« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Halim Kaya

02 Eki

2023

İNANÇ VE İKTİDAR - ORTADOĞU’DA DİN VE SİYASET

02 Ekim 2023

Bir kere bir yazarı okumaya başlayınca onun ulaşabildiğim, haberdar olduğum bütün kitaplarını okumaya çalışırım. Bernard Lewis de bu yazarlardan birsi. Daha önce “Tarih”, “İslam’ın Krizi”, “İslam’ın Siyasal Söylemi”, “Hata Neredeydi?”, “Çatışan Kültürler” gibi kitaplarını okumuş ve haklarında birer değerlendirme yazıları yazmıştık. Bernard Lewis’in “İnanç ve İktidar, Ortadoğu’da Din ve Siyaset” adlı kitabını görünce okumakta devamlılık ilkem adına ve bir Yahudi Müsteşrik Ortadoğu uzmanı olan Bernard Lewis’i okuyup anlamadan İslam dünyasının ve Ortadoğu’nun gereğince anlaşılamayacağını düşünmekteyim. Çünkü, Yahudi bir Müsteşrik ve Ortadoğu uzmanı olan Bernard Lewis’in Ortoğuyu planlayanların planlarının arkasına nüfuz edip sıradan bir iyi tarihçinin ulaşamayacağı bilgilere ulaşacağını düşünmekteyim. Çünkü İsrail de Ortadoğu’yu planlayan aktörlerden birisidir.
Bernard Lewis’in “İnanç ve İktidar, Ortadoğu’da Din ve Siyaset” adlı kitabı Akılçelen Kitaplar yayınevi tarafından 4.cü Baskı olarak 2021 yılında Ankara’da yapılmış. Samsun’da devamlı kitap aldığım Endülüs Kitabevi sahiplerinden Davut Şal’a kitabın 5. Baskısını sipariş verdiğim halde ellerinde 4. Baskı olduğu için 5. Baskıyı 10-15 gün sonra bulamadık diyerek bu 4. Baskıyı verdiler. İnşallah yeni baskı olan 5. Baskıda yeni ilaveler yoktur. Kitabı Ayşe Mine Şengel tercüme etmiş. Daha önce hiçbir tercümesini okumadığım Ayşe Mine Şengel inşallah iyi bir tercüme yapmıştır. Tercüme yapılacak kitabın yazıldığı dili bilmek tercüme yapmak için yeterli değildir. O konun da bilgilisi olmak gerekir. Kitap “Önsöz” ile birlikte konuları anlatan on dört başlıkta toplanmış olup, 235 sayfadan ibarettir.
Bernard Lewis İslam Dünyasındaki Cami ile Kilise arasında kurumsallık farkı olduğunu, Caminin sadece bir bina olarak ibadet ve dua edilecek yer olduğunu ancak Kilisenin Devletle paralel organize bir güç olduğunu ve zaman zaman devletin yerini aldığını oysa Caminin böyle bir iddiasının olmadığını ve devletin tek olduğunu cami ve devletin ayrılabilir kurumlar olmadığını ifade etmektedir. (S:X) “Müslüman dünyanın önemli bir bölümünün yazılı tarihinde hem benimsenen hem de ayırt edici birincil ve temel tanım, ülke ya da millet, ırk ya da sınıf değil, dindir. Din, Müslümanlar için elbette İslam demektir. Onların anlayışında, içerdeki ile dışardaki, kardeş ile yabancı, bazen de dost ile düşman arasındaki ayrımı belirleyen dindir.” (S:Xİİ-Xİİİ)
“İslam, kimliğin ana temeli olarak alındığı için, zorunlu olarak bağlılık ve sadakatin esas iddiasını da oluşturur. Çoğu Müslüman toplumda kişinin sadakati ile sadakatsizliğinin ayırt edilmesinin esas ölçütü genellikle dindir.” (S:XİV) Bernard Lewis kimlik ve sadakatten başka otoritenin de din tarafından belirlendiğini söylemektedir.
Bernard Lewis “Geleneksel İslam anlayışında bir hükümdarın otoritesinin nihai kaynağı selefi ya da halk değil, Allah’tır. Otoritenin kaynağı Allah olduğu için de, hükümdarı temsilcisi olarak seçen ve ona gücünü veren Allah’tır.” (S:XV) dese de bunun böyle olmadığı İslam tarihin ilk yıllarında görülmektedir. Hz. Ömer’in şehit edilmesi, Hz. Osman’ın şehit edilmesi, Hz. Ali’nin şehit edilmesi, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in şehit edilmeleri göstermektedir ki Müslümanlar daha İslam’ın ilk yıllarında siyasi otoritenin kaynağını Allah olarak görmemişlerdir. Eğer otoritenin kaynağını Allah olarak görselerdi devlet başkanlarını öldürürler miydi? Daha sonra bu anlayış devam etmiş ve devlet başkanlarını değiştirmek için ihtilaller yapılmış nice devlet başkanları idam edilmiş, tek İslam devleti yerine de çoklu bir İslam devletleri anlayışı kabul edilerek farklı devletlere ayrılınmıştır.
Bernard Lewis “Öldürme Yetkisi” başlıklı birinci kısımda Usame Bin Ladin ve Pakistan, Mısır, Bangladeş gibi İslam ülkelerindeki fanatik militan İslamcı gruplarla birlikte yayınlamış olduğu “Yahudilere ve Haçlılara Karşı Cihadın Dünya İslami Cephesi Bildirisi” (S:1)nde “yüz yıllardır İslam hukuku ve ilahiyatı ya da şeriat konusunda otorite olan ulemanın da görüş birliğiyle emrettiği gibi düşmanlar Müslümanların topraklarına saldırdığında, cihat her Müslümanın kişisel bir görevidir.” (S:1) diyerek cihat ilan ettiğini ve bu cihadın gerekçesini de İslam’ın ibadetlerde yapılmasının tek kişiye mi toplum mensuplarının tamamına mı gerektiğini ifade eden “Farz-ı Ayn” ve “Farz-ı kifaye” kullanmadan ama tarif ettiği hükümlerine dayandırarak cihadın vatan savunmasında farz-ı ayn olduğunu tarif ederek ifade eder. “Ulemanın söyleminden dini görevler ya toplumun tümü tarafından ifa edilen kolektif bir görevdir ya da her Müslümanın ifa etmekle yükümlü olduğu kişisel bir görevdir. Saldırı amaçlı savaşlarda dini cihat görevi kolektif bir görev olup, gönüllüler ve askerler tarafından yerine getirilebilir. Ancak Müslüman toplum kendisini savunduğunda, cihat kişisel bir yükümlülük (görev) haline gelir” (S:1) şeklinde ortaya koymuştur. Ancak bu cümlede bir tercüme hatası yoksa eğer, cihadın vatan savunması sırasında kolektif bir görev ve herkesin yapması gereken farz-ı ayn olması gerekirken toplumun bazılarının ya da bu işe tahsis edilmiş askerler vasıtasıyla yapılması kolektif bir görev olarak yazılmıştır. Yani fetih amaçlı cihad farz-ı kifaye olarak toplumun bazı kesimleri tarafından yapılınca toplumun diğerlerinin üzerindeki cihad vazifesi düşer, yerine getirilmiş sayılır. Lakin vatan savunmasında sadece gönüllüler ve askerler bu iş için yetmeye bilir. Tıpkı Kurtuluş savaşında Türkiye’de olduğu gibi düşman bir cepheden saldırmamış, yurdun muhtelif yerlerine asker çıkararak işgal etmiş bu durumda Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” diyerek kadın, kız, çocuk, yaşlı genç topyekûn bir savunma yapılmasını istemiştir. Aslında herkese düşen ve bu manada kolektif yapılması gerek denilecekken belki tercüme eksikliğinden kişilerin kendi başlarına isterlerse mücadele ederler gibi bir mana ortaya çıkmış. Burada savunma halinde kişiler istisnasız mücadele etmeye mecbur kalırlar, çünkü düşman onları yok edecektir. Dolayısıyla güçlerini birleştirip kolektif bir savunma yapmalılardır.
Hz. Ömer’in Peygamber Efendimizin ‘Arabistan’da iki din olmaz’ sözünü yerine getirmek için Yahudi ve Hristiyanların Arabistan’dan çıkarılmasını emrettiği, (S:5) ancak İspanya’daki Yahudi ve Müslümanların aksine (S:6) “Arabistan’daki Yahudi ve Hristiyanlar, kendilerine ayrılan bölgelere yerleştirildiler; Yahudiler Suriye ve Filistin’e, Hristiyanlar ise Irak’a. Yerleştirme, ayrıca bir anda değil, zaman içinde oldu; bazı belgelerde Halife Ömer’in Fermanından sonra Yahudi ve Hristiyanların bir süre daha Hayber ve Necren’de yaşamayı sürdürdükleri” (S:6) göstermektedir ki Müslümanlar Endülüs’teki Müslümanların tamamını katleden Hristiyanlar gibi bir soykırım yapmamış sadece Tehcire tabii tutmuş bu tehciri de hemen değil de zaman yaygın bir şekilde uygulamıştır.
Kudüs’ün Hristiyan haçlılar tarafından 1099 da işgal edilmesinin Yahudileri yıktığını ancak Araplar arasında pek az bir ilgi uyandırdığını, Haçlıların denize döküldüğü büyük haçlı karşıtı hareketin 1176-1187 yılları arasında başladığı, Ürdün’ün güneyindeki Kerak Kalesini elinde bulunduran (S:6) Haçlı lideri Châtillonlu Renaud’un Müslümanlara ve Hicaz’a komşu bölgelerin ticaretine saldırı üstü olarak kullanması üzerine Selahattin Eyyubi Kudüs’ü tekrar aldı ancak Kudüs daha sonraki dönemlerde önemini kaybetti.(S:7) “[Müslüman Hükümdarlardan biri] 1229’da Kudüs’ü İmparator II. Frederick’e verdi. Kudüs, Haçlıların kenti tamamen Hristiyanlaştırma girişiminden sonra 1244’te geri alındı., sonra da giderek küçük bir taşra kasabası haline dönüştü. Kudüs’e olan yaygın ilgi ancak on dokuzuncu yüzyılda, önce Avrupalı güçlerin Hristiyanlığın kutsal mekanlarının himayesi kavgalarıyla, ardından 1882’de Yahudilerin yeni bir göç dalgasıyla yeniden canlandı.” (S:7)
Bernard Lewis batı toplumlarında yerli yersiz kullanılan İslami terör tabirinin cevabını “İslam’ın temel metinlerinin hiçbir yerinde terörizm ve cinayet emredilmez. Hiçbir yerinde taraf olmayan üçüncü kişilerin gelişigüzel katledilmesinin sözü bile geçmez.” (S:10) şeklinde vererek İslam’ı savunmaktadır. Ancak Müslümanların maruz kaldığı Batı devletlerinin zulmüne sessiz kalan ve meşruluğunu halkından değil de yabancıların desteklerinden alan yöneticilerinin ses çıkarmaması, halkını ve devletini milli çıkarları doğrultusunda korumaması, korumak için askeri savunma kararlarını almaması durumunda Müslüman millet bu zulmü çekmeye devam mı edecek, etmesi mi gerekir. Tabi ki halk bir kurtuluş hareketi başlatacaktır. Şimdi savaşlar da cephelerde göğüs göğüsse yapılmadığına ve komşu olmayan, hiç ortak sınırları olmayan uzaktaki ülkelerin gelip saldırması durumunda savaş biraz cephe savaşı olmaktan çıkacak ve yayılacaktır. Ayrıca saldıran ülkeler teknoloji üstünü iseler ve lejyoner asker kullanıyorlarsa bu durumda ülkelerini savunmak isteyen Müslümanlara İslam ne diyecektir ki. Uzak düşmanlarınız saldırsın bırakın karşılık vermeyin mi diyecek. İslam bir insanın öldürülmesinden ancak mahkemeleri ve mahkemelerin verdiği kararın uygulanmasını esas aldığı, düşman devletlere savaş ilanında devlet otoritesini yetkili kılmış olduğu halde bugün ki savaş anlayışı ve taktiklerini hesaba katmamış, mevcut durum üzerinden karar vermiş, daha önceki dönemlerin yaşanılan şartlarına göre bu kararları almıştı. Daha önceki dönemde sınırı olmayan bir ülke bile size savaş açabilmesi için orduları ile sizin ülkenize gelmesi gerekiyordu. Ama şimdi havadan İHA; SİHA bombardıman savaş uçakları ile hiç asker göndermeden sizi bombalayabiliyor. İslam da bu duruma göre yeni bir savunma bakış açısı geliştirecektir. Ancak İntihar eylemleri hariç.
