığı “Abdullah b. Abbas, Muaviyenin bilerek ve isteyerek halifenin katline göz yumduğunu, Huzeyfe b. Yeman’ın ise dolaylı olarak katle ortak olduğunu söyle”mesine (s.84) karşılık Muaviyenin Hz Ali’den Hz. Osman’ın katillerinin bulunmasını istemesi, Huzeyfe b. Yeman’ın ise İbn Asakir’e göre hep “Müslümanları arasında çıkan ilk büyük fitne Hz. Osman’ın katli, sonuncusu ise Deccal’in çıkışı olacaktır. Allah’a andolsun ki (ve’llezî nefsî bi-yedihî) kim kalbinde bir habbe bile Osman’ın katlinden sevinç duyuyorsa Deccal’in tabilerindendir.” (s.87) ifadelerini telaffuz etmesi bir pişmanlığın eserimidir.

Hz. Osman katledilmiş, Müslümanlar üç gün idarecisiz kalmıştı. Medine halkı topluca Hz. Ali’nin evinin önüne giderek ona biat etmek istemişler ancak Hz. Ali Halifeyi seçme işinin şûranın görevi olduğunu, kara vermesini beklemek gerektiğini söyleyerek biat almamıştır. Halk hep birlikte Eşter en-Nahai’ye giderek Hz. Ali’ye biat etmek istediklerini söylediler. Birlikte Talha b. Ubeydullah’a giderek Hz. Ali’ye biat etmeye zorladılar. Talha b. Ubeydullah’ı da yanlarına alarak “mescide geldiler, burada Zübeyr’i de aralarına katarak Hz. Ali’ye topluca biat ettiler. Böylece o [Hz. Ali] bu emrivakiiyle halife seçilmiş oldu.” (s.90)

Hz. Aişe Hz. Ali’ye ifk hadisesinde Hz. Aişe aleyhinde konuşması dolayısıyla karşı çıkıyor, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. El-Avvam ise ilk önce Hz. Ali halife seçilirken biat etmelerine rağmen daha sonra Hz. Ali’ye gelerek kendisine niçin biat ettiklerini bilip bilmediklerini sorarlar, Hz. Ali Hiz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman’a biat ettikleri gibi kendisine de biat ettiklerin düşündüğünü söyleyince “Talha ve Zübeyr öyle olmadığını, hilafet işlerinde ona ortak olmayı ve Hz. Ali’nin kendilerine valilik vereceğini umdukları için biat ettiklerini söylerler. Zübeyr, Irak eyaletinin, Talha, Yemen’in valisi olmayı umduğunu ifade eder.” (s.100) Hz. Ali’nin reddi üzerine Talha ve Zübeyr biatlerini geri çekerler ve Hz.Ali’nin karşısındakilerin safına geçerler. Hz. Ali’ye Talha ve Zübeyr vali yapması için aracılık yapan Abdullah b. Abbas’a “her ikisinin de mal mülk peşinde olduklarını ileri sürerek tekliflerinin redder.” (s.100) Talha ve Zübeyr’in zenginliklerinin büyüklüğü konusunda baştan beri verilen miktarların büyüklüğü de Hz. Ali’nin onların mal mülk düşkünü olduğu kanaatinde isabet ettiğini göstermektedir.

Cemel vakasında karşılıklı elçiler gönderilir, Hz. Aişe tarafından Zübeyr ve Hz. Aişe’de bazı pişmanlıklar olur ancak Hz. Aişe savaş meydanından da çekilmez. “Sonunda Hz. Aişe devesi üstünde kuşatılır. Devenin mahfesi atılan oklardan kirpiye dönmüştür. Sonra deveye saldırılır, bacakları kesilir, deve düşer, üstündeki mahfe ile birlikte Hz. Aişe de düşer ama zarar görmemeine özellikle dikkat edilir. O sırada kardeşi Muhammed b. Ebubekir hemen yanına gelir, kendini tanıtır, elini durumunu anlamak için mahfeden içeri sokar ve yoklar. H.z Aişe bir ok isabet aldığını ama zarar verecek kadar olmadığını söyler.” (s.110) Hz. Ali’de tam o sırada yanlarına gelir elindeki değnekle mahfeye vurarak Hz. Aişe’ye “Peygamberin istediği bu muydu? Neden evinde oturmadın)” diye sitem eder. Hz. Aişe’yi kardeşi Muhammed b. Ebubekir’e havale ederek rahat etmesini sağlar. Hz. Aişe 30 erkek ve 20 kadınla Medine’ye gönderilir ancak Medine’li kadınlar Hz. İaşeyi hoş karşılamazlar ve Müslümanlara verdiği zarardan dolayı sitem ederler (s.110). Her iki taraftan 10.000 kişi savaşta ölmüştür. Hz. Peygamberin kendini isyancıların öldüreceğini bildirdiği ve Hz. Ali’nin ordunun sol kanat komutanlığını verdiği (s.105) Ammar b. Yasir bu savaşta şehit düştü (s.111).

İslam tarihinin en tartışılan ismi olan Muaviye aslında Hüdeybiye musalahası sırasında İsam olmak düşüncesi kalbine yerleşmiş, bunu annesi Hint’e söylemiş ancak babası Ebu Süfyan’dan gizlemiş ancak Hudeybiye barışından bir yıl sonra gelen Hz. Muhammed’e Müslüman olduğunu söylemiş, bu suretle babası Ebu Süfyan da öğrenmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Ebu Süfyan ve annesi Hint’te Müslüman olmuş ve Peygamber efendimiz Muaviye’ye vahiy katipliği görevi vermiştir. Muaviye’nin vahiy kâtipliğine “Zeyd b. Sabit ve İbn Abbas da muaviye’nin kendileriyle beraber hem vahiy kâtipliği hem de Arap kabilelerine yollanan mektupları kale alarak diplomasi kâtipliği yaptığını söyle”yerek (s.118) şahitlik etmişler ve bu gün Muaviye’yi eleştirenlerin karşı çıktıkları onun vahiy kâtipliği yaptığı meselesini aydınlatıp kesinleştirmişlerdir. “Muaviye aynı zamanda Peygamber’in kayınbiraderi ol”ması (s.120) yanında Batılı Ortaçağ tarihi uzmanları Laoust ve Les Schismes gibileri onun inancından şüphe etmezler, “pek çok ipucu Muaviye’nin tartışmasız iyi bir Müslüman olduğunu gösteriri. O ister insanlık kalitesi, isterse İslam devletine hizmetleri bakımından önemli bir şahsiyettir.” (s.120) ancak Ümeyyeoğularından birisi olarak Hz. Ali’ye sempati duymuyor, Haşimoğlu ailesine karşı da Hz. Muhammed hariç kabilesi gibi baktığını da Ahmet Yaşar Ocak ifade ediyor (s.120).

Sıffin savaşı ve akabinde başvurulan Tahkim meselesinin Müslümanları ebedi olarak böldüğünü (s.148) söyleyen Ahmet Yaşar Ocak Hoca’nın daha sonra sıraladığı sonuçlar: 1- Hz. Ali çoğunluk bir Müslüman kitle tarafından seçilmiş olduğu halifeliğini Tahkim olayı kabul ederek halifeliğini tartışmalı hale ve Muaviye’yi de sadece Şam valisi olmaktan çıkararak kendisi ile eşit konuma getirmiştir. 2-Hz. Ali ve Muaviye taraftarları olarak ikiye bölünmüş Müslümanları Tahkim olayından sonra Hz Ali taraftarları içinden Haricilerin çıkması dolayısıyla üçe bölünmesine sebep olmuştur. 3- Tahkim hem sunilik hem de Şiilik tarafından meşru tanınmıştır (s.149). 4-Tahkimin İslam tarihinde bir daha benzeri yaşanmamış, Hz. Ali’yi halifelikten azleden Ebu Musa Amr b. El-Âs tarafından aldatıldığını anlamış ve hayatının geri kalan kısmını utanç içinde yaşamıştır (s.150).

