« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Halim Kaya

25 Ara

2023

KIZILELMA - Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü

25 Aralık 2023

Tufan Gündüz’ün daha önce yazmış olduğu ve vermiş olduğu konferanslardan tanıyor ve yazdıkları söyledikleri ile de gündem olduğunu biliyordum. Bir askerin yurt dışı operasyona giderken kendisine soru soran muhabire “Kızılelmaya” ifadesiyle cevap vermesi üzerine tekrar Türkiye gündemine giren “Kızılelma nedir?” sorusu üzerine çok düşünülmüş ve konuşulmuştu. Konuyu bilen ilgili kişiler tarafından kamuoyu aydınlatılmaya çalışılmıştı. Tufan Gündüz hocanın “Kızılelma-Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü” kitabını da bu konun popiler olması dolayısıyla kaleme aldığı bir roman olarak düşünüp, hiç incelemeden aldım. Ancak eve gelip de okumaya başlayınca “Kızılelma-Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü” kitabının bir roman olmayıp, aksine tarih boyu Kızılelme denilince ne anlaşıldığı, nelerin ve nerelerin Kızılelma olarak adlandırıldı, kelime olarak ne manaya geldiği ve toplum için ne ifade ettiğini açıklayan tarih ilmiyle işlenmiş bir kitap olduğunu gördüm.

Tufan Gündüz Hoca’nın yazdığı “Kızılelma-Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü” kitabının birinci baskısı Yeditepe Yayınevi tarafından Eylül 2023 tarihinde yapılmıştır. Kitabın birinci baskısı “Önsöz” ile başlamakta birinci bölümü “KÖKLER” başlığı altında toplanmış 18 alt başlıktan oluşan yazılardan, ikinci bölüm ise “KIZILELMA NERESİDİR?” üst başlığı altında 26 alt başlıkta toplanmış yazılardan, “Kaynakça”, “Dizin”, “Ekler”, Görseller” bölümlerinden olmak üzere 199 sayfadan oluşmaktadır. “Kızılelma-Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü” tarih boyunca birikmiş, yazılmış, anlaşılmış ve Türklerde ifade ettiği mananın Tufan Gündüz hocanın kaleminden bize aktarılmasıdır.

Kızılelma’yı tarif edilmesini ele alanlar onu “Türk ordusunun fethedeceği yerler” (S:7) olarak tarif ettiklerini ya da müşahhas bir “Kızılelma” olarak hedeflediklerini ifade eden Tufan Gündüz bu yerlerin de bazen Beç (Viyana), Roma, Budin, Belgrad, Uyvar gibi şehirler olduğunu, bazen de bu şehirlerdeki büyük kiliselerin Kızılelma sayıldığını ifade etmektedir. “Aslında Kızılelma batı ufkunda, güneş nereden (batmaya) başlıyorsa işte tam da orasıydı.” (S:7) İfadesinden hareketle Türkler için Kızılelma batıya gittikçe yerkürede bir çember çizip aynı noktaya geleceğimiz için bütün dünya idi. Bu bütün dünyayı Amerika kıtası keşfedilene kadar her ne kadar doğuda güneşin doğduğu yerde Pasifik Okyanusu, Batıda Güneşin battığı yerde Atlas Okyanusu sınırları oluştururken Amerika Kıtasının keşfinden sonra ise bu sınır en batıda güneşin battığı yer olarak yine Pasifik Okyanusunun Çin’e olan sınırıyla sınırlanmaktadır. Her ne kadar Amerika’nın keşfinden önce de olsa o gün bilinen bütün dünyayı kapsayacak şekilde Türk Han,
Hakan ve Sultanları yeryüzünün iki padişaha dar geleceği felsefesini de savunuyorlardı. Tufan Gündüz Türklerin bu Kızılelma ideallerinin öyle zor, olmayacak işler olarak görmediğini hatta sıradan bir fetih gibi gördüklerinden dolayı Kızılelma’nın Türkler için “yüksek bir psikolojik güç” (S:7) vazifesi gördüğünü savunur.

