« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Halim Kaya

17 Nis

2023

İSLAM’IN KRİZİ (Bitmeyen Savaş)

17 Nisan 2023

Bernard Lewis’i Ortadoğu uzmanı olarak önemsiyorum. Daha önce Kronik yayınevinden çıkmış “İslam’ın Siyasal Söylemi” ve “Hata Neredeydi?” kitaplarını okumuş gayet uzun sayılabilecek değerlendirmeler yapmıştım. Bernard Lewis’in sadece Kronik Yayınevinden çıkmış kitapları yok, başka yayınevlerinden çıkmış kitapları var. Türkiye’de bilinen 17 kitap tercüme edilerek Türk okuyucuya sunulmuştur. Diğer yayınevlerinden çıkmış ve Bernard Lewis’in Türkiye’de tanınmasına vesile olmuş temel kitaplarını da alıp inceleme fırsatım oldu.
Bernard Lewis’in “İslam’ın Krizi-Bitmeyen Savaş” Kitabı M. Murtaza Özeren tarafından tercüme edilerek Kronik Yayınlarınca 142 sayfa olarak birinci baskısı Şubat 2023 tarihinde yapılmış. Bernard Lewis’in “İslam’ın Krizi-Bitmeyen Savaş” Kitabı “Giriş” ten sonra “İslam’ın Tanımlanması”, “Dar’ül Harp”, “Haçlılardan Emperyalistlere”, “Amerika’yı Keşfetmek”, “Şeytan ve Sovyetler”, “Çifte Standartlar”, “Modernitenin Başarısızlığı”, “Suudi Gücünün Vehhabi Öğretisiyle Evliliği”, “Terörün Yükselişi”, “Sonsöz”, “Dizin” şeklinde isimlendirilmiş başlıklardan oluşan bölümlere ayrılmaktadır.
Bernard Lewis kitabının İngilizce adın nasıl verdi bilmiyorum ancak Türkçe çevirisine ad olarak verilmiş olan “İslam’ın Krizi” ilk etapta sadece iç sorunları ele alacak ve problemleri tespit edecek belki çözüm önerisi de sunacak intibaı vermesine rağmen kitap daha çok İslam Dünyası ile Amerika ve Batı arasındaki düşmanlıkların sebebini ela almış, daha az olarak İslam’ın iç sorunlarını işlemiştir. Tabi bu dış düşmanlık doğran sorunlar da İslam’ın kendi bakış açısından çıkmış bir sorundur ancak İslam toplumundan ziyade Batı toplumuyla lakalıdır.
Bernard Lewis kitabının girişinde Suudi Arabistan vatandaşı Arap bir zengin olan Usame bin Ladin için sarf ettiği “Bin Ladin ve takipçileri için bu bir din savaşıdır, İslam için kâfirlere ve dolayısıyla kaçınılmaz olarak kâfirler dünyasının en büyük gücü olan ABD’ye karşı bir savaştır.” (S:9) ifadelerle Bin Ladin tarafından 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’deki ikiz kulelere yapılan terör saldırısını kitabına isim olan “Bitmeyen Savaş”ı temel alarak geriye doğru bir tarih okuması yaparak “1918’de, büyük Müslüman imparatorlukların sonuncusu olan Osmanlı saltanatı nihayet mağlup edildi.” (S:9) diyerek savaşın başlangıcını 90 yıl ileriye taşısa da bizim için asıl doğru olan “Bitmeyen Savaş”ın başladığı tarih 1096-1099 tarihleri arasında gerçekleşen tarihteki ilk haçlı seferidir. Yani yaklaşık 1000 yıllık bir savaştır. Bin yıldır Batı Türkleri ve dolayısıyla Türklerin bayraktarlığını yaptığı İslam’ı yok etmek için savaşmaktadır. Nasıl Türkler ilmi ve kültürel alanda İslam’ın bayraktarlığını yapmaktaysalar bu savaşta asıl güç, savaşan unsur da yine Türkler olmuştur. Bernard Lewis’in, Usame bin Ladin’in “İslam’ın seksen yıldan fazla bir süredir çektiği aşağılanma ve rezaletten” dert yandığını ifade ettiği sözü bir terörist olan Usame bin Ladin’in Arap aklı selimi diyeceğimiz mutedil ve barıştan yana çoğunluktan daha bütüncül bir bakış açısına sahip olduğunu, İslam toplumlarına bir bütün olarak baktığını ve Türkleri İslam dünyasından diğerleri gibi neredeyse” kafir” ilan edecek şekilde - Osmanlı işgalinden kurtulduklarını söyleyen ve Kostantiniye kafirlerin elinde diyen Arap aydınları gibi- dışlamadığını açıkça olmasa bile örtülü olarak ifade etmiştir. Usame bin Ladin’in Amerika’ya cihad ilan etmesindeki haklılık- Amerika’nın İran-Irak savaşı, Müslüman ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmesi ve Ortadoğu’da çevirdiği diğer fırıldaklar dolayısıyla- saklı kalmakla beraber, zannımca onu haksız kılan cihad kararını bir devlet otoritesi olarak değil de bir birey olarak devleti olmayan bir grubun lideri olarak vermesidir.
Bernard Lewis Osmanlının yıkılışında İngiliz ve Fransız imparatorluklarının rol oynadığını ve Suriye Fransa’ya, Filistin ve Irak İngiltere’ye verilmek üzere Suriye, Filistin Irak adı altında Osmanlı ülkesini paylaştıklarını söylerken “Daha sonra Fransızlar, mandalarını ikiye böldüler, bir kısmına Lübnan dediler ve geri kalan kısım içinse Suriye demeye devam ettiler. İngilizler de Filistin’de hemen hemen aynı şeyi yaparak Ürdün’ün iki yakasını böldü. Doğu parçasına önce Mavera-i Ürdün, sonrasında ise sadece Ürdün dendi; nehrin Batı tarafı içinse Filistin adı kullanıldı.” (S:10) diyerek Sovyetler birliğinin Türk Türkistan’da yaptığı gibi kendi yönetimi altındaki ülkeleri coğrafi sınırlara göre daha mikro devletçiklere bölerek Güney Osmanlı ülkesinden beş devlet türettiler. Ancak burada Bernard Lewis’in bir şeyi göz ardı ettiği görülmektedir. Arap Yarımadası, Mısır, Libya, Cezayir, Balkan devletleri gibi daha farklı ülkelerde Osmanlı ülkesiydi ve Batı tarafından işgal edilmişti.
