« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

M. METİN KAPLAN

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Halim Kaya

12 May

2025

YAKINDAN TANIDIĞIM TAŞMEDRESELİLER

12 Mayıs 2025

Bilgeoğuz yayınlarının ve Fahrettin Masum Budak’ın sosyal medyadan “Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler” kitabının tanıtımını yaptıklarını görünce sosyal medya arkadaşım kitabın yazarı Fahrettin Masum Budak’a mesaj attım. “Kitabınızın imzalı bir nüshasını ücreti mukabilinde gönderir misiniz?” diye. Fahrettin Masum Bey hemen adresimi istedi ve yanında yine kendisinin yazdığı “Acımı Paylaşamadım” kitabı hediye olmak üzere “Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler” kitabını imzalı olarak gönderdi.

Görünen o ki Fahrettin Masum Budak “Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler” kitabın Ülkücü olduğu günden bu güne kadar bizzat tanıdığı Ülküdaşlarından çoğunu hatıralarıyla birlikte haklarında bildiği ve bulduğu bilgileri kayda geçirerek 12 Eylül öncesinin karhama Ülkücülerini anlatıp tanıtmaya çalışmış ve tarihin tozlu sayfalarında bilinmeyen yaşamışlar olarak silinip gitmelerine müsaade etmemiştir.

Fahrettin Masum Budak’ın Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler” kitabı içinde kendinden de bahsedilen Taşmedreseli Ali Oğuzhan Cengiz’in kurmuş olduğu Bilgeoğuz yayınları tarafından İstanbul’da 2025 yılından Ocak veya Şubat ayının ilk onbeş gününde yapılmıştır. Kitap küçük puntolu, muhtemelen 8 punto harflerle 512 sayfa olarak basılmıştır. Okuyucu için okuması zor olsa da enflasyonist bir ortamda kitap kâğıdının pahalılığından doğacak problemleri en aza indirmek ve kitabı yayın hayatına sunabilmek için küçük punto tercih edildiği anlaşılıyor. Kitapta benim ilk etapta içindekilerden tespit edebildiğim kadarıyla elli civarında Ülkücü anlatılmaya tanıtılmaya çalışılmıştır. Yazarla yaptığımız telefon görüşmesinde başka arkadaşlarını da tanıtmaya devam ettiği, çalışmasının tamamlanması halinde ikinci bir kitap olarak bastıracağını öğrendik. Yine içindekilerden gördüğüm kadarıyla kitapta anlatılanların bir kısmı Türkiye çapında Ülkücü camia tarafından tanına kişiler. Ancak çoğunluk kendi halinde ve sadece destanlaşan
Ülkücü bir mücadele vermiş ancak isim yapmak, şöhret olmak gibi bir çabası olmamış, ya da bu fırsatı bulamış hiç bulamamış, kendi çevresinde ve şehrinde tanınan samimi fakat kendi halinde Ülkücülerden oluşmaktadır.

Hem bu çalışmayı yaparak kitaplaştıran Fahrettin Masum Budak’a hem de yayını basan Ali Oğuzhan Cengiz’e kaybolup gitmesini önleyerek Ülkücü Hareketin tarihine bu ölümsüz eser ile verdikleri katkı dolayısıyla en içten ve samimi teşekkürlerimiz sunuyoruz.

Fahrettin Masum Budak bu kitapta ilk ele aldığı taşmedreseli Ahmet Aydoğar’ı Ülkücü Hareketin Hafızası, arşivcisi olarak tanıtıyor. Ve Ahmet Aydoğar’ın Ülkücü Hareketin yerinde saymasını iktidar olamamasını “birbirimize sahip çıkmamaya” bağladığını ve “Herkesi bu hareket kendi başına bıraktı. Yardımlaşmayı, dayanışmayı geri plana attı.” (s.15) dediğini nakletmektedir. Bu Ahmet Aydoğar’ın bu sözü kısmen doğru, kısmen yanlış. Kısmen yanlış olan hiç yardım yapılmamış değildir. Yerel ve bireysel olarak ülkücüler birbirlerine dışarıdakiler içeridekiler yardım etmişlerdir. Dışarıdan yardım eden organizasyonların içinde olan biri olarak bunu biliyorum. Ahmet Aydoğar’ın kendisi de Yunus Meral, Ümit Deniz Kulluk ve Yaşar Türedi (s.13) gibi ülküdaşları ve ailelerinin kendisine sahip çıktığını söylemektedir. Doğru olan kısmı ise yardımın organize bir hal alamadığı, büyük yardım organizasyonu olanların da ya bilgisizlikten ya yetişememekten ya da kendilerine biat eden, itaat eden ve yakın olanlara yardım etmekten sistemli bir yardım yapılamadı. İçerde dışarıda muhtaç olanlar ulaşılamadı, imkân sağlanamadı, iş ve yeterli miktar aş temin edilemedi.

Mehmet Bilman kod adıyla bilinen Ahmet Şen’i anlattığı bölümde Ülkücüler arasında yaşanmış olumsuzluklara da yer vermesi daha önce okuduğumuz hatırat yazarlarında hep iyi ve güzel, hoşa gidecek tarafları anlatma olumsuzluklardan hiç bahsetmeme tutumunun terk edildiğini yaşanılanların olduğu gibi aktarıldığını görüyoruz. Ahmet Şen’in parasızlıktan dolayı ceza evindeki varlıklı olan Tekirdağlıların bazıları bu durumu kullanır ve Ahmet Şen’i sözlerine itibar etmezler, perdelerler. “Söz hakkını Tekirdağ’ın bazı ülkücüleri elinden almıştı. Cesaretin köreltmişlerdi. Dışarıda gözünü kırpmayan ve sözünü budaktan sakınmayan bu arkadaşımız adeta kınına çekilmişti. Hatta bazı şımarık ve ukala ülkücümsülerin alaylı konuşmalarına muhatap olmuş ve rencide olduğu günler yaşamıştı.” (s.23) Aslında bu bir gerçekliği de göz önüne seriyor. Cephede gözünü budaktan sakınmayan ve önde gidenlerin hazarda iş bilenlerin, kurnazların, etrafı çok olanların, parası olanların söz sahibi olmasıyla itibar suikastına uğradıkları gerçeğini bize anlatıyor. O gün koruyamadıkları kendi canlarını teslim edecek kadar güvendiklerine, canciğer olduklarına tehlike geçince ihtiyaç duymadıkları gibi bu günlerin ezikliği ile haklarında anlatılanları Ahmet Şen gibi yiğitlere uygun görürüler. İkinci bir husus da isimlerini zikretmekten imtina ettiğimiz ve her ikisi de rahmeti rahmana göçmüş insanların arkadaşlarıyla alay etmeleri ve onu kendilerini vurmayı düşünecek (s.23) kadar bir ruhsal duruma düşürmeleri de dava adamlığı ile bağdaşacak bir davranış değildir. Dinimiz de insanlarla alay edilmesini dalga geçilmesin men etmektedir.