“Osmanlı fetihlerinin devam ettiği 16. Ve 17. Yüzyıllar boyunca Avrupalılar Kızılelma’nın aynı anda Osmanlıların felaketini hazırlayacağına inandılar.” (S:8) ifadesinden Kızılelma’ya ulaşmak için toplumu şuurlu, uyanık tutan ve birlik içinde hareket etmesini temin için psikolojik destek, moral değer olan hedef diyebileceğimiz ideale ulaşılması tolumda bir gevşemeye ve rahatlığa sebebiyet vereceğinden dolayı da idealsiz devletin yok olmaya başlayacağı sonucunu çıkarabiliriz. Nitekim Türkler her zaman ulaşılan hedeflerden sonra Kızılelma’yı biraz daha öteye taşımışlardır. Bu kendisine hedef koyarak birlik ve dirliği sağlamanın güzel tarafı ve Türkler bu yolu kullanmıştır. Yunanistan ve Ermenistan gibi devletlerin bugün toplumda birlik ve dirlik sağlamak için hayali düşmanlıklar üretir, Türkleri halklarına düşman gösterip daima Türkiye ile aralarından gerginlik çıkarmaları ise Kızılelma’nın sağlayacağı faydanın başka yoldan sağlanmasıdır. İdeal ve Kızılelma gibi hedeflerle birlik ve dirlik sağlayamayan ülkeler ancak toplum üzerinde korku ile bir baskı oluşturarak bu birlik ve düzeni sağlamaya çalışmaktadırlar. Türkler ve Yunanistan, Ermenistan gibi ülkelerin topluma hedef koyma, Kızılelma hususunda izlemiş oldukları yol onların milletleşme durumlarını da ortaya koymaktadır. Millet olma şuuru çok yüksek ve eski olan Türkler düşmanlarına göre değil de Kızılelmalarına göre bir yol izlerler. Kendine düşman edinerek halk korkutarak birlik sağlamaya çalışan milletlerin halkı korkudan dolayı ortak hareket etmek istemez ancak Kızılelma gibi hedefler koyarak halkını birliğe çağıran milletlerin halkı birliği sağlamada daha gönüllü olur. Milletin Kızılelma gibi hedefi olması daha güçlü olmanın da bir psikolojik dayanağıdır.

Kökler bölüm başlığı altında Bilge Kağan’ın ülkesinin genişliğini dillendirdiği “Doğuda gün doğusuna kadar ordu sevk ettim” ve “Batıda gün batısına kadar ordu sevk ettim” (S:11) ifadeleri ile yukarıda da izah etmeye çalıştığımız Doğu’dan da Batı’dan da gidilse yerkürede çıkış noktasına bir çember çizilerek dönüleceğini işaret edilmiştir. Yani felsefe yeryüzü ancak bir hükümdara yeter. Türk Cihan Hâkimiyeti mefkûresinin başka bir şekilde ifadesidir. Zaten Tufan Gündüz Hoca da kitaba alt bir isim olarak “Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü” demiştir. “Güney’de Dokuz Ersin’e kadar ordu sevk ettim.” İle “Kuzey’de Yır Bayırku topraklarına kadar ordu sevk ettim.” (S:11) ülkenin sadece Doğu ve Batı istikametinde değil dört yöne doğru genişlemesini ifade etmektedir.

Türklerin dünyayı dört köşe olarak tarif ettiğini ve bu tarifin de “Doğu tam olarak güneş her nereden doğuyorsa batı da güneş her nereden batıyorsa orasıydı. Güney, güneşin öğle vaktinde izdüşümünü ifade ediyordu ve bazen gün ortası diye anılıyordu. Kuzey ise ilginç bir şekilde, çoğu zaman çıplak gözle bile görmenin zor olduğu Demirkazık yıldızını esas alıyordu ve gece ortası diye tarif ediliyordu.” (S:12) bilgisine dayandırıldığı öğreniyoruz Tufan Gündüz Hoca’dan.

Tufan Gündüz Hoca en eski Türkçe söz varlığı, kelime hazinesi içinde “Deniz” kelimesinin bulunmasını Türklerin Hazar Denizi, Karadeniz, Aral Gölü, Baykal Gölü için kullanıldığından dolayı olduğunu (S:12), ancak Bilge Kağan’ın denize ulaştığı yönündeki beyanın dünyanın sonuna ulaştığı manasında değil ülkesinin genişliğinin ulaştığı genişliği ifade etmek açısından Deniz kelimesi ile ifade edilerek Deniz’in uzaklığından kinaye olarak ülkenin büyüklüğünü kastettiği (S:13) ifade edilmektedir. O zamanlar Türklerin komşu olduğu Çinliler ve Korelilerden denizcilikle ilgili bir şey almadığı da bu ifadeye eklenmiştir.

Türk Şad’ın “Uzak doğudan batı ucuna kadar tüm dünya bana açıktır.” (S:13) Bizans elçisine söylediği bu cümle de gösteriyor ki Türkler her zaman ve dönemde dünyanın her yerinde hâkimiyet kurmak Kızılelma’sına sahiptir.

Türklerin Çinlilere nüfus bakımında üstünlüğü yoksa da askeri güç bakımından üstün olduğunu ifade eden Tufan Gündüz bu üstünlüğün “At için geliştirdikleri üzengi, gem ve eyer sayesinde onu istedikleri gibi yönlendiriyorlar, hızlı manevra yapmaya alıştırılmış atlar üzerinde dörtnal giderken hem ileri hem geri ok atabiliyorlardı.” (S:21) şeklinde ortaya koymuş ve at teçhizatı yanında askerin eğitimli olmasını da ayrıca ifade etmiştir.