Bernard Lewis’e göre İslam’ın Hristiyanlığı düşman görmesinin yanında Hristiyanlık da İslam gibi bir dinin insanlığa alternatif bir mesaj veren rakip bir inanç ve uygarlığın varlığını kabullenmekte zorlanıyordu. Her iki din birbirlerine karşı hasımlıklarını dini kavramlarla değil de etnik kavramlarla ortaya koyuyordu. “Müslümanlar Avrupalı Hristiyanlardan Romalılar, Slavlar veya Franklar olarak söz ediyor; Avrupalılar ise Müslümanlardan Sarazenler, Mağribiler, Türkler veya Tatarlar olarak söz ediyorlardı.” (S:14) Bu davranışın saikleri; her iki din de karşılarındaki dinin semavi bir din olduğunu bilerek “ikisi de diğerinin başka bir vahiy ve din sistemine sahip olduğunu kesinlikle farkında” (S:14) oldukları için düşman olarak addetmek istememiş olabilirler. “İkisi de kendini, Allah’ın insanlık için amaçladığı nihai vahiy olarak görüyordu.” (S:14) bu zımnen kendilerinin ilahini kabul ettiklerini göstermektedir. Ya da düşmanı küçültmek için etnik adlarını kullanmış olabilirler. Eğer Müslümanlar ve Hristiyanlar denilirse her iki dine inanan farklı milletler olması dolayısıyla daha büyük bir nüfus kitlesini kendilerine düşman ilan etmiş olacaklardır.
“Günümüzde haçlı seferlerini Batı’nın Üçüncü Dünya’ya karşı saldırgan emperyalizminin ilk uygulaması olarak göstermek modadır.” (S:16) diyen Bernard Lewis Haçlı Seferleri’nin moda söylemle emperyalizme bağlandığını ancak ardından Haçlı seferlerinin gerekçesi için “Müslümanların Avrupa’yı içine aldıkları kıskacı kırma ve Hristiyanlığın kaybettiği toprakları geri alma girişimiydi.” (S:16) diyerek onları haklı görmekte ve Filistin, Suriye ile Kudüs’ün Hristiyanlığın kutsal toprakları olduğunu ve hala buralarda Hristiyanların yaşadığını savunur. Levant denen doğu Akdeniz sahillerinin fethedilmesinde başarılı olamayan Araplardan sonra gelen Türklerin hem fetih de başarılı olduğu hem de Türk Müslümanlığını Avrupa’ya getirdiklerini ifade eder. Nihayet güneydoğu Avrupa’daki Türklerin ilerleyiş durumundan bahsetmeden haçlıların başarılarını “İspanyollar ile Portekizliler Mağribileri İber yarımadasında çıkarıp, Afrika’ya ve daha ötesine kovaladılar. Ruslar Tatarları Moskof’tan çıkarıp, Asya’nın içlerine kadar sürdüler.” (S:17) şeklinde karşılayarak “kovaladılar”, “sürdüler” kelimelerini kullanarak Türklerin ve Müslümanların hallerine sevinerek bayram etmektedir. İlim adamı tarafsızlığını da kaybetmiş ve Hristiyanlardan yana bir yorum yapmıştır. İlerlemeyi pas geçip doğrudan geri çekilmeyi ele alarak Güneydoğu Avrupa’daki Türklerin durumunu da “Osmanlılar güçten düşmeye, zayıflamaya başlayıp sonunda yenik düşünce, tüm Doğu, Batı ve Orta Avrupa Orta Doğu’nun merkezine giden yeni bir akında bir araya geldi.” (S:17) şeklinde ifadelendirmiş, Osmanlı Türk’üne karşı yedi düvelin birleşerek yüklendiğini doğrulamıştır.
18.ve19.yüzyılda Avrupa’nın Müslümanların kıskacından tamamen kurtularak Rusya, İngiltere, Fransa ve Hollanda olmak üzere 20.yüzyıl başlarında İslam topraklarının Hristiyan kıskacına girdiğini sadece Türkiye ve İran’ın Bağımsız olduğunu “Avrupa’nın egemen olduğu [bu] dönemde güvencesiz bir bağımsızlığı elinde tutmayı başaran iki Müslüman imparatorluk Türkiye ve İran’da bile, Avrupa’nın çıkar, kurum ve fikirleri kamu ve artan bir biçimde özel yaşamlarının içine derinden işlemişti.” (S:17) şeklinde ifadelendirirken Türkiye ve İran’ın da Avrupa çıkarlarını savunma anlayışının kamu ve özel olarak topluma yerleştiğini söylemektedir.
Müşrikleri hesaba katmadan Arabistan dışında Müslümanlığa ilk geçenlerin birçoğu belki de büyük çoğunluğu Hristiyanlıktan dönenler olduğunu ifade eden Bernard Lewis Avrupalı Hristiyan bilginlerin Arapça ve Kur’an öğrenmelerini ve İslam metinlerini dillerine çevirmelerini ve İslam öğretisini öğrenmelerinin amacının gerekçesini “Bunu da iki amaçla yapıyorlardı. Birincisi, acil ve doğrudan amaç, Hristiyanları İslam’a geçmekten korumaktı. İkincisi, dolaylı amaç, Müslümanları Hristiyanlığa geçirmekti. Arapça ve İslam üzerine yapılan bu çalışmalarda, daha sonra Oryantalizm olarak bilinen çalışmaların başlangıcı” (S:19) olduğu şeklinde ifadelendirmektedir. İslam tarafında bu çalışmalara karşı hiçbir tedbir alınmayışının sebebini de “Hristiyanlık dini bir tehdit olarak görülmedi” (S:19) ancak zaman zaman Hristiyanların askeri gücü tehdit olarak algılanıyor, buna karşılık da Batı’nın ürettiği silahlar, askeri teknoloji, ateşli silahlar, savaş gemisi alınarak uzmanlaşmaya ve geliştirmeye çalışmalarına rağmen Hristiyanlığı eski ve muharref bir din gördükleri için Müslümanların din değiştirmesi yönünde tehlike olarak görmüyorlardı.
“On sekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadar Müslümanlar Avrupa’ya yalnızca asker, savaş tutsağı ya da diplomat olarak gidiyorlardı. Dinleri gitmeye özendirmiyor; Avrupalı ev sahiplerinin dini de onları gelmeye, hele uzun süre kalmaya hiç özendirmiyordu.” (S:24) Hal böyle olunca Müslümanlar Batı’daki değişimi yakalayamadılar ve Avrupa Sanayi Devrimi ile Müslüman dünyaya teknolojik ve teknolojinin sağladığı askeri silah teknolojisi sayesinde üstünlük sağlıyordu. Avrupa’nın bu üstünlüğü on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı ülkesinde radikal bir dönüşüme sebep oldu. “Genç Müslümanlar Avrupa’ya gidip, okumak için yıllarca kaldılar. Avrupa dillerini öğrenmeleri, Avrupa yazınının, biliminin ve düşüncesinin o güne kadar kapalı duran kapılarını açtı.” (S:25) Bu gelişmeler İslam dünyasında Arapça, Farsça, Türkçe dergilerin yayınlanmasına ve Batı’nın izlenmesine yol açtı bu vesile ile iki yeni meslek türü oluştu; Gazeteci ve Avukat. (S:25) eskiden Öğretim, avukatlık, hakimlik, savcılık, yasa yapma işleri sadece din adamları tarafından yapılırken laik hukukun kabulü ile bunlar din adamlarının elinden alınarak yeni kurum ve mesleklere verildi. Gazeteci ve Avukatı öğretmen ve siyasetçi meslekleri takip etti. Geleneksel otoritenin üç ayağı olan asker, memur ve din adamları (S:26) yenileşmeye “Batılılaşmacılar” ve “Batılılaşma Karşıtları” olarak bölünmüş ancak Osmanlının geri kalışının sebebi önce askeri teknoloji ve modern askeri sistemden uzak kalış olarak algılandığı için modernleşmeye yenileşmeye en yatkın kesim de askerlerdi.
Bernard Lewis 19.yüzyılda ve 20.yüzyıl başlarında gelişen klasik dönem milliyetçiliklerinin çekiciliklerini kaybettiğini ve “Bunların yerine, daha büyük ve daha belirsiz etnik ya da kültürel varlıklardan ziyade öncelikle ve çoğunlukla yalnızca çeşitli bireysel devletlerin çıkarlarıyla ilgilenen milliyetçilikten çok belki de yurt severlik olarak daha doğru tanımlanabilen bağlılıklar geldi.” ğini (S:31) ifade ile aslında Arap ve Türk milliyetçiliğinin milleti kapsayan mücadelesinden vaz geçip bir coğrafya parçası olan daha dar bir alanı savunur hale döndüğünü ifade etmeye çalışmaktadır. Haksızda sayılmaz. Çünkü bu manada ülkemizde de Anadolucular denilen bir milliyetçi grup oluşmuştu. Arap milliyetçiliği ve Türk milliyetçili yurtseverliğe dönüştürülünce geniş bir coğrafyada yaşayan bu onlarca bölgedeki Türk ve Arap devletlerin ve devlet olabilecek toplulukların topyekûn bir Türk ve Arap bağımsızlık mücadelesinden ayrıştırıldığını güçlerin parçalandığını, herkesin kendi derdine düşürüldüğünü anlamamak için aptal olmak gerekir. Belki kahir ekseriyeti sadece İran’da yaşayan bir millet olan Fars ırkı Araplar ve Türkler kadar geniş bir coğrafyada yaşamadıkları için bu yurtseverlik kandırmacasından pek etkilenmemiş olabilir. Milliyetçiliklerin etkisizleşmesi üzerine yabancılardan gelen kafir ve düşmanca güçler tarafından ihlal edilmişlik, aşağılanma, değişmeye zorlanma sonucu İslami bir uyanışın başladığını ve hakiki İslam’a dönme çağrısı güçlü bir karşılık bulurken ancak bu uyanış da “Müslüman köktenciliği olarak adlandırılması alışkanlık haline gelen birçok biçime bürünmektedir. Aslında İslami Uyanış hareketleri birbirinden oldukça farklıdır. Bazıları eski, bazıları yenidir; bazıları geleneksel ve tutucu, bazıları radikal ve devrimcidir. Bazıları toplumun içinden doğar, bazıları bir ya da birkaç Müslüman hükümetin desteği ve finansmanından güç alır. Üç hükümet, Suudi Arabistan, Libya, İran hükümetleri, bu işle öncelikli olarak ilgilenmektedirler; bunula birlikte politikaları, amaçları, yöntemleri bakımından da büyük ölçüde ayrılırlar.” (S:32) Burada kökten dinci hareketleri destekleyen ülkeler tespit edilirken ifade edilmeyen ancak köktendinci kelimesi içinde gizlenen terörist devlet, ya da terörü destekleyen ülkeler tespit edilmiş oluyor.