Bernard Lewis “Türkiye’yi batı egemenliğinden kurtarmak için savaşırken bile, Batılı ya da kendi deyimiyle modern yolları benimseme yolunda ilk adımları attı.” (S:10) ifadeleriyle modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun daha savaş bitmeden başladığına ve kurucusunun ne kadar ileri görüşlü olduğuna işaret etmiş, Mustafa Kemal Atatürk’ün bir Osmanlı generali olduğunu ve modernleşme yolunda saltanatı daha sonra da “peygamberin halifesi” manasından çıkarak “Allah’ın halifesi” anlamı kazanan halifelik sistemini kaldırdığını izaha çalışmıştır.
Batı’nın “ciddi tarih” yazımını İslam’ın gelmesiyle öğrendiğini, aslında Batılıların eski dilleri ve unuttuklarını ve İslam ile arkeolojik kazılarda elde ettikleri anıtların dilini çözüp okumaya başladıktan sonra “Ulus” tarihi yamaya başladıklarını, Batı’da “Ulus, Avrupa’da olmasa da Amerika’da adeta ülkeyle eş anlamlı olarak kullanılır. Ulus sonradan farklı şekillerde alt birimlere ayrılır ki bunlardan biri de dindir. Bununla birlikte Müslümanlar, dini gruplara bölünmüş bir ulus değil, uluslara bölünmüş bir din görme eğilimindedirler.” (S:12) oluğunu ifade ederken bu cümlenin de tashih edilmesi açıklanması gerekir. Avrupa sosyolojisinde ulus “etnisite” “kavim” manasında ele alınırken Amerika’da Bernard Lewis’in dediği gibi sınırları belli bir coğrafyada yaşayanları ifade etmek için kullanılır. Türklerde Ziya Gökap ve Durmuş Hocaoğlu’na göre “etnik- kavim”in organize etmesi dolayısıyla ismini bu etnisiteden alan “ulus” yanında modern manada “millet” kelimesi kullanılır ki; millet de “hâkim etnisite-kavim”in organize ettiği ancak “vatan, kültür, dil, din” gibi unsurları ortak olan farklı etnisiteye mensup grupların birleşerek oluşturduğu birliktir. Çekirdeği “ulus- kavim-etnisite” oluşan ancak farklı etnik unsurlarla büyümüş aynı dili konuşan, aynı kültürü yaşayan aynı dine inanan, aynı vatana sahip bir topluluğun adıdır Millet. “Müslümanlar, dini gruplara bölünmüş bir ulus değil, uluslara bölünmüş bir din görme eğilimindedirler.” İfadesinin İslam toplumlarındaki karşılığı ümmettir. Bu tanım Kur’an’ı Kerim’deki “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” Hucurat Suresinin 13. Ayetine dayanmaktadır. Yani önce “kavim” olmanın şuurunda olarak, aynı inanca mensup milletlerle ortak bir dine inanmanın mesuliyetini hissedip gereğini yerine getirmenin adıdır ümmet, ancak buradan hareketle siyasal ümmetçilik anlayışını Kur’an’i ümmet anlayışıyla karıştırmamak gerekir. Çünkü bu ayet tek devlet, tek yönetici, tek vatan, tek bir millet olmayı emretmiyor. Farklılıklara rağmen ortak değerlerin farında olmayı ve ona göre hareket etmeyi tavsiye ediyor. İslam toplumlarında ümmete dayalı tek devlet anlayışı reel olarak 19. Yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş ve Bernard Lewis’in işaret ettiği gibi İslam’ın tebliğinden 19. Yüzyıla kadar hep “İslam Tarihi” (S:13) yazılarak, Türk, Fars, Arap milletlerin tarihine yer verilmemiştir.
“Suudi devleti ile Usame bin Ladin ve destekçileri tarafından kabul edilen fıkıh mezhebine göre, bir gayrimüslimin kutsal topraklara ayak basması bile büyük bir suçtur.” (S:18) diyen Bernard Lewis bugün Suudi Arabistan’daki Amerikan varlığını bakın nasıl izah edecektir. “1930’lardan itibaren, petrolün keşfi ve sömürülmesi, bunun sonucunda ise Suudi Arabistan başkenti Riyad’ın küçük bir vaha kasabasından büyük bir metropole evrilmesi, beraberinde birçok değişiklikle birlikte büyük çoğunlukla Amerikalı olmak üzere çok sayıda yabancının akınını da getirdi; bu da Arap yarımadasının her alanını etkiledi.” (S:19) Biz bunun sebebini de varlığı dış mihrakların desteğine muhtaç, içerde despot ve anti demokratik bir yönetim anlayışına bağlıyoruz. Yoksa, Arap yarım adasının tek dinli olmasının Hz. Peygamberin vasiyeti olduğuna inan bir mezhep anlayışını yayan bir sülalenin bu zillete katlanması başka türlü izah edilemez.
“[İslam] kelime[si]nin bir anlamı bir dini, bir inanç ve ibadet sistemini ifade ederken diğer anlamı, o dinin himayesi altında büyüyen ve gelişen uygarlığı ifade eder.” (S:21) diyerek Bernard Lewis İslam’ı kelimesini Allah tarafından indirilen bir dinin kurallarını ifade ettiği gibi bu dine inananların tarihi seyir içinde bu İslam dininin emir ve yasakları, helal ve haramlarının şekillendirdiği hayat tarzı ile yaşayarak üretip ulaştıkları medeniyete de İslam dendiğini ifade ederken Yılmaz Özakpınar’ın medeniyet teorisindeki “her medeniyet bir dine bir inanç sistemine dayanır” ilkesinin de ne kadar doğru olduğuna işaret etmektedir. Bernard Lewis bu iddiasını hem takip eden cümlede “İslam kelimesi, on dört yüzyıldan fazla bir tarih, 1,3 milyar insanı ve muazzam çeşitliliğe sahip dini ve kültürel bir geleneği ifade eder.” İslam medeniyeti gerçeğini haykırırken Hristiyanlık ve Hristiyan alemi ile de Yılmaz Özakpına’ın medeniyet teorisinin başka bir örneğini gözler önüne açık eder.