Tufan Gündüz Hoca Kızılelma uğrunda fethedilen ülkelerin genişliği hakkında bilgi vermek için MÖ 209 yılında Mete Han’ın Hunların başına geçmesinden başlayarak (S:16) Türklerin tarihini kısaca anlatmaya başlamış, Mete Han’ın ölümünden sonra Hunların Doğu ve Batı Hunları olarak ikiye bölünmesinden sonra Doğu Hun Kağanlığının Çin’e tabi olmaya karar verip bağımsızlığını kaybetmesine rağmen Batı Kağanlığını Kudüs’e kadar ve Kuzeyden giderek Roma’ya kadar akınlar düzenlediğini, Atilla zamanında çok başarılı bir yönetim sergilediğini ancak Atilla’nın ölümüyle Kuzey Kurtları denen Batı Hunlarının da tarihten silindiğini bizlere aktarmıştır. Bu anlatım sırasında ermeni Papaz Efraim’in tuttuğu tarihi kayıtlardan görüyoruz ki Türkler MS 306-373 yılları arasında (S:24) Urfa ve Kudüs’e kadar gelmişlerdir.

Tufan Gündüz Hoca Türk Tarihini efsane ve destanlarla yorumlayarak tarihi anlamlandırmakta yanı sıra da efsane ve destanları zamandan beri bir yapıdan kurtararak tarihin akışı içindeki yerlerine monte etmektedir. Hun Kağanlığının dağılmasından 500 yıl sonra Batı Hun Kağanlığının dağılmasından 100 yıl sonra Avarların hâkimiyetinden kurtulup bağımsız olan ve akrabalarını da kendi çevresinde toplayarak birlik kuran Göktürkler (S:28), Türk adını da ilk kullanan (S:29)Türk Hanedanlığı olmuştur. Tufan Gündüz Hoca Ergenekon’dan Çıkış ve Bozkurt Destanlarını yorumlayarak Ötüken’in dar olmasını ve Bozkurt Efsanesindeki dişi kurttan doğan çocuk ve çoğalmayı Türklerin çektiği 500 yıllık sıkıntı ve hürriyetten yoksun yıllara yorması ile destan ve efsaneyi hayal ürünü olmaktan kurtarıp hayatın gerçekliğine bağlamıştır.

Nasıl Romalı bir tarihçinin Hunları Kurda benzetmesi ve Kuzey Kurtları olarak adlandırmasından 300 yıl sonra binlerce kilometre ötede Çinliler de Türkleri kurda benzetmekle kalmamış onları kurdun yavruları olarak kabullenmişlerdi. (S:29) “Altay dağlarının zirvesi bir miğfere benzediğinden [Altay Dağlarının eteklerinde yerleşmiş olan kavime] bunlara da miğfer anlamında [Çinliler tarafından] “Türk” denildi.”ğini (S:30) yine Tufan Gündü Hocadan öğreniyoruz.

Göktürk kitabelerindeki “Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisinin arasına insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerinde de atalarım Bumin Kağan ve İstemi Kağan hükümdar olarak tahta oturmuş. Tahta oturarak Türk halkının ilini ve töresini düzenleyivermişler. Dört bucak hep düşman imiş. Ordular sevk ederek dört bucaktaki halkları hep almış, hepsini kendilerine tabi kılmışlar. Başlılara baş eğdirmiş, dizlilere diz çöktürmüşler.” (S:35) metinde geçen ifadelerden yola çıkarak Tufan Gündüz hoca Türk Hakanının sadece Türklerin hakanı olmadığı, bütün insanoğlunun hakanı olduğu sonucunu çıkarmıştır. Bu ifadelerde geçmese de “yeryüzü iki hakana dar gelir” manasını da çıkarmamız gerekmektedir.

Tufan Gündüz Hoca Oğuz Kağan Destanındaki “Gökyüzü çadırımız, Güneş de bayrağımız olsun” ifadesini “Görüleceği üzere Oğuz Kağan için sadece bir ülke vardır, o da gökyüzünün altındaki bütün toprakları içine almaktadır.(…) Oğuz Kağan’ın ordusu uzak ufuklara kadar gitmeli, gökyüzü çadır altında hâkimiyet kurmalı, bu çadırın kapladığı yeryüzündeki tüm halklar Oğuz kağan’a tabi olmalı, dünyada başka çadırlara, başka sınırlara ve başka gökyüzüne yer bırakılmamalıdır.” (S:36) Şeklinde yorumlamakta ve bu yorumuyla da bizim yukarıda da izah etmeye çalıştığımız Türk Hakanlarının yeryüzünde iki sultanın fazla olduğu, dünyanın ancak bir Türk sultanına yeteceği düşüncemizi desteklemektedir.