“İstenmeyen, ekonomi makinasının yabancılar tarafından denetlenmesi veya yönetilmesidir, makinenin yabancı kaynaklı olması değil.” (S:35) Burada Bernard Lewis İslam ülkelerinde kullanılan araç ve gereçler ile ülkenin yönetilme şekli olan rejimin yerli ve milli olmadığını, üretimin başka kültürlerin üretimi olduğunu ancak Müslümanların bu rejim ve diğer kültürel kurumları alıp kullanırken kendisinin ürettiğine, medeniyetine uyup uymadığına bakmadığını, sadece dikkat ettiği şeyin yöneten ve kullanan kişinin kendilerinden biri, yerli ve milli olması olduğunu ifade etmektedir. Bu alıp kullanmanın ilk değişimi ve milli kültür unsurunun terk edilmesi kitaplardaki minyatürlerde, yani İslam sanat anlayışında olduğunu ve Osmanlı İmparatorluğunun Başkenti İstanbul’da yaptırılan Nuruosmaniye Camii’nin süslemelerinde İtalyan Barok etkisinin görülmesini de kültürel bir özgüven eksikliği ve bocalama olarak görürü. (S:36) Sanatın Batılılaşmasından sonra daha geç bir zamanda Edebiyatın da Batılılaştığını hatta edebiyat dilinin de kapsamlı ve dönülmez bir şekilde dönüştürüldüğünü Batıdan “On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren, düşünsel etkisi sınırlı tutucu kesimler dışında, geleneksel yazın [edebiyat] biçimleri terk edilmeye başlandı. Yerlerine Avrupa’dan yeni biçimler, yeni fikirler- geleneksel masalın, eğitici öykünün yerine roman ve kısa öykü; deneme ve gazete makalesi; modern şiir hem Arapça, hem Farsça, hem Türkçe’de dönüştüren yeni biçimler, yeni temalar- geldi.” (S:36) değişimin en az müzik de olduğunu ve Avrupa tarzı müziğin etkisinin hala görece az olduğu müzikte görüldüğünü ancak Türkiye de bu etkinin diğer İslam ülkelerine göre daha fazla olduğunu, yabancı sanatçıların Türkiye’de konserler vermeleri ve Avrupa müziği yapan ünlü Türk sanatçıların yetiştiğini bütün bunlara rağmen “Müzik, bir kültürün belki de en derin, en içten dışa vurumudur, yabancı etkilere en son teslim olması doğaldır.” (S:37) diyen Bernard Lewis müziğin diğer kültür unsurlarına göre yabancılaşmadan daha az etkilendiğini ifade etmektedir.
“Yedinci yüzyılda Müslüman Arapların Hristiyanlık dünyasına yaptıkları ilk baskından, 1683’te Türk Müslümanların ikinci Viyana kuşatmasına kadar geçen bin yılı aşkın sürede, bu ikisinin arasındaki ilişki, Müslümanların ilerlediği, Hristiyanların geriye çekildiği bir düzen yaşandı, aralarındaki bu mücadelenin nedeni de Avrupa’nın sahipliğiydi.” (S:40) tespitini yapan Bernard Lewis’in asıl söylemek istediği Müslüman dünyanın bu üstünlüğünün 17 yüzyıldan sonra değişmeye başladığı, hem de Müslüman dünyası aleyhine olarak sürecin tersine döndüğüdür. “Hemen Hemen on yedinci yüzyılın sonlarına kadar Avrupa hala saldırı altındaydı; Avrupalıların sultanların veya şahların iki dudağı arasında olan izinlerle gidip, gezebildikleri, ticaret yapabildikleri İslam’ın merkez bölgesi hala çiğnenmemişti.” (S:40) 1699 yılında yapılan Karlofça anlaşmasından sonra “iki yüz elli yılda, Avrupa’nın ilerlediği, İslam’ın geri çekildiği bir düzen; sonunda sultanlığın, şıhlığın yenilip kalkmasının, yönetim biçimlerine etki ve egemenliğin, İslam dünyasının büyük bölümünün Avrupa sömürgelerine, etki alanlarına bölünmesinin söz konusu olduğu bir dönem yaşandı.” (S:41)
Bugün de ikinci büyük bir değişimin yaşandığını, Avrupa’nın ekonomik egemenliğinin sona erdiğini, Osmanlı döneminde olduğu gibi Ortadoğu zenginliğine ve Ortadoğu pazarlarına olan ihtiyaç Avrupa politikalarını etkilediğini, hatta belirlediğini söyleyen Bernard Lewis bu düşüncesini de “Kuzey Afrika, Orta doğu, Türkiye’den, hatta Hint alt kıtası kadar uzak bölgelerden gelen İslami tarzda yaşayan Müslümanların uzun dönemde Batı Avrupa’daki yeni, büyük çaplı varlığıdır. Şu an için bunların büyük bölümü göçmen ya da yabancı işçi konumunda, siyasi etkileri de, artmakla birlikte sınırlıdır. Fakat çocukları buralarda doğacak, hem Avrupalı olacak hem de Avrupalı gibi hissedecekler. İngiltere ve Fransa’da doğuştan yurttaşlık hakları olacak. (…) Milyonların gücünü taşıyan, Batı Avrupa’da doğmuş, eğitilmiş Müslümanlardan oluşan bir nüfusun ortaya çıkışının, Avrupa, İslam ve bunlar arasındaki ilişkiler üzerindeki etkilerinin çok büyük ve öngörülmeyen sonuçları olacak.” (S:41-42) şeklinde ifadelendirmektedir. Bernard Lewis Avrupa’daki işçilerin ikinci ve üçüncü nesillerinin oluşturduğu güce dikkat çekerek Avrupa ülkelerini uyandırmaktadır. Belki de bugün ülkemizde yaşadığımız Afganlı, Suriyeli, Iraklı, Afrikalı göçmen istilasının müsebbibi bu cümleler olabilir. Avrupa ülkelerinin aldığı tedbirler sayesinde göç ülkemize yönelmiştir. Avrupa kendisine yönelmiş göçmen politikasını göçmenlerin iadesi anlaşmasını da kullanarak Türkiye’ye kanalize etmiş ve bu vasıta ile de Türkiye’den, başına sardığı gailelerle boğuşturarak biraz olsun kurtulmuştur. Şu an Avrupa ülkeleri İslami yaşam gereği olan -kız çocuklarını başörtüsü takmasını ve giydikleri dış kıyafet gibi- bazı uygulamaları okullarında yasaklayarak İslami şuurlanmayı baltalamaya yeni nesli asimile etmeye çalışmaktadır. Çin de Uygur Türklerine uyguladığı kısıtlayıcı politikalar; camiye namaza gitmek, oruç tutmak gibi ibadetleri yasakladığı gibi ailenin erkekleri kamplara toplanmakta ancak Uygur Türk ailelerinin evlerine mahremiyeti hiçe sayılarak Çinli erkekler yerleştirilmektedir. Çin’in bu uygulamasını sorduğum Uygur Türkü bir kızımız Çin’den korkusuna Uygur evlerine Çinli erkek yerleştirmesini mahremiyeti zikretmekten korkarak doğrulamış ancak bunu “iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmek” için yapıldığını ifade etmek zorunda kalmıştı. Biz Türkiye Türkleri de aynı kanı aynı inancı taşıyan Müslüman Türkler olarak kendi ailemize başka yabancı bir erkeği Müslüman Türk erkeği de olsa sokmayız, ama Çin hem de evin erkeğinin evde olmadığı, tutuklandığı bir dönemde Müslüman Uygurların kendi evine büt5ün insani hakları ihlal ederek sokmaktadır. Kaldı ki Çinli bir erkeğin Uygur Türk ailesinin içinde işi ne, bu neme nem bir komşuluk ki böyle bir ahlaksız uygulamayı yapabiliyorlar. Eğer komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesini istiyorsanız kamplarda topladığınız Uygur Türklerinin erkeklerini Çinli ailelerin yanına yerleştirin.
İngiliz asıllı Amerikalı Yahudi bir tarihçi olan Bernard Lewis her ne kadar Türk düşmanlığı olmayan birisi olsa da kitaplarında Müslüman ve Türkler hakkında yazdığı ifadelerde İngiliz-Amerikan-Yahudi üçlemesinin düşmanlık anlayışları şuur altına işlemiş olacak ki daha hoyrat bir tanımlama yapmakta, zaman zaman anlatmak istediklerini anlatırken şuur altı düşmanca bakışın anlaşılmasına sebep olacak kelimelerle meramını ifade etmektedir. İngiliz-Amerikan-Yahudi üçlemesinin İslam ve Türkler hakkında yıllara yaygın olarak beslediği düşmanca tavır ortak kültürlerine işlemiş olmasından dolayı ne kadar iyi niyetli olursa olsun bu kültüre mensup kişilerin beslendikleri kültürel kodları vasıtasıyla aynı düşmanlığın şuur altına sirayet etmiş olduğunu hissettirmektedir.
Bernard Lewis Avrupa devletlerinde yasalar yapan Avam Kamarası gibi meclislerin olduğunu ancak İslam dünyasında “Müslüman hükümetler de elbette yasa yapıyor, yasaları değiştiriyorlardı. Başlangıçtaki aynı temel yasal ilkelerini tarih boyunca bin yıldan uzun süre devam ettiremediler. Ancak yasama süreci, deyim yerindeyse, el altıdan, daha doğrusu, üstü kapalı yürütülüyor; hukuk uzmanlarının tefsir ve yorumları biçiminde ya da hükümetlerin düzenlemeleri biçiminde, her ikisi de ilahi ve ölümsüz yasanın açıklaması ve uygulaması olarak gösteriliyordu.” (S:45) ifadelerinde yer bulan şekilde yasa yapıldığını söylemektedir. İslam hukuku tabi ki Kur’an ayetleri ve Sünnetten ilham alınarak oluşturulmuştur. Ancak bu hukuku oluşturan fıkıh alimleri Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet, Kıyas-ı Fukuha denilen yollara başvurarak yasaları yapmış gelişen zamanlarda bu dört kıstasa İmam-ı Azam Ebu Hanife de Rey ve içtihadı eklemiştir.
“Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi, bir din ve bir kültürdür ama bu ikisinden farklı olarak bir uygarlık değildir. Hristiyanlık bir din; Hristiyanlık dünyası bir uygarlıktır. İslam’dan söz ederken de aynı ayrım vardır. Musevilik her ikisinin de bir bileşeni olmuştur.” (S:46) Bernard Lewis bu cümlelerine ilaveten Yahudilerin büyük bir kısmı son on dört yüzyıldır ya Hristiyan ya da Müslüman egemenliği altında yaşamışlardır. Yahudiliği Hristiyan ve Müslümanlığın bir alt kültürü olarak düşünelim der. Hatta Hindistan ve Çin de yaşayan ayrık Yahudilerin ne Yahudi tarihine ne de Hindistan ve Çin tarihine bir katkılarının olmadığını, asıl Yahudi tarihinin ve Yahudi başarılarının Hristiyanlık ve İslam topraklarında gerçekleştiğini bugün de bu iki farklı gelenekten gelen Yahudilerin İsrail de bir araya geldiğini ifade eder. Her ne kadar İslam dünyasından gelen Yahudiler de aynı durumda olsalar da bugün İsrail’de ve geçerli Yahudi kültüründe Hristiyan-Yahudi geleneğinin etkin olduğu kabul edilir. İsrail’de Aşkenaz ve Sefarad Yahudileri öne çıkmaktadır. Aşkenaz ve Sefarad Yahudileri sırasıyla Almanya ve İspanya Yahudileri demektir. Ancak asıl karşılaşma Hristiyan ve Müslüman Yahudilerinin karşılaşması şeklindendir. Bu Hristiyan ve Müslüman Yahudileri tanımlarını Bernard Lewis uygarlık anlamında kullandığını da özellikle belirtir. Yani İsrail’de Hristiyan ve İslam uygarlıkları Yahudilik üzerinden karşılaşmaktalar ancak Hristiyanlık Yahudilerinin dünyadaki uygarlığa etkileri daha baskın olmaktadır. Bunun böyle olmasının sebebi de bugün dünyayı yöneten gücün Hristiyan Yahudi birlikteliğinden müteşekkil olmasından dolayı olduğu aşikardır. Bernard Lewis, İnancın kültürü oluşturduğunu, aynı inanç çevresinde birleşen kültürlerinde medeniyeti oluşturduğunu söyleyen merhum Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar’ı doğrular bir örnek vermektedir. “Bu salona girmeden önce bu binanın yanındaki rimmonim (Yahudilerin dini nesneleri) sergisini dolaştım. Yahudilik dünyasının her tarafından getirilen rimmonimler var. Müslüman ülkelerden getirilenler cami ve minareyi çağrıştıran bir yanı olması, Avrupa’dan getirilenlerin ise bir Gotik Katedrali andırması oldukça dikkat çekici. Aynı şeyi evlilik kadar özel bir alanda bile görüyoruz; İslam Yahudilerinde çok eşliliğe izin verilirken Hristiyanlık dünyası Yahudileri tek eşle sınırlıydı.” (S:47) Bernard Lewis İsrail devletinin Osmanlıdan ayrılan diğer devletlerden hatta Türkiye’den bile daha fazla Osmanlı Sistemi denen mirası koruduğunu da ayrıca belirtmektedir (S:48)
İslam ile devletin ayrı olduğunu ancak “Orta Çağ’da bu değişti. İslam ve İslam dünyası üç yönlü bir tehditle karşı karşıya kaldı: Batıdan Haçlı saldırısı, doğudan putperest Moğolların saldırısı ve kendi içinden Şiiler ve İsmaililer gibi diğer aykırı grupların saldırıları. Bu üç saldırı karşısında devlet ile din hiyerarşisi birbirine yaklaştı; burada din hiyerarşisinin bir anlamda devlet tarafından devralındığı, devlet düzeninin bir parçası haline geldiği, ama yine de kendi kuralları olan, devlete karşı gelebilen ayrı ve bağımsız bir yapı olduğu yeni bir durum” (S:53) ortaya çıktığını ifade eden Bernard Lewis Osmanlı döneminde en üst din yetkilisi olan müftünün (Şeyhülislam) Osmanlı padişahını tahtan indirme yetkisinin olduğunu da ilave eder.
İkinci Viyana kuşatmasından sonra (1683) Karlofça Anlaşması ile zayıf olduğunun farkına varan Müslüman Osmanlı reformcuları, zayıf olunan noktaları önce askeri alanlarda sandılar, daha iyi, daha düzenli, daha modern silahlarla donatılmış, daha büyük ordular kurarak bunu aşmaya çalıştıklarını, ancak ordu ile bunun sağlanamadığını görünce zayıf kalınan noktaların ekonomik ve siyasi üstünlüğe dayandığını düşünerek ekonomik ve siyasi reformlar yatılar, ekonomik ve siyasal reformlarla da toplumda bir canlanma göremeyince zayıf kalınan noktaların endüstrileşme ve Anayasal devlet düzeninde olduğunu düşünmeye başladılar. Aynını Araplar da Kudüs’ü almak isterken İsrail karşısında yaşadılar. (S:64)
“liberal demokrasinin İslami köktencilikle uyumlu olup olmadığı değil-olmadığı bellidir- İslam’ın kendisiyle uyumlu olup olmadığıdır” (S:70) diyen Bernard Lewis, liberal Demokrasinin geçmişten günümüze ne kadar yol alırsa alsın ne kadar değişirse değişsin Batı’nın bir ürünü olduğunu; daha doğrusu bin yıllık Avrupa tarihinin, Avrupa’nın Yahudi-Hristiyan ikili din ve ahlakının, Yunan-Roma devlet zanaatı ve hukukunun bir ürünü olarak gördüğünü (S:70), farklı bir kültüre yerleştirilen ve uyarlanan bir sistemin fazla uzun ömürlü olmasını beklemediğini de ifade eder. (S:70) Bernard Lewis’in bu tespitinden yola çıkarak Avrupa Birliği’nin bir Hristiyan birliği olduğunu ve Müslüman bir ülke olan Türklerin bu birliğe girmemeleri gerektiğini söyleyebiliriz.
“Müslüman öğretisine göre İslam devletinde yasama işlevi yoktur. Dolayısıyla yasama kurumlarına da gerek yoktur. İslam devleti prensipte, devletin kilise ve ruhban sınıfı tarafından yönetildiği Batılı anlamıyla olmamakla birlikte, bir teokrasiydi; çünkü İslam dünyasında her iki kurum da yoktur ve teokrasi doğrudan Allah’ın yönettiği bir düzen anlamına gelir. İnanan Müslümanlara göre meşru otorite yalnızca Allah’tan gelir, hükümdar gücünü halktan ya da atalarından değil, Allah’tan ve kutsal yasadan alır.” (S:73) İslam yönetim sistemi olarak böyle düşünülse de Bernard Lewis’e göre hanedanlıklarda ardıllıkların oluşması ve kural koyan hükümdarın kurallarının gerçekliği hiçbir zaman gerçek yasa tarafından onanmamıştır. “Prensipte devlet, Allah’ın kullarını yöneten Allah’ın devletiydi; yasa Allah’ın yasası; ordu Allah’ın ordusu; düşman da elbette Allah’ın düşmanıydı.” (S:73) Yasamaya ve yasamanın gerektirdiği kurumlara gerek olmayan İslam devletinde seçme ve seçilmeye siyasal haklara gerek yoktur. Otokratik bir yönetim olan İslam devletinde sultanın dediklerine uymamak suç olduğu gibi aynı zamanda günahtı.
Bernard Lewis’in orijinal metninden mi yoksa mütercimin tercümedeki noksanlığından mı kaynaklanıyor bilmiyorum ancak İslam dünyasındaki iktidar ve inançlar anlatılırken çok dağınık ve serpiştirilmiş bir halde işlenmiş bu dağınıklık da anlatılmak istenen konunun kavranıp anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Bir yerde bahsedilen husus net sınırları ile anlatılıp bitirilmemiş, daha sonraki sayfalarda farklı farklı yerlerde kısa kısa temas edilmiş olması okuyucuyu konuyu zihninde toplama, bütün halinde anlama zorluğuna sevk etmektedir.
İslam devletlerinde İslam’ın şahsi özel mülkiyetin kutsallığını kabul ettiğini ancak devletin zenginlerin mülküne el koyması müsadereler yüzünden bir güvence vermediğini hatta bu yüzden zengin evlerinin içe dönük olduğunu yüksek duvarlarla çevrildiğini ve giriş-çıkışları olamadığını ifade eder (S:75) ancak Bernard Lewis bu duvarların mülkiyeti devletten korumak için değil de aile hayatının mahremiyetini korumak, içerde yaşayanların daha rahat yaşamasını temin etmek için yapıldığını görmezden gelmiştir. Mehmet Genç Hoca’nın “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” adlı iki ciltlik kitabında belirttiğine göre devlet mülkü olan araziler işletilip çalıştırılarak üretime katılması şartıyla özle mülkiyete verilmiş, işletilmeyince alınıp işleyecek olanlara devredilmiştir. Osmanlı kapitalist bir sermaye oluşumuna müsaade etmemiş ancak izlediği üretim ve ithal politikasıyla halkın refah içinde en iyi ihtiyaç maddelerine kesintisiz ulaşmasını sağlamak, halkı en iyi şekilde yaşatmak gibi bir yol izlemiş bu yüzden kapitülasyonlara bile müsaade etmiştir. Ancak çözülme döneminde bunlar aleyhimize olmuştur.
İslam’da biat almanın yani “Bay’a” işleminin “egemenliği kabul etme” ve “bağlılık” şeklinde tercüme edilse de kelimenin Arapça kökeninin “takas etme” yani “alma-satma” manasına geldiğini ve alışverişlerde anlaşmanın sağlandığında ellerin tokalaşma ya da elleri birbirine vurma hareketine dayandığını söyleyen Bernard Lewis bunun İslam ve diğer otokrasiler ile arasındaki fark olduğunu ve bu farkı da “İslam’da hükümdar yasaların üstünde değildir. En alt kademedeki kulları kadar yasaya tabidir. Yasaya aykırı bir şeyin yapılmasını emrederse, buyruğa uyma görevi ortadan kalkar ve yerini bir hak olarak değil fakat bir görev olarak buyruğa karşı çıkma alır.” (S:78) şeklinde ortaya koymaktadır. Ayrıca hükümdarın istişare etmek zorunda olması da bir başka farklılık olarak görülür. İstişare ya da müşavere ve bir nevi seçim olan biat İslam usulünde olmasına rağmen pratik uygulama her zaman teorideki yazıldığı gibi gerçekleşmemiştir. Bunun iki sebebi vardır; birincisi hükümdarın seçilmesi sırasında insanların her zaman hükümdar adayına karşı çıkacak kadar eğitimli olmaması ya da istişarede sakıncaları söyleyecek kadar cesur olmaması dolayısıyla seçilmesine itiraz etmemesi sebebiyle, ikincisi de başta her şeyi hukuka uygun adil yapacağı görüntüsü veren hükümdarın gücü ele geçirince istişareyi terk etmesi, tek başına yönetmeye kalması dolayısıyla teoriden sapmalar olmuştur. Bernard Lewis mezhep savaşlarının da İslam da ender ve atipik vaklar olarak Hristiyanlıktan farklı bir özellik gösterdiğini de ifade eder. Ortadoğu otokrasileri için “Zamansız demokratikleşme baskısı bu tür rejimleri yıkıcı biçimde zayıflatabilir; demokratik muhalefet değil, sonradan daha azılı, daha dirençli bir diktatörlük kurmaya yönelecek diğer güçler tarafından devrilmelerine yol açabilir.” (S:80) demokratikleşmenin doğurduğu gevşekliğin ihtilal yaparak yönetimi ele geçirmek isteyen daha katı otokrasi güçlerini harekete geçirerek yıkıma sebep olacağını ifade ederek Orta Doğu demokrasilerinin geleceğinin parlak olmadığını söyleyen Bernard Lewis, köktencilerin demokrasiye engel olacağını düşünmektedir.
