Kimsenin okumadığını bile bile neden yazar insan? Her şeyden öte yazmak, insanın kendisiyle konuşması, dertleşmesidir aslında. Benimki biraz öyle. Sadece demircilik üzerine yazı yazmak niyetiyle başlamıştım, ama tarih, siyaset ve güncel dertler derken, demir ve zanaat konusu sadece başlangıçta kaldı. Bazen insan kendini tutamaz. Fuzûlî’nin dediği gibi, “Konuşsam tesiri yok, sussam gönül razı değil.”
Neyse, şimdi bir süre kulaklarımızı olan bitene tıkayalım, ocağın başına dönelim, körüğe asılalım, ateşin çıtırtısını, çekicin, örsün sesini dinleyelim. Biraz demircilikten bahsedelim. Zira demir, sıradan bir maden değil; kültürün, zanaatın, sanatın ve medeniyetin temelidir. Bir milletin ruhunu, inancını ve gücünü sembolize eden bir element varsa, Türkler için bu şüphesiz demirdir.
Türk medeniyetinin var olduğu coğrafya ve yaşam tarzı, demircilik sanatının felsefesini belirleyen en esaslı etken olmuştur. Bozkır kültürü, yerleşik tarımın yetersiz kaldığı bir ortamda, zorunlu olarak hayvancılığa dayalı bir ekonomi ve buna bağlı olarak konargöçer bir hayat tarzı yaratmıştır. Tarihçilerin altını çizdiği gibi, Bozkırın çelikten medeniyetini ayakta tutan temel, At, Koyun ve Demir olmak üzere üç sacayağı üzerine kurulmuştur. Bu üçlünün hayatta kalma ve büyük bir coğrafyaya hükmetme gücünü sağlayan yegâne unsur, her zaman Demir olmuştur.
Demirin keşfi, Bozkır kültürünün yükselişinde, tahta ve toprağın dayanıksızlığına karşı demirin ebedî dayanıklılığını kanıtlayarak adeta bir sıçrama görevi görmüştür. At arabalarının aksamları, günlük hayatta kullanılan büyük yemek kazanları ve en önemlisi, ulusun kaderini belirleyen savaş aletleri (balta, mızrak ucu, kılıç, hançer), demirin günlük hayatın ve ulusal güvenliğin merkezine nasıl yerleştiğini göstermiştir. Bu durum, demire verilen değeri, sadece ekonomik bir meta değil, bizzat bir töre unsuru hâline getirmiştir.
İlk demircilik fırınları, taş ve çamurdan yapılmış, demirin cevherden eritilmesi zorlu bir süreçle başlamıştır. Balyoz, örs ve özellikle manda derisinden yapılmış körük gibi ilkel araçlarla, o döneme göre büyük bir ustalık gerektiren işler başarılmıştır. İnsanoğlunun madenle ilk buluşması yumuşak olan bakırla olmuş, sonrasında bakıra kalay katılarak sert ve kullanışlı tunç (Bronz) elde edilmiştir. Ancak Tunç Çağı, kalayın her coğrafyada bulunmamasının getirdiği zorluklarla sınırlı kalmıştır. İşte bu noktada, doğada çok daha yaygın ve bol miktarda bulunan demir, tuncun yerini almış, eritilmesi ve işlenmesi zor olsa da, sağladığı üstün dayanıklılık ve erişilebilirlik onu medeniyetlerin en değerli metali yapmıştır. Demirin, karbonla ustaca birleştirilerek çeliğe alaşım hâline getirilmesi ise, yalnızca bir metalurji bilgisi değil, aynı zamanda askeri bir sır olmuş, tarih sahnesinde ulusların kaderini tayin etmiştir.