Türk tarihinden anlatımlara Oğuz Kağan soyundan gelen Selçukluların savaşlardaki başarıları ve yurtlarının genişliği (S:40) ile devam eden Tufan Gündüz Kaşgarlı Mahmut’un eseri Divan-ı Lügat-i Türk’ü bitirip Abbasi Halifesine sunduğu 1074 yılında “Tabir yerindeyse Balkanlardan Orta Asya’ya, Karadeniz’in kuzey steplerinden Mısır’a kadar her yerde bir Türk savaşçıya rastlamak mümkündü.” (S:41) diyerek Türklerin ne kadar geniş bir lana yayılmış olduğunu ifade ermektedir. Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-i Türk adlı eserinde “Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim kıldı. Zamanımızın bakanlarını onlardan çıkardı. Dünya milletlerinin idare yularını onların eline verdi. Onları herkese üstün eyledi.” (S:41) diyerek Türklerdeki psikolojik manevi moralin yüksekliğini gösterdiği gibi yine Türklerin dünya hâkimiyetini ellerinde tuttuğunu da ifade etmektedir.

“Maveraünnehr’den Marmaraya kadar dağılmış olan Türkmenler, Anadolu’nun fethiyle birlikte iki bölünmüşlerdi. İran ve Azerbaycan sahasında kalanlar Büyük Selçukluların askeri gücünü oluşturuyorlardı ve daha çok iç mücadelelerde kanlarını harcıyorlardı. Anadolu’yu yurt tutmaya çalışanlar ise Haçlılarla ve Bizans’la uğraşıyorlardı.” (S:52) Doğudan Moğol saldırıları ile “karıncalar ve çekirgeler gibi” Türkmenler Anadolu’ya akmışlar. Moğol işgaline uğrayan Büyük ve Anadolu Selçuklularının saltanatının sonunda 100 yıla yakın Anadolu Beylikleri dönemi yaşanır. “Neredeyse yüz yıl boyunca şehirlere, kasabalara hatta bazen birkaç kaleye hâkim olan Türkmen beyler küçük beylikler meydana getirdiler. (…) Konya’dan başka Kütahya, Aydın, Muğla, Kayseri, Sivas, Kastamonu, gibi şehirler birer kültür merkezi olarak geliştiler.” (S:53) bu cümlelerinin peşine Tufan Gündüz sanki bir müjde verir gibi Türkler için en olumlu tarafın Bizans’ın Anadolu’yu yeniden hâkimiyeti altına alacak gücü kendinde bulamaması olduğunu, Bizans’ın güçsüzlüğü sayesinde küçük beyliklerin bölgelerinde ciddi savunma harcamaları yapmadan ayakta kaldıklarını da ekler. Ancak bu beyliklerin arasında olan Osmanlı beyliği yönünün batıya dönmüş, Türklerle uğraşmamış olması dolayısıyla “1300 yılının başlarında, devrine göre ciddiye alınmayacak Söğüt, Domaniç, Bilecik gibi küçük kasabalara sahiptiler. Muhtemelen orduları da birkaç bin kişiden öteye geçmiyordu. Ancak üç padişah değiştirip bir yüzyılı bile doldurmadan isimleri sadece İstanbul’dan değil Belgrat, Budin ve Kahire’den de duyulan güçlü bir devlet hailine geldiler.” (S:56)

Osmanlılar kendilerini Anadolu Selçuklularına bağlamak için ataları Süleyman Şah’ın attan düşüp boğulması hikâyesini Anadolu Selçuklularının kurucusu Kutalmış oğlu Süleyman Şah ve torunu I. Kılıçarslan’a dayandırmışlar. Selçuklular Kınık Boyundan Osmanlılar Kayı Boyundan olmalarına rağmen bu devamlılığı Oğuz Kağan’a dayandırarak savunmuşlardır. Yazıcıoğlu Ali Osmanlıların Oğuz Kağan’ın vasiyeti gereği sultan olduklarını ve diğer Türkmenlerin Osmanlılara tabi olması gerektiğini yazıyor, bu bilgi Dede Korkut Kitabı’nın başına da “Bir zaman geldiğinde hanlık yeniden Kayı Boyuna geçsin ve dünyanın sonu gelip kıyamet kopuncaya kadar kimse ellerlinden almasın.” (S:57) şeklinde yerleştirilmiştir. Tufan Gündüz Oğuz Kağan Destanı’ndan sadece Kayı Boyuna mensubiyet konusunun alınmadığını, Osmanlıların bütün cihana hükmedeceğinin de destandan bir rüya motifi ile göçürüldüğünü ifade etmektedir. Görülüyor ki cihan yine iki hükümdara dar gelmiştir. Yeryüzünün tek hükümdarı Osmanoğullarının olması öngörülmüştür.

Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın Rumili’ni almasını, karşı kıyıya geçmesini Süleyman Dede keramet gibi göstererek “Keramet gösterip Halka suya seccade salmışsın /Yakasın Rumili’nin pençe-i himmetle almışsın” (S:60) yazarak karşı yakayı Kızılelma gibi görmüştür. Yine Künhü-l Ahbar yazarı Gelibolulu Mustafa Ali de “Akdeniz’i Geçmişiz biz bir iki sal ile / Himmet-i merdan ile gayptan irsâl ile / Oldu bizim salımız taht-ı Süleyman’ımız /Gözlerimiz açmışız Ahsen-i â’mâl ile” (S:60) diyerek ifadelendirmiş ve olağan üstü yardımlar ile bu fethin gerçekleştiğini ifadeye çalışmıştır.

