Ölümün Utandığı An
Oğuz Çetinoğlu 01 Ocak 1970
Mustafa Karaca, ülkücü olmanın çilesini çekmiş, taş medreselerde eğitim görerek kemâlâtını artırmış bir vatan evlâdıdır. 13,5 X 21 santim ölçülerinde 128 sayfalık eseri ile hapishâne edebiyatını zenginleştiriyor.
Okuyucunun göz kapaklarına kederli bir sıcaklık, göz yuvalarına yakan ve ıstırap veren bir ıslaklık ve boğazda düğümlenen iç çekişlere dâvetiyeler çıkaran bir eser… İlk yarısından sonrası saadetlerle ve kısmen de hüzünlerle dolu bir roman havasında…
Temelinde İslâm bulunan kültürümüzün hasletlerine sâhip insanların dayanışması, sevgi-saygı dolu hayatı, ‘insanların en hayırlısı insanlığa hizmet edendir’ hadisine uygun işler yapmak için çırpınışların okuyucuyu sayfalara bağlayan hikâyeleri… Ülkücülerin vatan sevgisi, millet aşkı, hiç boşalmayan bir heyecan küpüdür.
Bu gençlik vatan için kurşunlanmayı, millet için hançerlenmeyi göze alacak şuuru kimden tevârüs etmiştir? Bu sorunun cevabı ancak ve ancak; ‘Asil ve necip Türk milletinin mayasından…’ cümlesi ile verilebilir.
Ölümün Utandığı An, candan aziz vatanımızda, dış desteklerle palazlandırılmaya çalışılan çarpık ideolojilerin sebebiyet verdiği iç kanamayı durdurmak için kendi kanlarını… sâdece kanlarını değil, canlarını fedâ edenlerin romanıdır…
Onlar için aynı yere bakıp aynı şeyleri görmek yeterli değildir. Bir bütünün parçaları olanlar, aynı yere bakarken aynı şeyleri düşünürler. İyi günde kötü günde birlikte olurlar. Sevinçleri paylaşıp çoğaltırlar, ıstırapları paylaşıp azaltırlar.
Mustafa Karaca, bu insanların dünyasını, 12 Eylül 1980 öncesindeki ve sonrasındaki olaylarla anlatıyor. Herkesin anlayabileceği bir dille…
İdam sehpasına yürümeye dakikalar kala; yanık ve içli bir sesle okunan Yâsin-i Şerifler… Duygulu ve dâvudî seslere, asırlık ve küf kokulu duvarlarda bulunan gözyaşı mesâbesindeki rutubetler de eşlik ediyorlar. Dâvâ arkadaşlarının yürekleri dağlanırken gelinliğini giymiş idam mahkûmu, sâkin ve mütevekkildir. Allah’dan gelen safâya da cefâya da ‘eyvallah’ diyen inanç âbidesi arkadaşlarına vedâ eder: ‘Ülkümüzün çilesi büyük. Dâvâsı, çilemizden de büyük. Dâvâyı sizler sahipleneceksiniz. Gözüm arkada kalmadan gidiyorum. Allah yar ve yardımcınız olsun!’ Metânetle ilerleyip önündeki sehpaya, zorlu bir mücâdelenin galibi olarak madalyasını almak üzere şeref kürsüsüne çıkar gibi çıkıyor. O zâten idam kararını düğün dâvetiyesi olarak kabul etmişti.
Arkadaşı gibi idamını bekleyen yazarın duyguları da 74. sayfada.
Dayak ve falakanın olmadığı bâzı hapishânelerde üretken akıllar, koğuşları atölye hâline getiriyorlar. Ürettiklerini satıp para kazanıyorlar ve ailesi fakir olan arkadaşları ile paylaşıyorlar. Dergi çıkarıyorlar, hikâye ve roman yazıp esârette hürriyeti yaşıyorlar.
Hapiste olup da firar düşünmeyen olur mu? Olmaz elbet… Mustafa Karaca da firar plânları hazırlıyor. Önce 1, sonra 2 derken gruptakilerin hepsi aynı planla firara teşebbüs ediyor. Mâcerâ romanlarını aratmayacak teşebbüsün hikâyesi 96. sayfada.
Siz hiç idam mahkûmu iken tahliye sevincini yaşadınız mı? (s: 106)
Çilekeş bir insan, bir başka çilekeşin ıstırabını dinleyerek huzur bulur mu? ‘Ölümün Utandığı An’, bu soruya ‘Elbette ve bal gibi…’ cevabını veriyor. Çünkü aynı ideale gönül veren insanlar, zâten başka türlü teselli bulamazlar. (s: 113)
‘Ölümün Utandığı An’, 12 Eylül mazlum ve mağdurlarının çilehânelerine neden ‘taş medrese’ denildiğinin mükemmel açıklamasıdır. Bir dâvâ adamının… Hayır! şuurla seçilmiş bir dâvânın adamı olan idealistlerin hayat hikâyesidir.
