ALİ EKBER ÇİÇEK, 'DEYİP KESTİ'!
      
Mustafa Çalık 01 Ocak 1970
     
    Onu en son, Bayram Bilge'nin teşebbüsüyle tertiplenen ve TRT'nin birkaç kere yayımladığı türkü muhabbetinde seyretmişdim. Nasıl da süzülmüş, zayıflamışdı.
Bir ara kucağına bağlamasını verdiler, bakdım şöyle, o heybetli adam neredeyse bağlaması kadar kalmış...
 
 
'Bağlaması kadar' derken, çok mu 'ufaltmış' oldum?
 
 
Bana kalırsa o zaten hep bağlaması kadardı.
 
 
O bağlama ki, hele onun bağlaması ki, ne kadar büyüktür aslında ve o bağlama kadar olabilmek, ne kadar zor, ne kadar değerlidir, biliyoruz.
 
 
Bayram Bilge Tokel'in de o geceye katılan diğer san'atkârların da eline diline sağlık, hem vefakârlık ettilir, hem de bize son bir kere daha Ali Ekber Çiçek dinlettiler. (Bayram Bilge'den bahsederken, adının başına Güzel San'atlar Genel Müdürlüğü unvanını yazmak içimden gelmiyor; çünkü bu canım kardeşimin ondan daha değerli onca unvanı ve sıfatı var ki... Onun, sırf Neşet Ertaş'ı ikna edip Almanya'dan getirmesi veya bu son Ali Ekber Çiçek gecesi bile, on tane genel müdürlük eder; ama. Bayram Bilge'yi şimdilik ertelemeliyim, bu yazı Ali Ekber Çiçek için...)
 
 
Kimler yoktu ki, programda... Turan Engin'den, Arif Sağ'a, Erdal Erzincan'a, Zafer Gündoğdu'ya kadar, daha bir çok, türkü ustası dostu, arkadaşı ve talebesi, bu efkârlı 'vedâlaşma' için bir araya gelmişlerdi.
 
 
Nihayet, birkaç gün evvel haberi geldi. Ne zamandır, 'göçünü yüklenmiş' bekliyordu zaten. Vâde yetmiş ve 'göçün alıp' gitmişti Ali Ekber Çiçek.
 
 
Ali Ekber Çiçek'in bendeki hâtırası 1960'lı yılların sonlarına kadar gider. İlk ve en kalıcı izi kulağımın bir yerinde taptaze durur: Hanlar'daki evimizin önünde küçük bir zerdali ağacı ve ağaçla oda duvarının arasına, sabah çayı için tahta siniyi kuruyor ablam. 'Maskot' marka ilk radyomuz kalın taş duvara gömülmüş pencerenin açık kanadından içerde, 'emin bir yer'den 'türkü çalıyor'. Bir türkü ve bir ses ki, aman Allah'ım!
 
 
Eledim buğdayı da seçtim dâneyi
 
Bu gönülde sevdim o bir taneyi, oy...
 
 
On iki, on üç yaşlarındaydım, ama efkârlanmak için bahaneye bakan çağlarımdı, 'duman oldum' âdeta... 'Abla çabuk, kalem kâğıt, Etem aklında tut 'satır'larını...' Vay anam vay!.. Yazabildiğimiz kadarını yazmışdık, sanki bir daha duyamayacakmışız gibi, yetişemediklerimize de hayıflanarak...
 
 
Vefat haberi, televizyonlardan dökülmeye başlayınca, ben alıp başımı gittim Hanlar'a ve açdım sonuna kadar bizim 'maskot'u, peş peşe söyletdim, en kahırlı türkülerini üstada.
 
 
Sıra bu gün onu yazmaya gelince, düşündüm ki, en iyisi ben sorayım o söylesin, o söylesin ben yazayım.
 
 
Hâl hatır sormadan muhabbete girmek olmaz, dedim üstad nasılsın?
 
 
Dedi:
 
 
Derdim çoktur hangisine yanayım
 
Yine parelendi yürek yâresi
 
Ben bu derde nerden derman bulayım
 
Meğer dost elinden ola çâresi
 
 
 
Anladım ki, çok dertli üstad, mevzuu değiştirmeye çalışdım. Dedim, üstad, mâdem ki, 'dost'uz, buluruz bir çâresini belki. Yakma yüreğimizi, gel şöyle baştan alalım. Anlat kendini biraz, nedir senin 'tercüme-i hâl'in?
 