Tufan Gündüz Gelibolu’nun alınmasından sonra Kızılelma’nın Edirne olduğuna işaretle “Ebu’l Hayr-ı Rumi’nin Cem Sultan’ın isteği üzere kaleme aldığı Sarı Saltık’ın menakıbının anlatıldığı Saltıknâme’de Edirne’nin alınması mistik bir işarete büründürülmüştü. Güya Hz. Muhammed bir gece I.Murad’ın rüyasına girer” (S:61) diyerek Kızılelma’nın değiştiğini ifade etmiştir. Ancak bu değişim yukarıdaki ifadede gizli olan Saltıkâme’de geçen rüyada Hz. Peygamber I. Murad’a “Kalkın Edirne şehrine gidin Ocağınızdır, gaziler şehridir. Orası Darü’n-nasr (Zafer beldesi), beytü’l feth (Fetih evi/merkezi) ve arz-ı şeriftir (şerefli toprak). Oradan her nereye zafer ve feth niyetiyle giderseniz hazır olur, kuvvetlenirsiniz. Batıyı, doğuyu, kuzeyi ve güneyi, bu dört köşe ova ve denizi oradan fethedersiniz. Adalet ile galip olup o yerleri alacaksınız. Oradan yürüyüp Kızılelma’yı da sizin nesliniz fethedecek, âlem size boyun eğecek.” (S:61) buyurmuş ve Edirne’yi Kızılelma hedefine koymuş, Osmanoğluna da sanki bir vazife yükleyerek onları feth ile görevlendirmiştir. Daha sonra sırasıyla Evliya Çelebi ile yine Satıkname’den verilen örneklerle fethler gerçekleştikçe Kızılelma’nın değiştiğini (S:62) görüyoruz.

Saltıknâme’de Kızılelma olan şehir alındıktan sonra bu şehirde Kızılelma olan kilisenin de alındığını ancak bununla yetinmeyip kilisenin kubbesindeki Kızılelma şeklindeki altın topu almaya çalışırken Hızır (as)’ın yetiştiğini ve o altın topu indirmeye gerek olmadığını söyleyerek engel olduğunu ifade (S:63) ile aslında anlatılmak istenen Kızılelma’nın hiçbir zaman elde edilip sona ermeyeceğini ona yaklaştıkça uzaklaşılacağı anlayışının yolunu açmıştır. Yani Türklerin hedefsiz kalmasının önüne geçmiş, fetih aşkının devam etmesini sağlamıştır.

Tufan Gündüz kilisenin kubbesinde altın top olan Kızılelma anlayışının Saltıknâmede olduğu gibi Künhü-l Ahbar yazarı Gelibolulu Mustafa Ali tarafından da “Kızılelma Frengistan’ın derinliklerinde bir büyük kilisedir. Çatısında elma gibi parlak kırmızı bir küre bardır. Bir ruhban onu çalıp uzun bir zaman gizledikten sonra götürüp o kiliseye vakfetmiştir.” (S:63) diyerek Kızılelma’yı Frengistan’da meçhul bir büyük kilisenin çatısındaki kubbede bulunan kırmız renkteki altın top küre olduğunu ortaya koymuştur.