Alaattin Olgun’u anlattığı bölümde Tekirdağ yöresinde kullanıldığını düşündüğüm ve mansını internette bulamadığım “Servak” kelimesine rastladım. Kelimenin kaybolup gitmesini kitap sayfalarında kalmasını istemediğim için de burada yazmayı uygun gördüm. Kelimenin manasının anlaşılması için ifade etmek istediği olayla birlikte anlatmalıyım. Fahrettin Masum Budak ve Alaattin Olgun Tekirdağ Cezaevinde yatarken Müdüriyet altı denilen koğuşta yatarken söz aldıkları gibi Müşhade denilen kısma geçmişlerdir. Ancak bu kısmın zindan denilen bodrum altı bir yer yani yerin iki kat altındadır. Aşırı rutubetli ve hacet giderme işi de tenekeler yapılıyor. Fareler cirit atıyormuş. Fahrettin Masum Budak “Eğer servak yatmamışsan fareler kulaklarını bile yiyebilirlerdi.” (s.33) diyerek hem Türkçeye yeni bir kelime kazandırmış hem de cezaevinin berbat halini tasvir etmiştir. Manasını internette bulamadığımız “Servak” kelimesinin manasını Fahrettin Masum Budak’ın bu cümlesinden hareketle kelime yarı uyanık, uyanık, gözü açık, hafif uyuma manasına gelmektedir. Ancak Farsça “Ser” kelimesi ile Arapça kökenli “sak” kelimesinin birleşimi olarak “Servak; uyanık baş” gibi bir manaya gelmektedir.

Fahrettin Masum Budak Tekirdağ Cezaevinde bir ara Ülkü mahkûmlar arasında başkan seçilmiştir. Ancak bir takım ülkücü mahkûmlar onun başkanlığına karşıdır. Gerekçeleri de Alaattin Olgun’un ifade ettiği cümlede gizilidir. Alaattin Olgun ülkücü mahkûmların aralarındaki tartışmanın “Getirip başımıza bir Şia’yı başkan setçiniz, burada bir sürü Sünni arkadaş var, bunlardan birini seçemez miydiniz?” (s.34) minval üzere olduğunu Fahrettin Masum Budak’a söylemiştir. Aslında ülkücüler Türkçü, Milliyetçi insanlardır. Hep Dış Türklerden ve Müslüman olmayan Türklerden bahsedip bunlara da sahip çıkmamız, dinine mezhebine bakmadan bütün Türkler birlik olmamız gerektiği öğretilmiştir. Ama insanoğlu yine de bildiklerine değil de inandıklarına mahkûm olmuştur. Iğdırlı bir Türk olan Fahrettin Masum Budak başkanlığına karşı çıkanları ”Araştırdığımızda bu arkadaşlar genelde Türk kökenli olmayan arkadaşlarımızdı. Laz, Arnavut kökenli ülkücü bazı arkadaşlar mezhepçiliği körükleyip duruyordu.” (s.34) ifadeleriyle tespit ediyor ancak kendisine Şia diye karşı çıkanların hatasına düşerek Laz ve Arnavut ayrımı yapma hatasına düşmektedir. Kaldı kı Samsun’dan Sarp sınır kapısına kadar bütün Karadeniz’e Laz diyenler de vardır. Ancak ülkemizde etnik köken olarak Lazlar çok azdır. Yalnız Fahrettin Masum Budak da Ehli Sünnet düşüncesini öne çıkaran ve kendisini Şia olmakla suçlayan arkadaşlarını eleştirirken kitabında Hz. Ali’den alıntıladığı bizce kitapta bulunmasında sakınca olmayan tasvip ettiğimiz sözlerine yer vermekte olayları Şia mantığıyla yorumlamakta ve kendi mezhebine sahip çıkmaktadır. Böyle yapıyor diye de kimse Fahrettin Masum Budak’ı kınayamaz eğer kınarsa kınayan kınanır.

Fahrettin masum Budak her ne kadar haklarında yazılar yazdığı arkadaşları hakkında tamamen şahıslarına ait bilgilerden ve hatıralardan oluşan bir yazı yazdığını ifade etmiş olsa da yazılarda yoğunlukla arkadaşlarının kendisi ile ortak hatıralarına yer vermekten kendisini alamamıştır. Yazılar çoğunlukla yazının hakkında yazıldığı kişi ile yazar Fahrettin Masum Budak arasında geçen hatıralardan ve diğer koğuş arkadaşlarıyla üçlü bir ortaklığı bulunan hatıralardan oluşmaktadır.

“Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler” adlı kitapta kullandığı dil sade ve akıcı bir dil kullanan Fahrettin Masum Budak Türkçeye hâkim ve ustalıkla kullanıyor. Cümleleri Türkçe gramere uygun, vurgulu ve anlatımı kuvvetli. Cümlelerinde ne bir eksik ne bir fazla ne de lüzumsuz bir kelime var. Cümlenin anlatmak istediği mana ve yargı tam, kesin ve net. Kısa cümlelerle tekrara ve laf salatası yapar duruma düşmeden istediğini anlatmayı başarmış.

Fahrettin Masum Budak burada sol basının “Bombacı Cengiz ve TİT ‘Türkçü İntikamcı Tugayı’ Komutanı” gibi şiddet çağrıştıran ancak onların iddialarının aksine Ülkücülerin Kurduğu en büyük yayınevine hayat veren bir kültür ve fikir adamı olan Ali Oğuzhan Cengiz’i anlattığı “Bombacı Ali Oğuzhan Cengiz” (s.39) başlıklı yazıda daha önce cezaevinde yatmış farklı ülkücü bir kaç arkadaştan sözlü olarak da dinlediğim, gelen yardımların içerdeki ülkücü mahkûmlara adam gözeterek adaletsiz dağıtıldığı, bazı mahkûmlara avukat tutulmadığı gibi sahip de çıkılmadığı gibi bir iddiayı yazılı ve kendi ağzından daha farklı bir boyutta dile getiriyor. “Cezaevinden çıkan arkadaşlarımızın bir bölümüne sahip çıkıldı, ama bir bölümüne ise sürünme yolu gösterildi. Peki, sahip çıkılan kimlerdi? Sürünme yolu gösterilen kimlerdi? Bazı arkadaşlarımıza sırf inancını satın alarak sahip çıkıldı. Yani başka bir partiye çağrılarak destekleri alındı ve karşılığında iş imkânları sunuldu. Zaten boşlukta bulunan arkadaşlarımız Anavatan ve Doğruyol’a kapağı atarak karşılığında önemli işlere yerleştirildiler. Bizler gibi kimsenin kapısını çalmayan ve kimseye tenezzül etmeyenler de kendi yağında kavrularak fikirlerini korumaya çalıştılar.” (s.47) Gerçi Fahrettin Masum Budak’ın dile getirdiği haksızlık ve adam kayırma parti dışı diyebileceğimiz diğer siyasi partiler tarafından yapılmış bir kayırma görünüyor ancak bizim bahsettiğimiz ülkücüler içindeki farklı yapılanmaların icra etiği bir kayırmadır.