Yirminci yüzyıl sonuna yaklaşırken, son 200 yılda önce Arap olmayan Avrupalı güçlerin ve daha sonra da Müslüman diğer kavimlerin, yönetimi ve egemenliğinde kalan Arap dünyasının -Bernard Lewis’e göre Osmanlı da dahil- son emperyal güçlerin bölgeyi terk etmesinden sonra Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş denilen siyasi savaşa sahne olduğunu ve 1991 yılında Sovyetlerin yıkılmasıyla “Arap hükümetleri ile Arap hanedanları yönetime geçmeye başladı. Arap hükümetler, sınırlı fakat giderek artan boyutlarda Arap halkı da sonunda kendi sorunlarıyla yüzleşebildiler; sorunların çözümünde sorumluluk almak zorunda kaldılar.” (S:83) Şeklinde çok gerçekçi olmayan bir tespit yapan Bernard Lewis Türklerin aslında “Hâdimü’l Haremeyn” olduğunu gizleyerek Haçlılar, Sovyetler Birliği ABD gibi sömürücü ülkelerle aynı kefeye koyarak zorlama bir yorum yapmıştır. Türkler Arap dünyasını petrol gibi hiçbir hammaddenin olmadığı zamanda yönetmiş, kutsal yerlerin hürmetine Anadolu’dan elde ettiği kaynaklarla Anadolu’yu fakir bırakma pahasına buralara hizmet götürmüştür. Soğuk Savaştan sonra başlayan tek kutuplu dünya siyaseti sırasında da petrol zengini Arap ülkeleri ABD’nin maşası olmaya devam etmişler Ortadoğu’daki bazı iç kargaşalıkları finanse ederken, dünyada süren ekonomik krizden ABD’yi kurtarmak ve desteklemek için milyar dolarlık silahlar almak zorunda bırakılmışlardır. Bernard Lewis, yirminci yüzyılın sonuna yaklaşırken 200 yıldır Avrupa güçlerinin etkin olduğu Arap dünyasında artık birincil etkin bir güç olarak rol oynamadığını da ifade etmektedir. ABD’nin Irak ve Afganistan müdahaleleri ve nihayet etkisinin azalmasından sonra İran ve Türkiye’nin bölgede etkin olduğu ancak İran İslam devriminden sonra daha yayılmacı politikalar izlerken bölgedeki geçmiş tecrübelerine rağmen Türkiye’nin bir Kürt tehlikesi çıkabileceği endişesiyle savunmada kaldığı, buna rağmen “Yirmi birinci yüzyılda Asya’da ve diğer bölgelerde üstünlüğü paylaşacak ya da üstünlük için yarışacak olan Çin ve Hindistan da bölgeye ilgi duymaktadır.” (S:85) diyerek Arap dünyasının hala bir uluslararası satrancın oyun sahası olduğunu itiraf etmektedir. Ha bu oyun alanından Türkiye’yi vareste tutabilir miyiz, asla çünkü Türkiye de hala kendi bağımsızlığını eksiksiz tam bir şekilde sağlaya bilmiş değildir. Hem borç alan bir ekonomisi hem de kendi savunma gücünü oluşturacak uzun menzilli silah ve savaş uçağı gibi ihtiyaçlarını dünyadan tamamen kopuk vaziyette yeteri kadar üretip sağlayamıyor.
Bernard Lewis petrol geliri dolayısıyla vergi almadan devlet yönetmenin demokrasiyi engellediğini, ayrıca petrol gelirinin çokluğu yüzünden diğer gelir getiren ekonomik faaliyetlerin önemsenmemesine ve terk edilmesine yol açtığını ancak petrolün de bir gün biteceğini veya yerine başka bir enerji kaynağının geçeceğini düşünen bazı Arap ülkelerinin bu yüzden turizm ve finans sektörü gibi başka alanlara yatırım yaptığını ancak bunların getirisinin petrol yanında çok fazla öneminin olmadığını ifade etmektedir.(S:87-88) “Bugün, tüm Arap dünyasının (yaklaşık 300 milyonluk bir nüfusu oluşturur) petrol dışı ihracatının toplamı (nüfusu yalnızca 5 milyon olan) Finlandiya’nın ihracatından azdır.(…) Tüm Arap dünyasında her yıl Arapçaya çevrilen kitapların sayısı, Yunanistan’da Yunancaya çevrilen kitapların sayısının beşte biridir. ” (S:88)
Bernard Lewis kitabının adını her ne kadar “İnanç ve İktidar, Orta Doğuda Din ve Siyaset” koymuş olsa da kitapta sadece İktidar ve Siyasetten bahsetmiyor, bunların yanı sıra daha çok İslam dünyası toplumlarının sosyal hayatını ve geçirdiği evreleri anlatıyor ve Orta Doğuda yaşayan Hristiyan ve Yahudilerin sosyal hayatlarıyla kıyaslayarak, aralarındaki farkları ve İslam toplumlarını çağdaş sosyal hayatta geri kalışlarının sebeplerini anlatmaya çalışmaktadır. Mesela Arap toplumlarında kadına tanınan statü ve kadın hakları ile zengin Arap ülkelerinde Arap göçmenlerin önemsenmediğini, önemsenen Arap ve Müslüman olmayan göçmenlerin oluşturdukları nüfus problemi tehlikesine dikkat çekmesi gibi.
“Yirminci Yüzyılın büyük bölümünde Batı’dan ithal edilen iki ideoloji Arap dünyasına egemen oldu: Sosyalizm ve milliyetçilik. Yirmi birinci yüzyıla girildiğinde bu iki dünya görüşü de artık saygınlığını yitirmişti. İkisi de, uygulamada, dile getirdikleri amaçların tam tersini başarmıştı. Sosyalist plan ve projeler uygulandı, ama gönenç getirmedi. Ulusal bağımsızlık sağlandı, ama özgürlük getirmedi; daha çok, yabancı derebeylerin yerini, daha çekinmesiz, daha doğrudan davranan yerli tiranların gelmesine yol açtı.” (S:95) Burada Bernard Lewis’in getirmiş olduğu eleştiriye bir cevap olması bakımından Sosyalizmi ve tek parti yönetimi (BAAS Partisi) yönetimlerini kabul eden Arap toplumları her ne kadar milliyetçilik adı altında bir faaliyet yapmışlarsa da bu ancak milliyetçiliğe karşı çıkan Komünizm ve Sosyalizm kontrolünde ve müsaadesinde bir milliyetçilik olması yanında Baas partisinin etkin oluşu dolayısıyla demokratik bir milliyetçiliği hiçbir zaman uygulamamış olmaları da -uygulama tek düzen ve baskıcı bir milliyetçilik şeklinde olmuş- istenilen sonuçlar elde edilememiştir. Türkiye’de de zaman zaman karşımıza çıkan Atatürk milliyetçiliği gibi yanlış bir uygulama ve düşünce yapısından dolayı başarısız olunmuştur. Atatürk milliyetçiliği denilen milliyetçilik aslında sonradan uydurulmuş, ortanın solu olan ya da daha net sola kayan CHP’nin siyasi programının millete dayatılmasıdır. Halbuki Atatürk de Türk milliyetçisiydi, komünizme ve sosyalizme karşıydı ve bugün yaşamış olsaydı dünyanın aldığı yeni pozisyonlara göre milletinin menfaatine olacak şekilde programını yenilerdi.
Osmanlı Tarihçisi, vakanüvis Selanikli Mustafa Efendi’nin Ekim 1593 yılında İngiliz kraliçesinin Elizabeth olduğunu öğrendiğinde gösterdiği taaccübü Bernard Lewis kendisi de taaccüple karşılamış ve kadınların devletleri yönetebileceğinin Osmanlı ve Müslümanlar tarafından bilinmediğini ifade etmiştir. (S:99) Eğer olayın aktarılışında bir aşırılık veya noksanlık yoksa vakanüvis Selanikli Mustafa Efendi’nin kendi tarihini bilmediğini gösterir. Türkler yönetimde kadına yer verdikleri zamanlar daha İslam olmadıkları devirler, önceki tarihlerdir, Ece’ler Han’ların yanında yer alır ve ülke yönetiminde söz sahibidir. Sonra Türk tarihinde M.Ö. 6. Yüzyılda yaşamış Alper Tunga’nın torunu Tomris Hatun diye bilinen ve başarılı olmuş bir Türk kadın sultan bulunmaktadır. Bunlar daha dünyada hiçbir ülkede kadına insan muamelesi yapmadığı yıllarda olmuş olaylardır. Arap ve Osmanlı sulatanlarının eşlerinin bile olmadığını harem denilen cariyelerin olduğunu bu cariyelerden çocuk doğuranın ancak yükselebildiği, bu yükselmenin de “valide sultan”lık olduğunu söyleyen Bernard Lewis daha da ileri giderek padişahın kızlarıyla evlenenlerin damat olduğu ancak damatların “sultanın damadı olmak, en hafifinden, belirsiz bir ayrıcalıktı, çoğunlukla Müslüman ailede koca olmanın getirdiği doğal üstünlük ile yalnızca hükümdarın kızı olmanın getirdiği yapay üstünlük arasında epeyce gerginlik yaşandığını göstermektedir.” (S:101) diyerek sultan damatlarının evlilik hayatlarının silik ve eş baskısı altında geçtiğini ifade etmektedir. Lewis İslam Dünyasındaki kadının durumunu ele almaya devam eder ve kadına yönelik kölelik ile cariyelik uygulamasını anlatır, daha sonra kadın haklarından bahseder ve “eksizyon = kadın sünneti”nin (S:110) uygulandığını, “töre cinayeti”nin de kadının sahip olduğu mülklerini boşanma yoluyla geri iade etmemek için tercih edildiğini iddia etmesinden sonra ancak İslam’da “kadının asılsız zina suçlamalarıyla öldürülmesi”ne (S:111) engel olmaya çalışıldığını lütfen bahsettikten sonra erkeklerin “livâta” erkek eşcinselliği-oğlancılık-homoseksüellik, kadınların “sibâk” denilen kadın eşcinselliği lezbiyenlik (S:111) sapkınlıklardan uzun uzun bahsetmekte kızlar ve oğlanlar için rehber el kitapları yazıldığını ifade etmektedir. “Eşcinselliğe hoşgörü neredeyse tamdı. Avrupa’ya gidip, burada Avrupalıların, bütün Müslümanların eşcinsel olduğu, bunun normal etkinliklerden olduğu varsayımına kızan bazı Müslüman gezginler de gündeme getirdiği bir konudur. Modern İslamcı hareketler her tür eşcinselliğe karşı çok daha katı bir tavır benimsemiştir.” (S:112)
İslam dünyasında kadın haklarının yetersizliğinden dem vuran Bernard Lewis sıra kadın haklarının verilmesine gelince “Peki, kadınlara siyasi ve diğer hakların verildiğini nerede görürüz?” diye sorduğu soruya yine eleştirel ama yine olumsuz bakarak “Otoriter yönetimin olduğu ülkelerde: Bunun en önemli iki örneği, Türkiye’de Kemal Atatürk, İran’da son Şah’tır. Her ikisi de feminist reformlar diyebileceğim reformlar uygulamıştır.” (S:118) şeklinde cevaplandırmış Atatürk’ü otoriter bir devlet adamı olarak göstermiştir. Otoriter bir devlet adamı meclis kurar mı veya topluma çeşitli haklar veriri mi?