“Son üç yüzyıl boyunca İslam dünyası hakimiyetini ve liderliğini kaybetti ve hem modern Batı’nın hem de hızla modernleşen Şark’ın gerisinde kaldı” (S:22) Şark’ın derken Japonya başta olmak üzere Çin ve Kore gibi ülkeleri kastettiğini aşikardır. Çünkü Doğu Asya’da bugün için İslam dünyasından ileride Japonya, Çin ve Kore’den başka ülke yok gibidir. Çin aslında üçüz işçilik ile ürettiği kalitesiz taklit mallardan geçiş yaptığı modern üretim tarzında ki bu hızlı gelişmeyi de son on yılda sağladığı bazı ekonomistlerin ortak düşüncesidir.
“… bu dünyada zafer ve imparatorluk sahibi olmaları, Allah’ın onların davalarını tasvip ettiğine işaret ediyordu.” (S:23) derken aslında Hz. Peygamberin ve sahabelerinin ilk Hristiyanların Roma imparatoru Konstantin Hristiyan olana kadar çektikleri zulmü çekmedikleri için Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dini Allah onayladığı için bu dinin mensuplarına sahip çıktığını ikrar ederek aslında İslam’ın Allah’ın vahyettiği hak din olduğunun da itirafıdır.
“Ulema, tedris ve ruhsat ile resmen atanan profesyonel din adamları olmaları bakımından sosyolojik anlamda bir din adamı sınıfı olarak tanımlanabilir.” (S:25) İran Fars kültüründen hareketle genellediği görülen Ulema’nın durumunu getirip Ruhban Sınıfına dayandırması anlam olarak çok doğru değildir. Çünkü İslam’ın ilk yıllarında ilim öğrenmek ferdi ve sivil bir faaliyetti. Öğrenci öğrenmek istediği konu ile ilgili en iyi hocayı nerde bulursa arar bulur ve gider o hocadan tedris ederdi. Çağımızın sekülerleşen devlet yapıları devlet tarafından ruhsata bağlanan eğitim sistemini ve atanan devlet memuru sistemini dayatmış ve bugün sağlıklı bir din eğitimin yapılması ve sapkın anlayışlardan uzak, misyonerler gibi dış mihrakların dinin safiyetini bozacak sızmalarını önleyici bir din öğretimi ancak korunup kollanan bir sistem eliyle yapılmasını elzem hale gelmiştir. Bernard Lewis bizim bu açıklamalarımızın karşılığını “Modern zamanlarda, ağırlıklı olarak Batılı etkiler altında birçok değişiklik yaşanmış, Hristiyan kiliselerine ve din adamlarına şüphe uyandırıcı bir benzerlik taşıyan kurumlar ve meslekler gelişmiştir.” (S:25) ifadeleriyle tespit etmiştir. İslam dünyasında özellikle Türkiye’de Ruhban sınıfının olmamasının bir örneği de devlet yönetimindeki Diyanet İşleri Başkanlığı dışında serbest hareket eden mevcut tarikat ve cemaatlerin kendi fetva kurullarının olması, Müslümanların devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığınca verilmiş tek tip bir fetvaya uymak zorunda olmamasıdır. Ayrıca günümüz Müslümanları kendileri açısında en doğru ve isabetli fetva uymak ile mükelleftir. Bunun için her zaman ilim erbaplarını takip ederek eksiklerini gidermek ve yanlışlarını düzelmekle mükellef tutulmuştur.
“Bu örgüte [İslam Konferansı Örgütü-İKÖ] şu anda 57 üye ve gözlemci statüsünde üç ülke bulunmaktadır. Bu devletlerden ikisi, Arnavutluk ve Türkiye, Avrupa’da (Bosna sadece gözlemci statüsüne sahiptir); ikisi, Surinam (1996’da kabul edildi) ve Guyana (1998’de kabul edildi), Batı Yarım kürededir. Geri kalan ülkeler Asya ve Afrika’dadır ve birkaç istisna dışında, son yarım yüzyılda Batı Avrupa ve daha yakın zamanda Sovyet İmparatorluklarından bağımsızlıklarını kazanmışlardır.” (S:28) her ne kadar bu cümlede mütercimin verdiği bilginin eksikliğinden ve özellikle bu cümlede tercüme dilini anlaşılmasındaki karmaşadan anlatılmak istenileni tam anlamakta zorlansak da anlaşılan şudur; İKÖ’ye üye 57 ülke bulunmakta, 2 Müslüman ülke de (Bosna Hersek, KKTC-Kıbrıs Türk Cumhuriyet) gözlemci olarak katılmaktadır. İKÖ 57 üye ve beş (Bosna Hersek, KKTC-Kıbrıs Türk Cumhuriyet Orta Afrika Cumhuriyeti, Taylan ve Rus Federasyonu) gözlemci ülkenin katılımıyla 62 ülke olarak toplanmaktadır. Avrupa da Arnavutluk, Türkiye ve gözlemci ülke olarak Bosna-Hersek olmak üç İslam ülkesi bulunmaktadır. Diğer 5 ülke Asya ve Afrika kıtasındadır ve çoğunu bağımsızlığı son 50 yıl içinde olmuştur. Orta Afrika Cumhuriyeti, Taylan ve Rus Federasyonu İKÖ’ye İslam ülkesi olmadıkları halde gözlemci olarak katılmaktadırlar. Bernard Lewis İslam ilkesinin başka bir ülke tarafından işgaline -Sovyetleri Birliğinin Afganistan’ı işgali gibi- tepki koyamaması, iki İslam ülkesinin birbirini bitirecek şekilde savaşmasını -İran, Irak Savaşı- önleyememesi gibi, İslam ülkelerindeki iç savaşlarda -Somali ve Sudan- müdahil olamaması gibi konuları İKÖ’nün başarısız olduğu konular olarak sıralar ve daha çok gayrimüslim ülkelerdeki İslam azınlıklarının insan hakları ihlallerinin giderilmesi hususunda çalıştığını ifade eder.