Türklerin atalarına ev sahipliği yapan Orta Asya coğrafyasında, demir bir maden olmaktan çıkıp milletin kaderini belirleyen bir güç hâline gelmiştir. Bu süreç, Altayların kuzeyinde başlayan ve zamanla bozkırın bütün damarlarına yayılan uzun bir yolculuğun ürünüdür. Bu yolculuğun ilk izleri, MÖ 2. binyılın sonlarından itibaren Altay havzasında ortaya çıkar. Bu dönemde bozkır insanı, ateşle demiri birbirine dost ederek, savaşta ve gündelik hayatta ihtiyaç duyduğu aletleri yavaş yavaş demirden dövmeye başlar. İlk bıçaklar, ilk ok uçları ve ilk çekiç sesleri, daha sonra Türk kimliğinin ayrılmaz bir parçası olacak çelik medeniyetin temellerini atar. Bozkırın erken demir işçiliği, zamanla gelişip derinleşir ve MÖ 1. binyılın ortalarından itibaren büyük bir sıçrama yaşar. Bu sıçrama, Türk kültür kompleksine evrilecek toplulukların çelikle kurduğu daha bilinçli ve teknik ilişkiye işaret eder. Nihayet Hun Türkleri sahneye çıktığında demir, bir maden olmaktan çıkar; bir imparatorluk gücüne dönüşür. Çin kaynaklarında övgüyle bahsedilen Hun savaş teknolojisinin ardında, demire üstün bir maharetle hükmeden ustaların emeği vardır. Hunların hafif ama son derece dayanıklı kılıçları, delici ok uçları, mızrakları ve zırh aksamları; bozkır savaşçısını, dönemin bilinen bütün ordularından daha hızlı, daha atik ve daha ölümcül kılmıştır. Demir, Hunlar döneminde artık sadece bir araç değil; imparatorluğun yürüyüş temposunu belirleyen, atın hızına güç, savaşçının bileğine kudret veren çelikten bir sırdır.
Türk demirciliğinin kaderi, asıl ihtişamını Göktürkler döneminde bulur. Göktürkleri kuran Aşina soyunun bizzat demirci kökenli olması, yalnızca bir meslek bilgisi değil, devletin meşruiyetinin ve milletin kutsal bağının temelidir. Kağanlığın demirle kurduğu bu manevi ilişki, Ergenekon Destanı’nda en berrak hâliyle karşımıza çıkar. Göktürklerin yeniden doğuşu, bir demir dağı eriterek özgürlüğe kavuşması anlatılır; bu, demircinin yalnızca bir zanaatkâr değil, bir milletin kurtarıcısı ve kurucusunun olduğunun ifadesidir. Göktürk demircileri, ustalıkları sayesinde yalnız bozkırda değil, Çin saraylarında dahi aranan, demir madenini işleme becerileriyle ün salan bir topluluk hâline gelir. Bu dönem, Türk demirinin hem teknik hem de kültürel anlamda en yüksek mertebeye ulaştığı çağdır. Göktürklerden sonra bozkırda yaşayan bütün Türk boylarında demir, savaş düzeninin ve toplumsal örgünün omurgasını meydana getirir.
Mitolojik kökenleri böylesine güçlü olan bu kadim zanaat, tarih sahnesinde Türk’ün kaderini bizzat çizmiştir. İskit (Saka) Türkleri ve onların mirasçısı olan Hun Türkleri tarafından kullanılan Akınak (Akıncı) kılıçları, sertliği ve esnekliği bir arada barındıran ileri metalurjik tekniklerle dönemin en ileri silah teknolojisini temsil eder. Bu zanaatın askeri alandaki en büyük sıçraması, İstanbul’un Fethi sırasında yaşanmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in, Şahi topu vizyonu, Türk iradesiyle zirveye ulaşmıştır. Urban’ın topu döktüğü ancak bazı tereddütler yaşadığı anda, Fatih Sultan Mehmed’in o meşhur, tarihe demir bir mühür vuran sözü yankılanmıştır: “Sen topu dök, gerisini biz yaparız!” Bu söz, sadece bir emir değil, aynı zamanda Türk milletinin kendi iradesiyle kaderini tayin etme azminin bir ifadesidir. Fatih’in, topun balistik hesaplamalarını yaparak bizzat çizdiği ve Edirne’de, Türk top döküm ustaları Saruca Sekban ile Mimar Müslihiddin’in önderliğinde yalnızca üç ay gibi kısa bir sürede dökülen bu devasa Şahi topları, zamanının en kudretli savaş silahları olmuştur. Ergenekon’da eritilen demir dağın ateşi, bu kez İstanbul surlarını yerle bir ederek, bir çağı kapatıp yeni bir çağı açmıştır.
