Metin Abi’nin aramızdan ayrılışının üzerinden iki yıl geçmiş… Halbuki hastaneden gelen o haberin acısı daha dün gibi, taptaze… 25 Şubat günü mezarı başında toplanan dostlarının her birinde o acının hissiyatını görmek mümkündü.
Mezarlıkta toplananlar dostlarıydı, vefakâr dostları… Kadir kıymet bilen dostları… Ama sadece dostları. Aile fertlerinin dışında, bu dostların istisnasız hepsi müşterek bir inançtan neşet eden bir bağ ile dostluk kurmuş ülküdaşlarıydı. Okulda, mahpushanede, teşkilatta, siyasette birlikte olmuş, şahsıyla yaşanmışlıkları, hatıraları olan kişilerdi. Halbuki ismiyle, nâmıyla bir fikre, bir camiaya mal olmuş şahsiyetleri anmak o camianın bütün müntesipleri için bir vazifedir. Nâmı Ülkücü olan, Ülkücülük, isminin mütemmim cüzü olmuş M. Metin Kaplan’ın anılması da Ülkücüler için eda edilecek bir borç değil midir? Elhak öyledir!
Peki bu borç hakkıyla ödenmiş midir? Hayır, katiyetle! Öyle olsaydı orada binlerce kişi olurdu. Gelenlerin azlığı yahut çokluğu değil bizi bîzâr eden; başımızı öne eğen, Ülkücü dünya görüşünün/Ülkücülüğün hayatiyetini kaybetmesine, ruhunu yitirmesine, gündelik hayatımızdan el ayak çekmesine dair bu capcanlı misal ile suratımıza nakşedilen sillenin göz ardı edilemez hakikatidir.
Metin Abi ile 35 yıla yakın tanışıklığımızın yarıdan fazlasını aynı büroda, günboyu birlikte geçirdik ve sohbetsiz bir tek günümüz olmadı. Bu sohbetlerin pek çoğunda da geçmişi, yaşanmış olayları hasbihal etmişizdir. Anlattıklarının hiç birinde olayın merkezine kendisini koymaz, öylesine yaşamış veya haberdar olmuşçasına anlatırdı. Söz konusu olanları başkalarından dinleyince aşikâr olurdu ki Metin Abi o olayların pek çoğunun bizzat kahramanıdır, başrolündedir.
Bu tavrı sadece tevazuundan ibaret değildi; O ülkücülükte fena bulmuş, eriyip yok olmuştu. Asl olan ülkücülüktü. Metin kaplan yoktu, “Ülkücü Metin Kaplan” vardı. Ülkücülük öncelikler sıralamasında hep birinci sıradaydı. Özel hayat / tüzel hayat diye bir ayrımı yoktu çünkü, Ülkücülüğün bir hayat tarzı olarak, dünya görüşü olarak yaşanması gerektiğine inanırdı.
“inançlar tutumları, tutumlar da tavırları belirler” ilkesini esas alarak kurduğu Ülkücü Dünya Görüşü, Ülkücülüğün yaşayabilmesi için olmazsa olmaz şartıydı. Her fikir eskir, her ideoloji yerini bir başkasına bırakırdı. Ancak bir hayat tarzına bürünebilen, bir dünya görüşüne kavuşabilen fikirler varlıklarını sürdürebilirler, hayatiyetlerini devam ettirebilirlerdi. Ancak o zaman inançlar tutumları, tutumlar da tavırları belirlemek gücüne erişirdi; inançlar ve davranışlar arasında bir ahenk ve bütünlük kurulabilirdi.
Eğer iman amele dönüşmüyorsa, inanç davranışlara hükmetmiyorsa, tutumlarla tavırlar çelişiyorsa inancımız hayatın içinden çıkıp, boş kalıplara, ritüellere, seremonilere dönüşecektir. Kütüphanelerin tozlu raflarındaki kitap sayfalarına hapsolup, tarihin karanlıklarında kaybolacaktır.
25 Şubat günü Nilüfer Beşevler mezarlığındaki tablonun bize ihtarı da budur: Ülkücülük hayatın içinden çekilmektedir.
Nefsimize zor gelecek, kabullenmek istemeyeceğimiz bu ihtarın nedenini, nasılını, niçini ayrıca değerlendirmek de bizim boynumuzun borcudur.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.