« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

M. METİN KAPLAN

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Halim Kaya

01 Tem

2025

TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU?

01 Temmuz 2025

İnanç, Kimlik ve Kültür Arasında Bir Dönüşüm Hikâyesi

Erkan Göksu günümüz tarihçileri arasında tutulan ve yazdıkları ile gündemde olan bir yazar. Erhan Göksu’nun bu okuyacağımız “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?-İnanç, Kimlik ve Kültür Arasında Bir Dönüşüm Hikâyesi” adlı kitabı da konusunda Türkiye’de farklı görüşlerin ileri sürüldüğü bir konu olup, okunmaya değer bir kitap olarak kendisinin okuyacağımız ilk kitabı.

Erhan Göksu’nun “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?-İnanç, Kimlik ve Kültür Arasında Bir Dönüşüm Hikâyesi” kitabı Kronik kitap tarafından Mayıs 2025 tarihinde 192 sayfa olarak ilk baskısı yapılmış olup kısa bir Biyografik bilgiden sonra “İçindekiler” (s.7) bölümü yer almaktadır. Daha sonra “Önsöz” (s.9), “Türklerin İslamiyet’i Kabul Süreci Nasıl Değerlendirilmeli?” (s.11), “Din Değiştirme Olgusuna Genel Bakış” (s.14), “Türklerin İslamiyet’i Kabul Sürecinin Aşamaları” (s.35), “Süreç Öncesi Durum. Ortam Ya Da Bağlam” (s.37), “Zamanlama: Yeni Dinle Karşılaşma Zamanı” (s.43), “Karşılaşma: İlk Temas” (s.45), “Tanışma: Etki-Tepki” (s.51), “Tanıma: İletişim ve Etkileşim” (s.79), “Destekleyici, Kolaylaştırıcı ve Hızlandırıcı Faktörler” (s.100), “Benimseme ve Kabul” (s.124), “Türklerin İslamiyet’i Kabul Şekilleri” (s.130), “Sonuç: Türk-İslam Düşüncesi” (s.145) , “Sonsöz” (s.167), “Kaynakça” (s.181) başlıkları ve bölümlerinden oluşmaktadır.

Türklerin din değiştirmesi olan İslamiyet’i kabulleri öteden beri birçok araştırmacının ilgisini çekmiş, bu konuda birçok araştırma yapılmış, bu araştırmalardan birinde de Laszlo Rasonyi Karabecek’ten aktararak Türklerin bu din değiştirmesi hakkında “Dünya Tarihinde, Türklerin İslamiyet’i kabulleri kadar başta önemsiz görünen, fakat sonuçları itibarıyla sadece dünya tarihine büyük etki eden başka bir hadise gösterilmez.” Çünkü “Gerçekten de Türklerin İslamiyet’i kabulü, neticeleri itibarıyla Türk ve İslam tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli hadiselerinden biri olarak değerlendirilebilir.” (s.9)

Ancak bu güne kadar Türklerin Müslüman oluşları üzerine yapılan tartışmalar iki ana başlık altında toplanmıştır. Bunlardan birincisi “Türklerin, önceden mensup oldukları inanç sistemi ve hayat tarzıyla büyük bir benzerlik taşıyan İslamiyet’i kabulde hiç zorlanmadıkları ve bu yeni dinle tanışmalarından hemen sonra çok hızlı bir şekilde ve toplu olarak İslamiyet’i kabul ettikleri” şeklindeyken, karşı bir iddia olarak ikincisi de “Aslında bu sürecin hiç de söylendiği gibi kısa sürede ve kolay olmadığı, hatta Türkler arasında İslamiyet’in cebri bir surette veya kılıç zoruyla yayıldığı” (s.9) şeklindedir.

Erhan Göksu bütün bunlara ilave olarak Ahmet Yaşar Ocak Hocanın yukarıda anlatılan iki ana görüşün türevleri olarak altı yan görüşün daha olduğunu ifade ettiğini aktarır. Bu farklı görüşler “1-Türklerin Müslüman olmakla ‘İslam’ı şereflendirdikleri’, 2-Türklerin İslam’ı kabul etmekle ‘Şereflendikleri’, 3-İslam’ı kabul etmenin Türk tarihindeki en büyük hata olduğu, 4-Türklerin Müslüman olduktan sonra bazı ‘milli’ hasletlerini kaybettikleri, 5-Türklerin İslam sayesinde Türklüklerini ve benliklerini koruyabildikleri 6-Türklerin ancak İslam’a girdikten sonra gerçek anlamda medenileştikleri” (s.10) görüşlerinden oluşmaktadır. Ancak bu görüşleri okuyunca görüyoruz ki bu görüşler bir birine karşı savunma iddialarından oluşmakta gibidir.

Erhan Göksu din değiştirmek hususunda “İnsanlar dini inançlarını, düşüncelerini, alışkanlıklarını değiştirebilirler. Ancak bir dini inancı, düşünceyi ya da bu inanç ve düşüncenin şekillendirdiği alışkanlıkları terk ederek yeni bir din veya inancı kabul etmek kısa sürede ve kolayca olup biten bir hadise değildir.” (s.11) diyerek din ve fikir değiştirmenin zor ancak mümkün ama bu din ve fikirden hâsıl olan alışkanlıkları değiştirmenin neredeyse mümkün olmadığını, mümkün olanın da uzun senelere sâri olacağını bu millet hayatına ait bir değişim ise asırlara sâri bir değişimden söz etmenin gereğini ifade etmektedir. Her ne kadar din değiştirme teolojik bir “hal değiştirme” olarak düşünülse de bu halin değişiminde insanı etkileyen siyasal, sosyal, psikolojik, kültürel, ekonomik sebep ve faktörlerin etkisi söz konusudur. Din değişim sadece aklımızdaki bilgileri değiştirmekten ibaret değildir. Bu bilgilerin insan davranışına dönüşen ve artık istemsizce yapılan bir hal alan yaşantıyı da değiştirmektir. Bilinen bilgiler değişse de zaman zaman şuura yaptığı hücumu frenlemeyi etkin kılarak bastırılmış olarak kalmasını sağlamaktır.

