Toplumumuzda bazı kavramlar, tarihî bağlamlarından koparılıp siyasi dedikoduların, önyargıların ve kulaktan dolma sığ yargıların arasına hapsedilir. Rumelilik de ne yazık ki bu kavramlardan biridir. Çoğu zaman bir etnik köken şüphesiyle, bazen basit bir coğrafi etiketle, bazen de “öteki”leştirici bir ithamla anılır. Yıllar içinde, Rumeli kökenli bir birey olarak şahit olduğum yanlış bilgiler ve çarpıtılmış yargılar dizisi, bu konuya derinlemesine eğilme ihtiyacını doğurdu.
Kimliğimizin bir "gavur"luk ya da "yabancı unsur" yakıştırmasıyla eş tutulması, bu toprakların tarihine ve medeniyet bilincine yapılmış büyük bir haksızlıktır. Rumelilik, sadece Osmanlı haritasında yitirilmiş bir vatanı, tarih kitaplarında hüzünle anılan bir coğrafyayı çağrıştırmaz. Rumeli, tarih boyunca Türk medeniyetinin Avrupa’daki kadim varlığının ve kültürel mirasının taşıyıcısıdır.
Bu yazıyı, dedesi 1923 yılında Kosova’dan Türkiye’ye göç etmiş, babası Kosova’da doğmuş biri olarak kaleme alıyorum. Devletin milletleşme çabasını anlayan, doğru bulan ve kabul eden biriyim. Eğer dedem Kosova’da yaşamaya devam etse ve biz orada doğup büyüseydik, coğrafi ve tarihî şartlara bağlı olarak belki de Arnavut kimliğiyle uyumlu bir hayat sürecektik. Buna rağmen töre ve tarih bilincinin Türklerle olan ortak noktalarını orada da kavrayabilseydim, Türk kimliğine sempati besleyecek ve aynı zamanda İskender Bey’i bir kahraman olarak görecektim.
Yıllar önce ocak başkanı olduğum dönemde, aynı göreve hevesli bir kişi hakkımda şöyle bir söylenti çıkarmıştı: “Dikkat edin, bu arkadaş aslen Arnavutmuş galiba. Atsız Arnavutları sevmezdi.” O güne dek bu konuya pek kafa yormamış, araştırma gereği duymamıştım. Bir keresinde, aslımı merak eden birine “Aslen Kosovalıyım” deyince, o da işi ileri götürüp, “Kosova’da Ermeni de var, değil mi?” demişti.
Bir başka seferde bir Fenerbahçeli, Galatasaraylılara takılmıştı: “Biz sizin gibi gavurun kurduğu takımı tutmuyoruz,” dedi. Ben şaşırıp sordum: “Nereden çıktı bu?” “Kurucusu Ali Sami Yen değil mi?” dedi. “Eee, ne olmuş?” dedim. “Gavur işte,” dedi. “Hayır, gavur değil; Rumelili,” dedim. O da, “Ha gavur, ha Rumelili, ne fark eder ki?” diye ekledi.
Yalan, yanlış bilgiler, önyargılar ve kulaktan dolma yargılar içinde boğulan bir anlayış… İşin şahsi tarafı bir yana, toplumda Rumelilik konusunun böylesine çarpıtılması artık canımı epeyce sıkmaya başladı. Şimdi size kısaca Rumeliliğin ne olduğunu, dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım. Belki körler okur, sağırlar duyar.
Türk kelimesinin kökenine dair farklı tanımlar olsa da, benim en beğendiğim ve kabul ettiğim tanım “Törük” yani “töre sahibi” olmaktır. Bu anlayışa göre Türklük, bir genetik miras veya kan bağı değil, bir yaşam felsefesi ve bir sorumluluk bilincidir. Töre, yalnızca kurallar bütünü değil; aynı zamanda nizam, adalet ve hukuk kurma kudretidir. İşte bu yüzden, töreye uyan herkes Türk’tür.
Bu tanım, Türklüğü biyolojik bir ırkçılıktan çıkarır; onu bir medeniyet sorumluluğu hâline getirir. İşte Rumeli, bu töre felsefesinin Avrupa topraklarındaki bin yıllık mührüdür. Rumeli coğrafyası, Türk atlılarının nal sesleriyle şekillenmiş, Batı’da ikinci bir Türkistan gibidir.