“Hz. Hüseyin’in ilk başlarda yeni halife Yezid’e muhalefeti düşünmediği görülür. Çünkü Muaviye hayattayken ağabeyi Hz. Hasan’ın onun teklif ettiği yüklü miktarda paraya ve uygun yaşam ortamına karşılık halifelik hakkını devrettiğini ve Hz. Hüseyin’in istemeye istemey durumu kabullendiğini biliyoruz. Ayrıca Muaviye ölünceye kadar ona karşı çıkmadığı da malumdur ve bu çok açıktır.” (s.157) ifadelerinden Hz. Hasan’ın yüklü bir para ve uygun yaşama şartları sağlanması karşılığı halifelik hakkını Muaviye’ye devrettiğini, Hz. Hüseyin’in de bunu kabullendiğini anlıyoruz.

İslam tarihindeki farklılıkları ve yazılmayanları yazarak doğruya ulaşmayı maksat edinmiş olan Ahmet Yaşar Ocak Hoca Hz. Hüseyin’in şahadeti olan Kerbela olayını anlatırken verdiği “Hz. Hüseyin bu sıralarda kırk yaşlarında bulunuyordu.” (s.168) ifadesi ve “Hz. Muhammed’in vefatı ile Hüseyin’in katli arasında tam elli sene geçmişti.” (s.168) ifadesi birbiriyle çelişmektedir. Çünkü eğer Hz. Muhammed’in ölümü (M.632) ile Kerbela olayı arasında elli sen geçmişse (10 Ekim 680) Hz. Hüseyin Peygamber efendimizin sağlığında doğmuş olduğundan 40 yaşında değil 50 yaşından büyük olması gerekir. Nitekim Hz. Hüseyin 10 Ocak 626 yılında Peygamber efendimizin ölümünde 6 yıl önce doğmuş ve 10 Ekim 680 tarihinde ölmüş olması dolayısıyla 54 yaşındadır. Bu kırk yaşı meselesi sehven yazılmamışsa yanlış bir kayıttır. Yaşar Ocak Hoca “Hz. Hüseyin katledildiğinde elli beş yaşında veya elli dokuz yaşındadır. Bu konuda başka rakamlar da vardır.” (s.169) diyerek yaş konusunda bir karmaşaya daha sebep olmaktadır. Yine Ahmet Yaşar Ocak
Hoca “Kerbela’da Ümeyyeoğullarının adamlarının Hz. Hüseyin’e uyguladıkları şu inanılmaz vahşeti Peygamber’in vefatından 48 yıl sonra Müslümanların ne hale geldiklerini başka hiçbir izaha ihtiyaç bırakmayacak kadar net ortaya koyuyor.” (s.169) ifadesi de peygamberin vefat yılı 632 olması Kerbela hadisesinin olduğu yıl 680 olması dolayısıyla 48 yıl doğru ancak bu durumda da yeni bir kargaşa ortaya çıkarmakta ve Hz. Hüseyin’in doğum yılı olan 626’nın üzerine 48 koyarak Hz. Hüseyin’in ölüm tarihi 674 olarak bulunmaktadır.

Enterasan bir şekilde kesilmiş başı kendisine takdim edilen Yezid gözleri yaşararak “Yazıklar olsun size! Eğer Hüseyin’i katletmemiş olsaydınız sizden daha fazla razı olurdum. Allah İbn Mercan’a lanet etsin. Allah Abdullah’ın babasına (Hz. Hüseyin) rahmet eylesin.” (s.1689 dediğini de kayıt olarak aktarmaktadır ancak diğer kaynaklarda yazılı olan kesik başa ve sağ kalanlara yaptığı eziyetten henüz bahsetmemektedir.

İbn Asâkir’in et-Tarihü’l-Kebir’inden aktararak Hz. Hüseyin’in kesik başının gördüğü muameleleri aktaran Ahmet Yaşar Ocak “Yezid, Hüseyin başını üç gün Dımaşk’ta mızrağa takmış (teşhir etmiş), sonra alıp Silah Hazinesi’ne koymuş ve Süleyman b. Abdulmelik zamanına kadar orada kalmıştır. O da onu alıp kefenleyip güzel koku sürmüş ve cenaze namazını kılarak Müslüman mezarlığına defnetmiştir. Sonra Siyahlılar (Abbasiler) geldiğinde onu çıkardılar ve beraberlerine aldılar. [Şii] Fatimiler gelince Hüseyin’in başını alıp Mısır’a götürdüler, defnettiler ve üzerine Tâcü’l-Hüseyin denilen meşhur meşhedi bina ettiler.” (s.170) şeklinde uğradığı zulümden haber vermektedir.

Ahmet yaşar Ocak Hoca Kerbela olayının İslam Tarihinde açmış olduğu yara ve sonuçlarını “1- Şia’nın güçlenmesine sebep oldu. Önceleri bir siyasi görüş olan Şiiliğin bir akide halini almasına yol açtı. 2- Yezid2in nefretle anılmasına vesile oldu, tarih boyunca kötü biri olarak anıldı. Hatta bazıları onu tel’in ve tekfir ettiler. 3- Müslümanların kalplerinde kapanmaz yaralar açarak onları derinden sarstı. 4- Dahası, İslam dünyasının siyasal ve mezhebi açıdan bir daha birleşemeyecek şekilde bölünmesine sebep oldu.” (s.174) diyerek sıralamaktadır. İslam’da kötü bir çığır açmanın vebali tabii ki müsebbiplerinin omuzlarına yüklendikleri ağrı bir mesuliyet olarak ilahi hesaba mevzu olacak bir vaka olarak tarihe kadedilmiştir.

Hz. Hüseyin şehid edildiği Kerbela vak’asından sonra hadis uydurmaların başladığını ifade eden Ahmet Yaşar Ocak Hoca bu uydurma hadislerin tartışılmasını önlemek için İbn Abbas gibi sahabenin en gözde, bilgin ve itimat edilen şahsiyetinin ağzından yapıldığını (s.175) ve uydurma hadislerin iki gerekçe ile uydurulduğunu düşünmektedir. “[Uydurma] Hadis’lerin amacı ise bir yandan Hz. Hüseyin’in katlini takdis etmekse diğer yandan muhakkak ki bu meş’um hadisensin zamanla unutulmadan, sürekli insanların hafızasında kalmasını ve acının tazeliğini muhafaza etmesini sağlamaktır.” (s.176)

İslam toplumu siyasi alanda Harici, Şiî ve suni olarak üç ana paçaya sonrada bunların daha küçük türevlerine ayrılmışken itikadi konularda da pek çok inanç farklılıklarına bölünmesinde “Kur’an ve Sünnet’in sessiz” (s.182) kaldığını söyleyenlerin atladığı hususu Ahmet Yaşar Ocak Hoca “Kur’an ve dolayısıyla onun açıklayıcısı olan Sünnet, siyaset, yönetim, teşkilat vs. gibi, öznesi bizzat değişken bir yapıyı insanın bizzat kendisine bıraktığı için bu alanda (sessiz kalmıştır.)” (s.182) diyerek ifade etmiş, Kur’an ve Sünnet’in insanlara daima uymak üzere değişmeyecek adalet ölçüsünü bırakmakta isabet ettiğini vurgulamıştır. Kısaca Kur’an ve Sünnet bir model olarak ‘siyaset, yönetim, teşkilat vs.’ tavsiye etmezken adaleti emreder.