Din değiştirme vakasının karşılığını İslam açısından ele alan Erkan Göksu “İslam’a girme, doğru yolu seçme, kurtuluşa erme” olarak ifade edilen kavramların “ihtida” kelimesiyle ifade edildiğini, “dinden çıkma, İslam’ı reddederek başka bir dini tercih etmeyi” ise (s.14) terk etmek manasında “irtidat” kelimesiyle ifade edildiğini ancak dinden çıkma ve dine girme hususunun “bütün dinlerde aynı olup her din kendisine döneni “mühtedi”, yani hidayete eren, doğru yolu bulan veya hakikate erişen; kendisinden çıkanı ise “mürted”, yani doğru yolu reddeden bu sebeple inkâra ve sapıklığa düşen şeklinde tanımlamıştır.” (s.15) şeklinde ifade edilirken dinden çıkmanın çıkılan din açısından aşağılandığı ve yanlış bulunduğunu görmekteyiz. Yani hiç kimse kendi dininden çıkana “iyi ettin, ne güzel, ne hoş, çok doğru yaptın” demez. Din değişimi bir “kimlik değişimi” ve “kimlik dönüşümü” olduğu gibi sadece kişisel bir değişim değildir. Dolayısıyla din değiştirme değişimin her hangi bir noktasında ne yalnız bireysel ne de soysaldır. Yani bu değişim hem bireysel hem de toplumsaldır, her ikisi de aynı anda değişir (s.17).

Tarihçi olan Erkan Göksu “din değiştirme” vakasını tarihi açıdan ele almadan din değiştirmenin psikolojik yönünü ele alarak değişim insan üzerinde nasıl gerçekleştiğini anlatmakta ve bu anlatım sırasında da din değiştirmenin felsefini yapmaktadır. Yani Erkan Göksu Din değiştirme vakasını birey ve toplum üzerindeki etkilerini önce psikolojik ve felsefi olarak ele almakta ve daha sonra tarihi değişimden söz etmektedir ki değişimi psikolojik, felsefi ve tarihi boyutlarıyla üç boyutlu ele alarak anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır.

Erhan Göksu bireyi din değiştirmeye iten “Mahrumiyet teorisi” (s.20) ve “sosyal ağ/etki teorisi” (s.21) dediği iki sebep olduğunu bu sebeplerden Mahrumiyet teorisinin; Ekonomik Mahrumiyet, Sosyal Mahrumiyet, Ahlaki Mahrumiyet, Ruhsal Mahrumiyet, Organizmik (Engellilik) Mahrumiyet (s.21) şeklinde beş farklı mahrumiyetten müteşekkil olduğunu izah etmektedir. Sosyal Ağ/Etki teorisinde mahrumiyet tamamen dışlanmamakla birlikte birey yeni girdiği grubun davranışlarını benimser.

Erkan Göksu Türklerin Müslüman olmasını “Türklerin Müslüman Araplarla, dolayısıyla İslamiyet’le karşılaşmaları 7.yüzyılın ortalarında başlar. Bununla birlikte Türkler arasında kitleler halinde İslamlaşma, 10.ve 11.yüzyıllara, hatta bazı Türk topluluklarında çok daha sonraki yüzyıllara kadar uzanır.” (s.35-36) şeklinde tespit eder. Bu tespitte Türklerin İslamlaşması tarihte an değil uzunca bir süreç olduğunu görüyoruz. 7.yüzyılın ortaları 650 olsa 11.yüzyılı da ortalarından kabul edersek 1050 yılı olur ki Türklerin İslamlaşmaya başlamasıyla kitle halinde İslamlaşması arasında tam 350-400 yıl geçmiştir ki hala toptan bir İslamlaşmadan söz edilmemekte, İslamlaşmanın sonraki yüzyıllarda da devam ettiği yazar tarafından belirtilmektedir. Karahanlıları ve İdil Bulgarları ilk İslamlaşan Türk devletleri olarak zikredilmektedir. Karahanlılar’ın 9.yüzyıl yani 840 yılında kurulmuş ve 13.yüzyıla 1212 yılına kadar hüküm sürmüş, diğer İslam’ı ilk kabul eden Türk devleti İdil Bulgarlarının hüküm sürdüğü yıllar 10.ve13.yüzyıllar arasıdır. Karahanlılar 920-955 yılları arasında yaşamış hükümdarları Saltuk Buğra Han zamanında 920 yılında başka bir kabule göre 932 yılında İslam’ı kabul ederek Müslüman olmuşlardır. Türklerin İslam’ı kabul ettiklerinin söylendiği yıl ise Türkler ve Müslüman Araplar arasında Talas Savaşının yapıldığı 751 yılıdır. Türkler Müslüman olurken Din değiştirmenin bütün aşamaları yaşanmıştır.