Bernard Lewis Batı’nın ürünü olduğunu söylediği “vatanseverlik ve milliyetçilik” (S:30)’in tesiriyle Fas’tan Endonezya’ya İslam coğrafyasında ulus devletler kurulmasına rağmen bu ülkelerin halkının kimliklerinin tayininde etnik kimlik değil de dini kimlik kullanıldığını savunmaktadır. Bu tezini de Lozan anlaşmasıyla Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan “Mübadele” de Türkiye Karaman’da yaşayan ana dili Türkçe olan ancak Yunanca alfabe kullanan Ortodoks Kiliselerinde ibadet eden Hristiyan Türk nüfusu gönderirken Yunanistan çoğunun Türkçeyi az bildiği ya da hiç bilmeyen ama Türkçe-Arap alfabesi kullanan “Müslüman Yunanlıları” gönderdiğini, Mısır’ın da beş bin yıllık kültürel tarihine rağmen on dört asır önce Müslüman olduğu halde dini kimliğinin öne çıktığını, Arap ulusal kimliğinin (S:31) pek kullanılmadığı örnekleriyle açıklamaktadır.
Bernard Lewis kökten dinci İslami terör örgütlerinin Batılı ülkeler tarafından düşman kabul edilmelerinin “Bir düşünce ekolüne göre, Sovyetler Birliği’nin ve Komünist hareketin çöküşünden sonra, İslam ve İslami köktencilik, Batı’yı ve Batı’nın yaşam biçimine yönelik en büyük tehdit olarak bunların yerini almıştır. Başka bir düşünce ekolüne göreyse, radikal köktenciler de dahil olmak üzere Müslümanlar, temelde dürüst, barışsever, dindar insanlardır; biz batılıların onlara yaptığı tüm o korkunç şeyler yüzünden bazıları [bu yapılanlara] katlanmayarak yoldan çıkmışlardır. Onları düşman olarak görmeyi seçiyoruz çünkü dağılmış Sovyetler Birliği’nin yerini alacak bir düşmana ihtiyacımız var.” (S:36) gibi iki nedeni olduğunu ifade ettikten sonra iki görüşünde hem haklılık payları hem de tehlikeli derecede yanlış taraflarının olduğunu beyan ile kendi görüşünü “İslam batının düşmanı değildir; etrafta Batı ile daha yakın ve daha dostane bir ilişkiden ve kendi ülkelerinde demokratik kurumların geliştirilmesinden başka bir şey istemeyen çok sayıda Müslüman bulunur. Ancak yabana atılmayacak miktarda Müslüman -özellikle köktendinci olarak adlandığımız kişiler- düşmancıl ve tehlikelidir; bir düşmana ihtiyacımız olduğu için bunu demiyorum, gerçekten öyleler.” (S:36-37) şeklinde ortaya koyarken köktendincileri düşman addeden diğer iki gruptan daha sert bir bakışı köktendinci İslami terör örgütleri dedikleri gruplara karşı ortaya koyar.
“Avrupa tarihinde Orta Çağ olarak adlandırılan yüzyıllarda, dünyanın en ileri uygarlığı hiç şüphesiz İslam uygarlığıydı. Hindistan ve Çin uygarlıkları İslam uygarlığıyla denk konuma gelmiş, hatta bazı açılardan onu aşmış olabilirler; ancak bu uygarlıkların her ikisi de esasen bir bölge ve bir etnik grupla sınırlı kalmış ve dünyanın geri kalanı üzerindeki etkileri de buna bağlı olarak kısıtlanmıştır.” (S:39) Bernard Lewis’in bu tespitinde bir doğru bir de yanlış tespit yaptığını görüyoruz. Doğru olan İslam Medeniyetinin evrensel olması ve Vahyedildiği günden beri yeryüzündeki farklı uygarlıklara ve farklı milletlere tesir ederek onlarda dönüşüme sebep olduğudur. Yanlış olan ise medeniyetlerin birbiri ile kıyaslanmayacağı, aşağı yukarı ve büyük küçük şeklinde kategorize edilemeyeceğidir. Her medeniyet kendi içinde bir mantık bütünlüğü oluşturduğundan o medeniyete ancak farklı bir medeniyet olarak bakabiliriz. Aralarındaki asıl kıyas edilecek olan evrensel bir medeniyet olup olmamalarıdır. Medeniyetlerin tek millet ve bir coğrafyaya sıkışmaları onların evrensellik ölçüsünü yakalayamadığını gösterir.