Ahmet Yaşar Ocak son yıllarda ülkemizde ‘Medine Sözleşmesi’ diyerek bir anayasa statüsü verilerek öncelenmeye ve bir İslam devletinden dem vurmaya başlayan İslam toplumunun bir kesiminin aksine ‘Medine Sözleşmesi’nin anayasa olmadığını söylemektedir.” Ahmet Yaşar Ocak Hoca’ya göre Medine Sözleşmesi “Muhafazakâr İslam tarih [Siyasal İslamcı Tarih anlayışı] geleneğinde ısrarla yanlış olarak ‘Medine Anayasası’ tabir edilmekte olup 47 maddeden oluşan metin ise yalnızca Yahudi ve Arap kabilelerinin birbirleriyle olan ilişkilerini ve çıkacak muhtemel sorunlarını düzenleyen ve aynı zamanda bir saldırmazlık anlaşması metniydi. Yani yeni kurulan Medine devletinin esas teşkilat ve kurumlarını, statüsünü ve yapısını, hukuksal çerçevesini tanzim eden modern manada gerçek bir anayasa değildi.” (s.183) manasına gelmektedir. Yani Arap ve Yahudi toplumunun ortak devletinin esaslarını ve hukuksal çerçevesini belirlememekte, sadece iki toplumun savaşmamasını temin etmek için aynı şehirde yaşayan farklı inançtaki grupları arasında imzalanmış bir sözleşmedir.

Halifelik hususunda Hz. Ebubekir’in “Halifetu Reulillah” (s.190) kullanırken Hz. Ömer’in “Halifetu Halifet’i Resulillah” (s.190) unvanını kullandığı ancak söylenmesinin zor olması dolayısıyala Hz. Ömer’in “Emirulmû’minin” (s.190) diye hitap edilmesini isteği fakat Abbasi halifesi zamanında da “Halifetullah” (s.190) şeklinde kullanıldığını görüyoruz. Burada asıl vurgulanmak istenen “Halife” kelimesinin bir önceki kişinin halefi olduğu, dini manada ilahi bir vasıf olmadığıdır. Nitekim Hz. Muhammed Allah (c.c.) tarafından Resul olarak görevlendirildiği için “Resulullah-Allah’ın Resulu” olarak ifade edildiği ancak Halifeler “Halifetullah” denmeyeceği, Halifeleri Allah’ın dini temsil ve tebliği etsin diye görevlendirmediği, Hz. Muhammed’in tebliği ettiği dine inanların dünyalık işlerini organize deip yönetsin diye Hz. Muhammed’in dah sınra Hz. Ebubekir’in Hz. Ömer’in vd. yerine geçenler manasında kullanıldığını ifade etmiştir.

Muaviye’nin yüzyıllardır tartışılmasından dolayı Ahmet Yaşar Ocak Hoca onun hakkındaki kanaatini “Muavıya’nin İslam tarihini tamamen farklı bir mecraya sokan en şayanı hayret ve en dikkat çekici şahsiyetlerden, belki en başta gelenlerden biri, hatta bir İslam imparatorluk kurucusu olduğunu söylemek mümkündür.” (s.198) ifadeleriyle ortaya koymaktadır. Ancak İmparatorluk kurmak ile İslam Tarihi başka bir mecraya nasıl girmiştir sorusu akla gelmektedir. Bence İslam anlayış ve yorumu başka bir mecraya girmiştir. Bu yönde bir kırılma ve değişim başkalaşım geçirmiştir. En basitinden İslam âlimleri sultanın istediği fetvaları vermek zorunda kalmıştır. Yine Ahmet yaşar Ocak Hoca Muaviye’nin Sıffin savaşı ve Tahkim olayı sırasında izlediği siyasi politika ile Halifeliği Hz. Ali’nin elinden alması hakkında “bu politikasının sonunda elde ettiği en büyük kazanç hilafeti artık dini meziyetler isteyen vasfından soyutlayıp tamamen maddi nitelikli bir yönetim aracı haline çevir”diğini (s.203) söyleyerek bizim yukarıda yaptığımız yorumdaki İslam dini anlayışındaki değişime işaret etmiştir. Nitekim Muaviye Amr b. El-As ile yaptığı bir sohbette kendisinin siyasi politik anlayışı hakkında “Ali zühd ve takvasıyla düşünüyor, hareket ediyor, bu tüzden artık refaha alışmış ve dünyevi menfaatlere bağlanmış yöneticilerini haramdan kaçınma konusunda kılı kırk yararcasına fevkalade sıkıştırıyor. Ben ise onlar ve halk ile aramdaki bağ incecik bir iplik gibi olsa bile onlar çektikçe ben gevşetirim, onlar gevşettikçe ben çekerim.” (s.203) diyen Muaviye’nin devlet yönetimindeki siyasi anlayışının pek de Kur’an ve Sünnet üzere olduğunu söyleyemeyiz.

Dünya’da yakın tarihlerde önce Hindistan’da Mahatma (Mohandas Karaçand) Gandi (1869-30 Ocak1948) İngilizlere karşı Hintlilerin hakları için verdiği silahsız sessiz mücadele ile sonra da Güney Afrika devletinde Nelson Mandela’nın (1918-2013) zencilerin hakları için beyazlara karşı verdiği silahsız sessiz mücadele ile gündeme gelen silahsız mücadelenin belki ilkinin Abbasiler tarfından Emevilere karşı vermiş olduğunu Ahmet Yaşar Ocak “İçeride devletin yönetimi altındaki toplumsal tabakaların gerek artan vergiler ve yetersiz hale gelen ekonomik yapı sonucu maruz kaldıkları merkezin veya taşra yöneticilerinin baskıları ve yol açtıkları maddi sıkıntılar, gerekse merkez karşı alttan alta işleyen pasif (Silahsız) başkaldırılar yüzünden yıkılmaya müsait bir hale gelmiştir. Tarihçilerin Abbasi propagandası dedikleri mekanizma işte bu pasif başkaldırı ortamında başlamış, başarılı olmuş ve sonunda bu parlak imparatorluğu ortadan kaldırmıştır.” (s.228) ifadeleriyle işaret etmektedir. Bu üç olay da gösteriyor ki insanlar savaşmadan da zafer kazanabilirler.

Abbasiler Abdullah b. Ali b.abdullah b. El-Abbas komutasında son Emevi Sultanî halifesi olan Mervan b. Muhammed b. Mervan b. El-Hakem’in peşine düşer ve Dımaşk’taki savaşta yener. Abdullah b. Ali b.abdullah b. El-Abbas “Arkasından şehirdeki Emevi halifelerinin kabirlerini açtırarak kemiklerini yaktırır. Muaviye’nin kabrini açtırsa da içinde siyah kül gibi bir kalıntıdan başka bir şey bulamaz.” (s.231) Muaviye 680 yılında ölmüş Abbasiler ise 750 yılında İslam devletini ele geçirmişlerdir. Geçen 70 yılda kemiklerin çürümesi mümkün mü düşünmek lazım. Asitli topraklarda 20 yılda çürüyebilen kemikler, nötr pH’lı topraklarda ve kumlarda kemiklerin erimesi yok olması yani çürümesi yüz yıllar alabilmektedir. Muaviye’nin mezarında küle benzeyen kara bir kalıntının bulunması toprağın asitli bir yapıya sahip olduğuna işaret sayılabilir. Ancak toprak yapısının incelenmesi en sağlıklı sonucu verecektir. Ahmet Yaşar Ocak Hoca Abbasilerin Emevi kabirleri için uyguladığı açıp kemikleri ve cesetleri yakma eylemleri için “Emeviler’in Hz. Ali soyuna karşı sergiledikleri vahşetin bir benzerini görüyoruz. Onlar nasıl Kerbela’da Hz. Hüseyin’e ve ailesine karşı acımasızca bir vahşet uyguladılarsa, Abbasiler de Emevi Sultanî halifelerinin mezarlarını açtırıp hakaretler ederek cesetlerini yakmak suretiyle akıl almaz benzer bir vahşet sergilediler. Kin ve öfkelerini ancak böyle tatmin edebildiler.” (s.231) ifadeleriyle kendilerine yapılan zulmü misliyle göstermiş olduklarını ortaya koymaktadır.