Her bakımdan güçlü, zengin ve refah seviyesi yüksek bir toplumun yeni dine karşı sergilediği tutum ve davranışlarla, aksi durumlarda sergilediği tutum ve davranışlar aynı değildir.” (s.43) Diyerek devletinin ve ekonomisinin zayıf olduğu zamanlarda toplumların karşılaştıkları yeni dine girme yönünde daha müsamahalı ya da daha savunmasız olduğunu ifade etmeye çalışan Erkan Göksu Türklerin İslamiyet ile karşılaştıkları zamanki durumlarını da “Türklerin Müslüman Araplarla karşılaştıkları 7. yüzyılın ikinci yarısı ile 8.yüzyılın başlarında, Maveraünnehr ve diğer Türk ülkeleri üzerindeki Göktürk hâkimiyeti zayıflamış, bölgede ortaya çıkan siyasi otorite boşluğu Türk topluluklarını kargaşaya, sosyal ve ekonomik sıkıntılara sürüklemiti.” (s.43-44) ifadeleriyle tespit etmekte ve Türklerin İslamiyet karşısında ekonomik, siyasi ve kültürel olarak zayıf olduklarını söylemektedir.

Erkan Göksu hoca Türklerin İslamiyet ile karşılaştıkları zaman aslında başka dinler ile de karşılaşmış olduklarını ancak Türklerin çoğunluğunun bu karşılaşan dinleri değil de İslamiyeti tercih ettiğini “Türk coğrafyasının farklı bölgelerinde yaşayan farklı Türk toplulukları, doğuda Budizm ve Maniheizm’le, batıda Yahudilik ve Hristiyanlıkla ve Iran sahasında da Mecusilik gibi ‘yabancı’ dinler ile temas halindeydiler. Hatta sayıları çok fazla olmasa bile bu dinleri kabul edenler de mevcuttu. Dolayısıyla Türklerin Müslüman Araplarla, dolayısıyla İslamiyet’le karşılaşmaları ‘yabancı’ bir dinle ilk temasları değildi. Bu durumda Türklerin, karşılaştıkları farklı din ve inançlar içinden hangisine daha çok meyledeceklerini zaman, daha doğrusu zaman içinde yaşanacak siyasi, askeri, sosyal, ekonomik, kültürel ve sair sebepler belirleyecekti.” (s.44) diyerek İslamiyet’in Türkler nezdindeki algılanış farklılığını ortaya koymaktadır.

Yeni dinin sunanlarının yeni din ile karşılaşanlar açısında önemli olduğunu ve yeni dini sunanların hal ve davranışları karşısındakilere karşı yaklaşımları dinin kabulü bakımından yeni dini kabul edecekleri psiko-sosyal yönden etkilediğini ve bu yüzden ilk etapta dinin içeriğinden ziyada yeni dini sunanların sunuş tarzlarını önemli olduğu söyleyen Erkan Göksu Türklerin İslam’la ilk karşılaşmalarının da onların üzerinde olumsuz etki bıraktığını ifade etmektedir. Çünkü “661-750 yılları arasında hüküm süren Emeviler … Fetih hareketlerini genişleterek Maveraünnehr ve Türkistan'a yani Türk ülkelerine kadar ilerleyen Emeviler, bölgenin ilk fatihleri aynı zamanda da ilk “davetçi”leridir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki 673’te Ubeydullah bin Ziyad’ın Ceyhun Nehri’ni geçerek Maveraünnehr’e girmesiyle başlayan bu süreç, Türklerin gerçek manada İslamiyet’i tanımasına imkân sunacak, iyi ilişkilerin tesis edildiği müspet bir tanışma dönemi değil, büyük ve kanlı mücadelelerin, sayısız savaşın yaşandığı “kötü” bir tanışma evresidir.” (s.52) aslında bu anlatılanlardan sonra Türklerin kılıç zoruyla Müslüman olduklarına dair genel kanaatin de pek doğru olmadığını gösterir. Çünkü Türkler ile Müslüman Araplar arasında büyük bir mücadelenin başladığı ve sayısı savaşların yaşandığı bir süreç olması dolayısıyla her ne kadar Türkler Müslüman Araplar karşısında kültür ekonomi ve siyaseten pek organize olamamış olsalar da mücadeleden de geri kalmamış, büsbütün ezilmemişler, teslim olup, itaat eder bir durma düşmemişlerdir. Bu direncin vermiş olduğu güç sayesinde kılıç zoruyla din değiştirecek bir durma düşmemişlerdir ki “Müslüman Araplar ve Türkler arasında savaşlar ve kanlı mücadeleler birbirini izlemiş, buna karşılık Türkler arasında İslamlaşma, sadece münferit din değiştirmelerden ibaret kalmıştır.” (s.52) Buradan da yeni dini sunanların sunuş tarzları dolayısıyla Türklerin karşılaştıkları yeni dini inceleme ve tanıma öğrenme istek ve arzuları kısıtlanmış olduğun ve dolayısıyla tanıtımın Türkler üzerindeki etkisinin müspet olmadığını söyleyebiliriz.