Yirminci yüzyıl boyunca Orta Doğu’da siyasi iki düşünce vardı. “Milliyetçilik ve sosyalizm. Kimi zaman biri kimi zaman diğeri, bazen de ikisinin yıkıcı biçimde bir araya geldiği nasyonal sosyalizm büyük bir çekim oluşturdu. İkisi de Avrupa kökenliydi, ikisi de zaman zaman Avrupalı güçlerden etkin destek aldı. İkisi de Orta Doğu’nun koşul ve gereksinimlerine değişik biçimlerde, değişen başarı düzeyleriyle uygulandı.” (S:121) Türkler aslında en fazla Avrupa menşeili siyasi akım olan komünist-sosyalist ve kapitalist sistemlerden zarar gördü. Kuzeydoğudan Komünizm ve Sosyalizmin en büyük uygulayıcısı Ruslar, kuzeybatı yönünden de kapitalizmin her tonunun hâkim olduğu başta İngilizler olmak üzere Avrupalı ülkeler zaman zaman Güneye de inerek Osmanlı devletini çevirmişlerdi. Faşizm denilen Nasyonal Sosyalizm-Faşizm fikir olarak dünyaya zarar vermiş olsa da Türk topraklarına diğer iki sistem Komünizm ve Kapitalizm kadar zarar veremedi. Komünizm yıkılınca daha doğrusu koruyucu ülkesi Sovyetler birliği dağılınca en fala eleştiri ve yergi alan sistem komünist- sosyalist sistemler oldu. Kapitalist sistemler tek kutuplu dünyanın en başarılı sistemleri gibi algılandı. Görece bir başarı olan bu başarı aslında insana hiç değer vermeyen bir sistem olarak Kapitalizmin kalıcılığını sağlayamaz er geç insanı eşrefi mahlukattan görecek bir sistem yerini alacaktır. Tabi ki bu sistem de bize göre İslam’dır. Beşerin ürünü olan hiçbir sistem noksanlıktan beri olamaz.
“Tam ulusal bağımsızlığa ulaşılmasıyla, özgürlük ile bağımsızlığın farklı şeyler olduğu giderek netleşmeye başladı.” (S:122) Orta Doğu ülkelerinin milliyetçilik ile bağımsızlıklarını aldıklarını ancak fakirlik ve boyun eğme hususunda özgürleşemediklerini ifade eden Bernard Lewis adeta ulusal bağımsızlıklara karşı çıkmakta, milletlerin fakir ve kalkınmamışlıktan doğan bir üstünlüğe boyun eğmeleri dolayısıyla keşke bağımsız olacağınıza bir ülkenin işgalinde yaşasaydınız demektedir. Ama asıl anlamadığı aç da olsalar, teknolojik üstünlüklere kısmi boyun eğmek zorunda da kalsalar bağımsızlığını elde eden herhangi bir ülke kendi örf, adet ve ananesini, kendi inancını yaşamada serbest olacak ve kimseden müdahale görmeyecektir, ya da kültür değişimine sebep olabilecek müdahalelere daha az muhatap olacaktır. Çünkü düşman halkın içinde değildir ve bir sınırın öte yakasındadır. Halk doğrudan bir kültür emperyalizmi tesirine maruz kalmayacak kendi ülkelerinin münevverlerinin süzgecinden geçen kadar bir kültürel etkileşim içinde olacaktırlar.
Demokrasi’nin çoğunlukla başında; popüler, güdümlü, temel, organik gibi anlamını seyrelten saptıran hatta tersine çeviren bir niteleyici sıfatla kullanıldığını (S:123) söyleyen Bernard Lewis kendisinin demokrasiden anladığını ya da kastettiğini “İngilizce konuşulan ülkelerde yüzyıllar boyunca gelişen, modern dönemlerde de farklı başarı düzeylerinde dünyanın diğer bölgelerine aktarılmış olan bir seçim, hükümet kurma, gerektiğinde hükümetten alma yöntemi” (S:124) olarak ifade etmektedir. Görüldüğü gibi Nasyonal Sosyalizm, Komünizm, Sosyalizm, Kapitalizm nasıl Avrupalıların bir ürünü ise Bernard Lewis’in kabul ettiği ölçülerdeki Demokrasi de sistem olarak Avrupalıların icadı bir siyasi sistemdir.
“Orta Doğulu insanların büyük bir bölümü için, din, İslam demektir; yüzyıllardır da böyle olmuştur.” (S:125) tespiti doğrudur çünkü Orta Doğu’da yaşayanların büyük ekseriyeti Müslümandır. Müslümanlar içinde Al-i İmran suresi 19. Ayette buyrulduğu gibi “İnneddine indallahil İslam – Şüphesiz Allah katında din İslam’dır.” Bunun başka bir izahı olamaz. Birkaç yıl önce ülkemizde bu ayet hutbelerde okunması yasaklanmıştı. Sırf Hristiyanlar ve Vatikan gücenmesin diye.
Bernard Lewis köktenci kelimesinin daha çok Amerika ve Protestanları ifade etmek için kullanıldığını İslam’la ilgisi olamadığını dolayısıyla Müslümanlarla ilgili olarak kullanılmasının doğru olmadığını ancak yine de kullanıldığını ancak bunun yerine “İslamcı ve İslamcılık” gibi iki kelimenin de kullanılmaya çalışıldığını fakat bundan radikal İslami örgütlerin İslam’ın şartlarını yerine getiren manasına geldiği düşüncesi ile kendileri için kullanılmasından menün olduklarını, son zamanlarda Fransızcadan “fundamentalist” kelimesinin de kullanıldığını ifade etmektedir. Ancak Türkiye’den bu konuda araştırmalar yapan ilahiyatçı Hilmi Demir’in radikal İslami örgütleri için “Selefi ve Vehhabi” gibi isimler kullandığı, ayrıca sosyal bilimciler tarafından radikal gurupları ifade etmek için “Siyasal İslamcı” kavramlarının da kullandıklarını eklemek gerekir.
Orta Doğu’daki rejimleri Geleneksel Otokrasiler, Liberalleşen Otokrasiler, Diktatörlükler, Eski Sovyet Cumhuriyetlerinin rejimleri, Devrimci İslam Rejimleri, Batılı manada Demokrasiler olarak sıralayan ve her birine en az bir iki örnek veren (S:130-133) Bernard Lewis’e göre batılı manadaki Demokrasilerin birçoğunda “seçimler, iktidar gerçekliğinin onaylandığı bir törendir.” (S:134) ancak Orta Doğu’da gerçek seçimlerin yapıldığı, iktidarların seçimlerle değiştiği iki ülke vardır ki bunlar “Türkiye ve İsrail”dir (S:134) ve “Şu anda Orta Doğuda var olan Müslüman devletlerin yalnızca biri, Türkiye Cumhuriyeti, ciddi anlamda bir demokrasi olarak tanımlanabilir. Bu yönde ilerleyen birkaç devlet daha olsa da, hiçbiri Türkiye kadar ilerlememiş, Türk demokrasisi bile geriye dönüşler, kesintiler yaşamıştır.” (S:135) Bernard Lewis burada Türkiye demokrasisi için alışa geldiğimiz klasik batılı yazarların bakış açısından farklı, bizi şaşırtacak müspet yönde güzel bir yorum yapmıştır. Halbuki bizim demokrasimize yapılan yorumlar olumsuzdur. Genellikle seçmenin bilinçsizliğinden, seçimlerin hür irade ile yapılmadığından, siyasi partilerin lider sultasından, iktidarların sonuçları değiştirecek manipülasyon ve müdahalelerinden yakınılır. Bernard Lewis, Orta Doğu’da demokrasiyi savunanların dini azınlık üyeleri ile kadınlar olduğunu da ifade etmektedir. (S:135) Türkiye’deki demokrasinin ciddi anlamda bir demokrasi olmasının neticesi “Türkiye’de ki seçimlerde İslamcı program çoğunluğu alıp hükümet kurmayı başardı.” (S:143) ancak İslamcı bir yönetim olan İran’da laik bir yönetimin seçilmesinin mümkün olmadığını ifade etmektedir.
Son elli yılda “demokrasi” ve “demokratik” kelimelerinin çok farklı rejimlere uyarlanıp değiştirilerek çok kullanıldığını, anlamını değiştirmek, çarpıtmak, hatta tersine çevirmek için “organik demokrasi, halk demokrasisi gibi” başına başka bir sözcük getirildiğini ifade eden Bernard Lewis “demokrasi terimi, İspanya’da Franco, Yunanistan’daki albaylar, Pakistan’daki generaller, Sovyet Avrupa’sındaki komiserler, Afrika’nın çeşitli bölgelerindeki birçok farklı rejim tarafından kullanıldı. Bir ülkede resmi adında “demokratik” sözcüğünü kullanıyorsa, bu bir tehlike işaretidir.” (S:147-148) diyerek isminde demokratik sözcüğünü kullanan ülkelerde aslında demokrasi olmadığını ancak bu ülkelerin antidemokratik durumlarını gizlemek için demokratik olduklarını vurgulayan sözcükler kullandığını ima yollu ifade etmektedir. Bernard Lewis’e göre her ne kadar bazen demokrasi ve seçim dışı yollar denenmiş olsa da hükümetlerin ikiden fazla seçimle değişmesi dolayısıyla Türkiye’de demokrasi olan ülkelerden sayılır. (S:149) İsrail ve Türkiye dışındaki Orta doğu ülkelerinde “seçim hükümetleri değiştirmez, hükümetler seçimleri değiştirir.” (S:149) Bernard Lewis Orta Doğu demokrasilerinde üç özelliğin bulunduğunu, bunların “Birincisi, sınırlıktır. Hükümet sınırlıdır; hükümdar, başkan, başbakan, kim yönetirse yönetsin; yönetimi sınırlıdır, belli yasalara bağımlıdır. (…) İkincisi, hesap verebilirliktir; hükümet, sınırlı olduğu için, yaptıklarından sorumludur, çizgiyi aştığında, kendisine tanınan yetkinin ötesine geçtiğinde ya da bağlı olduğu temel yasaları çiğnediğinde hesap vermesi istenebilir. Üçüncüsü, temsildir; buradaki düşünce, bir aşamada ve bir biçimde, hükümette yer alan ve hükümeti yönetenlerin, nüfusun tümünün seçtiği temsilciler olmasıdır.” (S:149) olduğunu ifade etmektedir.