Türklerin Avrupa’ya ilk büyük dalgası, Kavimler Göçü ile gerçekleşmiştir. Balamir Kağan önderliğinde kurulan Avrupa Hun Devleti, Türklerin Avrupa’da ilk defa siyasi bir birlik oluşturduğu devlettir. Bugünkü Macaristan topraklarında yükselen bu devlet, yalnızca askerî değil; idarî, toplumsal ve kültürel açıdan da Avrupa tarihinin yönünü değiştirmiştir. Nitekim Orta Çağ’da bazı Avrupa kaynaklarında Macaristan toprakları “Turchia” adıyla anılmıştır.
Hunların ardından Avar Kağanlığı, Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar da Avrupa’da, özellikle Balkanlar’da etkili olmuş; yerli halklarla kaynaşarak bölgenin kimliğine damga vurmuşlardır. Karadeniz’in kuzeyinden Tuna Nehri’ne uzanan bozkır kuşağı da kimi Orta Çağ haritalarında “Turchia” olarak gösterilmiştir.
Türk boyları Avrupa’ya geldiklerinde, karşılaştıkları kavimlerin çoğu merkezi devlet geleneğinden yoksundu. Türkler, yalnızca askerî bir üstünlük değil; yönetim, teşkilat ve hukuk anlayışını da beraberinde getirdiler. Avrupa halklarına adeta bir “devlet şuuru” kazandırdılar. Bölgedeki kabile konfederasyonları ve krallıklar, Türklerin örgütlenme tecrübesi sayesinde kurumsallaştı ve güçlendi.
Bu derin etkinin somut örneklerinden biri, 9. yüzyılda kurulan İdil (Volga) Bulgar Devleti’dir. 13. yüzyıla kadar ayakta kalan bu devlet, ticaret ağları, para sistemi ve şehir kültürüyle Avrupa tarihinde silinmez bir iz bırakmıştır. Bu örnek, Türklerin Avrupa’da yalnızca göç eden topluluklar değil, aynı zamanda hukuk ve ekonomi üreten medeniyet kurucuları olduğunu gösterir.
Rumelilikten bahsederken, zihinler genellikle Anadolu’dan Rumeli’ye yapılan iskânlara odaklanır. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun karşılıklı iskân politikası çok daha derin, karmaşık ve çift yönlüdür. Rumeli’den Anadolu’ya ve diğer eyaletlere yapılan zorunlu yerleştirmeler, özellikle 15. yüzyılın ortalarından itibaren sistematikleşmiştir.
İskânın nedenleri tek bir sebebe indirgenemezdi: Osmanlı, Rumeli halklarını hem cezalandırma hem de stratejik yerleştirme amacıyla kullanmıştır. İskân edilenler sadece isyancılar değildi. Rumeli insanının zorlu coğrafyada edindiği cesaret, dürüstlük ve savaşçı yapısı, onları imparatorluğun stratejik noktaları için ideal kılıyordu.
Araştırmalar gösteriyor ki Rumeli’den gelen muhacirler sadece birkaç sınırlı bölgeye değil, Osmanlı Devleti’nin geniş Anadolu coğrafyasına sistematik olarak yerleştirilmişlerdir. Örneğin, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yapılan iskân politikalarına göre, Rumeli’den gelen Boşnak, Arnavut ve Pomak kökenli muhacirlerin yanı sıra Kosova, Bulgaristan ve Yunanistan’dan gelenler Ankara’ya yerleştirilmiştir.
Ankara’daki bu topluluklar, Haymana, Gölbaşı, Polatlı, Bala, Sincan, Çubuk, Şereflikoçhisar, Kahramankazan, Kızılcahamam, Beypazarı, Ayaş ve Akyurt gibi ilçelere iskân edilmiş; Rumeli göçmenlerinin bu yerleşimlerde yoğunlukta olduğu belgelenmiştir.
Buna ek olarak, Eskişehir’de de Rumeli’den göç eden muhacir köylerinin kurulduğu görülür. Marmara Bölgesi’nde ise özellikle İzmit, Yalova, Bursa ve Bithynia olarak adlandırılan bölgelere Rumeli ve Kafkas göçmenlerinin iskân edildiği belgelenmiştir.
Doğu Anadolu’ya da yönlendirme yapılmış; Erzurum, Kars, Artvin, Trabzon gibi vilayetlerde iskân çalışmaları yürütülmüş, Rumeli’den gelen göçmenlerin barınabileceği geçici veya kalıcı yerleşimler organize edilmiştir.