Horasan ve Toharistan Emevilerin eline geçince Türklerle Müslüman Arapların arasındaki hudut Ceyhun nehrine dayanmıştı. Horasandaki Arap hâkimiyeti alınan tedbirlerle sağlamlaştırılınca sıra Maveraünnehr’e gelmişti. Muaviye tarafından 673 yılında Horasan’a vali atanan Ubeydullah bin Ziyad henüz 25 yaşındaydı. Ubeydullah bin Ziyad’ın Horasan valiliği 673 yılı ile 676 yılları arsında yaklaşık 3 yıl sürmüştür. Bu Ubeydullah bin Ziyad ki daha sonra İslam tarihinin en meşum olayına imza atan komutandır. “680 senesinde İslam tarihinde Kerbela Faciası olarak geçen Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 kişinin katledilmesi hadisesi, Yezid bin Muaviye’nin Kufe Valisi olan Ubeydullah bin Ziyad’ın emri altında ordu tarafından gerçekleşti. Hz. Hüseyin’in cesedinin atların ayakları altında çiğnetilmesi emri de yine Ubeydullah tarafından verilmişti.” (s.55) Daha sonra getirileceği Kufe valiliği sırasında İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in torununa dahi acımayacak olan Yezid bin Muaviye (680-683) ve Kufe valisi Ubeydullah bin Ziyad mı Türklere acıyacak, şefkatle ve iyilikle İslam’ı tebliğ edecekti?

Arap İslam Orduları komutanı ve Horasan Valisi Ubeydullah bin Ziyad ve Selm Bin Ziyad’ın Türklere karşı savaştıkları ve Kabac Hatun ve diğer Türk beylerine karşı kazandıkları savaşlarda aldıkları ganimetin büyüklüğü bizi Ubeydullah bin Ziyad ve Selm Bin Ziyad’ın İslamı tebliğ için savaşmadıkları, savaşı ekonomik bir faaliyet gördükleri, ganimet elde ederek geçimlerini temin ettikleri düşüncesine sevk ediyor ki tarihte ekonomik üretimin pek organize olmadığı zamanlarda savaşlar ekonomiyi canlı tutmak ve kalkınmayı sürdürmek için bir finans kaynağı olarak görülmüştür. Daha önce Ubeydullah bin Ziyad’ın Kabac Hatun’dan aldığı ganimetler ve daha sonra Selm Bin Ziyad’ın Kabac Hatundan aldığı ganimetler ki boyutları itibarıyla “Müslümanlar birçok ganimetler elde ettiler. Öyle ki süvarilere iki bin dört yüzer, piyadelere ise bin iki yüzer dirhem [ganimet] düşmüştü. … Selm, çok yüklü miktarda servet ve ganimet elde ettikten sonra muzaffer bir şekilde Horasan’a döndü.” (s.57) Türk halkını fakirleştirirken Müslüman Arapları zenginleştirip güçlendiriyordu.

Kuteybe bin Müslim el-Bahili’nin Horasan valisi atanması da Türkler için kötü gidişin sürmesi demektir. 708/709 yılında dördüncü kez Buhara üzerine yürüyen Kuteybe bin Müslim el-Bahili zorda olsa Türklere karşı savaşı kazandı (s.60). Kuteybe, Irak Umum Valisi Haccac’ın isteği doğrultusunda Zahilistan hükümdarı Rutbil’in üzerine yürüdü. “Kuteybeye karşı koyamayacağını anlayan Rutbil haraç vermeyi kabul etti. Ardından Harezm bölgesi itaat altına alındı ve böylece sadece Horasan değil, Maveraünnehr’de kâmilen Emevi hâkimiyetine girmiş oldu.” (s.61) “712 senesinde yeni bir sefer düzenleyen Kuteybe, Şaş, Fergana ve Hocend’i ele geçirdi. 714 ve 715 senesinde ise Kaşgar’ı fethetti. Böylece İslam hâkimiyeti, Çin topraklarına kadar ulaştı.” (s.62) 714 yılında yeni Emevi Halifesi Süleyman bin Abdulmelik’e isyan eden Kuteybe bin Müslim el-Bahili isyan sırasında kendi adamlarınca öldürüldü.

Emevilerin 738 yılın ortalarında atanan son Horasan valisi Nasr bin Seyyar, bütün İslam yurtlarında Abbasilerin başlatmış olduğu ihtilal çalışmaları gibi Horasan’da da Ebu Müslim vasıtasıyla başlatılan ihtilal çalışmaları (s.64) sayesinde Horasan valisi Nasr bin Seyyar etrafında toplanan insan sayısı yüz bini buldu (s.65). “Hilafet merkezinden yardım alamadığı ve horasanlıların desteğini kaybettiği için, Ebu Müslim karşısında da zor duruma düşen Nasr bin Seyyar, 10 Kasım 748 tarihinde Hemedan yakınında bulunan Save’de vefat etti.” (s.65) Abbasiler tarafından Horasan’da elde edilen başarılar diğer taraflarda da kazanıldı. 750 yılında Emevi Devleti yıkılıp Abbasi Devleti kuruldu (s.65).