Ahmet Yaşar Ocak’a göre Bernard Lewis’in Abbasilerin Emevileri yıkan ihtilalini “Bu hareket çoğu ihtilalerde olduğu gibi, yerleşmiş düzeni yıkmak isteyen genel arzunun birleştirdiği çeşitli menfaat gruplarının bir koalisyonudur. Zafer kazanılır kazanılmaz hareket birbirlerine karşı olan gruplara bölünmeye mahkûm oldu. Zaferi kazanan Abbasilerin ilk yaptıkları, kendilerini iktidara getirmiş olan hareketin hayal kırıklığına uğrayan aşırı kanadını ezmek oldu.” (s.247) ifadeleriyle kısmen doğru teşhis etmiş olsa da klasik Oryantalistlerin yanlış değerlendirdiğini yine Bernard Lewis’ten aktardığı “Irkçı teorilerle aldatılan 19.yüzyılın müsteşrikleri Emevilerle Abbasiler arasındaki mücadeleyi ve İslam’ın başlangıcındaki dini ihtilafları Arabistan’ın Manileri ile İran’ın Aryanileri arasında ırkçı bir mücadele olarak izah ettiler. Onlara göre Abbasiler, İranlıların Araplara karşı kazandıkları, İslam perdesi altında yeni bir Pers İmparatorluğu’nun geçmesi idi.” (s.247-248) cümleleriyle ortaya koyar. Yani Ahmet Yaşar Ocak Hoca Oryantalistlerin Abbasi Emevi Mücadelesini Persler ile Arapların mücadelesi görüp ırkçı bir yorum yaptıklarını, Abbasi Emevi Mücadelesinin İslamiyet öncesi her ikisi de Arap olan Haşimoğlulları ile Ümeyyeoğullarının mücadelesi olduğunu göremediklerini savunmaktadır.

Abbasi Halifeleri “Mansur zamanında Ebu Müslim el-Horasani’nin, Harun er-Reşid zamanında da Bermekiler’in uydurma bahanelerle ortadan kaldırılması gerçekten dramatik bir hadisedir.” (s.281) Ebu Müslim el-Horasani Abbasilerin Emevileri yıkıp yerine gelmeleri sırasında en fazla yararlık gösteren, hakkında efsaneler, destanlar söylenen bir Komutandır. Ancak Mansur tarafından sarayda kurulan pusu sonrası trajik ve nankörce Halife Mansur tarafından kellesi kesilerek idam edilmiştir (s.260). Bermekiler de Harun er-Reşid zamanında devlet yönetiminde çok etkin ve yetkili bir vezir ailesidir. Tıpkı Osmanlı Devletinde Yıldırım Beyazıt zamanından Fatih Sultan Mehmet zamanına kadar vezirlik yapan Çandarlı (Cendereli) ailesi gibi. (s.280) Yani iktidarı paylaşmak mümkün değildir. Bermekilerden Yahya’nın çocukluk arkadaşı Harun er-Reşid’in bulunduğu odaya izinsiz girmesine sonunu getirmişti. “Öyle görünüyor ki kendine rakip olacaklarından korktuğu Bermekileri’in işini bitirmeye azmetmiş olan Harun er-Reşid bundan sonra gençken o kadar sevdiği arkadaşı [Bermekilerden Yahya’nın kardeşi] Cafer’in de hakkından gelmeyi kafasına koymuştu.” (s.282) Cafer’in kafasını kestirerek idam etmiş, daha sonra da vücudu parçalara ayırttırmıştır. En sonda da Yahya ve Cafer’in babaları, Harun er-Reşid’in yetişmesinde emeği olan ve kendisine vezir yaptığı Fazl’ı azledip tutuklatmış ve ülke genelindeki mallarını müsadere etmiştir (s.283).

Emevi ve Abbasi halifeleri arsında yapılan samimi dindar olma kıyaslaması ile Emevilerin kılıç zoruyla Müslüman oldukları dolayısıyla samimi Müslüman olamayacakları düşüncesinden hareketle Ahmet Yaşar Ocak Abbasi halifelerinden bazı istisnalar dışında her iki zamanın devlet adamları arsında samimi dindarlık ve hayatlarını İslam’a uygun sürdürüp sürdürmedikleri konusunda bir farklılığın olmadığı, daha ziyade birbirinin devamı mahiyetinde oldukları görüşündedir. Günümüzde bazı kesimleri halifeyi Vatikan’daki Papa ile eş tuttuklarını hususunda da “Genellikle zamanımızın bazı popüler algılarında halifeyi papa ile kıyaslamak gibi bir yanlış sebebiyle halifenin papa gibi ruhani ve dini bir otorite olduğu düşüncesi yer etmiştir. Fakat böyle olduğu sadece Abbasi halifeleri için değil, zaten ilk çıkışından itibaren hilafet için de geçerli değildir. İlk halifeler hiçbir zaman Peygamber’in dini mevki ve otoritesine sahip olduklarını iddia etmediler. Müslümanlar da hilafeti öyle anlamadılar, ilk halifeleri böyle görmediler.” (s.291-292) halifelerin papa ile kıyaslanmasını doğru görmediği gibi Hz. Muhammed’in dini mevki ve otoritesini de temsil etmediklerini beyan etmektedir.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca Abbasi Halifesi Me’mun’un hem veliahtlığa Ali er-Rıza’yı önermesi hem de Halku’l-Kur’an ve mihne olaylarına başvurmasının sebep olduğu sonucu kırılma olarak görmektedir. Ahmet Yaşar Ocak Hoca göre “Me’mun Abbasi halifelerinin başlangıçtan beri takip ettikleri Sünni politikayı değiştirerek hem Ali er-Rıza’yı veliahd ilan etmekle hem de Halku’l-Kur’an doktrinini kabul ettirmek için ulemayı ve halkı zorlamakla, inanç konusunda tam bir kırılmaya sebebiyet vermiştir.” (s.296) ancak Halife Me’mun bunları “Halifenin (imamın) Allah’ın dinini her türlü saldırıdan, fesattan koruma misyonunu yerine getirmeye ve bunu Peygamberi’nin varisi olma yetkisiyle yapmaya, bunu da hilafetin otoritesiyle icra etmeye kadir olacağını” (s.294) düşünerek yaptığını bizzat Me’mun’un yazdığı mektuptan çıkarmaktadır. Halku’l-Kur’an ve Mihne olaylarının “İslam ilahiyat tarihinde büyük bir kırılma hâsıl ettiğini, ulemanın düşünce özgürlüğüne getirilen kısıtlama yüzünden bilimsel gelişmeyi olumsu< etkilediğini ve duraklamaya sebebiyet verdiğini” (s.295) savunan tarihçilerin de olduğunu düşünürsek menfi etkisi hakkında bir fikir vermiş oluruz. Ahmet Yaşar Ocak Hoca bazı tarihçilerin de Me’mun’un Hadisçileri cezalandırmak için bu yolu seçtiğini düşündüklerini, hilafetin dini alanda hakikatte rakipsi olduğunu ve ‘lâ yüs’el’ bir güç olarak (s.295) kabul ettirmek, Müslümanları yanlış yola sevk eden dini düşüncelerin önüne geçmeyi istediği için bütün bunlara sebebiyet vermiş olduğunu düşündüklerini ifade etmektedir.

Ahmet yaşar Ocak Hoca “Abbasi sultani hilafetinin mahiyeti ve yapısal karakteri” (s.298) başlığı altında her ne kadar Abbasileri konu edinse de Abbasilerin karakter özelliklerini ortaya çıkarmak için Emevilerle yaptığı kıyaslamalar ile Emevi ve Abbasi hilafetleri arasındaki farklılıkları da ortaya koymaktadır. Emevi halifeliğinin ‘mülk devleti (krallık, hükümdarlık devleti) olduğu, Abbasilerin ‘teokratik devlet’ yapısını getirdikleri, Emevi imparatorluğunun bir Arap imparatorluğu olduğu halde Abbasi imparatorluğunun beynelmilel bir İslam imparatorluğu olduğu (s.299) savunmaktadır.