Kitapta haklı bir dâvânın yılmaz savaşçısı olan bir bayanın hikâyesine de yer veriliyor. Çıkarıldığı mahkemede hâkimler heyetine; ‘Böyle bir mahkemede savcı veya hâkim olmaktansa, ideali için ağır bir cezaya çarptırılmış mağdur olmayı tercih ederim’ dercesine vakur edâlı, başörtülü bir bayanın hikâyesi dikkat çekiyor:
Elleri kelepçeliydi. İki polisin arasında, kahramanları hatırlatır bir şekilde duruyordu. Hâline bakılırsa hiçbir şeye aldırdığı yoktu. Utanılacak bir hâdiseden dolayı burada değildi. İşkence yapıldığı için konsey üyelerini protesto etmişti. Etrafındaki bütün fırtınalara rağmen yeşil başörtüsü ile ayakta kalan bir çınardı.
…….
Kadın savcılıktan çıktı, aydınlık yüzü hararetle kızarmış ve gözbebekleri öfkeyle büyümüştü. Bu hâliyle yüzü al şafaktan doğan güneşi hatırlatıyordu. Polislerin, ‘Yukarı çıkılacak bacım’ dedikleri duyuldu. Sorgu hâkiminin odasına girdiler. Sorgudan çıkarken ince bilekleri yeniden kelepçelenmişti. Polisler ‘Allah kurtarsın bacım’ dedi. Cevap verdi: ‘Vatan sağ olsun!’
İki ay sonra ilk duruşma için geldi… Askerlerden daha askerceydi. Sanki o değil de yanındakiler tutukluydu. Haklı dâvânın insanları hüküm giyseler de onu mahkûm edenlerden daha hürdürler. Bu hürriyet içerisinde O’nu görmeye gelen evlâdına gülümseyerek ‘Oğlum!’ diye seslendi. Çocuk da annesini görünce neşeyle gülümseyiverdi. İkisi arasında bir sevinç köprüsü kuruldu. Jandarmalar çocuğuna davranan kadına engel olmak istedi. Ama sevgiyi nasıl engelleyebilirlerdi? Birbirlerine hasretle sarıldılar. ‘Her dediğini yaptım anneciğim,’ diyen oğlunu tatlı bir öpücük ile sevindirdi. Kış ortasında çiçek gören kelebek gibi kelepçeli elleriyle oğluna bir defa daha sarıldı, öptü. Öpüşü kelebeğin çiçekleri öpüşü gibiydi. Ne gözyaşı vardı ne de hüzün. Kadının dudaklarında sâdece hasretin getirdiği acı bir tebessüm hissediliyordu.
Duruşma salonuna girerken şâyet hâkimler cübbesinden değil de hâl ve tavırlarından, yüz ifâdesinden belirlenecek olsa görenler kadını hâkim sanırdı. Oysa sanık sandalyesinin önündeydi ve ayaktaydı. Beyaz başörtüsü ile Hakk'ın berraklığını temsil ediyor gibiydi. Ülkü çiçeği özgür kalmak için fırtınaya direniyordu.
Hâkim, ‘Kızım senin neyine gerek bu kadın hâlinle konseyi protesto ediyorsun,’ dedi. Kadın gülümsedi: ‘Büyümekte olan her haklı dâvânın savaşçılarına böyle derler mevcut sistemin savunucuları. Ama bilmezler ki büyük dâvânın temelinde acılar ve fedakârlık yatar.’
Hâkim yutkundu. Oysa salacaktı onu, şikâyet geri çekilmişti. Ama kadında pişmanlık yoktu, ‘Türküm’ diyen insanların Türklük adına ülkücülere nasıl zulüm ettiklerini haykırıyordu.
-Bak kızım, senin beyin de solcular tarafından öldürülmüş.
-Öldürülmedi efendim, şimdi sözde vatanı kurtaranlar bir zamanlar eğleniyorken o, bu vatan için şehit oldu.
Hâkim ne diyeceğini bilemedi. ‘Neyse, bak bir de çocuğun var’ diyebildi.
Kadın, herkesi hayrete düşürür halde âniden yükseldi: ‘Benim sizlerin acımasına ihtiyacım yok. Çünkü sizin acımanız zulümdür. Allah yanımızda, dâvâmız Allah'ın dâvâsı. Er geç zafere ulaşacağız.’
Daha çok şey söylemek istedi ama hâkim dinlemedi. Büyük bir kızgınlıkla yerinden kalktı ve ara verdiğini söyledi. Karara çekildiler. Kadın ise sadece oğluna gülümsedi. Hiç korkusu yoktu. Jandarmaların arasında yürürken çocuğuna; ‘Beni evde bekle’ dedi. (s: 117-122)