Aslında ülkemizde Türk milleti ve Türkçülük deyince hemen Siyasal İslamcılar ve Siyasal Ümmetciler tarafından gündeme getirilen ırkçılık ile Türk tarihi hiç bir zaman malul olmamıştır. Ama Erkan Göksu Hocanın Araplarda mevali uygulaması için yazdıkları (s.66-67) göstermektedir ki ırkçılığın dik alasını Araplar yapmış ve İslam da bu ırkçılığı bertaraf etmek için bazı tedbirler almıştır. Ancak Araplar İslamlaşma da zaman ve mekân önceliğini şartlar gereği aldıkları için sonradan Müslüman olmak durumunda olanlara Arapların mevali dediler. İnsanların milliyet duygularını baskılamak, silmek, yok etmek için kullanılan mevali daha sonra Araplara karşı geri tepen bir silah durumuna dönüşmüştür. Türkler hiçbir zaman biyolojik bir üstünlük taslayarak Arapların Mevali uygulamasında yaptığı gibi insanları arkalarından ve kendilerinden aşağı seviyede yürütmemişler (s.67), hiçbir zaman ırk üstünlüğü sebebiyle diğer milletlerin arkasında namaz kılmamazlık etmemişler, İslam âlimi bir kişinin bile Türk kızıyla evlendi diye sırf üstün ırk saikı ile vali kanalıyla nikâhını bozmamışlardır (s.67).

Emevilerin fethettikleri ancak toprak işgalden başka bir anlam ifade etmeyen bu fetihlerin Türkler üzerindeki tesirini menfi Erkan Göksu “[Türkler] İslami fetih politikasından uzak olan ganimet amaçlı şedid bir Arap istilasına şahit olmuşlar, bu yapı içersinde İslam’ın gerçek yüzünü görememişlerdi. Bu yüzden daha önce de olduğu gibi zahiren İslamiyet’i kabul etmiş gibi görünseler de aslında eski dinlerine inanmaya devam etmekte ve ülkelerini Arap işgalinden kurtarmak için fırsat beklemekteydi.” (s.68) şeklinde ifadelendirmektedir.

Her ne kadar İmam Ebu Hanife ana dilde ibadet etmeye cevaz verdikten sonra insanlar bugün bu kolaylığı ortan kaldırıp “Türkçe ibadet edilemez”e dönüştürmüş olsalar da Erkan Göksu “Türkçe ibadet edilir mi?” sorusunun cevabı olabilecek bir uygulamayı aktarmaktadır: “Buhara hakkında önemli bilgiler içeren eserini 10.yüzyılda, 943-944 senesinde Samani hükümdarı Nuh bin Nasr’a takdim eden Narşahi, şu ilginç bilgileri kaydetmiştir.”

“Buhara halkı, İslam’ın ilk dönemlerinde, namazda Kur’an’ı Fasça okuyorlardı. Çünkü Arapça bilmiyorlardı. Rükû vakti gelince orada bulunan bir adam onların arkasından “bekünita nekinet”, secde yapmak istediklerinde “nekuniya nekuni” diye bağırıyordu.” (s.71) Zaten rivayet odur ki İmam-ı Azam Ebu Hanife de Arapçasından Kur’an okumayı öğrenene ve Kur’an’dan Arapça sureler ezberleyene kadar Türkler için namazda Türkçe okumaya cevaz vermiştir.

Erkan Göksu Türklerin kılıç zoruyla Müslüman olduklarını savunanlara verdiği cevabı kısaca özetlersek Emevilerin olumsuz tavırları Türkleri İslam ile tanışmada mesafeli durmaya itti ise de onlar İslam’ın kendisine değil de Emevilerin dinine karşı mesafeli durmuşlar, Emevi saltanatı sırasında Müslüman olan Türk sayısı sınırlı ve sayılabilecek kadar az sayıdadır. Kabac Hatun’un bir üç kez yaşadığı mağlubiyet rağmen her seferinde Müslüman olması ve tehlike geçince tekrar eski dinine döndüğünü gösterir ki Emevilerin sistemi Müslümanlığı yaymakta başarıl değildir. Emevilerin de tebliğ gibi bir derdi, Türklerin de İslam’ı bilmek ve Müslüman olmaktan haberi yoktur (s.76). Türklerin kitle halinde Müslüman oldukları 10.ve11.yüzyıllarda da Abbasilerin tebliğ anlayışlarının değişimi sayesinde İslamlaşma başlamış ama o zaman da kılıç Türklerin eline geçmiş, Müslüman Türk Hükümdarlar görülmeye başlamış, Türkler siyasi olarak da İslam toplumunda etkin olmaya başlamışlardır (s.77).

Müslüman Arap Emevilerin ilerlemesine engel olamayan Türkler-Türgişler, Fergana İşhidi, Toharistan yabgusu, Buhara ve Semerkant hükümdarları-Araplara karşı Çin’den T’ang hanedanından yardım istemişti. Çin İmparatoru Hivan-tsang Türk beylerinin bu isteği üzerine Kuça valisi Kao Sien-çi’yi Türklere yardım etmek üzere görevlendirdi. Kuça valisi Kao Sien-çi 748 yılında Tomak’ı alarak Batı Türkistan giden stratejik mevkii ele geçirdi. Çinlilerle birlikte savaşmak için Kuça valisi Kao Sien-çi tarafından idam edilen Taşkent hâkiminin oğlunun çağrısına cevap veren Yedisu ve Isık Göl civarındaki Türk toplulukları kendileri aralarındaki birlik ve gücü yetersiz görünce Abbasiler adına Horasan, Maveraünnehr ve Batı Türkistan’da düzen kurmaya çalışan Ebu Müslim Horasani’ye Çinlilere karşı birlikte hareket etmek üzere müracaat ettiler. Ebu Müslim Horasani Ziyad bin Salih komutasında bir Abbasi ordusunu Türklerin yardımına gönderdi (s.84). Ziyad bin Salih’in kumanda ettiği Türk ve Araplardan oluşan ortak ordu “Kao Sien-çi’nin kumanda ettiği Çin ordusuyla bugünkü Evliyaata’nın doğusundaki Talas (Taraz) nehri kıyısında karşılaştılar. 751 sensi Temmuz ayında nehrin kıyısındaki Atlah mevkiinde meydan gelen savaş beş gün sürdü. Son gün Çin ordusunda bulunan Karluklar Türk Arap ordusunun safına geçerek Çin ordusunu arkadan çevirdiler. İki ateş arsında kalan Kao Sien-çi ağır mağlubiyet aldı. Bir rivayet göre 100 bin kişiden fazla olan Çin ordusunun 45 bini öldürüldü. 25 bini esir düştü.” (s.85) Esir alınan Çinliler Semerkant’a götürüldü. Bu esirler Çin tekelindeki kâğıt endüstrisini İslam dünyasına taşıdılar ve bundan sonra kâğıt sanayi İslam dünyasında büyük gelişme gösterdi.