Ali Oğuzhan Cengiz’in “Gayesi bir yayınevi açmak ve kitap dünyasına adım atmaktır. Oğuzhan da kızının ve oğlunun ismini birleştirerek Bilgeoğuz Yayınevi’ni kuruyor. O çalışmalara bu minval üzere başlıyor ve oldukça başarılı oluyor. Bilgeoğuz Yayınevi 2025 yılına kadar 1600 Adet kitaba imza atıyor. Bu kültüre muazzam bir katkı sunuyor. Halen bu yayınevinde kitaplar basmaya devam ediyor.” (s.46) Sol basının şiddetle özdeşleştirerek yaftaladığı bu adam onların iddialarının aksine Ülkücülerin bir kültür adamı olduğunun da ispatıdır.

Bülent Kara (s.58) İzmir’in Köroğlu diyebileceğimiz Ülkücü neferi. Daha önce okumuş ve öldürülmüş emniyet müdürü Gaffar Okkan’ın şehit olmadığını, ülkücülere işkence yapan ve bir tabancasına sahip çıkamayan işkenceci bir polis olduğunu ilk ondan duymuş ve mesajlaşarak konu hakkında bili almış ve aktardığı bilgileri bir köşe yazımızda değerlendirmiştik. Bülent Kara hakkında bilmediğimiz daha çok şey olduğunu Fahrettin Masum Budak’ın bu yazısıyla öğrendik. On sayfalık bir yazıda ancak bu kadarını anlata bildiğini de tahmin ediyorum. Hele İzmir’den farklı düşüncelerini ifade ettikleri için ikna edilmek üzere genel merkeze çağrılıp da çıkarken ikna olanların ellerinde şişkin zarflar olmasını “Benimle birlikte Ankara’ya gelen arkadaşlarımın yüzleri gülüyordu. Çünkü ellerindeki zarfın bir hayli şişkin olduğunu gördüm.” (s.65) ifadeleriyle anlatan Bülent Kara’nın hele o problemleri dile getirmek için kararlaştırdıkları 23 kişilik muhalif grubun girip el öperek ikna olmuş vaziyette çıktıkları İzmir teşkilatında vuku bulan hadiseyi anlatan hadise de göstermektedir ki eleştirenlerin yüzde doksan dokuzu menfaati görünce eleştirisinden vazgeçmiştir. Demek ki yanlışı düzeltmek için eleştiri yapmamışlardır eleştirerek menfaat temin etmek için bu eleştirileri yapmışlardır. Kısaca inandıkları davada samimi değillerdir.

Cafer Odluyurt’u anlatırken Doğan Ürgüp ile üçünün birlikte yattıkları Malatya Cezaevinde Sünni mezhebini öne çıkarması dolayısıyla sünnici dediği Doğan Ürgüp’ün cezaevinden çıkınca Mushin Yazıcıoğlu’nun kurmuş olduğu Büyük Birlik Partisine girdiğini ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun bindiği helikopterin düşürülmesi sonucu ölümünden sonra vefa örneği gösteren Sivas halkının Doğan Ürgüp’ü belediye başkanı seçtiğini, daha sonra da BBP’de genel başkan yardımcı olduğunu söyleyen Fahrettin Masum Budak Muhsin Yazıcıoğlu’nun MHP’den ayrılışı hakkında da “Büyük Birlik Partisi hedef yönünden ölü doğan bir partiydi. Muhsin Başkan MHP’de iken iyi bir isim yapmıştı. Ayrılması hareketi darbeledi. Başbuğ’u iç ve dış odaklar silmiş ve gözden düşürmüştü. Özal ve Amerika ülkücü hareketin zayıflamasını ve Alparslan Türkeş’in politika arenasından çekilmesini ve etkisiz olmasını istiyordu. Tarikatçılar, İslamcılar, Özalcılar bir araya gelerek Amerika’nın bu meşum planını pratiğe dönüştürmeye çalıştı. Muhsin Başkanı araç olarak kullandılar. Ancak başaramadılar.” (s.81) bilgilerini vererek Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının MHP’den istifalarının bir ABD oyunu olduğunu iddia etmektedir. Bu güne kadar para için yaptı, tarikatı istedi, Özal parti kur dedi gibi çeşitli iddialar duymuştuk ama böyle bir iddia ilk kez dillendiriliyor. Bu durum bu organizasyonun içinde yer alanları da vebal altına sokar.

Fahrettin Masum Budak davasına ve teşkilatına bağlı birisidir. İki sözünden bir “Ülkücü hareket”tir. Ona olan hayranlığını ve bağlılığını şu sözlerinde de görüyoruz. “… ülkücü hareketin geçmişi bir destandır. Nereye el atsak orada yıllarca yazılacak destana rastlamak mümkündür. Bu destanlar yarının yazarlarını bekliyor. Orda yiğitlik var. Orada kahramanlık var. Orada fedakârlık var. Orada acı ve gözyaşı var. Orada yazılmayan çizilmeyen hazine değerinde hatıralar ve yaşanmışlıklar var.” (s.89)

12 Eylül’den beş altı ay önce MİSK binası Komünistlerin bombalı saldırısına uğramış ve Ejder Kolsuz (s.92) ağır yaralanmıştır. Tedavisi Ankara’da yapılırsa daha iyi tedavi olacağı için iyileşeceği düşünülünce Adana Havaalanından gönderilmek istenir ancak uçak kaçırılır. Hastane hastane gezer ancak tam tedavi olmamışken 12 Eylül ihtilali olur. Tedavisi yarım kalır. Tedavisi kesilince de iki gözü kör kalır. Bu vesile ile Fahrettin Masum Budak meseleleri daha iyi anlatmak ve edebi bir üslup katmak için yaptığı Gandi’den aktardığı “Görmek istemeyenlerden daha kör kişi olur mu?” gibi veciz ilavelerle ufku ve muhayyilesi geniş bir kültür adamı olduğunu göstermektedir.