Müslümanlar arsında cihad’ın iki anlamı olduğunu ayet ve Hz. Peygamberin hadislerinden örnekler vererek açıklayan Bernard Lewis, Mekke döneminde ahlaki, Medine dönemi devletleşme ile ve daha sonraki yükseliş dönemlerinde savaş manasında kullanıldığını ifade ederek Endülüs ve İtalya’dan çekilme sırasında savunma manasında kullanıldığını ancak 10. Yüzyılda Müslüman olan Türk ve Tatarların öncülüğünde savaş manasında cihat yürütüldüğünü (S:39-43) ifade eder. Türk ve Tarların cihad’ının da “Ama Avrupa Hristiyanlığı bir kez daha işgalcileri kovmayı başardı ve artık daha başarılı bir şekilde İslam topraklarına karşı saldırıya geçti. Bu dönemde cihad neredeyse tamamen savunmacı hale gelmişti: İspanya ve Rusya’daki Yeniden Fetih’e direnmek, Osmanlı İmparatorluğunun Hristiyan tebaasının ulusal kurtuluş hareketlerine direnmek ve son olarak, Müslümanlar için İslam’ın can evini kafirlerin saldırısına karşı savunmak. Bu aşama emperyalizm olarak bilinir hale geldi.” (S:43) olduğunu ancak “Bu geri çekilme döneminde bile, saldı amaçlı cihat hiçbir şekilde terk edilmedi.” (S:43) Günümüz modern dönemindeki cihad hakkında da “modern İslam dünyasındaki cihat kavramı, pratiği ve deneyimi çoğunlukla, büyük oranda savunmacı olmuştur.” (S:44) diyerek İslam aleminde ve devletleri nezdinde cihadın evrelerini anlatan Bernard Lewis en son olarak aldığı pozisyonu da “Günümüzde Keşmir, Çeçenistan, Filistin ve başka yerlerde Cihat adını alan örgütler, ortadadır ki bu kelimeyi ahlaki mücadeleyi ifade etmek için kullanmamaktadır” (S:44) ve olarak ifade etmektedir. Cihad; Mekke döneminde ahlaki cihad, Medine döneminde savaş, hücum manasında, Endülüs ve İtaya ile Balkanlardan çekilirken savunma anlamında kullanılırken, günümüz İslam devletleri yöneticileri Batı ile farklı işbirlikleri kurduklarından cihad hususunda pek istekli davranmazlar, bu yüzden de cihad sivil ancak cihadcı örgütlere kalmış gibidir.
“Klasik fıkıhçılar, düşmanın elinden gelecek kesin ölüm ile kişinin kendi eliyle kendini öldürmesi arasında net bir ayrım yapar. Biri cennete, diğeri cehenneme götürür. Bazı yeni köktenci fıkıhçılar ve başkaları bu ayrımı bulanıklaştırdı ve hatta yok saydı, ancak görüşleri hiçbir şekilde genel kabul görmedi. İntihar bombacısı bu nedenle teolojik hassasiyet bakımından büyük bir risk almak demektir.” (S:45) geleneksel İslam’ın cihad anlayışı ile cihadcı örgütlerin cihad anlayışındaki farklılığı ortaya koyarak doğru ve yerinde bir tespit ile cihadcı örgütlerin intihar bombacısı kullanmasının İslam toplumunu geneli tarafından kabul edilmediğini ifade etmektedir. “İslam’ın temel metinleri hiçbir noktada terörizmi ve cinayeti emretmez.” (S:46)
“İnanmayan, daha ışığı görmemiştir ve sonunda görebileceğine dair her zaman bir umut vardır.” (S:46) diyen Bernard Lewis bu cümlesiyle Kafir ile Mürted’in İslam fıkıhçıları nezdindeki farkını ortaya koyar. O, İslam fıkıhçılarının Mürted’e karşı daha şiddetli olduklarını ancak kafire karşı daha mutedil yaklaştıklarını ve hatta onun kendi dinini yaşaması ve hukukunu uygulaması için izin verdiklerini ancak Mürted’in bir anlık da olsa Hak Din İslam’ı bilip öğrendiği için ondan dönmesine müsamaha göstermediğini erkelerin öldürülüp, kadınların kırbaçla cezalandırıldığın ifade etmektedir.
Bernard Lewis’in bu kitapta işlediği Köktendinci gruplar ve intihar saldırıları, Haçlı seferleri, Fıkhi farklılıklar, Darul İslam-Darul Harp, Kafir-Mürted, Saltanat-Halifelik, Batı yanlısı yöneticiler hakkında vermiş olduğu bilgileri okurken Müslüman bir okur olarak bu konuları Müslüman olmayan bir gruba ya da Hristiyan batılılara İslam’ı tanımlamak ve Batı’nın Müslümanlara karşı alması gereken tedbirlerde nelere dikkat etmesi gerektiğini gösterme çabası içinde bir anlatış şekil ve seviyede bir İslam toplumu anlattığını hissediyor ve görüyorsunuz.
1492 de keşfedilen ABD hakkında daha önce pek bilgisi olmayan İslam dünyasının ilk ABD hakkındaki bilgisi keşiften 345 yıl sonra Faslı Büyükelçi Rifaa Rafi et-Tahtavi’nin 1833 yılında hazırladığı ders kitabındaki ABD bilgisidir. İkinci bilgi ise 19. Yüz yılın sonlarında gazete, dergi ve ders kitaplarındaki bilgilerden oluşur. “Genel literatürde Amerika’ya yapılan atıflar bir bütün olarak ne olumlu ne de olumsuzdur, kısa şekilde tanımlayıcıdır” (S:65) Bu da hala İslam toplumunun sanki ABD’ye yabancı bir yaratık uzaylı gibi davrandığını, onun hakkında müspet veya menfi bir kanaatinin olmadığını sadece tanımlayıp tanımaya çalıştığını göstermektedir. Ancak 9 Nisan 1865 yılında Kuzeyin zaferiyle biten iç savaştan sonra “İç Savaş’ın sona ermesinden sonra, bazı işsiz Amerikalı subaylar, Müslüman yöneticilerin hizmetinde iş bile buldular ve onların ordularını modernize etmelerine yardımcı oldular. Amerikalı misyonerler, Müslümanlara din propagandası yapmaları yasak olmasına rağmen, bazı Ortodoks Hristiyanları Presbiteryene dönüştürebildiler ve daha da önemlisi, başta azınlıklardan, nihayetinde de Müslümanlardan, her geçen gün artan sayıda erkek ve daha sonra kız çocuğuna modern orta ve yüksek eğitim vermeyi başardılar. Bu okulların mezunlarından bazıları, eğitimlerini Amerikan kolej ve üniversitelerinde sürdürmek için ABD’ne bile gittiler. Bunlar da, ilk başta, esasen Hristiyan azınlıklardan geliyordu. Zamanla artan sayıda Müslüman yurttaşları da onları izledi; hatta bazılarına kendi ülkelerinin hükümetleri burs sağladı.” (S:65-66) görüldüğü gibi ABD’ye karşı nötr bilgi sahibi bir İslam dünyası kendi ayağına kurşun sıkmış ve kendisinin sonunu hazırlayacak yabancı okullar meselesine destek olmuştur. Osmanlının son döneminde önemli her Osmanlı şehrinde hemen hemen bir bazen birkaç Amerikan okulu açılmış, önce azınlıkları ulus bilincine ulaştırmışlar, daha sonra Müslümanlardan kendilerine uşaklık edecek bir aydın sınıfı yaratmışlardır. Ta ki 1918 yılında I. Dünya Savaşından sonraki döneminde Wilson İlkeleri ile ortaya çıkana kadar İslam Dünyasında tanımsız olarak faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Ta ki yukarıda bahsedilen öğrenciler, iş adamları, seyyahlar vs. yanında “Sinema ve daha sonra televizyon, Amerikan yaşam biçimini ya da en azından onun belirli bir versiyonunu, daha önce Amerika adının anlamsız geldiği ya da bilmediği milyonlarca insanın önüne getirdi.” (S:66) İslam dünyası farkında olmadan henüz daha tanımlayamadığı bir ülkenin “Geniş bir Amerikan ürünleri yelpazesi, özellikle Avrupa rekabetinin neredeyse tamamen ortadan kalktığı ve Japon rekabetinin henüz ortaya çıkmadığı savaş sonrası yıllarda, yeni müşteriler kazanarak ve belki daha da önemlisi yeni lezzetler ve hırslar yaratarak Müslüman dünyasının en uzak pazarlarına ulaştı. (S:66) ürünlerini iç pazarda görünce sanki bu güç “Bazıları için Amerika özgürlüğü, adaleti ve fırsatı temsil ediyordu. Daha birçokları için, daha bu niteliklerin günah veya suç olarak görülmediği bir zamanda zenginlik, güç ve başarıyı temsil ed[er].” (S:66) oldu.