Şarkiyatçılardan Hitti Abbasiler zamanında İran kültürünün Arapları değiştirdiğini, bedevi Arapların haşin Arap hayat tarzının sertlik ve sivriliklerini giderdiğini bu dönemde “Müslüman Araplar[ın] sadece iki alanda kendilerine has olanı muhafaza edebildi[k]ler[ini]: [Muhafaza edilen bu iki vasfın] 1)Devlet Dini olarak İslam, 2) devlet yazışmalarında ve arşivlerinde kullanılan resmi dil olarak Arapça” (s.300) olduğunu ifade eder. Ahmet Yaşar Ocak Hoca bu iki husustan sadece Arapça konusunu açıklamak için “Müslüman Araplar hiçbir komplekse kapılmadan bilim ve düşünce ürünlerini Arapçaya çevirtip dillerini yalnızca arşiv kayıtlarında değil muhtelif bilim ve düşünce alanlarında, edebiyat, felsefede de hâkim kıldılar, üstüne üstlük gelişmiş bir siyaset ve diplomasi dili haline getirdiler.” (s.300) ifadelerini ilave eder. Araplar feth ettikleri İran ve Irak üzerinde Asyalı devlet özelliği kazanmış, Abbasi sultan Halifeleri Kostantinopolis’in fethine yönelik seferleri durmuştur (s.300).

Ahmet yaşar Ocak Hoca İsmaili Fatimi Devleti hakkında “Toplam 14 sultani halifenin hükümran olduğu Fatımi Devleti 909’dan 1161’e kadar yaklaşık 252 yıl devam etmiştir. Hamdullah-ı Müstevfi (ö.1321) Fatımileri ideolojilerine ve hâkim oldukları coğrafyaya referans veren isimle münhasıran ‘İsmailiyan-ı Mısır ve Şam ve Mağrip’ adıyla zikreder ki isabetli bir adlandırmadır ve bu suretle İran İsmaililerini ayrı tutar. İran İsmailileri ise sekiz hükümdardan ibarettir ve 1090’dan 1256’ya kadar166 yıl devam etmiştir. Fakat o bunu Hicri sene üzerinden 171 yıl olarak belirtir.” (s.313) şeklinde bilgi verdikten sonra “Fatımiler 10. Yüzyılın ortalarında Sünni Abbasi devletine karşı Şii (İsmaili) ideolojiyi benimseyen güçlü bir rakip olarak ortaya çıktılar. Bu güçlü rakip kendini Fatımi Devleti olarak tanımlıyor, farklı ideolojisiyle Abbasi Devletine korku salıyor, onun İslami otoritesini toptan reddediyordu. Bu arada Endülüs’teki yeni Emevi Devleti de Sünni bir devlet olmasına rağmen aynı şekilde Abbasi devletinin İslami otoritesini tanımıyordu. Bu ise hilafetin İslam toplumları içinde artık fiilen üç parçaya bölünüşü manasına geliyor ve resmen İslam hilafeti tarihinde büyük bir siyasal kırılmayı simgeliyordu.” (s.314) ifadeleriyle İslam birliğinin bozulduğunu, dört halife, Emeviler ve Abbasilerin ilk zamanlarında temin edilmiş tek İslam devleti görüntüsünün aynı anda hilafet iddia etmeleri dolayısıyla Abbasi, Fatimi, Endülüs Emevi halifeleriyle parçalandığını haber veriyor. Gerçi öncekşi dönemlerde her ne kadar Halife olarak İslam devleti tek bir devlet görüntüsü verse de İslam coğrafyasında halifeden alt kademedeki emirler, sultanlar ve beyler vasıtasıyla bir federasyonudur. “Fatımi sultani hilafeti, Şii bir hilafet ihdas ederek tevlid ettiği kırılmayla Sünni hilafetin tarihinde önemli bir yer işgal” (s.323) etmektedir.

İran Şii İsmaililerinin ilklerinden Hasan-ı Sahhah ya da Mısır Fatımıi veliahdı Nizari’ye atfen Nizariler denilen ve Alamut (Kartal Yuvası) denilen kaleden propandasını yapan ve Hasan-ı Sabbah’ın veliahdı Kıyâ Bûzûrg zamanında da devam eden “O Hasan-ı Sabbah’ın yolunu terk etmedi ve onun siyasetine sadık kalmaya devam etti. O da tıpkı selefi gibi görünürde şeriatın zahirine riayeti elden bırakmıyordu.” (s.327) Must’ali’nin veliaht olmasıyla “Hasan-ı Sabbah’ın başını çektiği Nizarilerin tepkisel ve sert, tavizsiz, militan karakterine mukabil Must’aliler daha yumuşak ve İslam’ın temel esaslarına neredeyse Sünniliğe yakın bir tarzda bağlı kaldılar.” (s.327)

Tarık b. Ziyad’ın 711 yılında 7000 kişilik askeri birliği ile fethedilmeye başlanan Endülüs, Abbasilerin Emevi hanedanına son vermeleri üzerine bu hanedana mensup kişileri yakaladıkça öldürmelerinden dolayı Emevi halifesi Hişam b. Abdulmelik’in torunu Abdurrahman b. Muaviye’nin 755 yılında Endülüs’e geçip (s.330) burada bağımsız bir emirlik kurmasıyla hayat bulan ve “756-1031 yılları arasında 275 sene hükümran olan Endülüs Emevi Hilafeti” (s.331) en zayıf dönemlerinde bile bilimsel ve san’at hayatında parlak bir performans ortaya koymuş, “Tefsir, kıraat, fıkıh, hadis ve kelam gibi klasikleşmiş İslami bilimler alanında ve bilhassa felsefe ve mantık gibi felsefi bilimlerde olduğu gibi, tarih, coğrafya, astronomi, tıp, fizik ve kimya gibi fen dallarında gerçekten parlak bir atılım göstermiştir. Bu alanlarda kitaplarını münhasıran Arapça olarak kaleme alan Yahudi ve Hrisitiyan âlimlerin de önemli payları olduğu” (s.333) görmezden gelemez Ahmet Yaşar Ocak Hoca.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca yeni imparatorlukları kırılma olarak tarif etmekle kalmıyor, İslam İmparatorluklarının başkentlerinin değişerek yeni ve başka şehirlerin başkent olmasını da siyasal bir kırıma olarak görmektedir. “Erken İslam tarihindeki en çarpıcı siyasal kırılmalardan bir diğeri, devlet merkezlerinin İslam’ın doğduğu ve geliştiği, başkenti Medine olan Hicaz topraklarından sırasıyla Emevilerle Biladü’ş-Şam’a (Dımaşak), Abbasilerle Irak-İran’a (Bağdat), Fatimilerle Mısır’a (Kahire) nakledilmiş olmasıdır. Buna Endülüs Emevileri’nin başkenti Kurtuba da eklenebilir ama asıl siyasal güç merkezleri Ortadoğu’daki zikredilen başkentlerdir.” (s.335) Ahmet Yaşar Ocak Hoca göre Kurtuba farklı bir kıtada olması dolayısıyla sadece Endülüs Emevi devletini etkilemiştir. Her ne kadar İslam dini Andre Miquel’in “İslam dini değişik toplumlar ve değişik toplumsal yapılarda şaşılacak derecede çeşitli aşamalardan geçerek asırlarca bilinen değişmez ilkelerle güçlü bir istidat olduğunu ispatlamıştı.” (s.340) deyimiyle kendi değişmeyen itikadı prensipleriyle başka toplumları da etkilediyse de “Bizans ve Sasani lüks hayat tarzı Müslümanları da etkilemekte gecikmemiştir. Peygamber’in özellikle men ettiği pahalı ipekli kumaşlardan elbiselerin Müslümanlarca giyilmeye başlanması, İslam’ın yasakladığı yiyecek ve içeceklere, hasetsen şaraba aşırı düşkünlük –halife Yezid örneklerini hatırlayalım- şatafatlı giyim kuşam, asalet unvanları ve şeref payeleri ile tahrik edilen sınıf ayrımcılığı” (s.340) gibi etkilere de bizzat İslam’ın ve Müslümanların kendileri de maruz kalmıştır.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca saray ve şehir olarak ikiye ayrılmış İslam kültürü hususunda “İşte bu dikotomik kozmopolit kültür tam olarak şu soruyu gündeme getirdi: İslam mı, İslamlar mı? Evvela İslam’ın değişik zaman ve mekânlara göre algılandığı gerçeğini gereksiz tevillere ve itirazlara kurban vermeden kabul etmek gerekir. Çölün İslam’ı, şehirlerin İslam’ı, köylerin İslam’ı. Zaman yönünden değişken asli İslam, klasik İslam, devrimci İslam. Nihayet teolojik açıdan Harici İslam, Şii İslam, Sünni İslam. Tabi burada ‘İslam’ kelimesinden kastedilen, zikredilen mekânların, zihniyet dünyalarının ve algılarının doğrultusunda anlaşılan, yorumlanan ve uygulanan İslam’dır. İslam dininin burada öteki dinlerde olmayan seçkin bir hususiyeti de sosyo-kültürel yapısıdır.” (s.351) ifadeleriyle açıklık getirmekte ve bugün Türkiye’de Türk İslam’ı ya da Türk Müslümanlığı ifadelerine de açıklık getirmiş, cevap vermiş olmaktadır. Bunu biz Arap İslam’ı, Türk İslam’ı, Fars İslam’ı ya da Arap Müslümanlığı, Türk Müslümanlığı, Fars Müslümanlığı gibi kavramlarla da ifade edebiliriz.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca Mekke ve Medine’deki değişimi “Ebu’l-Ferec el-Isfahani’nin (ö:967) Kitâbu’l-Ağâni’sinde anlattığı gibi, muski ve şiirle dünyevi zevk hayatı sürüdürenler de bulunuyordu.” (s.353) ve “Emeviler devrinde Mekke ve Medine’nin vechesi tamamen değişmişti. Medine artık siyasal mücadelelerin boğucu atmosferinden uzaklaşıp bir kenara çekilmek isteyen, fetihlerden sağladıkları büyük servet içinde, son zamanlarını rahatsız edilmeden yaşamak ve müreffeh bir hayat sürdürmek isteyenler için bir sığınak, yerleşip kalınacak bir mekân olmuştu. Varlıklı birçok kimse buraya akın etti. Para kazanmak için Medine’ye Bizans’tan köle kadın hanendeler geliyordu. Bir zamanlar Peygamber’in ve sahabilerin mütevazı bir hayat sürdüğü bir şehirde artık köşkler, saraylar yükseliyor, köleler, hizmetkârlar efendilerine hayatın dünyevi zevklerini tattırıyorlardı. Hatta Kâbe’nin Mekke’si bile git gide lükse kaymıştı. Bu, İslam tarihindeki en çarpıcı ve en inanılmaz toplumsal ve kültürel değişimlerden biriydi.” (s.354) cümleleriyle ortaya koymaktadır.

