Anadolu, tarihî derinliği ve kültürel zenginliğiyle bir medeniyetler beşiği olmuştur. Asya, Avrupa ve Afrika arasında köprü görevi gören bu coğrafya, farklı kültürlerin ve halkların sürekli etkileşimde bulunduğu bir alandır. Bu etkileşimler, Anadolu'nun kültürel zenginliğini oluşturmuş ve bölgenin tarihi derinliğini pekiştirmiştir. Ancak Anadolu'nun zorlu coğrafyası ve stratejik konumu, sadece güçlü medeniyetlerin burada varlık gösterebilmesine imkân tanımış, güçsüz milletlerin bu topraklarda uzun süre ayakta kalması mümkün olmamıştır.
Orta Asya bozkırlarında yaşayan Türk boyları, göçebe yaşam tarzları, savaş taktikleri ve sosyal örgütlenme biçimleriyle öne çıkmış; bu özellikler hem kendi toplumlarını hem de karşılaştıkları medeniyetleri etkilemiştir. Tarih boyunca Çin, Fars ve Arap coğrafyalarıyla kurulan diplomatik, ticari ve askerî ilişkiler, yönetim anlayışı, askerî taktikler ve kültürel pratikler üzerinde kalıcı izler bırakmıştır. Göktürkler döneminde Çin ile yürütülen ilişkiler, sınır güvenliği, ticari ve diplomasi deneyimi açısından Türk boylarının siyasi ve kültürel kapasitesini geliştirmiştir. Fars kültürü, özellikle dil, edebiyat ve devlet teşkilatı alanında Selçuklu ve Osmanlı döneminde Anadolu’da etkili olacak bir altyapı oluşturmuştur. Arap coğrafyasından gelen etkileşimler, İslamiyet aracılığıyla toplumsal normları, bilim ve edebiyat alanında Türk boylarının düşünce ve kültür dünyasını zenginleştirmiştir. Moğollarla yaşanan askerî ve siyasi çatışmalar, göç yolları ve yerleşim stratejileri üzerinde belirleyici olmuş, aynı zamanda kültürel alışverişleri de beraberinde getirmiştir. Böylece Türklerin Anadolu’ya gelişi, yalnızca bir nüfus hareketi değil, uzun bir tarihî ve kültürel serüvenin birikimiyle şekillenen bir süreç olmuştur.
Selçuklu öncesinde de Türk boyları Anadolu’da varlık göstermiş, göçebe yaşam tarzı ve toplumsal örgütlenme biçimleriyle bölgeye kalıcı izler bırakmıştır. Araştırmacı Servet Somuncuoğlu'nun damga, kurgan ve kaya resimleri üzerine yaptığı çalışmalar ve pek çok akademisyen tarafından da kabul gören "Türklerin Anadolu’daki varlığının daha eskiye dayandığı" tezi, Türk tarihine dair Batı merkezli yaklaşımlara karşı önemli bir argüman sunmaktadır. Bu bulgular, Anadolu'daki Türk izlerinin 1071 Malazgirt Zaferi'yle başlamadığını, hatta milattan önce 5000'li yıllara kadar uzanan köklü bir geçmişe sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
Anadolu ve Rumeli'de Türk Kimliği
11. yüzyılda gerçekleşen 1071 Malazgirt Zaferi, Anadolu’daki Türk varlığının siyasi ve askerî olarak pekiştiği bir dönüm noktasıdır. Sultan Alparslan, bu zaferle adeta Anadolu’nun tapusunu devralmış, bölgedeki Türk hâkimiyetini resmî bir statüye kavuşturmuştur. Ancak bu zafer, Türklerin Anadolu’daki serüveninin başlangıcı değildir; Orta Asya’dan gelen göçlerin, çeşitli medeniyetlerle etkileşimlerin ve yerleşik toplumlarla kaynaşma sürecinin doğal bir sonucudur. Bu sayede Anadolu’daki Türk varlığı, çok daha uzun bir tarihî süreç boyunca şekillenmiş ve kültürel birikim açısından sürekliliğini korumuştur.
Türklerin Anadolu’daki hâkimiyeti, sadece askerî ve siyasi bir süreç değil, aynı zamanda bölgedeki kültürel mirasla etkileşim içinde gerçekleşmiştir. Roma ve Bizans dönemlerinden miras kalan şehir planlamacılığı, yol ve su altyapıları, surlar ve dinî yapılar, Türklerin yerleşik toplumlarla uyumlu bir yönetim kurmasını kolaylaştırmış, kültürel sürekliliğin temelini atmıştır. “Rumîlik” süreci, bu tarihî altyapıya ve Bizans kültürel mirasına bir atıftır. Selçuklu döneminde Anadolu’da hâkimiyet kuran Türkler, yerleşik Rumî toplumlarıyla iç içe yaşamışlardır. Bu etkileşim Türk unsurunun belirleyici rolünü ortadan kaldırmamış, aksine Rumî toplumların varlığı ve kültürel katkıları, Türklerin hâkimiyetini ve kültürel sürekliliğini zenginleştirmiştir.