Abbasilerin yaklaşımları Türkleri İslam’ı tanımaya sevk ettiği gibi, zamanla işbirliğine yöneltmiş ve nihayet Çinlilere karşı Araplardan Talas savaşında yardım istemişlerdi. Bu tanışıp kaynaşma ve işbirliği artık öyle bir aşamaya geldi ki Abbasiler Türklere devlet yönetiminde görev vermeye başladılar. “Abbasi halifelerinin, muhtemelen sadece askeri maharetlerini, teşkilatçılıklarını ve sadakatlerini göz önünde bulundurarak Türk kökenli mevaliye tevdi ettiği askeri ve idari kadrolar, Türklerin sadece yeni düzende yer bulmasına değil, yeni dine de meyletmelerinin bir sebebi oldu.” (s.86)

Türklerin asker ve devlet memuru olarak görev almaları artıp yükselmeleri göz doldurunca Arap ve Fars memurlar ve emirler tarafından Türkleri istemezlik baş göstermiştir. Huzursuzluklar artıp Bağdat halkı ile Türk askerler arasında ölümlü kavgalar çıkında Halife Mu’tasım çözüm yolu aramış ve Bağdat’a 10 km mesafedeki “el-Katul” denilen yerde Türklere mahsus bir yerleşim yeri kurulmasını istedi. Kurulan bu yeni şehre SAMARA (835-836) dendi ve Türk askerlerle birlikte Mu’tasım başkenti Samara’ya taşıyarak yerleşti (s.89).

Mevali olarak Müslüman olduğu düşünülen Mu’tasım zamanındaki 20-25 bin askerin aileleriyle birlikte 70 bine ulaştığı ancak gerek Emevi gerekse Abbasi dönemlerinde meydana gelen askeri olaylar dolayısıyla verilen Türk orduları hakkındaki sayılar, yine bu savaşlarda verilen zayiat ve ölen asker sayıları düşünüldüğünde sadece Horasan ve Maveraünnehr’de yaşayan Türklerin sayısı bile Abbasilerin hizmetine giren Türk mevali sayısından çok daha fazla olduğu ortadır (s.97). “Türklerin İslamiyeti toplu olarak kabul etmeye başladıkları 10.yüzyıla ait sayısal verilere bakıldığında da Abbasiler döneminde devlet hizmetine giren ve bu şekilde İslamiyet’i kabul ettikleri düşünülen Türk mevalinin, genel kitlenin cüzi bir kısmını oluşturduğu görülür. Nitekim bazı kaynaklara göre 10yüzyılda Karluk, Yağma, Çiğil ve Tuhsilerden 200 bin, yine Oğuzlardan 10 bin, hatta bazı kaynaklara göre 100 bin çadır halkı İslamiyet’i kabul etmiştir. Her çadır ortalam beş kişi olarak düşünüldüğünde, bu sayı bir milyonu geçer ki, bu rakama bırakın genel Türk kitlesinin, bütün oğuzların ya da Karlukarın bile dâhil olmadığı muhakkaktır.” (s.97) Erkan Göksu burada anlatmak istediği mevali Müslüman Türklerin sayısı 70 bin olmasına rağmen 1 milyonun üzerinde Türk de mevali olmadan Müslüman olmuş ancak bu bir milyon Türk bile 10. Yüzyılda kitlesel bir şekilde Müslüman olacak olan Türklerin cüzi bir miktarını oluşturmaktadır. Türkler Emeviler zamanında kılıçla Müslüman olmamışlar, aksine Emevilerin uyguladığı zülüm ve zor kullanması Türklerin topyekûn Müslüman olmasını geciktirmiş, İslam’ın tanınıp yaygınlaşmasını geciktirmiştir.

Yeni İslami düzende şehirlerin savaş halinin sona ermesi, ticari sosyal, kültürel temas kurulacak ve ortak yaşam sürdürecekleri yerler haline gelmesi “Bu şehirlerde [Müslümanların] siyasi ve askeri üstünlüğe ilave olarak ticari, sosyal ve kültürel alanlarda da Müslümanların hâkimiyeti… Her tarafta Müslüman tüccarlara, âlim, vaiz ve sufilere rastlanıyor, belli başlı kültür ve ticaret merkezlerinde mescitler, camiler, ribatlar, hankahlar gibi İslam müesseseleri yükseliyordu.” (s.102) İslamiyet hâkim din haline geliyordu. Müslüman Arapların askeri ve siyasi hâkimiyetinin yanı sıra şehirde oluşan İslami mimari hâkimiyeti dolayısıyla Türklerin din değiştirme sürecinin psiko-sosyal gelişimi içersinde destekleyici unsurlar olan çevresel etkileşim faktörleri devreye girdi. “Bu süreçte İslamiyet’in hâkim din haline gelmiş olmasının, cebri ya da zorlama olmasa da Türkler üzerinde belirli bir sosyal baskı oluşturduğu muhakkaktır. Zira Türkler, ilişki içersinde oldukları Müslümanların inanç sitemleri ve hayat tarzlarına, hatta ibadet vakit ve şekillerine göre dizayn edilen bir sosyal, kültürel ve ekonomik hayatın içinde yaşamak ve buna uyum sağlamak durumunda kalmışlardı.” (s.103) Bu uyum zamanla etkileşim ve aidiyet duygusuna dönüşüyor, aidiyet duyusu da yeterli güce ulaşınca dini kimlik vasfı kazanıyor.