Bağdat’ın başken olmasıyla Emevi Sultani halifeliğinden farklı vasıflar kazanan Abbasi Sultani Halifeliği İslam devletinin elde ettiği bu vasıfları Ahmet Yaşar Ocak Hoca yedi maddede toplamaktadır: “1-Yönetim merkezi bir Akdeniz ülkesi olan Suriye’den sulanabilir bir vadi ve doğu-batı, kuzey-güney istikametindeki ticaret yollarının kavşağı Irak oldu. 2- Bu geçiş Bizans tesirindeki bir Akdeniz imparatorluğunun Antik Doğu etkilerinin ve özellikle devamlı ve önemli ölçüde İran etkilerinin hâkimiyetindeki geleneksel Ortadoğu imparatorluğu modeline dönüşmesiyle sonuçlandı. 3- Hanedanın değişmesiyle kabile şeyhliğinden ilahi gücün desteğinde ve onu temsil etme iddiasındaki bir hükümdarlık/sultanlık ortaya çıktı. 4- Yeni yönetimde yükselmek için artık soy, nesep geçerliliği yerine yetenek, beceri devreye girdi. 5- Halife muntazam askeri kuvvetlere istinat ediyor ve iktidarını ücretli bir bürokrasi vasıtasıyla sürdürüyordu. 6- Halife artık Halifetü Resulillah değil, aldığı yeni unvanların yansıttığı üzere kudretini doğrudan Allah’tan aldığı iddiasında Halifetullah oldu. 7- Hulafa-i Raşidin’e, hatta Emevi halifelerine isimleriyle hitap edilir, yanlarına rahatça girilirken Abbasi halifeleri artık bir saray hiyerarşisinin bütün debdebe ve ihtişamıyla kendilerini halktan ayırdılar, tam manasıyla bir sultani halife oldular. Yanlarına ancak mabeynciler aracılığıyla girilir oldu.” (s.362) Bu yedi maddedeki vasıflardan bazıları –liyakat yetenek ve beceri ile yükselme gibi- takdire şayan olduğu gibi bazıları da tasvip edilmeyecek –halktan kopuk bir halifelik gibi- vasıflar denilebilecek özellikler taşımaktadır.

Türklerin Müslüman olması konusunda Bernard Lewis’ten “İslam’ın insanların kolay kavrayacağı sadece bir inanç sistemine sahip olması, gayrimüslimlere karşı cihadı teşvik etmesi” gibi hususların etkin olduğunu aktarması, Erkan Göksu’nun 2025 yılı içinde yayınlanmış ve bizimde hakkında bir değerlendirme yazısı yazdığımız ve Ülkücü Dünya Görüşü İnternet sitesinde yayınlanan yazımızda değerlendirdiğimiz “Türkler Nasıl Müslüman Oldu? İnanç, Kimlik ve Kültür Arasında Bir Dönüşüm Hikâyesi” kitabını tavsiye eden Ahmet Yaşar Ocak Hoca orijinal bir tespit ile Türklerin Müslüman oluşu hususunda “Türklerin Hz. Muhammed’i tanıdıktan sonra ona karşı besledikleri, başka milletlerde örneğine pek rastlanılmayan samimi sevgi ve hayranlık, bağlılık olabilir.” (s.373) diyerek aslınd bütün meselenin Türklerin özündeki samimi sevgi olduğunu bu sevgi olmadan bağlanmanın olmayacağın gibi İslamiyet’e bir dönüşümünde mümkün olmayacağını ifade etmektedir. Ahmet Yaşar Ocak Hoca burada Hz. Muhammed sevgisini “Hiçbir Müslüman milletin dini edebiyatında Peygamberi bu kadar içten öven bol miktarda hikâyeler, na’tler, kasideler, ilahiler, mevlidler kaleme alınıp bestelenen benzeri ürünlerin pek bulunmamasıdır denebilir.” (s.373) diyerek tespit ve beyan etmektedir.

Türkçe ibadet edilir mi? Ya da dah doğru bir soru ile namazda Türkçe meal okunarak namaz kılınır mı? Bu güne kadar buna karşı çıkanlar olduğu gibi cevaz veren İslam âlimleri de olmuştur. Cevaz veren İslam âlimlerinden en meşhuru da İmamı azam Ebu Hanife’dir. Ancak Türk yurtlarını İslam adına fetheden Emevi valisi Haccâc bin Yusuf es-Sekafi bilinen adıyla Haccâc-ı Zalim tarafından Rey’e Horasan Emiri olarak görevlendirilen ve Emevi halifeleri Mervan ve I.Velid zamanlarında 13 yıl bu görevde kalan Ebu Hafs Kuteybe Ebi Salih olarak meşhur komutanın İslam’ı fethettiği yerlerde yerleştirmek için izlediği politikalardan bir olarak gören Ahmet Yaşar Ocak’a göre “İhtidaları sür’atlendirmek ve ibadetlerin icrasını sağlamak için Arapça öğreninceye kadar namazda Farsça ayet tercümelerinin okunmasına müsaade etmişti.” (s.377) Kuteybe’nin verdiği bu müsaade kararını idareci bir komutan olarak kendi kendine siyasi bir karar olarak mı aldığı, yoksa içtihat olarak bir İslam aliminin içtihadına istinaden mi verdiği konusunda bir bilgi verilmemektedir.