Yıldırım Beyazıt’ın İstanbul’u fethetme düşüncesi ile İstanbul meydanlarından birine MS:330 yılında dikilmiş haçın üzerindeki Apollo heykelini kaldırtıp kendi heykelini diktiren I. Kostantin heykelinin sağ eline saltanat asası sol eline de tunçtan bir küre koymuştu. I. Kostantin elinde tuttuğu küre zamanla başka hükümdarlar tarafından taklit edilmiştir. Bizans İmparatoru Justinianus at üzerindeki heykelinin elinde küre tutan hükümdar heykelini kullanmış, Artuklu beylerinden Nasıreddin Arslan (1230-31) sikkeler üzerine elinde küre tutan resmini bastırmış, benzer bir figür Eyyübi Sultanı Selahaddin tarafından bastırılan sikkeye de konulmuş, öteye yandan elinde küre tutan sultan figürü Osmanlı ve İran minyatürlerine de girmişti (S:65). Şehnamede kahramanı Cem elinde küre ile resmedilmişti.17. yüzyılda Osmanlı minyatürlerinde bazı Osmanlı sultanları elinde küre tutan sultan şeklinde tasvir edilmişti. Elinde küre tutan sultanlardan biri Yıldırım Beyazıt’a aittir. (S:67) İki elinde iki küre tutan Yavuz Sultan Selim ise ben iki cihanın sultanıyım demek istiyordu. Osmanlı minyatürlerindeki dairesel çizimi küre olarak kabul etmek anlayışı yaygındır. Ancak niçin küre olduğu kürenin ne anlama geldiği pek belli değildir. “Buna rağmen küreyi –hiçbir kaynağa dayandırmaksızın- doğrudan Kızılelma ile ilişkilendirmek gayreti de görülmektedir. Oysa bu izahlarda Kızılelma şeklen somutlaşmakta ve bir ülkü olmaktan çıkıp bir nesneye dönüşmektedir. Hal böyle olunca vaktiyle Bizans İmparatoru Justinianus heykelinin elinde bulunan küre de Kızılelma olmakta, böylece Türklere özgü olan Kızılelma fikri Roma kaynaklı bir odluya evrilmektedir.” (S:66) Kızıelma’nın ülkü olmaktan çıkıp nesneye dönüşmesi yoluyla mana kaybetmesini izah etmeye çalışan Tufan Gündüz aslında kürenin nasıl yorumlanması gerektiğini de “eğer o dairesel şekil cidden küre ise dünyayı temsil ediyor olmalıdır ve hükümdar o küreyi elinde tutmak suretiyle dünyaya hâkim olduğunu göstermektedir. Minyatürlerin birinde Yavuz Sultan Selim’in iki elinde küre olması ise hem bu dünya hem de ahretin (öbür dünya) sultanı olduğuna benzetmedir.” (S:66) şeklinde yorumlayarak göstermiş olmaktadır.

Yıldırım Beyazıt’ın Kızılelma’sı İstanbul’u alma düşüncesiyle Anadoluhisarı’nı yaptırıp kuleden İstanbul’u izlemeye başladığı günden beri Kızılelma olan İstanbul Hz. Mudammed’in “İki tarafı denize bir tarafı karaya bakan bir şehir var bilir misiniz? Ne mutlu o şehri fetheden kumandan ne mutlu onun askerlerine.” (S:73) hadisini mazhar olmak isteyen Fatih Sultan Mehmet’in de Kızılelma’sı olduğunu ve feth hazırlıkları yaptığını duyan bütün âlim, asker, halk insanların Kızılelma’sı olmuş, akın akın İstanbul’un fethi hazırlıklarına dâhil olmuşlar, II. Mehmet Bizans’a gelecek yardımı kesmek için Anadoluhisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırmış ve boğazı kontrol altına almıştır. 1453’te İstanbul fethedilince II. Mehmet Fatih olmuş (S:73) ve Anadolu’da Türkler tarafından fethedilmeyen tek yer olan Trabzon Fatihin Kızılelma’sı olmuş ve Anadolu fethinden 360 yıl sonra 1461 fethedilmiştir(S:75). 1481 yılında Gedik Ahmet Paşanın Otranto seferi ile Fatih Sultan Mehmet’in yeni Kızılelma’sı Roma Papalığı/ Vatikan olmuştur. 1571 yılında Haçlı donanması ile yapılan İnebahtı Deniz seferinde esir düşen ve Hindi Mahmut esaret hatıralarını yazdığı Sergüzeşt adlı eserinde Roma’yı Kızılelma olarak Fatih Sultan Mehmet’in ölümünden yüz yıl sonra bile göstermeye devam etmiş (S:76) Hindi Mahmut Sergüzeşt adlı eserinde “Roma şehri dinür Kızılelma” ve “Ola cami bunun kilisesi/Okuna hutbe emr ile Sübhan” (S:77) şeklinde önce Roma sonra Kilise Kızılelma olarak anılmış, daha sonra da “Kaçan itmama ire Santo Petro / Anı elbet alır Al-i Osman / Gelüp kubbeye irmişdir binası /Hüda emr ile zapt ide sultan” (S:78) diyerek de bu kilisenin yeni inşa edilen Santo Petro Kilisesi olduğunu ilan etmiştir. Hindi Mahmut’un Sergüzeşt adlı eserinden sonra bile Osmanlıların ilk Matbaacısı İbrahim Müteferrika (1764-1747) tarafından Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem adlı eserinde Roma Kızılelma olarak gösterilmeye devam etmiştir (S:77).
Yavuz Sultan Selim’in işi zordu hep Batı’ya Gaza eden Osmanlılar onun zamanında Doğu’ya İran’a sefer edecekti. Osmanlı fetva makamı İran Şiilerini sapkın bir anlayış olarak niteleyen bir fetva vererek Yavuz Sultan Selim’in seferini kolaylaştırmıştı (S:78). 1514 yılında Çaldıran savaşında Şah İsmail’i mağlup etti ancak İran derinliklerine girerek onu aramadı ve Tebriz’den geri döndü. Buna da ordusundaki Bektaşi olan Yeniçerilerin huzursuzluklarının neden olduğu düşünüldü (S:80). Yavuzun Dulkadiroğulları beyliğine son verip Mısıra sefere çıkması da İslam ülkeleri olmaları dolayısıyla sorunlu olmuştur. Mısırdaki Türk devleti olan Memlüklüler de Sünni idiler. Osmanlı- Karamanoğlu savaşlarında “Mani-i gaza ile gaza, gaza-yı ekberdir./ Gazayı önlemek için gaza etmek büyük gazadır” diyerek savaş fetvası alınmış, Memlüklüler içinde Safeviler ile ittifak içinde oldukları için Rafizi durumuna düştükleri gerekçesiyle fetva alınmıştı. Sina Çölü 13 günde geçilip Ridaniye Savaşında Memluk Sultanı Tomambay mağlup edilmiş (S:81), Şah İsmail’de yaptığının tersini yaparak Tomambay takip edilerek yakalanmış ve öldürülmüştür (S:82). “Osmanlı hakimiyeti kısa zaman içinde Arabistan yarımadasına (Hicaz-Mekke-Medine) ve Kuzey Afrika’ya doğru genişledi. Halifelik Osmanlı Sultanları tarafından temsil edilmeye başlandı. Böylece onlar sadece dünyanın değil dinin de hükümdarı diye anıldılar.” (S:82)