Askerî alandan estetik alana geçtiğimizde ise, Anadolu’ya yerleşen Selçuklular ve ardından Osmanlılar, bu toprakların Hititlerden gelen köklü maden sanatı mirasını kendi estetik anlayışlarıyla birleştirerek demirciliği sanatsal ve mimari alanda zirveye taşımıştır. Demirciliğin en zarif ve incelikli dallarından biri olan bıçakçılık, pala, hançer, gaddare ve saldırma gibi adlarla Anadolu’da yaygınlık kazanmıştır. Altın ve gümüş işlemeciliğinin yapıldığı kuyumculuk sanatı da demirciliğin yakın bir koludur; özellikle ince altın veya gümüşün üç boyutlu nesneler oluşturacak biçimde işlendiği Telkari tekniği ve metal yüzey üzerine derin olmayan oyuklar açılıp içine siyah renkli bir eriyik doldurularak yapılan Savat bezeme tekniği, Türk maden sanatının estetik ve teknik zirvelerini oluşturur. Demir, mimarinin ihtiyaç duyduğu estetik ve sağlam formları oluşturmaya en elverişli malzemedir. Demirden yapılan kapı tokmakları ve halkaların üretiminde dövme demir, tunç ve pirinç kullanılmıştır; Anadolu’da 12 farklı tip halka ve tokmak formunun tespit edilmesi, bu alandaki sanatsal zenginliği gösterir. Osmanlı mimarisinde demirciliğin kullanımı, özellikle 18. yüzyıl ile birlikte büyük bir değişim geçirmiş, Batı etkisinin artmasıyla cephe süslemesi önem kazanmıştır. Kafes ve şebeke olarak adlandırılan (dövme ve dökme demir) parmaklıklar; balkon, merdiven, pencere ve kapılarda hem güvenlik hem de bütünü tamamlayan dekoratif bir unsur olarak kullanılmıştır. Türk demirciliği, Batı’daki ekollerle karşılaştırıldığında, kendi özgün çizgisini korumuş, süslemeden önce kutsiyet ve dayanıklılığı esas almıştır.
Ergenekon’da dağları eriten demirci iradesi, yüzlerce yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vizyonunda yeniden ete kemiğe bürünmüştür. Atatürk, demiri, yeni Türkiye’nin kalkınmasında, bir ulusal kalkınma ve bağımsızlık aracı olarak benimsemiş, bu vizyonun en somut adımı, ulusal sermaye ile kurulan Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları'nın (Kardemir) temellerinin 1937 yılında atılması olmuştur. Bu fabrikalar, demirin sadece kılıç olarak değil, aynı zamanda köprü, makine ve demiryolu rayı olarak da ülkenin geleceğini şekillendireceğinin çelikten bir kanıtı olmuş, bu büyük sanayi hamlesi, Türk'ün demirle olan güçlü bağının modern dünyadaki en görkemli yansımasıdır.
Kardemir ile atılan bu milli sanayileşme tohumları, ilerleyen yıllarda kurulan diğer demir-çelik tesisleri (Erdemir, İskenderun Demir ve Çelik vb.) ile büyümüş ve Türkiye'yi günümüzde dünyanın önde gelen çelik üreticilerinden biri haline getirmiştir. Ancak demir-çelik sektörünün asıl kritik dönüşümü, son dönemde yaşanan Milli Teknoloji Hamlesi ile gerçekleşmiştir. Bu hamle, temel metalurji bilgisini alarak, tıpkı Göktürklerin kılıç ve zırh bilgisini bir sır gibi saklaması gibi, en stratejik alana; savunma sanayiine taşımıştır. Artık mesele sadece demir üretmek değil; darbelere, basınca ve yüksek sıcaklığa karşı eşsiz direnç gösterecek, nano teknoloji ile zenginleştirilmiş özel alaşımlar üretmektir. HİSAR hava savunma sistemleri, Fırtına obüsleri ve Altay tankının gövde ve namluları gibi stratejik ürünlerin üretimi, binlerce yıllık demircilik ve çelik alaşım bilgisinin modern teknolojiyle sentezinin ürünüdür. Türk mühendis ve metalurjistleri, bu alaşımları yerli imkanlarla geliştirerek dışa bağımlılığı ciddi ölçüde azaltmıştır. Fatih’in Şahi topu vizyonu, bugün İHA/SİHA'ların hafif ve dayanıklı gövde malzemelerinde ve milli gemilerin yüksek mukavemetli çelik donanımlarında yaşamaktadır. Türkiye’nin savunma sanayii ürünlerini onlarca ülkeye ihraç ederek küresel bir oyuncu haline gelmesinin temeli, ürünlerin sahip olduğu hafif, dayanıklı ve yüksek performanslı çelik ve metalurjik çözümlerdir. Bu, Ergenekon’da dağları eriten iradenin, günümüzde uluslararası pazarda Türkiye'nin gücünü temsil eden çelikten bir mühür vurduğunu göstermektedir.