Fahrettin Masum Budak yıllardır Ülkücü Camia içinde de yanlış yorumlanan ve masum olduğu hakkında imalı suçlamalar yapılan Devlet Bahçeli’nin arabasında silah yakalanması hususunu da “Adana’nın Has Evladı: Ekrem Pazarcı Başkan” (s.106) başlıklı yazıda aydınlatmaktadır. Ekrem Pazarcı “1973 yılında bir seçim çalışması yaparken Dr. Devlet bahçeli ile tanışır. Onunla arkadaşlığını ilerletir. Bu sayede üniversiteli yılları başlar. Devlet Bahçeli’nin aracında silah ve cephane yakalatır. Yakalanan bu silahlardan dolayı beş yıl ceza alır. Yanında üç arkadaşı daha vardır. Ali Halaman, Sami Ocak ve Fuat İstanbullu. Ali Halaman ilerleyen tarihlerde [1999 seçimlerinde MHP’den] milletvekili olur. Fuat İstanbullu da Çorum Alacalı da [1999 seçimlerinde MHP’den] belediye başkanlığı yapar. Devlet bahçeli bu olayda gelip mahkemede bizzat şahitlik yapar. Arkadaşlarını kurtarmaya çalışır.” (s.106) Emin Pazarcı’nın kendi kaleminden çıkmış bu yazı da göstermektedir ki Devlet bahçeli arkadaşlarını kurtarmaya çalışmıştır. Bu olaydan dolayı Ekrem Pazarcı “Ankara 5. Ağır Ceza Reisliği’nde yargılanır. Her ne kadar araba Devlet bahçelinin ise de onun bu işte parmağının olmadığı kanıtlanır. Sadece arabasını emaneten arkadaşlarına vermiştir. Onlar da Adana’ya giderken bu silahları doldurup götürmüşlerdir.” (s.108) Bu yazılanlardan Ali Halaman ve Fuat İstanbullu’nun daha sonra milletvekili ve belediye başkanı olması dolayısıyla görülecektir ki onlarda en az Devlet Bahçeli kadar etkin ve yetkili ülkücüdür. Kendilerine bir haksız fiil isnat edilmiş olsa karşı çıkabilirler, hatta işi ayan edip eğer Devlet Bahçeli’nin bir suçu var idiyse ve korunuyorsa bunu bozmaya çalışabilirlerdi. İkincisi de eğer bu olaydan dolayı aralarında bir zıtlaşma olsa onlar Devlet Bahçeli’yi suçlamış olsalar ve ima etseler Devlet Bahçeli bu arkadaşlarının durumu hukuken müsait olanları 1978’den 21 yıl sonra 1999 seçimlerinde aday göstermez ve milletvekili, belediye başkanı seçtirmezdi. Aday göstermesi hem dostluklarının devam ettiğine hem de Devlet Bahçeli’nin vefakâr davrandığını işaret etmektedir. Devlet Bahçeli’nin arabası olan insan sayısının çok az olduğu 1978 yılında sırf arkadaşlık ve davaya hizmet aşkı dolayısıyla arabasını vermesi, hem de kaç gün sonra sona ereceği pek kesin olmayan bir şehirlerarası yolculuk için vermesi zannımca bunca yıl hakkında suizanda bulunanlara vebal yüklemiştir. Ekrem Pazarcı milletvekili olmak için aday olur ancak Devlet Bahçeli onu veto eder. Bir gün Ekrem Pazarcı genel merkeze gelir ve yaşıt olmalarına rağmen Devlet Bahçeli’ye “Abi beni niçin aday yapmadınız?” diye sorar. Devlet bahçeli “Ekrem Bey, ben seni aday yapacaktım, ama sen beni asla dinlemeyecektin. Bana, beni dinleyen ve sözümden çıkmayan adam ve ülkücü lazım.” (s.109) diyerek cevaplandırır. Bu durumu Fahrettin Masum Budak “Artık Ekrem Başkan üstelemez. Arkadaşı kendisini tanımakta ve hangi karakteri taşıdığını bilmektedir.” (s.109) şeklinde yorumlar. Böyle güçlü karakterlerin karşısında bu güne kadar suç gizlenebilir mi?

Ekrem Pazarcı ile devlet bahçeli arasında cereyan eden bu olaya rağmen Fahrettin Masum Budak Ekrem Pazarcı hakkında “Onun gözünde ve nezdinde parti değiştirmek ülkücülüğü ve milliyetçiliği terk anlamı taşır.” (s.110) diyerek Ekrem Pazarcı’nın ne kadar sağduyulu düşündüğünü, nefsi düşünmediğini göstermektedir. Ayrıca Ekrem Pazarcı’nın “MHP’nin dışına çıkan arkadaşlarımızın milliyetçilik ve ülkücülük rolleri bitmiştir.” (s.110) diyerek Başbuğ Türkeş’in “Ülkücü MHP’de olur, MHP’de bulunmayan Ülkücü değildir. Gittiği yerin damgasını yer, oradaki genel başkanın görüşüne göre hareket eder. Onun Ülkücülüğü kalmamıştır, bunu böyle bilmeliyiz.” sözünün ne kadar doğru olduğunu ispatladığına işaret ediyor. Hem de kendisi MHP’den milletvekili adayı yapılmamışken, mağdur edildiğini düşünmesi gerekirken sağduyulu düşünerek MHP lehinde konuşmaktadır.

Fahrettin masum Budak “Bozok Dünyasının Has Evladı: Ekrem Seçkin” (s.112) başlıklı yazı ile Yozgatlı bir Taşmedereseliyi anlatmaya çalışmıştır. Ekrem Seçkin ceza evine girmeden önce evlenmiş biri kucakta birisi anne karnında gün sayan iki çocuk sahibidir. Eşler açısından bu uzun hapislik ayrı bir çile ancak evlat hasreti içerdeki için daha başka bir derttir. Ekrem Seçkin ve eşi yemin ederler birbirlerini ömür boyu beklemeye ancak hep böyle değildir ülkücülerin eşle yavukluyla nişanlıyla imtihanı. “Birçok arkadaşımızın hapishane hayatı, ailelerini parçalamış ve (aile hayatını) ortadan kaldırmıştı. Yuva dikmek, yuva yıkmaktan çok zordu. Bu yuvaların böylece orta yerde heder olup gitmesi ayrı bir dramatik manzaraydı. Nişan atmalar, boşanmalar ve acı ayrılıklar birbirini kovalamıştır. Ülkücüler mert ve delikanlı insanlardı. Ağır cezaya çarptırıldıklarını gördükleri anda çağırıp müstakbel eşlerine durumu izah ediyorlardı. İster yavuklusu, ister nişanlısı olsun ister eşi olsun mevcut şartları en uygun dille anlatıp eşleri olacak insanları mağdur etmezlerdi. Tıpkı Türk filmlerinde görülen sahneler gibi… Çoğu zaman bu senaryosuz sahnelerde gözyaşları sel olup taşıyor ve elin kızlarını özgürlüğüne kavuşturuyorlardı.” (s.115) Taşmedreseli Ülkücüler zindanlarda işkenceye maruz kalmanın, vatan haini ile aynı kefeye konulmanın ızdıraplarını yaşarken eş, yavuklu, nişanlı, evlat hasreti ve ayrılığı onların en büyük imtihanıydı.

Fahrettin Masum Budak “Kayserili Fatih Zorlukirişçi” (s.149) yazısını yazdığı 149. sayfaya gelene kadar birkaç kere Şia ve Ehlisünnet üzerinden ülkücülerin mezhepçilik yaptığını yazmış ve yanlışlığını vurgulamıştır. Mezhepçilik üzerinden insanları sınıflandırmak ve düşmanlık kötüdür ancak mezhepler Müslümanların kendilerinin hayatlarını kolaylaştıran yollardır. Kendisi nasıl her seferinde Hz. Ali’nin sözlerinden aktarımda bulunuyor ve mezhebine sahip çıkıyorsa arkadaşlarının da inandıkları mezheplere sahip çıkmalarından gocunmamalıdır. Ancak her iki taraf da mezhepçilik yaparak ülkücüler arasından bölücülük yaparsa, karşısındakileri aşağılarsa bu durum kınanması gereken bir durumdur. Kaldı ki Fahrettin Masum Budak mezhebine bakılmadan Ülkücülerin kaldığı cezaevlerinde çoğu zaman başkanlık yapmış, Ülkücüler mezhepçilik yapmadan başkanım diyerek ona saygılı davranmış başlarına geçirmişlerdir. Hatta anlattığı bir hatırasın göre kendisinin başkanlığı daha iyi yapacağını düşünen ülkücüler onu mezhebine bakmadan Ehlisünnet olması muhtemel ancak başkanlığa müsait görmedikleri başka bir ülkücüye tercih etmişlerdir. Sanki bu mezhepçilik mevzu Fahrettin Masum Budak’ın aklına biraz fazla takılmış görünüyor. Biliyoruz ki Ülkücüler için mezhebin hiçbir önemi olmadığı gibi dini farklı olmasının da pek bir önemi yoktur. Türk olması yeterlidir. Bir kişinin Hristiyan, Yahudi veya Müslüman olması Türkçülerin, Ülkücülerin ilgi alanına girmesini engellemez, onlar kişiye Türk mü diye bakarlar.