Türklerin Avrupa’daki varlığı, Hunlar dönemine kadar uzanmaktadır. Atilla (395–453), Avrupa Hun İmparatorluğu’nun lideri olarak, Balkanlar üzerinden Bizans ve Roma topraklarına akınlar düzenlemiş, bu süreç Türklerin Avrupa’daki ilk etkili yerleşim ve hâkimiyet örneklerinden biri olmuştur. Hunlardan sonra 6. ve 7. yüzyıllarda Avarlar, Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar gibi Türk boyları, Balkanlar’da yerleşerek bölgedeki Türk nüfusunun artmasına katkı sağlamıştır. Bu boyların bıraktığı tarihî ve kültürel izler, daha sonra Arnavutlar ve Boşnaklar gibi Balkan topluluklarının yaşantılarında ve kültürlerinde derin bağların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu tarihî kökenler ve demografik birikim, Osmanlı'nın Rumeli'ye geçişini ve burada kalıcı hâkimiyet kurmasını kolaylaştıran en önemli faktörlerden biridir. Osmanlı, Rumeli'de fethettiği topraklarda yalnızca askerî bir güç olarak değil, aynı zamanda tarihin derinliklerinde var olan bu ortak bağları canlandırarak bölge halkı tarafından kabul görmüştür. Rumeli'de Türk varlığı, sadece askerî fetihlerle değil, aynı zamanda göç, yerleşim ve daha da önemlisi, bölgenin tarihsel ve kültürel olarak zaten bir parçası olan bu unsurlarla kurulan güçlü bir bağ sayesinde pekişmiştir. Bu sayede, Osmanlı İmparatorluğu'nun Rumeli'de tutunması ve yüzyıllarca süren hâkimiyeti, bölge halkının direncinden çok, onların tarihî geçmişleriyle olan bu örtüşme sayesinde mümkün olmuştur.
Çok Kültürlü Yapı ve Türk Kimliği
Anadolu, Roma ve Bizans dönemlerinden miras kalan şehircilik, hukuk, sanat ve mimari unsurlarını taşımış; Balkan ve Avrupa unsurları da Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar ve diğer halklarla hem savaşlar hem de göçler aracılığıyla Anadolu kültürüne katkıda bulunmuştur. Kürtlerin Anadolu'daki yerleşimleri ve siyasi rolleri Selçukluların bölgeye gelişiyle yeni bir boyut kazanmıştır. Selçuklular Anadolu'ya gelmeden önce de, İran ve Mezopotamya coğrafyasında yaşayan Kürt aşiretleri ve beylikleri, kimi zaman Abbasi Halifeliği'ne, kimi zaman da diğer bölgesel güçlere bağlı olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Malazgirt Savaşı'nda Selçukluları destekleyen Kürt beylikleri ve aşiretleri, orduda yer alarak Anadolu'nun fetih ve Türkleşme sürecine katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı döneminde Hamidiye Alayları aracılığıyla hem askeri hem de idari görevlerde yer almış, böylece nüfus ve kültürel varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu, Türk unsurunun ana damar olarak yer aldığı, ancak diğer etnik ve dinî gruplara da kendi iç hukuk ve dinî yapılarını koruma imkânı tanıyan bir yapıya sahipti. Rum ve Ermeni Ortodokslar, Yahudi cemaatleri ve Balkan kavimleri gibi farklı milletler, Osmanlı bünyesinde ticari ve kültürel yaşamın önemli bir parçası olmuş, bu durum devletin kültürel dokusunu zenginleştirmiştir. Bu grupların varlığı, devletin kültürel dokusunu zenginleştirmiş olsa da, tarihî misyonu ve yönü belirleyen daima Türk unsuru olmuştur.
Cumhuriyet döneminde ise, ulus-devlet modeline geçiş sürecinde, imparatorluk coğrafyasında yaşayan bazı gruplar için sıkıntılı dönemler yaşanmıştır. Ancak bu durum, tarihin sürekliliği içinde sadece bir döneme aittir. Modern dünyanın şartlarına uygun olarak kurulan, bedeli ödenmiş bir kimliğin, devletin temelini oluşturma iradesinin bir sonucudur.
Bedeli Ödenmiş Bir Kimlik
Bu millet, kimliğinin bedelini tarih boyunca ödemiştir. Bazen Anadolu bozkırlarında kuraklıkla, bazen Rumeli’de Türk olduğu için katliam ve sürgünlerle, bazen de dünya sahnesinde tek başına kalarak, ambargolar ve dış baskılarla, şehidiyle, gazisiyle, yoksulluk ve ekonomik sıkıntılarla kimliğini korumuş ve bedelini ödemiştir.
Farklı medeniyetlerin gücü, kültürel zenginliği ve nüfusu karşısında, kendi varlığını koruma ve sürdürme iradesinin adı Türklüktür. Türkler, tarihin her döneminde bu karşılıklı etkileşimlerden kendi öz benliğini koruyarak çıkmışlardır. Onların bu topraklar üzerindeki bin yıllık varlığı, sadece bir demografik yayılma değil, aynı zamanda sürekli bir varoluş mücadelesi ve medeniyet inşasıdır. Bu nedenle, Rumilik, Anadoluluk veya Türkiyelilik gibi kavramlar bu coğrafyanın çok katmanlı yapısını açıklayabilir, ancak hiçbiri bir kimliğin adının yerini tutamaz.
Binlerce yıllık uzun soluklu mücadelede ana damarını oluşturan, sürekliliği sağlayan ve onu ayakta tutan temel yapı taşı Türklük olmuş ve olmaya devam edecektir. Çünkü Türklük, sadece bir aidiyetin değil, aynı zamanda varoluşun ve direncin adıdır.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.