İslam’da ruhban sınıfı olmadığını, kilisenin vazifesini yapacak bir kurumun bulunmadığı ifade eden Bernard Lewis ulamanın devletle görüşmeyi reddettiğini ve bunun da “[Ulemandan] görüşme istenmesi kişinin bilgisini, [Ulemanın devlet adamlarıyla görüşmeyi] kabul etmemesi [Ulemanın] dine bağlılığını gösterir.” (S:154) şeklinde ifadelendirir. Zaten İmamı Azam Ebu Hanife’ye atfedilen Devlet adamlarının sofrasına oturan ulemanın fetvasına uyulmaz manasına gelen “Sultan sofrasına oturan alimin fetvasına itibar edilmez.” şeklinde bir söz vardır ki hemen hemen Bernard Lewis’in kastettiği maya gelmektedir. Bernard Lewis devamla modern çağda İslam toplumunda ruhban sınıfı ve kilise vari kurumların oluşturulduğunu, gelecekte de oluşturulan ruhban sınıfı ve dini yönetim organizasyonunun İslam’da bir reform yapacağına da inandığını ifade etmektedir. (S:154) Her ne kadar İslam adına hareket eden resmî kurumlar oluşmuşsa da İslam Hukuku bireysel çalışan bir yapıdadır. Fetva verecek olanlar kişilerin hal ve hareketlerine göre yerel veya lokal olayları çözen bağımsız ve fikri serbesti içindeki ulamadır. Dolayısıyla reform çok etkin olmaz.
On dokuzuncu yüzyılda demokratikleşmeye engel olan gelişmeler oldu, hükümet, iletişim, savaş alanındaki yeni mekanizmalar araçlar ve başkaca etkenlerin tesiriyle demokrasideki sınırlayıcı güçlerin gördüğü vazifeyi yapan ve egemen otoriteyi sınırlayan köy ağaları, taşralı ve kentli soylular, esnaf birlikleri, Yeniçeri Ocağı modernleşmenin etkisiyle ortadan kaldırıldı ya da zayıflatıldılar. Silahlı Kuvvetlerin silahlarının, seferlerinin iletişiminin modernleşmesi aracı güçleri ilga ederken egemen iktidarı güçlendirdi. Bu yüzden II. Abdülhamit, Kanuni Sultan Süleyman zamanında olmayan etkin bir şekilde taşradaki valilerle telgrafla haberleşebilmesi ve ağır silahlı birliklerini trenle gönderebilmesi sayesinde geçmişteki büyük padişahların hiçbirinin yapamadığı çapta bir otoriteyle ülkeyi yönetebildiler. Osmanlı’da II. Abdülhamit, Irak’ta Saddam Hüseyin, Suriye’de Hafız Esad daha güçlü bir mutlakıyet ile modern rejimlerde de halkı yönettiler. (S:156) İletişimin gelişmesi ters yönde tesir etmeye başlamış, telefon, kasetler ve çıkarılan bültenin fakslarla gönderilmesi yoluyla iletişim ile yıkılan ilk yönetim İran’daki Şah yönetimi olmuştur. Şimdi daha da ileri gitmiş E-posta ve internet yoluyla istenilen ülkelerde istedikleri kamuoyunu oluşturmaktadırlar. Bugün İran rejimi uydu televizyonu yayınlarını engellemeye çalışmaktadır. (S:157) Yozlaşmanın demokrasiler için tehlike olduğunu ifade eden Bernard Lewis “Demokratik yozlaşmada piyasada para kazanır, bu parayı iktidarı satın almak için kullanırsınız; Orta Doğulu yozlaşmada, iktidarı ele geçirir, bu gücü para kazanmak için kullanırsınız.” (S:158) şeklinde yozlaşmanın siyasetteki iki yolunu ifade eder ancak batılı yozlaşmanın yönetime daha az zarar verdiğini de ekler.
Darbeleri demokrasiye müdahale olarak yorumlayan Bernard Lewis sanki dalga geçer gibi Türkiye’de darbe ve ihtilal sözlerinin yerine “müdahale” (S:160) kelimesinin kullanılarak yumuşatıldığını, ayrıca 1997 yılında Necmettin Erbakan hükümetine karşı “postmodern askeri müdahale” (S:161) yapıldığını ve “ordunun siyasete girmesinin [yolunun] kaçınılmaz olarak siyasetin orduya girmesi” (S:161) olduğunu ifade eder. Orta Doğudaki devletler ardıllığı yani hükümetlerin haleflerini nasıl belirlediğine kafa yoran Bernard Lewis “Temelde üç yöntem vardır. Biri seçimdir; burada, demokratik tarzda gerçek, özgür seçimden, önceden belirlenen sürelerde yapılan, kural ve imkanların yarışan tüm partiler için aynı olduğu, kaybedenin sonucu kabul ettiği seçimlerden söz ediyorum. İkinci yöntem, gördüğümüz gibi adaylıktır; normal olarak kalıtsaldır, ancak her zaman mutlak kalıtsal değildir. Üçüncü ardıllık yöntemi, şiddet yoluyladır; suikast, darbe, ayaklanma, iç savaş gibi sorun çözme yöntemleridir.” (S:164) diyerek yöntemleri demokrasi, adaylık, şiddet yolu olarak sıralar.
Sovyetlerin yıkılmasıyla kurulan devletlerde demokrasinin kurulduğunu söyleyen Bernard Lewis Orta Doğu devletlerindeki demokrasiye yönelttiği eleştirileri Asya demokrasilerine yöneltmez. Sanki Orta Asya devletlerinde kurulan demokrasiler eksiksiz, tam demokratik bir yapıdaymış gibi kabul edip Orta Doğudaki demokrasilerin eksiklilerini sayması yapmış olduğu etkiden uzak seçim yoluyla haleflerin belirlendiği demokrasi ve demokratlık tariflerine muhalif olması dolayısıyla kendiyle çelişir bir durumdadır.
Napolyon’un Mısır’ı Fransa adına aldığı zaman İslam dünyasında “eşitlik”in bilindiğini ve uygulandığını ancak “Eşitlik, İslam düşüncesinde çok temeldir: İnsanoğlu, gerçek mümin olduğu sürece eşittir. Bunun dışında kalan üç “düşük” insan kategorisi vardır: Köleler, gavurlar, kadınlar.” (S:178) aslında burada Köleleri, kadınları ve gavurları ayırarak İslam toplumunda eşitliğin olmadığını sanki eşit denilen üstün bir sınıfın mevcut olduğunu söylemektedir. Ancak Bernard Lewis’in aksine İslam kadına da kölelere de gavurlara da bir yaşam hakkı tanımış onlara zamanın Hristiyan, Yahudi ve diğer dinler dünyasında yürürlükte olan en insani haklarını vermiş, zamanla da köleliğin kaldırılmasını öngörmüştür. Ancak bugünden geriye doğru yapılan yorumlar mutedil bir geçişi eleştirmekte, 1450 yıl sonra gelinen evrensel değerler üzerinden İslam’a saldırmaktadırlar. Bu durumda göstermektedir ki kültür değişimlerinde keskin davranmak ve geçmişteki hatalı durumları bıçak keser gibi kaldırmak gerekiyormuş. Olumsuzlukların yaşam kaynaklarını kısıtlayarak kendiliğinden kalkmasını beklemek ileriki zamanlarda sanki bir eksiklik gibi değerlendirilmektedir. Eşitliğin bir nebze olsun İslam toplumunda olduğunu söyleyen Bernard Lewis özgürlük anlayışının Batılı manada olmadığını siyasi olmayıp yasal bir terim olarak bilindiğini ifade etmekte Avrupa’ya giden Mısırlı Şeyh Rifaa Rafi el Tahtavi tarafından yapılan gözlemler sonucu yazılan bir kitapta “Fransızların özgürlükten söz ederken kastettiklerinin, Müslümanların adaletten söz ederken kastettiğiyle aynı olduğunu” (S:178) yazmasıyla adaletle özgürlüğün eşit tutulduğunu yani aynı manaya kullanıldığını anladıklarını bu kitabında birkaç kere tekrar etmiştir. Aslında İslam toplumu gibi herkesi Allah katında eşit sayan bir anlayışın adalete yüklediği mana doğrudur. Çünkü doğuştan gelen bütün hakların toplumun her ferdi tarafından kullanılmasının esas alındığı bir düzende ancak bunlardan aksamaların düzeltilmesi adalet ile sağlanabilirdi. Hürriyet ve Özgürlük daha çok İslam dünyasında dışarıya karşı elde edilmiş bir haktır. Kendi inancı ve kültürünü yaşayacağı bir toprak parçasının bütün kullanım haklarının kendilerine verilmesidir hürriyet. Adalet bağımsız hür bir ülkede iç düzenin sağlanmasıdır. Hürriyet ise düşmanların tecavüzlerinden, işgalinden vatanın kurtarılmasıdır.
Bernard Lewis bu kitabında sathi anlatımlarla her konuya temas etmiş ancak etrafını cami ağyarını mâni bir konuyu derinlemesine işlememiştir. Hürriyet ve özgürlüğün, adaletin vs. kullandığı kavramların Batıda ve Orta Doğuda nasıl anlaşıldığını etraflıca ortaya koymadan hemen iki taraftaki farklılığı ortaya koymaya çalışmıştır. Mesela ortaya çıkışından başlayarak bir İslam devlet yönetiminden bahsetmez, batının devlet anlayışından da bahsetmeden kısa kısa temaslarla iki devlet anlayışı arasında kıyaslamalar yaparak aralarındaki farkları ve batının üstünlüklerini ortaya koymaya çalışmaktadır.
“Hiçbir padişah, ne kadar güçlü olursa olsun, toplumun bu farklı [tüccarlar, katipler, esnaf birlikleri, köy ağaları, askeri yapı, dini yapı] kesimleriyle belli bir ilişkiyi sürdürmeden pek bir şey yapamazdı. Bu, şu anda kullandığımız anlamıyla demokrasi olmasa da, kuşkusuz sınırlı, sorumlu yönetim biçimidir.” (S:180) İslam dünyasındaki özellikle de Osmanlı yönetiminden bahseder. Hatta “Size, 1786’da -Fransız Devriminden üç yıl önce İstanbul’daki Fransız Büyükelçisi Kont de Choiseul-Gouffier’in yazdığı mektuptan, hükümetinin Osmanlı hükümetiyle yürütmesi için verdiği görevlerin neden yavaş ilerlediğini açıklamaya çalıştığı bir bölümü aktarayım. ‘Burada,’ diye yazar, ‘işler, kralın tek hâkim olduğu, istediği gibi davrandığı Fransa’da ki gibi yürümüyor.’ ‘Burada,’ der ‘sultanın danışması gerekiyor.’ Yüksek mevkilerde bulunmuş olanlara, çeşitli grupların liderlerine danışması gerekir. Bu da yavaş ilerleyen bir süreç.” (S:179) diyerek devlet yönetiminde Avrupalılar gibi keyfiliği değil bir istişari yönetim tarzını kabul ettiklerini de söyleyerek Batı’nın keyfi yönetimi ile Osmanlı’nın istişareye dayalı yönetimini kıyaslar. Aslında bütün mesele medeniyettir. Medeniyetler küçük büyük, üstün ya da aşağı diye kategorize edilemezler. Her medeniyet içinde bir bütün ve üstündür. Adalet ve Özgürlük ile yönetimde istişare ve tek adam keyfiliği de bu medeniyetin bir farkıdır. Yoksa ikisi de birbirinden üstün ya da aşağı değildir.
