ABD ziyaretinin ardından
Deniz Ülke Kaynak 01 Ocak 1970
Birleşmiş Milletler’in 80’inci zirvesi geçtiğimiz hafta New York’ta toplandı. Zirvenin iki önemli konusundan Ukrayna savaşı Putin’in zirveye katılmaması nedeniyle ikinci planda kaldı. İsrail’in Gazze saldırısı ise oldukça popülerdi. Filistin devlet başkanı Mahmut Abbas vize alamadığı için zirveye online olarak bağlanabilince, Filistin’in sözcülüğünü Netahyahu’nun konuşması sırasında genel kurulu terk eden devletler yaptı. Kürsüye çıkan birbirinden farklı görüş ve rejimi temsil eden siyasi liderler Gazze’deki soykırımı şiddetle kınayarak İsrail yönetimini BM tarihinde pek görülmemiş bir oydaşma ile yerin dibine soktular. Birbiri ardına gelen “Filistin devletini tanıma” haberleri ise zirve öncesinden itibaren gündemi belirledi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, beklendiği gibi en ağır konuşmalardan birini, elinde açlıktan can vermekte olan çocukların fotoğrafları ve somut örneklerle yaptı. “Gazze’de bir savaş alanı yok; bir tarafta ordu diğer tarafta masum siviller var” diyerek oradaki durumun eşit koşullarda yapılan bir askeri çarpışma olmadığına dikkat çekti. İsrail hükümetini ise soykırım kadrosu olarak tanımlayarak derhal yargılanmaları çağrısında bulundu. Avrupa hükümetleri, başta İspanya ve İrlanda olmak üzere kürsüden İsrail’i kınama yarışına girdiler ve yaptırım çağrısına katıldılar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir süredir “dünya beşten büyüktür” söylemi üzerinden gelişen BM’nin yapısına yönelik itirazı, giderek daha yaygın bir eleştiriye dönmeye başladı. Kuruma yönelik en sert tutum ise genel olarak tüm uluslararası kurum ve rejimlere olumsuz yaklaşan Donald Trump’tan geldi. Bozuk prompterden, yürüyen merdivene uzanan aksaklıklar zinciri canını gerçekten sıktı mı, yoksa işine mi geldi bilinmez ama BM’ye karşı esti gürledi. Kurum, bu aralar oldukça zorda. En azından hali hazırda İsrail tarafından “persona non grata” ilan edilmiş bir genel sekreteri var. Bu da tarihte az bulunur örnekler arasında giren bir durum. (Vaktiyle BM’nin ilk genel sekreteri Trygve Lie, Kore savaşındaki tutumu nedeniyle SSCB tarafından istenmeyen kişi ilan edilmişti).
New York’tan Türkiye’ye
Belki yaşadığımız çağın, belki de yaşadığımız ülkenin ürettiği bir garabet olsa gerek hiç kimse herhangi bir konunun derinliğine inme, gerçekte ne olduğunu sorgulama arayışında değil. Herkes kendi kutbunun mecburi aksesuarı olan at gözlüğü ile olana bitene bakıp, basit cümleler, jestler üzerinde fikir üretip duruyor. Türkiye kamuoyu da her zamanki gibi ikiye ayrılmış durumda. Beğenmesi gerekenler her şeyi çok beğendi, beğenmemesi gerekenlerse hiçbir şeyi beğenmedi. Şaşırtıcı bir durum yok yani.
Gözlükleri çıkartıp baktığımızda ise Türkiye’nin küresel sorun ve sıkışıklarda bir süredir anahtar rolü oynadığını ve bu nedenle de Erdoğan’ın uluslararası etkinliğinin hiç olmadığı kadar yüksek olduğunu görmek mümkün. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi temaların bir süredir rafa kalktığı ve otoriterliğin geçer akçe olduğu bu yeni dönemde, NATO’nun en güçlü 2. ordusuna sahip bir ülkenin özellikle Avrupa’daki etki alanının genişlemesi sürpriz değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, uluslararası sistemin en tecrübeli liderlerinden. Şimdilerde dış politikada eski günlerin popüleri “değerli yalnızlık” söyleminden çıkarak “kalabalıklara liderlik” rolüne soyunmuş durumda. Trump ile birlikte yaptıkları, Arap ülkeleri ve Endonezya’nın da dahil olduğu toplantıdaki konumu da oldukça netti. Kısaca, New York’ta yapılan Birleşmiş Milletler zirvesi istediğimiz çerçeve içerisinde gerçekleşti. Çok taraflı platformlarda iyiyiz; peki Washington’dan ne haber?
Washington’dan Türkiye’ye
Washington öncesi Erdoğan’ın Fox News’a verdiği röportajda Trump’ın savaşları bitiremediğini söylemesi ve ABD’nin terör listesindeki Hamas’ı bir direniş örgütü olarak tanımlaması ilk krizi çıkarttı. Ardından gelen ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun “görüşmek için yalvarıyorlar” ve Tom Barrack’ın “meşruiyet arıyorlar” ifadeleri ise her iki ülkedeki muhalif kesimlere iyi malzeme oluşturdu. Diğer yandan karşılıklı jestler yapıldı, Blair House’ta kalındı; kapılarda karşılandı; sandalyeler tutuldu; bu adamı çok seviyorum, çok güçlü bir adam denildi; dış politika kadromuzun zekâsı övüldü vs.
En önemli mesele aslında İsrail yönetimine verilen 'ayağını denk al' mesajıydı. Türkiye’nin bir NATO ülkesi olduğu ısrarla vurgulandı; F-16 savaş uçaklarının satışında yol alındı ve yapılan ticari anlaşmalarla da bir bakıma Türkiye’nin zaman zaman dalgalanmalar yaşansa da, krizli dönemlerde ABD için önemli bir müttefike dönüştüğü içeriye dışarıya gösterildi.
Çoklu platformdan ikili aşamaya geçiş kuşkusuz pazarlık ve uzlaşmazlıkları içinde barındıran bir içeriğe sahip. ABD ile Türkiye söz konusu olduğunda kolektif hafıza pek iç açıcı değil. Jacques Derrida, The Politics of Friendship isimli kitabında dostluğu mutlak uyuma dayandıran ve dostu “bir başka ben”(heteros autos) olarak tanımlayan Aristoteles’i eleştirir. Ona göre dostluk farklılığı içinde barındıran ve gelecek vaat etse de hep ertelenen bir bağdır. Bu yüzden dostluk, belirsiz ve asla tamamlanmayan bir süreçtir. İçinde kırılmalar, kızgınlıklar, uzlaşmazlıklar bulunur.
Bence biz ticaret savaşlarına, krizlere, ani öfkelere hazırlıklı olalım. Bu adam fazla dostça davranmaya başladı.
https://www.dunya.com/kose-yazisi/abd-ziyaretinin-ardindan/796048