Fahrettin Masum Budak’ın bu kitapta birkaç kere bahsettiği olaylardan birsi de MHP’nin yaşamış olduğu Meral Akşener, Ümit Özdağ, Sinan Oğan ve Koray Aydın’ın genel başkan olmak istemeleri ve Genel Başkanlık için yaşatmış oldukları kongre süreci sırasında yapmış oldukları çeşitli toplantı ve kulis faaliyetlerinden birsi olarak Taşmedreseli Ülkücülerin desteklerini almak üzere birkaç defa olmak üzere çeşitli yerlerde yapmış oldukları toplantılardır ki biz kamuoyuna duyurulmamış olan bu toplantıların yapıldığını ilk kez buradan öğreniyoruz. Fahrettin Masum Budak 3’sü Antalya Alanya’da yapılan Taşmederseliler toplantısında lider adayları Meral Akşener, Ümit Özdağ, Sinan Oğan ve Koray Aydın’ı dinlemiş ve kendileri hakkında “Gözlemci ve yorumcu olarak oradaydım. Bu liderlerin hepsine karşıydım. Devlet Bahçeli’nin liderliği bana daha cazip ve doyurucu geliyordu. Bunlar henüz o sevide ve derinlikte değillerdi. Her ne kadar Akşener, tabanda tutuluyor gözükse de pek bana yeterli gelmedi. O genelde türbinlere oynayan bir liderlik tablosu çizdi. Yeterlilikten uzaktı. Bol bol vaatler verdi. Taş Medreseliler [MHP] Genel Başkan Yardımcılığı oluşturacağından bahsetti. İktidara gelirse birkaç bakanlığı Taş Medreselilere vereceğinden dem vurdu. (…) Sinan Oğan geldi konuştu. (…) Özgüveni tavan yapan soğukkanlı meselelere vakıf bir fotoğraf ortaya koydu. Ancak kitleleri ayağa kaldıracak vizyondan ve karizmatik yapıdan uzaktı. Hikâye anlatır, ders veriri gibi konuşmak siyasi arenada geçerli bir yöntem değildir. (…) Yanında cılız ve zayıf bir kadrosu vardı.(…) Bunların dördünü toplasan bir bahçeli etmezdi. Ufukları dar, ihtirasları zirve yapan bu adaylarla bir yerlere gidilemeyeceğinin kararını orada vermiştim. Koraya Aydın, ben getirdim ben götüreceğim havası içindeydi. Ümit Özdağ, Kürşat karakterli, atılgan, kültürlü, birikimli ama siyasette hala emekleme dönemindeydi. Merak Akşener’in dağarcığında dava, ideal ve ülkü yoktu. Onun derdi MHP’nin başına geçmekti. Demirelvari bir politikacı silueti içindeydi. Türkiye yansa bir bağ otu yanmazdı. Aklı fikri hırsının emrindeydi. Verdiği uçuk kaçık sözlerden bunu çıkarmak mümkündü.” (s.169-170) kanaatini edinmiştir. Ancak Fahrettin Masum Budak sadece lider adayları hakkında gözlem yapmamış bu toplantıları organize edenler hakkında da “Ülkücü Taş Medreselileri buraya toplayanlar bu insanların ne istediğini bir kenara bırakmıştı. Kendi dar çevreleriyle bir protokol hazırlayıp bizlere onaylatıp kamuoyuna açıklamışlardı. Benim ve benim gibi ülkücülerin bundan haberi bile yoktu. Otelin bahçesinde kurulan kürsünün önünde sıralanmış sandalyelerde oturanların çoğunun olup bitenlerden haberi yoktu. Yine birileri malı götürmüştü. Ön sıralara kamuoyunda tanınmış birkaç ülkücü yerleşmiş, diğerleri ise arkalarda dizilmişti. Gerçek ortada sırıtıyordu. Adaylar bu önde oturan aktörlerle işi götüreceklerdi. Arkada oturanlar da önde olanlar ne derse onu yapacaklardı.” (s.169) gibi doğru bir teşhis koymaktadır.

Fahrettin Masum Budak’ın kitap boyunca çok önemli tespitleri, çok önemli eleştirileri var. Ancak Şia ve mezhepçilik konusunu her eleştiri ve tespitinin arkasına eklemesi dolaysıyla bu eleştiri ve tespitler farkında olmadığı mensubu olduğu Şia mezhebi savunması gölgesinde kalarak önemsizleşmektedir. Ayrıca kendisinin eleştirdiği Ehli-i Sünnet yolu mezheplerinden insanların burada savunmasız olmaları da cabası, onları da gelişmelerin nasıl cereyan ettiğini öğrenmek açısından olayların geçtiği zaman ve mekân bağlamında dinlemek gerekir. “Türk’ün İlk Başkenti Ötüken’den Son Başkenti Ankara Yolculuğunda, Seymenimiz ve Başkanımız Hüseyin Kocabaş” (s.199) anlatmaya çalıştığı Hüseyin Kocabaş yazısında yine mevzuyu Şia savunması ve Mezhepçilik suçlamasına bağlamıştır. “Muhlis diye bir Kürt arkadaşımız vardı. Ankara’da ikamet ediyordu. ÇOK CAHİLDİ. Tarikatçı idi. Tam bir Şii düşmanı idi. Ağzımız açıp konuşamıyorduk. Ne konuşsak propaganda olarak nitelendiriliyordu. Ona uyanlar da cabası … (…) Bunları mezhepleriyle baş başa bıraktım. İçimizde Ebu Suud kafası taşıyan bazı ülkücülerden biz nereye kadar yol yürüyecektik? Muammaydı. İşin ilginç tarafı Türkçülerimiz bile mezhepçilik hastalığına yakalanmıştı Mezhepleri din diye görenler az değildi. Böylelerin Sünniliği de batsın Şiiliği de …” görüldüğü gibi ifadeler sanki her iki tarafa “Böylelerin Sünniliği de batsın Şiiliği de …” söylenmiş gibi bitirilse de Muhli dediği ülkücünün “Kürt”lüğü ve “cahil”liği ağrı olmuştur. Ayrıca bulunduğu ortamda Sünni denilen dört mezhep mensupları ve suçladığı dini grup mensupları da en az onun kadar mezheplerini ve dinlerini bildiklerine inanıyorlardır ki zaten din herkesin aklı erdiği kadardır. Allah kimseye bilgisinin erişmediğinden sorumlu tutmamış ve aklının ereceğinden fazlasını yüklememiştir. Şia mezhebinden olması dolayısıyla aşırı bir hassasiyetle konuyu gündemde tutmakta ve diğer haklı eleştirilerini gölgede bırakmaktadır.