Tanınmayan ve tanımlanmayan ABD hakkında “geniş ve yayılan bir dini uyanışın liderleri, düşmanlarını arayıp, onu “Allah’ın düşmanı” olarak tanımla” madan (S:66) önce Alman kökenli Rainer Rilke, Oswald Spengler, Ernst Jünger, Martin Heidigger gibi düşünürlerin oluşturduğu “Amerika, en nihai kültürsüz uygarlık örneğiydi; zengin ve rahattı, maddi açıdan gelişmiş ama ruhsuz ve yapaydı; bir araya getirilmiş veya en iyi ihtimalle inşa edilmiş fakat yetişmemişti; organik değil mekanikti; teknolojik olarak karmaşıktı ama Almanların ve diğer ‘otantik’ halkların köklü, insani, ulusal kültürlerinin maneviyatı ve canlılığına sahip değildi.” (S:67) şeklindeki Alman felsefesi ve nihayet “Batı kapitalizmini ve onun en gelişmiş ve en tehlikeli formu olarak Amerika’yı suçlayan, Marksizm’in Sovyet versiyonu” (S:67) ABD karşıtlarını ve karşıtlığını besledi.
Her ne kadar İslam dünyasında oluşan Amerikan düşmanlığının sebeplerini yukarıda izaha çalıştığımız Şeyhlerin fetvaları ve Alman felsefesine dayandırmakla birlikte 1979 yılında İran’da Humeyni tarafından gerçekleştirilen “İslam Devrimi” sırasında ABD’nin aldığı vaziyet ve şahın ülkesini terk etmek zorunda kalmasıyla istediği ABD’ye sığınma talebinin hastalık nedeniyle tedavisi için verilen izne kadar cevapsız bırakılması ve tedavi için verilen izne rağmen Şah’ın ABD’yi terk ederek Mısır’a dönmesi ve 1980 de ölene kadar ki yaşadıkları dolayısıyla İslam dünyası ABD hakkında iki farklı ders çıkarmış ve “Birincisi, Amerikalıların Ortadoğu ülkelerinde kukla hükümdarlarını yerleştirmek veya tekrar başa geçirmek için hem güç kullanabilir hem de entrika çevirebilirdi; ikincisi ise, bu kuklalara kendi halkları tarafından ciddi bir saldırı olduğunda Amerikalıların güvenilir hamiler olmadıkları ve onları öylece terk edecekleri.” (S:70) kanaatlerinin yerleşmesine ve dolayısıyla ‘nefret’ ve ‘küçümseme’ gibi düşmanlık doğuran ve besleyen ‘tehlikeli bir bileşim’ doğuruyordu. Bernard Lewis Amerika’yı düşman gören köktenci terör örgütlerinin ilk beslendiği kaynak olara Seyit Kutup’u göstermektedir. İslam ülkelerinin Amerika’ya düşman olmalarının sebepleri olarak Amerika’nın İslam ülkelerinde yaptığı katliamları ve İslam ülkelerindeki zalim hükümdarlara verdikleri desteklerden kaynaklandığını tek tek sayan Bernard Lewis en sonunda düşmanlığın asıl sebebini Amerika’nın İslam dini düşmanı olmasına bağlamıştır. Bunu için de Ayetullah Humeyni’nin Amerika’yı “Büyük Şeytan” ilan ettiğini (S:74) ifade eder.