Tufan Gündüz buraya kadar Türk yazarlar tarafından ortaya konulan Türkler arasında Kızılelma anlayışının ne demek olduğu hususunu ele almış etraflıca anlatmıştır, bekli de bundan önce böyle Kızılelma anlatan başka bir eser ortaya konulmamıştı. Burada da ilk Batı kaynaklarında Kızılelma’dan bahseden eser ve kişiden bahsetmektedir. Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1526 yılında Macarlarla yapılan Mohaç Savaşı’nda esir olan Bartholomaeus Georgievits on yıl Osmanlı ülkesinde çeşitli yerlerde esir olarak yaşamış ve kaçıp kurtulduktan sonra esirlik anılarını içeren bir kitap yazmış ve bu kitapta Türkler arasındaki Kızılelma inancından da bahsederek bir kehanette bulunmuştur. Bu kehanette “Türkler, kâfirlerin memleketini fethedecek, burada on iki yıl hâkimiyet sürecek, yerleşecek, bağ bostan yetiştirecek, oğlu kızı olacak ama sonunda Hristiyanlar kaybettikleri memleketleri geri alıp Türkleri püskürteceklerdi.” (S:86) Tufan Gündüz Bartholomaeus Georgievits’in burada Türkler arsındaki Kızılelma’dan bahsettikten sonra Hristiyanlar arasındaki Türk korkusunu bertaraf etmek amacıyla son kısımdaki “burada on iki yıl hâkimiyet sürecek, yerleşecek, bağ bostan yetiştirecek, oğlu kızı olacak ama sonunda Hristiyanlar kaybettikleri memleketleri geri alıp Türkleri püskürteceklerdi.” Eklemeyi yaparak kendi ülkesi adına bir kehanette bulunduğunu ifade etmektedir.

Şair ve Divan sahiplerinden örnekler vererek Türk edebiyatındaki Kızılelma ülküsünün nasıl anlatıldığını gösteren Tufan Gündüz bu şair ve divan sahipleri arasında 16. yüzyılda Edirneli Bali Çelebi’yi, Taşlıcalı Yahya Bey’i (ö.1582), Evliya Çelebi’nin haber verdiği Budin sarayının divanhanesi duvarına şiiri yazılmış şair Hayretî, Aşık Gevherî, Bakî, Hafız Ahmet Paşa’yı (ö.1632) sayarak (S:106-108) ve diğer nice şairler tarafından Kızılelma ülküsünün işlene geldiğini, seyahatnamesinde Evliya Çelebi’nin de değindiğini (S:108-109) ifade etmektedir. Kızılelma ülküsünün Kara Mustafa paşa’nın ikinci Viyana kuşatmasında mağlup olup, Mağlubiyetin sorumlusu olarak fedâ-yı cân eylemesinden sonra imzalan 1699 Karlofça anlaşmasına kadar feth ile alakalı iken bu anlaşmadan sonra feth artık düşünülmez olmasından dolayı Kızılelma’dan da bahis açılmamıştır. (S:114-155)