İlk Müslüman olan Türkler konusunda çok farklı söylemler bulunmaktadır. Ahmet Yaşar Ocak Hoca’da ilk Müslüman olan Türklerin Hazarlar olduğunu “Müslümanlar 723 yılında Hazarların başkenti Belenceri fethetti ancak bir müddet sonra ellerinden çıkardılar. Mamafih 731 senesinde Emevi Mesleme b. Abdulmelik, 732’de de II. Mervan kumandasındaki kuvvetlerle burayı tekrara Müslümanlar ele geçirdi. Ama 737’de II. Mervan bir sefer daha yaparak Etil şehrini kuşatınca Hazar hakanı itaatini bildirerek Müslümanlığı kabul etti. Halifeden İslam’ı öğretecek fakihler istediyse de Müslümanlıkları fazla sürmedi ve Bizans’tan kaçan Yahudilerin etkisiyle Harun er-Reşid (786-809) zamanında kesin olarak tekrar Museviliğe döndüler. Lakin 968 yılında Rusların hücumuna maruz kalınca Hazarların hepsi Müslüman oldu.” (s.382-383) ifadeleriyle ortaya koymaktır ancak burada Hazarlar İslam’a girip çıkan bir yapı sergiledikleri görülmektedir. Ama nihayetin de İslam’la daha 732 yılında tanışan Türkler olmaktadırlar. Hazar Türklerinin peşinden Müslüman olan Türklerin Volga (İdil) Bulgarları olduğunu ve akabinde de Karahanlıların Müslüman olduğunu okuyoruz Ahmet Yaşar Ocak Hocanın verdiği bilgiler arasında (s.383).

Abbasi İmparatorluğunun Moğollar tarafından 10 Şubat 1258 tarihinde resmen yıkılmasında dış faktörlerden daha çok iç etkenlerin etkili olduğunu düşünen Ahmet Yaşar Ocak Hoca bu iç etkenleri “Sömürü ve aşırı vergi umumi siyaset haline gelmiş olup istisna değil asıl sebebi teşkil ediyordu. Araplarla Arap olmayanlar, İslam’a yeni girmiş bulunanlar, Müslümanlarla zimmîler arasındaki farklılıklar daima kalıcı olmuştu. Hatta bizzat Araplar arasında Kuzeylilik Güneylilik esasına dayalı bir rekabet ve ayrılık düşüncesi hep sürüp gitmişti. Bu beş asır boyunca ne İran’daki Farslar, ne Turan’daki Türkler, ne de Hâmî Berberiler hiçbir zaman Sâmî Araplarla kaynaşıp bir bütün haline gelememişlerdi.” (s.419-420) şeklinde izah etmiş, bu iç etkenlerin Abbasilerin yıkılışında iç etken faktörü görevi yüklenmesi sebeplerini de “İran’ın çocukları eski milli değerleriyle övünmekten hiç gri durmadılar, yeni İslamî rejime asla tam manasıyla intibak etmediler. Berberiler herhangi bir ayrılık hareketine daima hazırdılar ve kendilerine has kabilecilik hislerini gizlice hep taşıdılar. Emevi yönetimine alışmış Suriyeliler, kendilerini Abbasi boyunduruğundan kurtaracak bir Süfyanî yöneticiyi hep beklediler. Bizzat dini düşüncenin içinde de merkeziyetten uzaklaştırıcı kuvvetler en az siyasi ve askeri etkenler kadar güçlü idi. Şiilik, Karmatilik, İsmaililik gibi hareketler dini fırka olmanın çok ötesine geçtiler. Araplık ruhu ve temel yapısı yıkıldı. Bunun sonucu imparatorluk giderek fethedilenlerin imparatorluğu haline geldi. Hilafet makamına genellikle âciz ve zayıf kimselerin çıkması da önemli bir faktör oldu.” (s.420) diyerek yılışın iç sebeplerinin açıklamasını yapmaktadır.

Her ne kadar Moğollar Beş yüz yıllık Abbasi devletini yıkmış olsa da asıl galip gelen İslam dini olmuştur. İslam dininin galip gelişi hakkında Ahmet Yaşar Ocak Hoca “asıl galip gelen bir bakıma İslam’dır denebilir, zira [Moğol işgalinin üzerinden] yarım yüzyıl bile geçmeden Moğollar şehirlerini yakıp yıktıkları, mukaddesatını ayaklar altına alıp mensuplarını katlettikleri İslam’a girmek zorunda kaldılar. Müslüman bir devlet olarak Moğol İlhanlı devleti tarih sahnesine çıktı.” (s.425) bilgisini vermektedir. Ancak Ahmet Yaşar Ocak Hoca’nın kullandığı “İslam’a girmek zorunda kaldılar” ifadesi o güçlü istilacı Moğollar için çok doğru değildir. Zorunda kalmadılar İslam’a yenildiler. Medeniye ve üstün kültür Moğolları dönüştürdü ve Müslüman olmalarını sağladı. Ancak zorunan değil kendi istekleriyle, ya da İslam’ın üstünlüğünü kabul ederek.

Ahmet Yaşar Ocak Hoca gayrimüslim Moğol-Türk devletinin İslam’a ve Müslümanlara katkı sunduğu tezini savunan tarihçilere katılmamakta, onları Türkçü/milliyetçi bakış açısıyla müspet yorum yaptıkları (s.425) şeklinde eleştirerek onların aksine bu gayrimüslim Moğol-Türk devletinin İslam dünyasında yıkıma sebep olduğunu savunarak bu tezini de “Ama ne olursa olsun inkârı gayrikabil şu sonuç açıkça ortadadır: Bu [İslam medeniyeti] büyük dünya medeniyeti Moğol vahşetiyle ağır bir darbe almış ve güne kadar da belini bir daha doğrultamamıştır. Eski parlak medeniyetinin rüyasıyla, geçmişinin hatıralarıyla teselli bulan ve övünen bugünün İslam dünyasının durumu, bu tespiti reddedilmez bir biçimde doğrulamaktadır.” (s.426) ifadeleriyle savunmaktadır.

“Mevalinin [Arap olmayan Türk, Fars vs. toplumların fetih yoluyla Müslüman olup Arap Müslümanlar arasına karışması] temelini Arapların oluşturduğu erken İslam toplumuna katımları, Ortaçağ İslam tarihindeki en büyük toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel” sonuçlar doğurduğunu söyleyen Ahmet Yaşar Ocak Hoca Arap olmayan ve sonradan Müslüman olan bu etnik ve kültürel büyük bir kitlenin katılımının “Hicaz çıkışlı ve Arap temelli klasik İslam toplumunu etnik, toplumsal, siyasal, teolojik ve kültürel bakımdan etkileyen büyük bir kırılma” (s.431) oluşturduğunu ifade eder. Öyle ki Ahmet Yaşar Ocak bu mevali konusunun oluşturduğu kırılmayı o kadar önemsemektedir ki bu konuyu “Burada dikkat edilmesi ve gözden kaçırılmamsı gereken mühim mesele [olarak], Ortaçağ İslam tarihinde büyük kırılmaların, dönüşümlerinin ekserisinin bu sınıftan [mevali] kaynaklandığı ve ortaçağ İslam tarihinin her alanda artık bu kırılmalar ve dönüşümler istikametinde seyredeceği vakıasıdır.” (s.435) şeklinde ifade ederek mevalinin İslam tarih ve kültüründe kırılma yanında değişim ve dönüşüme sebep olduğu ve İslam dünyasının bundan sonra mevalinin yapmış olduğu değişim ve dönüş doğrultusunda şekillendiğini, İslam yorumlarına ve Müslüman toplumlara mevalilerin yön verdiğini savunmaktadır.