Fahrettin Masum Budak “Başını Metin İlhan’ın çektiği bir grup Başbuğ Alparslan Türkeş’e başkaldırır. Onun liderliğini tanımak istemezler. Başbuğu tekfir ederler. Müslüman olmadığını ve laikliğin savunucusu olduğunu ve ülkücülerin önderi olamayacağını ileri sürerler. Sadece Malatya’da değil, birçok cezaevinde ülkücüler şeriatı savunduklarını beyanla, Türk milliyetçiliğinin tağutla eşdeğer olduğunu açıklarlar.” (s.218-219) ifadeleriyle geçmişinde mutedil bir hayat yaşamayan insanların yani bir bilgi edindiklerinde bazen radikalleştiklerinin örneğini gözler önüne sermektedir. Başkalarını ve özellikle de dini yaşantısını siyasi reklam aracı olarak kullanmayan Alparslan Türkeş’i ladini olmakla suçlayanlar cezaevinin her şeyi kısıtlayan bu psikolojik ortamından her şeye ulaşmanın kolaylaştığı sivil hayata geçince seküler bir hayata tez adapte olmuşlardır. “Amerika ve Özal ne yapıp edip Başbuğ Alparslan Türkeş’ten kurtulmak istiyorlardı. Özal’ın kapısında zincirlenmek istenen ve Anavatan Partisi’nden milletvekili olmak gayesi güden ülkücümsü bir sürü insan Türkeş’e saldırı halindeydi. Kimi yaşını ileri sürüyordu, kimi milleti birbirine kırdırdı diyordu, kimi de dinsiz ve imansız deyip işin içinden çıkmak istiyordu. Bu hizipçiler ve klikçilerin birkaç tane başı vardı. Namık Kemal Zeybek bakan olmak istiyordu. İçeride [Başbuğ Türkeş’i suçlayıcı tavrı] vurduğu gibi dışarıda da vurmaya çalışıyordu. Gayesi Özal’ın ve işbirlikçilerin gözüne girmekti. Muhsin [Yazıcıoğlu] başkan ise hareketin başına geçip Nizamı Âlem bayrağını kaldırmak ve İlayı Kelimutullah’a ulaşmak istiyordu. Dolayısıyla Başbuğu etrafıyla birlikte ladini olarak lanse ediyordu. Kimi de Özal gibi Türkeş’i saf dışı bırakmak adına her türlü dalavereyi çevirmekten geri kalmıyordu.” (s.219) ifadeleriyle bizden sandığımız bazı basiretsiz milliyetçi ve ülkücülerin de içinde olduğu Alparslan Türkeş düşmanları topyekûn milliyetçilere ve ülkücülere saldırdığını ortaya koyuyor ve tarihe not düşüyor Fahrettin Masum Budak.

Kahramanmaraş’ın Göksun ilçesinin Taşoluk köyünden Kemal Koyuncu 1950 yılında doğmuştur (s.214). Kahramanmaraş’ta Kemal Koyuncu’nun evinin bahçesinde hastalığından dolayı geçmiş olsun demek ve moral vermek için Erdem Karakoç’un organize ettiği bir organizasyonda toplanan vefalı yüzeli ülkücü arkadaşına karşı “Hayatımın 75. Yaşını yaşıyorum. Yunus Meral dava arkadaşımdır. Davaya girdiğim günden beri kesintisiz yaptığım yolculuk benim için en büyük konfordur. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi döneminden beri bu davanın içindeyim Ahmet Tahtakılıç’tan devralan Alparslan Türkeş’i lider olarak tanıdık. O devirde 15 yaşında Mersin Öğretmen Okulu’nda bir öğrenciydim. Başbuğun Genç Ülkücüler Teşkilatı’ndan gelmeyim.” (s.225) şeklinde yaptığı konuşmasında Kemal Koyuncu önemli bir düstura vurgu yapmaktadır. 15 yaşından 75 yasına kadar geçen 60 seneyi hiç ayrılmadan hem de kurulu düzenini, çocuklarının geleceğini feda ederek on dört yılı cezaevinde olmak üzere Ülkücü hareketin içinde geçirdiğini söyleyerek aslında önemli olanın ömrü bitiriş şeklinin olduğunu ifade etmeye çalışmaktadır. Başlamak önemlidir ancak ayrılınca bir manası kalmaz, ömrü nasıl noktalarsan öyle anılırsın. Müslüman olmak kadar ömrü Müslümanca tamamlamanın önemli olması gibi. Kemal Koyuncu lider sadakat göstermede ve Ülkücü olarak ömrünü tamamlamada imtihanı başarmıştır.

Ülkücüler rahat bir hayat sürmek yerine en küçük fedakârlık saydıkları Ülkücü bir mücadeleyi etmeyi tercih etmelerinden bu mücadele uğrunda canlarını ortaya koymaya, bu uğruda seve seve can vermeye kadar her türlü fedakârlığı yapmışlardır. Bu fedakârlıklardan hiç dillendirilmemiş biri de Lütfi Saygılı’nın yapmış olduğu fedakârlıktır ki bunu Fahrettin Masum Budak’ın anlatımıyla siz okuyuculara aktaralım. “Duru Reis [Lütfü Saygılı]; şedit bir arkadaşımızdı. Sertlik yanlısıydı. Komünizmin ve komünistlerin yurdumuzdan bir şekilde sökülüp atılmasından yanaydı. Taviz nedir bilmezdi. Şehit edilen her bir arkadaşı için kellesini ortaya koyan ve ölümlerden ölüm beğenen bir ülkücüydü. Ankara’da ülkücü hareketin önde gelenleriyle çalışmıştı. Kimi zaman joker görevi bile yaptığı olmuştu. Nerde zayıf ve gerileme gösteren kaleler varsa Duru Bey derhal oraya görevlendirilmiştir. (…) Dönemin başkanı bir gün Lütfü’yü çağırır. ‘Eğitim Enstitüsü’nü bırak, Yıldız Teknik Üniversitesi’ne koş, orası mutlaka bizim olmalı’ der. Lütfü orada öğrenci olmadığını ve eğitimi bitirmek üzere olduğunu söyler. Ocak başkanı, ‘Sen git ben halledeceğim, senin yerine bir öğrenciyi sınava sokup kazandıracağım. Orayı ancak sizler fethedebilirsiniz’ diyerek taltifte bulunur. Lütfü Reis (Eğitim Fakültesini/Enstitüsünün) bitirmiş sayılırdı. Son senesiydi. Öğretmen olacaktı. Fakat emir yüksek yerden gelmişti. Bu emri yerine getirmezse olmazdı. ‘Emrin başım üstüne’ deyip yanından ayrılır. Geçekten de seneye Yıldız hazırdır. Sınava girmiş ve kazanmıştır. Ve öğrenci olmuştur. İki yıl Yıldız’da komünistlerin peşine düşer” (s.253) Eğitim hayatını ve geleceğini de ülkü harekete feda eder. Tam burayı okurken inanmış adamların neler yapabileceği aklıma geldi ve bedenlerine yapılan işkenceyi bile hissetmeyeceklerini düşündüm.