Tufan Gündüz bu parlak Kızılelma hedefine yürüyüşün sona ermesi ile Osmanlı-Rus savaşlarından önce ateşli bir savaş taraftarı olduğunu ifade ettiği Ahmet Resmi Efendi’nin savaştan sonra barış savunuculuğuna soyunduğunu (S:119) ve Hülasatü’l-İtibar adlı eserinde “Kızılelma’ya kadar gideriz” diyen devlet adamlarını eleştirdiğini (S:120), bu kimseleri boş laf etmekle suçladığını “Kızılelma’yı Boğdan’dan gelen kırmızı elmalar zannedenler diye alaya alıyordu.” (S:121) cümlesiyle ortaya koymuş ve günümüzde de tartışma konusu olan Kızılelma, kırmızı elma anlayışının bir versiyonunun yaşandığını göstererek Ahmet Resmi Efendi’nin Kızılelma’yı savunanları eleştirdiğini ve alaya aldığını ortaya koymaktadır. Aslında burada Kızılelma’yı savunanlar değil de Osmanlı devletinde ve ordusunda çağın gereği olan modern teknolojik değişimi sağlayamayan aydın ve siyaset erbabının eleştirilmesi gerekir. Kızılelma’yı eleştiren kişi Türk milleti içinde Türk milletinin şanlı günlerine dönmesini isteyen taraftarları oluşturan cılız bir damarın kesilmesini istemektedir, dolayısıyla Türk milletini tamamen geri ve esir bir millet halinde kalmasını istemektir.

Yükseliş ve gelişme dönemlerinde değişen somut yer adları Kızılelma olmuşken gerileme ve dağılma dönemlerinden “Yüzyıllardır üzerinde yaşanılan topraklar değil, güvenli topraklar vatandı ve herhalde ‘ana vatan’ kavramının da ilk tohumları bu dönemde atıldı.” (S:130) Namık Kemal (S:128) ile başlayan yeniden bir Kızılelma tarifi ve Vatan bilinci oluşturma Türk toplumunu toparlama direnç oluşturma düşüncesi Ziya Gökalp ile Ömer Seyfettin unutulmuş Kızılelma ülküsünü yeniden hatırlatma ve somut yer adlarından ziyade soyut ve kalkınma modernleşme olarak ortaya konulur. “Ömer Seyfettin tam da bu noktada Ziya Gökalp’ten de esinlenerek Kızılelma’ya yeni bir tanım getirir. Kızılelma eskiden söylendiği gibi ‘Hind, Sind, Çin, Maçin, Viyana ve Roma gibi bir takım harabeler’ değildir. Kızılelma artık yeni bir ülkü, yeni bir ufuk, yeni bir anlayış ve fikirdir.” (S:138)

“Okuma yazma oranı en fazla %8 düzeyindeydi. Doktor sayısı bin bile değildi. Salgın hastalıklar kader sayılırdı. Yol ağı on sekiz bin kilometre kadardı ve bunun en fazla dört bin kilometresi asfaltı.” (S:139) diye tespit edilen ülke yeni Türkiye Cumhuriyetiydi. “Ziya Gökalp’in yeniden tanımladığı Kızılelma mefhumu, Türkiye’nin çağdaşlaşması şekline büründü ve yüzyılı aşkın bir süredir bütün hükümetlerin ana programlarında yer aldı.” (S:140)

Kızılelma’yı Hüseyin Nihal Atsız 1947 yılında Kızılelma adıyla çıkarmış olduğu dergi ile tekrar Türk milletinin gündemine sokarken, şiirlerinde de bir duygu ve ruh hali olarak Kızılelma’yı işlemişti. 1971 yılında Ragıp Şevki Yeşim bir roman yazarak, Niyazi Yıldım Gençosmanoğlu da tıpkı Hüseyin Nihal atsız gibi Kızılelma’yı bir duygu ve ruh hali olarak ele almıştır (S:140).

Tam ülkücü milliyetçi yazarlar, fikir adamları tarafından Kızılelma ele alınmış ve millete bir hedef ortaya koymaya çalışmışlardır diyecektim ki Tufan Gündüz Hoca “Cumhuriyet döneminde özellikle Türkçü/Milliyetçi aydınların dilinde zafer günlerine çağrı, büyük ülkü, kahramanlık destanının ana parçası, çözülme ve çöküşten kurtulmanın tek çaresi gibi tanımları yapılarak yeni bir ruh oluşturulmaya çalışmıştı. Ancak hiçbiri Türk Ordusunun 2018 yılında Kuzey Suriye’ye yaptığı Zeytin Dalı Harekâtı sırasında bir gazetecinin tankın üzerinde hazırlık yapan bir askere sorduğu soru kadar tesirli ve yeni bir uyanış habercisi olmadı.” (S:141) diyerek tespit ettiğini gördüm.

Tufan Gündüz Hocanın bütün tarihi seyri içinde le aldığı Kızılelma ülküsü fikrinin nihai cümlesi de kendinden gelmiş ve Kızılelma’yı “Türk milletinin kendisine duyduğu güven” olarak ortaya koymuştur. Bu tarifte fetih döneminin kapandığı ancak kalkınmışlık olarak modern çağın gereklerini sağlamış bir Türk milleti ve bir Türk devletinin ancak kendisini güvende hissedebileceğini ancak gerektiğinde ve fırsat doğduğunda fethedilmiş ve geri çekilmiş olduğumuz toprakların da Kızılelma’mız içersinde olduğunu okuyoruz.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,38 M - Bugn : 35095

ulkucudunya@ulkucudunya.com