Mevali İslam’a sadece asker olarak hizmet etmedi, köle olan mevali ev işi dâhil her türlü işleri görerek hizmet ettiği gibi Araplar Mevaliler “Müslüman oldukları halde onları [mevaliyi] cizye ödemeye mecbur ettikleri gibi idari makamlara gelmelerini de yasakladırlar. Hatta fiilen savaşlara katılanlara maaş ödemiyor, ganimetlerden hisse de vermiyorlardı. Bir adım daha ileri giderek sivil hayatta hatta savaşlarda ata binmelerini bile yasakladılar.” (s.444) ve “Bütün bu kısıtlamalar neticesinde İslam’ın ilk asrının sonlarında sayıları artan mevalinin bir kısmı bilime yöneldi. Bu ise çok ilginç ve semereli bir süreci başlattı. Böylece İslam toplumu içinde bu zümre mensuplarının bir kısmı kendilerini bilimsel çalışmalara ve güzel sanatlara hasreden ilk kimseler oldular.” (s.444) insan haklarının kısıtlanması denilebilecek kötü bir filden güzel bir netice doğdu, mevali askerlik ve ev işleri dışında bilim yoluyla da İslam’a ve İslam toplumun hizmet etmiş oldu.

İslam Mezheplerinden Hariciliği ele alan Ahmet Yaşar Ocak, Oryantalist Wellhausen’e dayanarak Haricilerin Hariciler Kureyş ve Ensar’dan değil fetihlerle İslam’a ilhak edilmiş olan Kûfe ve Basra’daki kabilelerden çıkmış olduğunu [Sonradan Müslüman olan kacimlerden], dindar bir ihtilal partisi olduğunu, insanların sadece kendilerine emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münkerle mükellef olmadıklarını emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münkeri her yerde hâkim olmasını sağlamak gereğine inandıklarını, İslam’ı diğer Müslümanlara göre daha önde tutmak ve hiç taviz vermek hususunu savundukları, hangi kesimden olursa olsun ister Arap ister Mevali hepsi gerçek İslam ümmetinden olduğunu savunduklarını “Hariciliğin Yahudi Abdulah b. Sebe’ tarafından ‘gizlice ekilmiş bir yaban otu’ olduğu iddiasının aksine gerçek bir ‘İslami bitki’ olduğu” (s.461) bilgilerini aktararak sanki akla-mantığa yatkınmış göstermeye çalıştığı, ancak, “Hariciler suikastler ve karmaşık davet yöntemleri bilmedikleri gibi kompleks davet vasıtaları kullanmadılar, karmaşık ve gizli bir teşkilatları da yoktu.” (s.461) diyen Wellhausen’e karşı çıkarak “Wellhausen Hz. Ali’ye, Muaviye’ye ve Amr b. El-Âs’a düzenlenen suikastleri unutmuş görünüyor” (s.461) diyerek itiraz etmektedir. Aslında Wellhausen söz konusu suikastleri unutmuş olmaz, bilinçli bir şekilde görmezden gelmiştir. Çünkü savunduğu teze aykırı bir durum arz etmektedir.

Tarih boyunca Sünnilik ve Şia arasındaki farklılığın oluşumunun ve çatışmanın siyasi olduğunu söyleyen Ahmet Yaşar Ocak Hoca bu iddiasını “Zaman içinde Sünni Samanoğulları (819-1005), İran Selçukluları (1038-1194), Şii Fatımiler (909-1171) ve Safeviler (1501-1732) asıl çatışma sebepleri siyasi rekabet ve mücadele temellidir, mezhep ayrılığı işin sadece görünen yüzüdür. Hakikatte ise bütün bu devletler mevcudiyetlerini devam ettirmek, kendi siyasi nüfuz sahalrını genişletip takviye etmek peşindeydiler. Dolayısıyla mezhep ayrılığını bu amaçlarına ulaşmak için elverişli bir araç olarak kullandılar. Aynı siyaseti Osmanlı devleti de takip etti.” (s.475) ifadeleriyle izah etmektedir.

İslam toplumundaki ilk büyük itikadi kırılma olarak gördüğü Mezhepler (s.451), ikinci büyük itikadi kırılma Mesih ve Mehdi inanışı (s.487) üçüncü büyük itikadi kırılma Tasavvuf (s.511) konularını tarih, fikri ve inanç serüvenleriyle uzun uzu anlatan Ahmmet Yaşar Ocah Hoca “Şarkiyatçılar[ın] genellikle tasavvufa farklı bir biçimde yaklaşı[p] ve onu Haricilik, Şiilik, Mütezililik ve hatta Sünnilik gibi diğer Müslüman fırkalar mahiyetinde bir fırka olarak ele al”dıklarını (s.511) aldıklarını söylemektedir. Hatta “İslam kültüründe ve dünyada zamanla meydana gelen itikadi farklılaşma, değişme, başkalaşma ve dönüşmede siyasal, toplumsal ve ekonomik etkenlerin, travmaların arasında en önemli toplumsal ve kültürel faktörlerden birinin tasavvuf olduğunu” (s.514-515) kendisiyle birlikte ileri süren tarihçilerin olduğunu ifade eder. Tasavvuf ile oluşan bu kırılmanın “bir müddet sonra mutaassıp sufilerin, şeyhlerin son derece subjektif ve şahsi planda cereyan eden, ettiğine inanılan keramet, rüya, keşif ve ilhamını İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an-ı Kerim ve Peygamber’in sahih hadis ve sünnetine tercih edecek kadar ileri gitmiş olmalarıdır.” (s.524) diyerek evliya denilen tasavvuf ehlinden sadır olan keramet, rüya, keşif ve ilham’ın Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber’in sahih hadis ve sünnetinin yerine geçtiği tehlikesine dikkat çekmektedir.

Tasavvufun zamanla bölündüğünü ve çeşitli şubelere ayrılarak tarikat ismini aldığını ise “Tasavvufi anlayış giderek teorik plandan fiili plana intikal etmeye ve yorum farklılıkları sufilerin âyin ve erkân icadına, kılık kıyafetlerine yansıyarak muhtelif zaman ve mekânlarda birtakım zümrelere ayrıldı. Bunlara ‘tarikat’ deniyor. Bu bir tür ‘tasavvufi mezhepleşme’ idi.” (s.527) ifadeleriyle dile getiren Ahmet yaşar Ocak Tasavvufun İslam’a “paralel bir din” olduğunu, kutup denilen inancın da Allah’a “paralel bir tanrı” (s.528) düşünmektedir. Paralel din ve paralel tanrı inancı bir nevi ortak koşmak, benzerini yapmaktır. Allah korusun bu ortak koşmak veya benzerini yapmak iddiası şerik kabul etmeyen Allah’a şirk koşmaktır ki şirk Müslüman’ı müşrik durumuna düşürür.

Ahmet Yaşar Ocak Hocanın “Siyasal, Toplumsal, Kültürel Kırılmalar ve Dönüşümler Işığında Farklı Bir İslam Tarihi” adlı kitabı kronolojik İslam tarihi diyerek eleştirdikleri, Hz. Muhammed’in doğuşu ile başlayıp İslam’ın inzal edilmesinden günümüze kadar yaşanan İslam tarihinin her anından bahseden klasik İslam tarihi değil daha çok öne çıkan ve kendisinin kırılma, yön değiştirme ve değişme, başkalaşma olarak tesir eden olayların detaylıca ancak klasik tarihçilerden farklı olarak onların İslam’a ve İslam toplumuna zarar gelir diyerek gizlediği hey şeyi, olan bitenlerin hepsini ortaya koyan dönemsel bir tarih incelemesi ya da kırılma addettiği olayları açıklayan bir eser olmuştur.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

Ziyaret -> Toplam : 226,50 M - Bugn : 394582

ulkucudunya@ulkucudunya.com