“Her şey zıddı ile kaimdir.” İlkesinin tezahür olsa gerek Bernard Lewis Amerika Birleşik Devletleri düşmanlığının yüksek olduğu ülkelerde Amerika sevgisinin de yüksek olduğunu “Amerika yanlısı düşüncenin, Amerika karşıtı hükümetlerin olduğu ülkelerde en güçlü olması ilginçtir. Dünyada, Amerikan yanlısı düşüncenin İran’dan daha güçlü, daha derin, daha yaygın olduğu hiçbir ülkenin olmadığını İranlılardan defalarca duydum.” (S.186) diyerek ortaya koymuş ve İran’ın en bilinen ABD düşmanı olması yanında dostluğunu savunanların daha bol olduğunu ifade etmiştir. Bunu Hümeyni’nin ABD’yi şeytana benzetmesinden ve İran’ın izlediği düşmanca tutumlarından anlamak mümkündür. Ancak bu güçlü düşmanlık da İran rejiminden memnun olmayanlarda güçlü bir ABD sevgisi şeklinde ortaya çıkmaktadır. “Fakat bizim memnun bir biçimde ‘dost hükümetler’ diye söz ettiklerimiz tarafından yönetilenler, Amerikan karşıtı düşüncenin en güçlü olduğu ülkeler. En acımasız, kendi halkının en çok tepki gösterdiği ülkeler de kuşkusuz bunlar.” (S:187) Bu ülkelerde etkiye tepki olarak ortaya konulan ve kötü uygulamaların düzeltilmesi isteklerinin karşı tarafta başka bir ülkenin dostluk ve düşmanlığı şeklinde yorumlanması aslında dost ya da düşman görülen ülkenin hiç hak etmediği bir durumdur. Çünkü dostluğu da düşmanlığı da hak edecek şekilde o ülke vatandaşlarına kendi yöneticileri kadar tesiri olmamıştır.
Orta Doğu Müslüman ülkelerinin dış istilalardan kurtulup kendi devletlerini kurmalarıyla beraber tarihsel mezhep, etnisite ve bölgeselliğe dayanan mücadelelerinin nüksettiğini ifade (S:192) eden Bernard Lewis Müslümanlar ile Hristiyanların kendilerini son evrensel ilahi mesaj olarak görmelerinden dolayı geçmişte yaptıkları mücadelelerinde birbirlerini dini adlarıyla anmadığını; Müslümanların Hristiyanları daha çok Romalılar, Frenkler, Slavlar, gibi adlarla andığını, Hristiyanların da Müslümanları Türkler diye adlandırdığın ifade eder. (S:193)
İslam ile Hristiyanlık arasındaki savaşları, haçlılar, Osmanlının Viyana kuşatması ve radikal terör eylemleri dönemleri olarak adlandıran Bernard Lewis üçüncü dönemin genel İslam hukuku açısında değerlendirilmesini “İslam öğretileri, daha belirgin olarak İslam hukuku, savaşın nasıl yapılacağını düzenlemekte, savaşın kurallarına uyulmasını, kadın, çocuk ve savaşa katılmayan diğerlerine karşı insancıl davranılmasını gerektirmektedir. Bugün terör olarak adlandırılan türdeki eylemlere [İslam’da] izin verilmez. İslam doktrin ve hukuku, sonsuza kadar lanetlenmeyi getiren büyük bir günah olarak gördüğü intiharı men eder. İslam öğretisine göre intihar eden kişi, bütün bir yaşamını eksiksiz erdemle yaşamış bile olsa, cennetten yoksun kalacak, cehenneme gidecek, cezası, intihar ederken gerçekleştirdiği eylemi sonsuza kadar yinelemek olacaktır.” (S:199) şeklinde yaparak doğruyu ifade etmiş ancak ifadesindeki asıl amaç İslam’ın doğrularını yazmak değil de Batı’yı bu İslami terör denilen beladan kurtarmanın bir çabası olduğu izlenimi vermektedir.
Bernard Lewis Müslümanların Müslüman olmayan bir ülkede bulunmasının eski çağlarda mümkün olmadığını, bunun da Müslümanların dinini korumak adına şeriatın engellemesi yüzünden olduğunu, hatta Müslüman bir beldenin Hristiyan bir yönetime geçmesi halinde yeni yönetim İslam’ı yaşamak hususunda serbestlik ve kolaylık bile gösterse yine de Müslümanın hemen bir Müslüman ülkeye gitmesi gerektiği yoksa bu hoşgörüden etkilenerek din değiştirmesinin yolu açılacağını düşünerek İslam âlimlerinin gayrimüslim bir ülkede yaşamaya müsaade etmediklerini ifade eder (S:200-201) ki bu tespitleri doğrudur. Buradan bir sonuç çıkmaktadır ki Müslümanlar dinleri kabul etmese de kendi istekleri ile dinlerini değiştirirler. Aslında en mükemmel din olan İslam adına bu fetvayı vermek doğru değildir. Çünkü Müslümanlar dinlerini üstünlük ve doğruluğunu bilmedikleri, güvenmedikleri anlamı çıkar ki tamamen yanlıştır. Bernard Lewis devamında bugün Müslümanların Avrupa devletlerinin ekonomik gelişmişliği ve kendi ülkelerinde sahip olmadıkları insan hakları dolayısıyla ülkelerini terk ederek gayrimüslim ülkelere yerleştiğini, buralarda Müslümanların en iyi eğitimi aldıklarını, hatta terör eylemlerinin hazırlıkları hususunda da kendi ülkelerinden daha rahat ettiklerini söylemektedir. “Teröristlerin bile Avrupa’da – bir dereceye kadar ABD’de de – birçok İslam ülkesinde olduğundan çok daha fazla hazırlık ve operasyon özgürlüğü var.” (S:201) On sekizinci yüzyılda Necid çöllerinde ortaya çıkan Vahhabiliğin İslam dünyasında pek bir etkisi olmamışken 1920 yılında Hicazı; yani Mekke Medine’nin bulunduğu bölgeyi alıp Suudi Arabistan Krallığını kurup Hac organizasyonunu ele geçirmesi ile maddi ve propaganda gücünü, petrolün bulunmasıyla da maddi gücünü artırmış bugün suniliğin radikal bir versiyonu olarak (S:202) faaliyetlerine devam etmektedir. Fransız ve Rus devrimleri gibi gerçek bir devrim olan İran Şii Hümeyni devrimi de radikal İslam’ın başka bir versiyonu olarak İslam dünyasını etkilemeye (S:202) devam etmektedir.
“Bir göçmenin Amerikalı olması siyasi bağlılığını değiştirmesi demektir. Bir göçmenin Fransız ya da Alman olması, etnik kimliğini değiştirmesi demektir. Siyasi bağlılığı değiştirmek, insanın duyguları ya da kabullenme düzeyinde elbette etnik kimliği değiştirmekten daha kolay, daha pratiktir. Uzun bir süre İngiltere, ikisini de aynı anda uyguladı. Yurttaşlığa alınan bir göçmen İngiltereli olabiliyor, ama İngiliz olmuyordu.” (S:203) Ülkemiz Türkiye’de de Türk Vatandaşı olanlar Türk olamazlar. Ayrıca Türk vatandaşı olanlar ülkenin kaderini tayinde de söz hakları olmamalıdır. Türk vatandaşlığı verilen her farklı etnik kökenden insana bunun anlatılması bu durumu kabul etmesi halinde ancak vatandaşlık verilmesi gerekir. Ülke kaderinde söz sahibi olmak için belki birkaç nesil geçmesi, Türklere ve Türkiye’ye yararlı işler yapmaları ile yüzyılları bulacak uzun zamanlarda elde edebilecek bir durumdur. Uzun bir deneme ve gözlemleme sonucunda kazanılmalıdır. Hem de kitle halinde vatandaşlık verilmemeli mümkün olduğu kadar toplumun absorbe ve tolere edeceği kadar sayıda olmalıdır.
Bernard Lewis Avrupa Hristiyan Haçlı dünyası ile İslam Dünyasının savaştığı ve Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü kurtardığı günden Osmanlı ordularının Avrupa’nın içine girdiği anda da, Saddam Hüseyin ile yapılan savaşta da, halihazırda İran ile yürütülen savaşa kadar halen Hristiyan Tüccarların İslam dünyasına silah satmaya devam etiğini, bu silah satışlarını finanse eden Bankerlerin bulunduğunu, ayrıca Papanın Haçlılar dolayısıyla Müslümanlardan özür dilemesini (S:204), 8 Ekim 2002’de de Fransız başbakanı Jean Pierre Raffarin’in Ulusal mecliste “Saddam Hüseyin’den söz ederken, kendisi gibi Tıkrit kentinden olan yerdeşi (toprağı-hemşerisi) Selahaddin Eyubi’nin Saddam Hüseyin’in kahramanlarından biri olduğunu” söylemesi ve Selahattin Eyyubi’nin de “Haçlıları yenip Kudüs’ü özgürlüğüne kavuşturmayı başaran kişi” (S:205) olduğunu açıklamasını çağdaş diyalog girişimlerinin ilerisinde Müslümanlardan özür dilendiği sıra dışı bir manzara olarak değerlendirmektedir.
Bernard Lewis köktencileri Orta Doğu demokrasisi için en büyük tehlike olarak tanımladıktan sonra onlarını yani köktencilerin demokrasi ve modernleşme taraftarlarını “başarılarında hem işlevsel hem de duygusal çıkarı olan Avrupa, Asya ve diğer yerlerdeki dış güçlerden -devlet, ticaret, ideoloji gibi- en azından örtük yardım da ala”n (S:227) tarif ederek “Batılılar ile onların taklitçi ve çömezlerini, Batılılaşmacıları, yalnızca İslam’ın yazgısı olan nihai zafere ilerlemesinin önünde engel olarak değil, kendi vatanlarında bile bir tehlike olarak görürler.” (S:227) ve “Müslüman dünyanın sorununun yetersiz modernleşme değil, fazla modernleşme -hatta modernleşmenin kendisi- olduğunu” (S:227)düşündüklerini ifade eder.
Bernard Lewis’in “İnanç ve İktidar, Ortadoğu’da Din ve Siyaset” adlı kitabı da daha önce dergilerde vs. yazılıp yayınlanmış makalelerin toplanarak bir kitap halinde yayınlanmasından oluşan kitapların mazur kaldığı fazlaca tekrar düşmek kusurundan vareste değildir. Kitapta birçok konu tekrar edilmişken, özellikle adalet ve özgürlük konusu birkaç kere ele alınarak Hristiyan dünyası ile Müslüman dünyasında hangi kavramların birbirine karşılık geldiği anlatılmış ve kitapta lüzumsuz bir tekrar düşülmüştür. Tabi daha önceden başka yerlerde yayınlanmış yazıların bütünlüğünü bozmadan bu tekrarlardan kurtulmak mümkün değildir. O zaman da kitapta konular arasında kopukluk gibi bir durum ortaya çıkacaktır. On üçüncü bölümde sayfa 213 de yer alan “Modern Orta Doğu’da Özgürlük ve Adalet” başlıklı makale kitabın bir nevi özeti olması dolayısıyla bütün kitap boyunca işlenmiş konuların yoğun bir şekilde tekrarını içermektedir.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,37 M - Bugn : 24709

ulkucudunya@ulkucudunya.com