 
Dedi:
 
 
On dört bin yıl gezdim pervânelikde
 
Sıdkı ismin buldum dîvânelikde
 
İçtim şarâbını mestânelikde
 
Kırkların ceminde dâra düş oldum
 
Güruh-u nâciye özümü kattım
 
İnsan sıfatından çok geldim gittim
 
Bülbül oldum firdevs bağında öttüm
 
Bir zaman gül için zâra düş oldum '
 
 
- Fesübhanallah', dedim, üstad bu mânânın altından kalkılmaz!
 
 
Dedi, 'dersin çıkmamış oraya, zorlanıyorsun zâhir, kolayına gitsin diye şöyle hûlasa edeyim':
 
 
İlâhî dostun bağına
 
Girmek diler can bülbülüm
 
Açılır gonca güllerin
 
Dermek diler can bülbülüm
 
 
İçime kuşku düştü.
 
Üstad yol hazırlığı mı görüyor, diye düşündüm, 'can bülbülü' böyle yanık ötmeye başladı. Dedim, üstad, niye böyle keyfin kaçık, gönlün kırık? Söyle yapalım, ne gelirse elimizden. Uzun uzun asıldı türküye:
 
 
Başı pâre pâre dumanlı dağlar
 
Duman eylenir mi kar olmayınca
 
Bana derler bana gel gönül eyle
 
Gönül eylenir mi yâr olmayınca
 
 
Aman üstad, dur bakalım, yâr da olur yârân da... Kesme ümidini Mevlâdan, dememle aldı sözü ağzımdan, hem söyledi, hem ağladı:
 
 
Gurbet elde bir hâl geldi başıma
 
Ağlama gözlerim Mevlâ kerimdir
 
Derman arar iken derde düş oldum
 
Ağlama gözlerim Mevlâ kerimdir
 
 
Dedim, üstad mâdem 'derman' bile aramaya gelmiyor bu gurbette, belki sılada buluruz. Bak, biz hemşehri sayılırız üstelik. Sen, 'etrafı dağlık ortası bağlık' Erzincan'lısın, ben her yeri dağlık Gümüşhane'li.. Hay, demez olaydım. Üstadın efganı ziyadeleşti, beni de saldı yeniden Hanlar'a... Tâ en başa döndüm:
 
 
Mektup selâm söyle benden sılaya
 
Söyle benim için de eller ağlasın, oy
 
Gözü yaşlı düştüm gurbet ellere
 
Uzaktır aramız da yollar ağlasın, oy
 
 
Dedim, üstad bir tek 'eller'le 'yollar' mı, sen bu gidişle hepimizi ağlatırsın; fakat, ağlatmadan önce, bencileyin 'tezcanlı' kardeşine yok mu bir nasihatin?
 
 
Dedi:
 
 
Menzil almak ister isen
 
Gönül sabreyle sabreyle
 
Maksudun bulmak istersen
 
Gönül sabreyle sabreyle
 
 
Dedim, üstad ilâç gibi geldi bu, nasihatin başım gözüm üstüne, sabreyleyelim de; lâkin, bu dünyanın devrânına ne demeli?
 
 
Dedi:
 
 
Solmasa dünyada güzeller solmaz
 
Bu dünya fânidir kimseye kalmaz
 
Yalan dolan ile sofuluk olmaz
 
Kaldır kalbindeki karayı gönül
 
 
Dedim üstad, muhabbete de hudut koyulmuş, dünyanın kanunu böyle. Ayrılık saati yaklaşdı. Geldin görüştük, efkâr dağıtdık, hasret giderdik. Artık vedâ zamanı... Vedâlaş bizimle, ama yakmadan yüreğimizi.
 
 
Vurdu son kez sazın teline ve bakalım ne dedi:
 
 
Bu meydanda serilidir postumuz
 
Çok şükür Mevlâya gördük dostumuz
 
Bir gün kara toprak örter üstümüz
 
Çürüdür ey benli benli canlar çürütür
 
 
Deyip kesti.
 
 
Ben kesemedim.
 
 
Dedim, üstad gel şöyle getirelim sonunu:
 
 
Ölürse tenler ölür
 
Canlar ölesi değil
 
 
'Haklısın', deyip savuştu.
 
 
Güle güle git, sevgili üstad!..