Güneydoğu ve Güney bölgelerinde ise Sivas, Diyarbakır, Mardin, Antep, Hatay ve Adana gibi illere de göçmenler yerleştirilmiştir. Adana özelinde, özellikle Kozan ve çevresine yerleştirilen muhacir topluluklarının, bölgenin stratejik ve tarımsal açıdan önemli nüfus yapısına katkı sağladığı belgelenmiştir.
1912–1915 arasında Balkanlardan gelen muhacirlerin nüfus kayıtlarına bakıldığında, İzmir ve Manisa (Aydın vilayeti) gibi Ege şehirlerinde de Rumeli kökenli göçmen topluluklarının yerleştirildiği görülmektedir.
Bu kapsamlı iskânlar, Rumeli kökenli toplulukların Anadolu’nun her köşesine yayıldığını ve farklı coğrafyalarda kök saldığını, beş yüz yıldır töreye ve nizama dayalı Türk kimliğiyle kaynaşmış olduklarını gösterir.
Osmanlı Rumeli’den çekildiğinde, Anadolu’daki varlığımız da ciddi bir tehlike altına girmişti. Eğer Anadolu’yu da kaybetseydik, halimiz nice olacaktı? Yaşadığımız yerlerde ne olacaktık? Hayatta kalabilecek miydik, yaşatacaklar mıydı bizi? İnsanlar, “Anadolu’dan mısınız, yoksa Rumeli’den mi?” diye soracak mıydı bize? Tarihî gerçek şudur ki, Türkler için o zamanlar Anadolu’nun adı “Rum” diyarıydı ve zamanla fetihlerle bu coğrafya, Rumeli’den gelenlerle kaynaşarak Türk kimliğine kavuştu. Dolayısıyla Rumelilik ve Anadoluluk arasında yapay bir ayrım yapmak hem yanlıştır hem de tarihî gerçekleri çarpıtır.
Yalan yanlış bilgilerle konuşanlar, Osmanlı Rumeli’den çekilmiş olmasına rağmen Çanakkale Savaşı’na Rumeli coğrafyasından gelen on binlerce gönüllünün gösterdiği eşsiz fedakârlığı hatırlasınlar. O gönüllülerin içinde, etnik kökeni ne olursa olsun, Rumeli coğrafyasından gelip vatan savunması töresiyle cepheye koşan nice kahraman vardı. Bu ruhun birliğini ve sadakatini gösteren en güzel kültürel örneklerden biri de, Çanakkale türküsünün Arnavutçaya çevrilerek aynı müzik ve aynı hüzünle o coğrafyada da halen yankılanmasıdır. Bu türkü ve bu ruh, Rumeli’de yeniden hayat bulmuş, töreye ve ortak vatan bilincine bağlılığın nesiller boyu sürdüğünü göstermiştir.
Bu ruh, medeniyetimize yön veren en kadim kuvvetlerden biridir. Rumeli insanının sadakati bir eziklik değil, vatan topraklarını kaybetmiş olmanın getirdiği varoluşsal bir bağlılıktır. O coğrafyadan, düşman işgali ve zulüm yüzünden canını zor kurtaranlar için, Anadolu’da yeni bir vatanı koruma bilinci edilgen değil; tam tersine, en yüksek düzeyde kurucu bir duruştur. Onlar, sadece fiziki coğrafyayı değil, aynı zamanda orada sarsılan töreyi, nizamı ve hukuku yeniden inşa etmek üzere Anadolu'ya gelmişlerdir.
Vatanı kurtaran, devleti kuran kadroların “elbirliğiyle başardık” diyerek gösterdiği alicenaplığa hürmeten, daha fazla söz söylemeye gerek yok. Çünkü Rumelilik, sadece bir coğrafyanın adı değil; törenin, medeniyetin ve Avrupa’daki Türklerin yüzünün adıdır. Bu kapsamda, Kosova’dan gelenler, Arnavut, Boşnak, Makedon, Bulgar, Yunan ve Romanya kökenli göçmenler de bu mirasın ayrılmaz parçalarıdır.
Sanırım bu kadarı kâfi. Daha fazla uzatmak, herkesi kendi tarihinin acı gerçekleriyle yüzleşmeye zorlamak, o kör bakışları ve sığ itham sahiplerini üzebilir.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.