1984’ten bu güne kadar okuduğum dergi ve kitaplarda yazan ülkücü haber ve hatıralardan onlarca çeşit işkence okudum. Ancak Fahrettin Masum Budak’ın Sinop Boyabat’lı Mehmet Fevzi Erdoğan’ı anlattığı “Karadeniz’in Hırçın Dalgalarından Bir Türk Leventi: Mehmet Fevzi Erdoğan” (s.254) başlıklı yazıda “Askerler gecenin yarısında tekmenin alına alıp yer misin yemez misin diye döverler. Bununla da kalmazlar, ayaklarını ve ellerini bağlayıp tepe aşağı tuvaletin geniş ağzından baş aşağı lağımın içine sokarlar. Başı ve ardından gözleri ve daha sonra da ağzı tuvalet pisliği ile dolar. Mehmet, gecenin derin ıssızlığında avazı çıktığı kadar bağırır. İmdadına kimse gelmez.” (s.259) şeklinde aktardığı işkence ilk defa yazılan bir işkence türüdür. İşkenceciler insanlık onurunu hiçe sayarak insan pisliğine ağzına b**k dolacak kadar kafasını sokmaları tiksindirici olduğu kadar nefessizlikten dolayı boğulma tehlikesi de içermektedir. Aslında Mehmet Fevzi Erdoğan’ın gördüğü işkenceler sadece bu değildir. Avrupa İnsan Hakları Komisyonunda cezaevini denetlemeye gelen heyetin başkanına cezaevinde işkence yapıldığını söylediği için “Mehmet, o derece işkence görürü ki neredeyse [henüz on yedi yaşında olan]çocuğun boynunu ve ayaklarını kıracak duruma getirirler. Bundan dolayı günlerce yürüyemez ve elleriyle yemek yiyemez hale gelir. Bıyıklarını yolarlar. Kaşlarını ve saçlarını cımbızla çekerler! Kulaklarını o denli burup yukarı kaldırırlar ki, Mehmet’in lakabı içeride bir süre kepçe kulak olarak kalır.” (s.260) gördüğü işkenceler de yukarıda anlatılan işkence gibi bizin duyduğumuz ilk olan işkence türlerinden biridir.

Fahrettin Masum Budak bu kitabını kullandığı Iğdır ağzı ve Karapapak ağzından onlarca kelimeyle zenginleştirmiş ve bu kelimelerin genel edebiyat alanında kayıt altına alınmasını ve bilinmesini, kullanılmasını sağlamıştır. Daha önce verdiğimiz örneklere ek olarak Metel kalmak=Çok Şaşırmak, şok olmak, şaşa kalmak, hayrette kalmak kelimesini ve hodak=Yarım Küre biçimindeki küçük çörek, Sığır çobanı, Çam Kozalağı, Erkek hizmetçi, çiftçi yamağı gibi manalara gelen hodak kelimesini de bir misal olsun diye vermek istedim (s.266).

Mehmet Onur Miman (s.278) Selçuk Duracık, Halil Esendağ,Ahmet Kerse ile idam dosyaları Adalet Komisyonuna sevk edilen dört ülkücüden birdir (s.278). Üçünün idamları onaylandıktan sonra asılmışlar Mehmet Onur Miman’ın dosyası ise 8 red, 7 kabul, 2 çekimser oyla reddedilmiştir. Yargılaması devam edecektir. Daha sonra yazdığı yazılarda “Benim liderim Başbuğ Alparslan Türkeş’tir. Ülkücülük MHP’de olur.” (s.279) diyerek birlikten dirlikten yana tavır almıştır. Hatta “Bizim kendimize yaptığımızı, el yapmaz! Parti değiştiren ülkücülere şaşıyor ve hayret ediyorum. Gitmeyen bazı arkadaşlarımız da farklı adlarla gruplar kurmaya başladı. Yusufiyeliler, Taş Medreseliler, Ötükenciler ve Ahde Vefacılar falan filan…” (s.279) ifadeleriyle yaşanılanları eleştirerek parti içi gruplaşmalara bile sıcak bakmadığını, en büyük en doğru grubun Ülkücülük olduğunu dile getirmiştir.

Adana davasından Mamakta yatan Kamil Dikmen 35 yaşında Mamakta yatanlar arasında yaşça epey büyük ülkücülerdendir. Kendisini ibadete vermiştir. Bir gün istiareye yatar. Ancak rüyasında Hz. Muhammedi değil de ülkücü Muhammed Doğan’ı görür. Ertesi gün koğuşta sohbet ederken herkesin duyacağı şekilde “Muhammed” diye seslenir. Ve devam eder “Bu gece abdest alıp istihareye yattım. Belki Peygamberimizi görürüm” diye. “Ama Peygamberimiz yerine seni rüyamda gördüm.” deyince bu olayı can kulağıyla dinleyen koğuş arkadaşları kahkahayı basar. Bafra davasından Mamakta yatan hemşehrim ve uzaktan hısımım olan Baha Sertkaya günün esprisini yapmadan duramaz. “Kamil abi senin Müslümanlığın Hz. Muhammed değil de, ancak bu ülkücü Muhammed Doğan’ı görmeye yetiyor.” demesiyle herkes gülmekten yerlere yatar. O günden sonra da herkes birbirine “Senin Müslümanlığın kimi göremeye yetiyor” diye sormaya başlar (s.312).

Yıllardır bulunduğum her ortamda mevzu oldukça söylediğim bir husus vardı. “Muhsin Yazıcıoğlu MHP’den ayrılmasaydı Başbuğ Alparslan Türkeş’ten sonra MHP Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olurdu. MHP ve Ülkücüler de daha erken iktidar olma fırsatını yakalarlardı. İstifa etmekle MHP’ye yönelen teveccühün önünü kesmiş, gücünü azalttığı gibi oluşacak sinerjiyi engellemiş ve bu suretle MHP’nin iktidarını geciktirmiş hatta engel olmuştur.” Fahrettin Masum Budak’ın anlattığı benim hiç tanımadığım bilmediğim Muhammet Doğan’ın da benimle aydı düşüncede olduğunu okuyunca doğru düşündüğümü anladım Muhammet Doğan “O bazı arkadaşları gibi yapmadı. Taş yerinde ağırdır deyip Milliyetçi Hareket Partisini terk etmedi. Hatta gidenleri kınadı. Partiyi zayıf düşürüyorsunuz demeyi unutmadı. Hatta bir gün Ankara Otagar’ında Merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile karşılaşır. Ayaküstü yaptığı sohbette ‘Keşke ayrılıp bir başka parti kurmasaydınız, sizin ayrılıp gitmeniz herklesin ayrılıp gitmesine meşruiyet kazandıracaktır. Ve bu açtığınız çığır bizlerin iktidara gelmesini çok geciktirecektir.’ Demiştir. Muhammed’in sezgisi ve öngörüsü güçlüdür. Uzağı görmede ve geleceği tahmin etmede maharetlidir.” (s.319) Muhammet Doğan ile aramızdaki görüş farklılığı O, Başbuğ Alparslan Türkeş’in iktidarını öngörmüş ben ise Başbuğ Alparslan Türkeş sonrasını tahmin etmiştim. Bu satırlarda yazılanlara katılmamak mümkün değildir. Siyaset bir öngörü ve basiret işidir.