Bernard Lewis’in İslam ülkelerinin düşman olması gerektiğini düşündüğü Sovyetler Birliği 1979 yılında Afganistan’ı işgal edince Ortadoğu İslam ülkeleri rejimlerindeki Baasçılık dolayısıyla fazla bir tepki ortaya koyamadılar, bazıları Sovyetler Birliğini savundu, İKÖ toplanamadı, gecikmeli olarak toplandıysa da Sovyetler Birliğine karşı savaşı organize edecek bir karar alamadı, bu kararı almayı ve uygulamayı ABD’ye bıraktı. Sovyetler Birliği ile yaşanan bunca probleme rağmen Ortadoğu Arap İslam ülkelerinde ve İKÖ de ABD’de düşmanlığı devam etiğini ancak artık düşmanlık sebeplerinin “Genellikle İslam topraklarının kaynaklarının yağmalanması olarak tanımlanan ekonomik sömürü; kendi halkını ezip soyarak Amerika’nın amaçlarına hizmet eden yozlaşmış yobazların desteği ve gün geçtikçe güç kazanan bir neden; Amerika’nın, önce Filistinli Araplarla, ardından komşu Arap devletleri ve daha geniş İslam dünyasıyla çatışmasında İsrail’e [verdiği] desteği.” (S:82-83) gibi daha belirgin nedenlere bağlandı. Daha sonra Bernard Lewis İsrail devletinin kurulması ve Filistin’e verilmeyen destekler bakımından Arap İslam ülkelerinin yanlış politikalarını çarpıcı iki örnek ile göstermeye çalışır. Bu örneklerden birincisi İngiltere İsrail’e Yahudi yerleşimine menfi bakarken Almanya Yahudilerin Filistin’e yerleştirilerek İsrail devletinin kurulmasına müspet baktığı halde Arap ülkeleri İngiltere’nin bu siyasetine destek vermemiş, Almanya’nın siyasetini desteklemişlerdir. İkinci örnek de Sovyetler Birliği 1948 yılında İsrail Devletinin kurulmasında BM’de oy veren çoğunluğun sağlanmasında önemli bir rol oynayarak ardından derhal hukuken tanınmasını sağladığı, hatta ayakta kalması için lazım olan silahların Sovyetler Birliği desteğiyle Çekoslovakya tarafından tamamen karşılandığı halde İKÖ ve Ortadoğu Arap İslam devletleri oylamada çekimser kalan ABD ve ayakta kalması için silah temin edilmesine destek vermeyen İngiltere’ye muhalefet ve düşmanlık ettiklerini (S:83) söyleyerek Arap İslam Devletlerinin ABD ve İngiltere düşmanlıklarındaki çelişkileri ortaya koymaktadır. Bernard Lewis Sovyetler Birliğinin Ortadoğu İslam Ülkeleri üzerinde sahip olduğu nüfuzun Amerika-İsrail dostluğunun oluşmasındaki etken sebep olduğunu düşünür. Sovetler Birliği Ortadoğu Arap ülkeleri dostluğu (Arap BAAS rejimleri) ABD’yi mecburen İsrail’e yaklaştırmış ve Ortadoğu politikalarında Arap ülkelerine karşılık İsrail’i güvenilir stratejik ortak görmüştür.
Bernard Lewi İslam ülkeleri haklarında oluşan Batı ve özellikle Amerika düşmanlığının başka bir sebebini “ekonomik refahları ve siyasi özgürlükleri açısından Batının kendilerini Avrupalı ve Amerikalılardan daha farklı ve daha düşük standartlarla değerlendirmesinden gün geçtikçe daha fazla şikâyet etmektedir.” (S:90) şeklinde problemi ortaya koyduktan sonra “Batılı sözcüler, kendi ülkelerinde hoş görmeyecekleri eylemleri sürekli olarak görmezden geliyor, hatta savunuyorlar; tahammül edilemeyecek yöneticileri destekliyorlar” (S:90) diyerek de problemin sebebini ortaya koymaktadır ki problem Batılıların çifte standart uygulamasından, yani Batılıların bizzat kendisinden kaynaklandığını kendilerinden kaynaklandığını göstermek istemediği halde göstermektedir. Batlılardaki yaygın olarak var olan İslam halklarının farklı hatta zımmen bile olsa aşağıda olduğu algısı aslında Batılılardaki ırkçı düşüncenin 21. Yüzyıla girildiği bir zamanda bile hala hafızalardan silinmediğini bu kanat ve inancın aşılamadığını göstermektedir. Bu ırkçı şuuraltı kanat de medeniyetlerinin bir ürünü olarak Afrika’dan köleler olarak zencileri Amerika ve Avrupa’ya taşımaya başladıkları andan itibaren yerleşmiş ve İslam gibi inanç temelinde yasaklayan bir dini kuralları da olmadığı için insancıl uluslar arası baskılar ancak eşit şartlardaki denk kuvvetlerin varlığı sözkonusu oldukça uluslararası ilişkilerde Batılıların ırkçılık duyguları bir nebze bastırılmaktadır. Güç bakımından tek kaldıkları anda ise bu ırkçı kanaatleri tekrar nüksetmektedir. Amerika ve Batı “Medeni haklara, siyasi özgürlüğe ve hatta insan haysiyetine yönelik en açık ihlaller göz ardı ediliyor ya da görmezden geliniyor ve bir Avrupa ya da Amerika ülkesinde öfke fırtınası yaratacak insanlığa karşı suçlar normal hatta kabul edilebilir olarak görülüyor” (S:90) bu ihlallerin yaşandığı ülkeleri BM İnsan Hakları komisyonuna seçtirmektedirler. Ancak Bernard Lewis’e göre Amerika ile Batı açısından önemli olan “Batı’nın işi onları düzeltmek ya da en azından değiştirmek değil, sadece despotların Batı çıkarlarına düşman değil dost olmalarını sağlamaktır.” (S:90) hatta despot değişim talep ediyorsa bu uğruda despot değişimi “daha basit, daha ucuz ve daha güvenilir” (S:90) bir yoldur.
Bernard Lewis “Birçok Batlı ülkenin İslam dünyası halklarına yönelik dış politikalarının temelinde ‘bildiğin şeytan’ ilkesi yatıyor” (S:91) dedikten hemen sonra Batılıları tarafından bazen Araplara ve davalarına karşı gösterilen sempatik davranışın yöneticilerini medeni davranmaktan muaf tutarak Arap halklarına bir lütuf gösterdiklerini aslında bu davranışların “Arap geçmişine saygısızlık, Arap bugünü ve geleceği için umursamazlık” (S:91) olarak görmektedir. Bu son cümlesinde Bernard Lewis kasıtlımı yoksa hiçbir kastı olmadan mı İslam dünyasını ve İslam kültürünü ‘Arap dünyası ve Arap Kültürü’ne indirgemiştir. Sadece Arapları bu durumda gördüğü için yazmış ise her ne kadar Arapları İslam dünyasında hâkim unsur görüyormuş izlenimi bıraksa da yaptığı aşağılama yüzünden yazdığı Araplara hakaret Türk ve Farslara karşı da bir yüceltme mahiyeti almaktadır. Yok İslam Kültür ve İslam dünyasını sadece Araplardan müteşekkil görüyorsa Bernard Lewis’in bu konudaki bilgisi tartışılacak bir durumdadır diyebiliriz.