Daha Türklerin Müslüman olmaya başladığı yüzyılardan sonra ve özellikle 8. Yüzyılda görülmeye başlayan sufi hareketi şehirli Türkler arsında olduğu gibi Türkmenler arsında da “baba” , “ata” isimleriyle görülmeye başlanmıştır. 9. yüzyılda oluşmaya başlayan “Türk Müslümanlığı”nın (s.117) oluşmasında sufi veya tasavvufi İslam anlayışın etkisi vardır. “Türkçe düşünen, Türkçe söyleyen bu sufilerin öncülüğünde oluşan Türkistan tasavvuf ekolü, 11.ve12.yüzyıllara gelindiğinde Türk ülkelerinin hemen her yerinde yayılmış ve Türklerin büyük kitleler halinde İslamiyet’e yönelmelerini sağlayan en önemli etkenlerden biri haline geldi. Bu ekolün en önemli temsilcisi, hatta kurucusu Hoca Ahmet Yesevi’ydi. Pir-i Türkistan, Hace-i Türkistan, Hazreti Sultan, Sultanu’l-evliya, Evliyalar serveri gibi unvanlarla anılan Hoca Ahmet Yesevi, tarihi şahsiyetinden ziyade menkıbevi şahsiyeti, fikirleri ve kurduğu Yesevilik tarikatı ile Türk milletinin manevi hayatında ve Türk düşünce tarihinde derin izler bırakmıştır.” (s.118)

Hep söylenir Türklerin dini ile İslamiyet birbirine uygun ve uyumlu olduğu için Türkler İslamlaşma hususunda zorluk yaşamadılar, bu husus Türklerin İslamlaşmasını kolaylaştırdı diye. Süryani Mihael hangi konuların uyumlu olduğunu “Türklerin, Araplar gibi tek bir Allah’a inanıyorlardı. Yine İslamiyet’te mevcut olan airet inancı, ruhun ölmezliği düşüncesi, cennet, cehennem, kurban ve cihad kavramları gibi birçok husus, Göktanrı inancına sahip Türklerin yabancı oldukları şeyler değildi.” (s.121) bu hususlar Türkler ile Arapları ortak hareket etmeye iten temel sebeplerdir.

“7.yüzyılın ortalarından başlayarak inişli çıkışlı [ve bazen yavaş bazen hızlı] bir seyir takip eden Türklerin İslamiyet’i kabul süreci, 9.ve10.yüzyıllarda yaşanan kitlesel ihtidalarla ve ilk Müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkmasıyla en hareketli dönemini yaşadı.” (s.124) bu yaklaşık 350-400 yıllık İslamlaşma sürecindeki din değiştirmenin gerek bireysel gerekse toplumsal çeşitlerinde her türlü özellik ve aşama görülmüş, olumlu ya da olumsuz etkileşim, engelleyici ya da hızlandırıcı ve kolaylaştırıcı faktörler devreye girmiş Türklerin İslamiyet’i kabulü nihayet vuku bulmuştur. “Artık Türkler… Müslümanları taklit ya da onlara uyum sağlama aşamasını yeni bir boyuta taşıyarak İslamiyet’i özümsemeye, kendileştirdikleri dine karşı bir aidiyet duygusuyla bağlanmaya başlamışlardı.” (s.125) Bu aidiyet duygusunun güçlenmesi de yeni dini kimliğin kabul sürecinin sonuca ulaştığı anlamına geliyordu. Erkan Göksu hoca her halde dört halife dönemine kadar geri götürerek Türklerin İslamlaşma sürecini 350-400 yıl tayin etmektedir. “Aşağı yukarı dört yüz yıl boyunca devam eden bu süreç” (s.125) diyerek uzun bir zamanı ön görmektedir.

“9.ve10.yüzyıl kaynaklarında dah çok şehirli ya da yerleşik Türkler için söz konusu olduğu anlaşılan bu hızlı İslamlaşma, zamanla konargöçer ya da göçebe Türkleri de içine aldı.” (s.126) ve “Eğer İslamlaşma sadece şehirlilerle sınırlı kalmış olsaydı bütün şehirli Türkler Müslüman olsa dahi, genel kitle içindeki oranları çok cüzi kalırdı.” (s.127) Türkler nüfus olarak o kadar fazlaydı ve o kadar geniş bir coğrafyada yaşıyorlardı ki birer birer, kasaba kasaba, şehir şehir, ülke ülke, devlet devlet, bozkırlar dolusu Müslüman oluyor dört yüz yıl geçiyor yine de Müslüman olup bitmiyorlardı. “[Türklerin] İslamlaşma hadisesi 13.ve14.yüzyıllara kadar devam edecekse de artık hem Türk tarihi hem de İslam tarihi için yeni bir dönem, Müslüman Türk devletleri dönemi başlamıştı.” (s.129) Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklu Devleti gibi İslam Türk Devletleri kurulmaya başlamıştı.