Ancak, bu büyük sanayi ve teknoloji atılımlarının gölgesinde, zanaatın kalbi olan geleneksel demircilik günümüzde modern çağın sınavıyla karşı karşıyadır. Sanayi Devrimi’nin getirdiği seri üretim ve ucuz mallar, 19. yüzyılın ortalarından itibaren el işçiliğinin yerini almış ve demircilik gibi geleneksel sanatların hızla gerilemesine yol açmıştır. El emeği, göz nuru dökülerek üretilen bir el sanatı eseri, makine ürünü bir metaya fiyat olarak yenik düşmektedir. Bu durum, ustaların ekonomik getirilerini düşürmüş ve mesleğin cazibesini yok etmektedir. Belki de en büyük kültürel yara, usta-çırak zincirinin kopmasıdır. Mesleğin ağır çalışma koşulları, düşük gelir vaadi ve modern yaşamın getirdiği beklentiler, gençlerin demirciliğe ilgi duymasını engellemektedir. Usta-çırak ilişkisi, sadece teknik beceriyi değil; aynı zamanda töresel bilginin, esnaf ahlakının ve mesleğin kültürel kodlarının aktarıldığı yegâne yoldur. Bu zincirin kopması, binlerce yıllık bir bilginin, bir medeniyetin çelikten ruhunun, bir nesilde yok olması anlamına gelmektedir. Birçok usta, mesleğini kendisinden sonra devam ettirecek birini bulamadan, bir gün ocağını söndürmek zorunda kalacaktır.
İşte tüm bu tarihi sorumluluk ve yıllarca geçimimi temin ettiğim mesleğime duyduğum derin vefa duygusu ile kurmuş olduğum Demir Ocağı Vakfı'ndan bahsetmeden geçemeyeceğim. Vakfın kuruluşu henüz çok yeni olmasına rağmen bu mücadelenin önemli kurumsal temsilcilerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Vakfın temel misyonu: geleneksel Türk demircilik sanatının korunması, araştırılması, belgelenmesi ve en önemlisi yaşatılmasıdır. Vakıf, demirciliği sadece geçmişe ait bir zanaat değil, aynı zamanda canlı, nefes alan bir kültürel miras olarak konumlandırmayı hedeflemektedir. Bu doğrultuda, usta-çırak geleneğini modern yöntemlerle birleştirerek atölye çalışmaları düzenlemekte, kopma tehlikesi ile karşı karşıya olan bağın yeniden kurulması çabasına öncülük etmektedir. Vakfın bünyesindeki ustalar, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından tescillenmiş Somut Olmayan Kültürel Miras Taşıyıcıları olarak, mesleklerine gösterdikleri yüksek teknik ustalık ve kültürel adanmışlık ile bir mesleği yaşatmanın ötesinde, bir ulusun kimliğini koruma görevini üstlenmişlerdir. Vakfın atölyesinden yükselen çekiç sesleri, bir direnişin senfonisi ve geleceğe dair bir umut türküsüdür. Bu mirasın geleceğe aktarılması, sadece vakfımızın omuzlarına yüklenemez; başta demir, çelik sektörü olmak üzere devletin, üniversitelerin ve her bir vatandaşın, bu kutsal zanaata sahip çıkmakla yükümlü olduğu unutulmamalıdır.
Demir, Türk kültürü için sadece bir metal değil, mitolojik kökenlerin, ulusal destanların ve ebedî devlet geleneğinin üzerine inşa edildiği kutsal bir platformdur. Ergenekon’da yakılan ateşten günümüze kadar uzanan bu eşsiz miras bizim sadece geçmişimiz değil, aynı zamanda kimliğimizin ve ebedî varlığımızın silinmez mührüdür ve onu yaşatmak, kendi özümüze sahip çıkmaktır.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.