İslami köktencileri olarak Vehhabiliği ele alan Bernard Lewis Muhammet ibn Abdülvehab (1703-1792)’ın “İslam’ın Kurucusu’nun saf ve asıl dinine geri dönmek, ondan sonra gelen bütün eklemeleri ve tahrifleri kaldırmak, gerekirse yok etmek” (S:101) olarak ilan ettiği ve topluma sanki en doğru inanç gibi gelen öğretisi yüzünden yakalanarak Osmanlı Padişahı tarafından İstanbul’da idam edildi. Daha sonra Suud ailesi bu öğreti taraftarlarına maddi ve askeri destek verdi. Suud ailesi Şeyh Abdulaziz İbn Suud zamanında Vehhabi ittifakı ile bütün Arabistan’ı ele geçirip daha sonra üretilen bütün Petrole sahip olarak ihracattan akan dolarları da elde edince dünyada en güçlü İslam’ı temsil eden akım oldu.”Müslüman köktenciler genel itibarıyla şu anda İslam dünyasının sorunlarının yetersiz modernleşmenin değil, katışıksız İslami değerlere ihanet olarak gördükleri aşırı modernleşmenin sonucu olduğunu düşünenlerdir. Onlara göre çare gerçek İslam’a dönmektir: Bunun içersine Batı’dan gelen tüm yasaların ve diğer toplumsal benimseyişlerin kaldırılması ve ülkenin etkin yasası olarak İslam’ın kutsal yasası şeriatın yeniden tesis edilmesi de dâhildir.” (S:110) dense de bu anlayışı İslam dünyasındaki bütün Müslümanlara para ve şiddetle dayatan Suud’i ailesi modernleşmenin ve teknolojinin her türlü imkânından faydalanmaktan kendileri adına sarf-ı nazar etmemektedir.
Bernard Lewis köktendinci terör hareketlerine karşı Müslümanları geneli tarafından “İslami Terör” denilmesi bağlamında haklı olarak karşı çıkıldığını ifadeyle birlikte “Çünkü onlar kendilerini öyle tanımlıyorlar. Müslümanların şikâyeti anlaşılabilir, ancak bu şikâyet haber yapanlara değil, haberi yaptıranlara yönelik olmalıdır.” (S:113) şeklinde bir izahat da getirmektedir. İrlandalı ve Basklı teröristlerin kendilerini “Hristiyan” olarak tanımlamadıkları için “Hristiyan Terörist” diyerek basında yer almadıklarını ifade etmektedir.
Bernard Lewis tarih boyunca İslam adına terörist eylem yapan örgütleri Hasan Sabbah’ın Fedaileri ya da diğer adıyla Haşhaşiler, Vahhabiler, Filistin Kurtuluş Örgütü, İran İslam Devrimcileri, El Kaide, Hamas, Müslüman Kardeşler, Hızbullah vs. gibi sıraladıktan sonra bu örgütlerden önce uygun bir mesafeden bombalı saldırı düzenlerken kendisini koruyarak eylem yapan teröristlerin daha sonra Türkiye’nin Güneydoğusunda eylemler yapan PKK’da dâhil intihar eylemleri yapmaya başladıklarını, hatta günümüzde artık kadınları da intihar eylemcisi olarak kullandıklarını ifade eder.(S:122)
Bernard Lewis kitabın bitiş sözü olan son cümlelerinde “İslam Konferansı Örgütü’nün elli yedi üye ülkesinden sadece biri, Türkiye Cumhuriyeti, uzun bir süredir demokratik kurumları işletmektedir; zorlu ve sürekli sorunlara rağmen, liberal bir ekonomi ile özgür bir toplum ve siyasi düzen kurma konusunda ilerleme kaydetmiştir.” (S:130) diyerek İslami terör ile yaftaladığı diğer elli yedi İslam devletinden Türkiye’yi ayırmaktadır. İnşallah bu ayırış ters köşe bir hedef gösterme değil de samimim düşüncesidir. Yoksa Bernard Lewis’in bu cümlesi diğer İslam devletlerinin Türkiye’ye bakış açısını değiştirebileceği gibi İslami terör örgütleri dedikleri örgütlerin de hedefine koyabilir Türkiye’yi.
Aslında Bernard Lewis tarafından kitap boyu anlatılan geleneksel ve uzlaşmacı İslam anlayışından uzaklaşmış, emperyalist bir güç olarak İslam topraklarını işgal eden Batı’ya özellikle ABD’ye karşı köktendinci bir anlayışla karşı çıkan grupların ortaya çıkışları ve mevcudiyeti İslam’ın bir krizi olarak değerlendirilmiş, Usame bin Ladin gibi cihatçı gruplar anlaşılmaya anlatılmaya çalışılmıştır.
Bernard Lewis “İslam’ın Krizi- Bitmeyen Savaş” kitabından özelde Arap genelde İslam Dünyasında oluşan Batı ve Amerikan düşmanlığının sebeplerini on’dan fazla maddede sayarak göstermiş, bu düşmanlığı da Batı ve Amerikalıların Arapları veya bütün Müslümanları aşağı görmesi gibi bir ırkçı yaklaşıma ve Amerika’nın menfaatlerini önceleyerek, sömürü amaçlı politikalar ile buralardaki yaşanan demokratik ve insani hak ihlallerini hoş görmelerine bağlamıştır.
Bernard Lewis’in “İslam’ın Siyasal Söylemi” kitabı gibi “İslam’ın Krizi-Bitmeyen Savaş” kitabı da muhteva olarak dolu dolu “Hata Neredeydi?”kitabına göre daha doyurucu ve ele aldığı konular, savunduğu tezler bakımından orijinalitesi yüksek bir kitap olmuş.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,02 M - Bugn : 7792

ulkucudunya@ulkucudunya.com