Araştırmacıların din değiştirme şekilleri üzerine yaptığı araştırma ve incelemeler sonucunda altı din değiştirme motifinde karar kılmışlardır. “Bunlar ‘entelektüel’ yani araştırarak, ‘duygusal’ yani yeni dinin mensuplarına karşı duyduğu sempatiyle, ‘deneysel’ yani yeni din ve beraberinde getirdiği hayatı tecrübe ederek, ‘yeniden uyanma’ yani yeni dinin etkileyici bir özelliği ya da yönüyle karşılaştığı anda verdiği ani bir kararla ya da ‘cebri’ yani maddi veya manevi baskı sonucunda din değiştirmedir.” (s.131) Türkler 7.yüzyıldan 11.yüzyıla uzayan bu uzun din değiştirme sürecinde birbirinden uzak geniş coğrafyada yaşayan kitleler yukarıda sayılan din değiştirme motiflerinden her birinden birisiyle din değiştirmiş, birisi için din değiştirme motifi olan bir din değiştirme şekli diğerleri için genelleme yapılacak bir din değiştirme motifi olmamıştır.

Türklerin İslam olmadan önceki hayat tarzlarının ve kültür ile düşünce yapılarının İslam’ı kabul edişleriyle Hanefi Maturidi ekolü tercih etmelerine sebep olmuş, bu ekol Türklerin İslamlaşmasını sağlarken İslamlaşmış Türklerin topyekûn sahip oldukları Türk düşüncesi de Hanefilik ve Maturidiliği geliştirdiğini savunan Erkan Göksu “İlk Müslüman Türk devletleri olan Karahanlılar, Gazneliler ve aynı kültür ve medeniyet muhitinde filizlenip kısa sürede Selçuklu Devleti gibi büyük bir devleti içinden çıkaran Oğuzlar da Hanefiliği tercih etmişlerdi.” (s.155) diyerek Hanefilik ve Maturidiliğin Türk düşünce sistemini belediği gibi Türk düşünce sisteminin de Hanefilik ve Maturidiliği beslediğini ifade etmiştir.

“Türkler, bir inancı kabul ettiklerinde onu doğrudan özümsemiyor, aksine kendi gelenekleri ve kültürel miraslarıyla sentezleyerek yeni bir forma sokuyorlardı.” (s.171) diyerek Türkler ile dinleri arsındaki etkileşimi anlatan Erkan Göksu daha önce de Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’ndan aktardığı “Türkler İslamlaştıkça İslam da Türkleşti.” (s.123) veciz cümlesiyle ortaya koymuştur.

“Neticede 7.yüzyılın ortalarından itibaren başlayan 8.yüzyılda inişli çıkışlı bir seyir izleyen Türklerin İslamiyet’i kabul süreci, 9.ve10.yüzyıllarda kitlesel ihtidalar ve İtil Bulgarları, Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular gibi ilk Müslüman Türk devletlerinin ortaya çıkışıyla birlikte en hareketli dönemini yaşadı.” (s.178) Türkler İslamiyet kabulleri sırasında Arapları taklit etmek mahiyetinde Müslüman olurken daha sonra aidiyet geliştirdiler ve bir Müslüman Türk kimliği oluşturarak ‘Türk Müslümanlığı’ denilecek bir anlayış ve zihniyetin doğuşunu sağladılar (s.179).

Erkan Göksu “Türkler Nasıl Müslüman Oldu? İnanç, Kimlik ve Kültür Arasında Bir Dönüşüm Hikâyesi” adıyla bütün milliyetçiler ve milliyetçi sivil toplum kuruluşları tarafından ödüllere boğulacak bir eser ortay koymuştur. Kendisini kutlarım. Erkan Göksu “Türkler Nasıl Müslüman Oldu? İnanç, Kimlik ve Kültür Arasında Bir Dönüşüm Hikâyesi” kitabında konuyu sadece tarih ilmi çerçevesinde ele almamaktadır. Belki biraz abartı gibi olacak ama tamamen gerçek düşüncelerimi ifade ediyorum. Kitabın konusu multidisipliner bir anlayışla ele alınmıştır. Kitap tarih ilmi alt tabanında psikoloji, felsefe, sosyoloji ve coğrafya ilimlerinin yoğrulmasıyla akıcı üslup, sade bir dil ve düzgün bir anlatım ile inşa edilmiş, ortaya bu şaheser çıkarılmıştır. Bundan sonra da meselesi Türk ve Türklük olanlar tarafından belki en fazla müracaat edilen kitaplardan birsi olacaktır.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

Halim Kaya

01 Tem 2025

İnanç, Kimlik ve Kültür Arasında Bir Dönüşüm Hikâyesi Erkan Göksu günümüz tarihçileri arasında tutulan ve yazdıkları ile gündemde olan bir yazar.

Efendi BARUTCU

25 Haz 2025

M. Metin KAPLAN

16 Haz 2025

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

02 Haz 2025

Nurullah KAPLAN

04 Nis 2025

Yusuf Yılmaz ARAÇ

04 Nis 2025

Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 167,62 M - Bugn : 289783

ulkucudunya@ulkucudunya.com