Enteresan cezaevi hatıralarından üçünü de Fahrettin Masum Budak Osman Gündüz’ü anlattığı “Kayseri’nin Has Evladı. Osman Gündüz” (s.397) başlıklı yazıda anlatmaktadır. Bunlardan birincisi Osman Gündüz Diyarbakır Cezaevinde yatarken bir bayram günü açık görüş vardır. Açık görüşe babası, anası, eşi ve çocukları gelir. İçeri girerken gardiyanlar veya jandarma içeri girenlerin isimlerini yazar. Ancak Osman Gündüz’ün küçük oğlu aradan sıyrılır ve içeri ismini yazdırmadan girer. Görüş bitince de tutturur ben babamla kalacağım diye. Ertesi gün de açık görüş olduğu için aile kabul eder. O gece koğuşta babasının arkadaşlarına maskotluk yapar, eğlendirir. Geç zaman babasının koynunda uyur. Osman Gündüz, gece kalkar kalkar oğlunu sever. Ertesi gün de ziyaretçiler arasına karışıp gider. Girerken ismi yazılmadığı için çıkarken ismi okunmaz ancak küçük çocuk kalabalık arsından dışarı çıkar (s.405).

İdam ile yargılanan Selahattin Ayyıldızı bu idam cezasından kurtarmak için mahkûm arkadaşları bir karar alır ve aralarından yaşı küçük olan iki kişi Selahattin Ayyıldızın suçlarını üstlenir ve Selahatin Ayyıldız idamdan kurtulur. “Aralarında yaşları küçük iki ülkücü vardır. Durumu yaşları küçük olan Mehmet Gürel ile Burhan Uluca adlı arkadaşlarına anlatırlar. Başkan ‘Gençler, eğer suçu ikiniz üstlenirseniz Selahattin Ayyıldız’ı idamdan kurtaracağız. Şayet üstlenmezseniz arkadaşımızı asacaklar. Bunun kesin olduğunu bilin. Şahitler var, deliller var. Bütün deliller bu arkadaşımızın aleyhinedir. Şimdi ne diyorsunuz, bunun yaptığı suçları siz üzerinize alıp olayları biz yaptık diyecek misiniz yoksa demeyecek misiniz?” sorar. Mehmet Gürel ve Burhan Uluca “Biz seve seve kabul ederiz. Yeter ki arkadaşınız idamdan kurtulsun!” derler (s.407).Bu vefa ancak Ülkücü olan dava adamlarının göstereceği bir vefadır. Ve ülkücülerin yüklenebileceği bir yüktür.

Osman Gündüz’ün yanında yatan Mehmet Memici Çetinkurt idamla yargılanır. Kendisiyle aynı cezaevinde yatan mücrimlerinin davaları bitmiş mahkemeler cezalarını kesmiştir. Mehmet Memici Çetinkurt arkadaşlarına eğer itirafçı olursa tahliye olacağını ve o zaman 1990 yılında Elçibey Azerbaycan’da Ermenilere karşı mücadele vermektedir. Mehmet Memici Çetinkurt eğer tahliye olursa Azerbaycan’a gidip Elçibey’in yanında savaşacağına söz verir. Hukukçulara danışılmış ve hukukçular cezası kesinleşenlerin yeni durumda etkilenmeyeceğini söylemişlerdir. Bundan sonra hiçbir etkisi olmayacaktır. Arkadaşları da kabul ederler ve Mehmet Memici Çetinkurt itirafçı olur. Mahkeme de tahliyesine karar verir. Tahliyeden sonra 3 gün ailesinin yanında kalan Mehmet Memici Çetinkurt Azerbaycana geçer ve Elçibey’in korumaları arsında yer alır. Ermenilere karşı savaşır. Savaşta Seksen Ermeni’yi öldürerek Elçibey’e nişanelerini sunar. Elçibey kendisini Yüzbaşı rütbesine atar. Nihayet Türkiye’ye gelen arkadaşlarına cezaevinde yatan arkadaşlarına selam gönderiri ve söz verdiği gibi Azerbaycan’da Elçibey’in yanında Ermenilere karşı savaştığını iletmelerini ister (s.408). Ülkücüler varsa yoksa vatan diyen bir cepheden bir cepheye koşan vatan sevdalısı, bütün Türk yurdunun delileridir.

Yunus Meral’i anlatmaya gerek yok, onu Cezaevlerinde birlikte kaldıkları arkadaşları ve Fahrettin Masum Budak anlatıyor. Ama bu anlatılanlardan bir tanesini bura almadan edemeyeceğim. Yunus Meral Karakola düşmüştür. Uzun süre kaldığı nezarette acıkınca ziyarete gelenleri vasıtasıyla dışarıdan yemek söyler. Ancak karşı nezarette kimsesi olmayan bir devrimci genç de bulunmaktadır. Yunus Meral kendisine söylediği yemeğin aynısından ona da söyler. Genç gelen yemeği yer. Kısa süre sonra da salıverilir. Ancak gün gelir Yunus Meral Tutuklanır ve Kartal-Maltepe cezaevine konulur. Aynı koğuşta nezaret hanedeki genci görür ve bu ne hal diye sorara. Genç “Başkanım, der devrimci genç, ben, senin nezarethanedeki o âlicenap davranışından dolayı ülkücü oldum. İçeriye de devrimcilere karşı savaştığım için düştüm. Yeni anlayacağın artık sensin yolun benim yolumdur.” (s.512) der. Yani Ülkücülük hal’dir. Yaşanılan anlatılandan daha etkindir.

Fahrettin Masum Budak “Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler” adlı kitabında sadece hatıraları anlatmak, isimleri unutulacak bazı arkadaşlarını yazarak ölümsüzleştirmekle kalmamış, aralarda yaptığı yorum ve analizlerle o dehşetli cezaevi günlerinin içerden bir tarafından, daha doğrusu ülkücüler nasıl anlaşıldığını izaha çalışmıştır. Bu izahlarla gelecekte o günleri araştıracak olanlar tarafından daha iyi anlaşılmasına sosyolojik bakışlar yöneltmiştir.

Fahrettin Masum Budak kendisinin yaşadıkları ve hayatını yazdığı kişilerden aldığı anılar yanında bu kişilerin arkadaşlardan da alınan kendisiyle ilgili hatıralar ile oluşturduğu “Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler” adlı kitapla Türk edebiyatında mevcut olan “Hatırat” türüne yeni bir çeşit daha eklemiştir. “Derleme Hatırat” diyebileceğimiz bu hatırat ile çoğu Ülküdaşımızın tarihin tozlu sayfalarında kaybolup gitmesini önlemiş ve Ülkücü camianın hafızasına kazıyarak gelecek nesillere aktarmıştır.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

Ziyaret -> Toplam : 152,90 M - Bugn : 356948

ulkucudunya@ulkucudunya.com