« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

16 Eki

2022

Bakış Açısı

Ahmet Selim 01 Ocak 1970

Doğru söylemek için doğru bakmak, doğru bakmak için de doğru bakış açısını kullanmak gerekir. Geniş perspektif, doğru bakış açısının zenginliğiyle ilgili bir imkânı temsil eder.

Bir üniversitede Toktamış Ateş ile İnönü’nün kızı gençlere hitap ediyor. İnönü, Menderes’lerin infazını önlemek için çok uğraşmış! Ayrıca İnönü zaten darbeye de karşıymış! Darbecileri haklı ve DP’lileri suçlu bulmakla beraber hiç istemezmiş ki öyle olsun! “Sizi ben bile kurtaramam” demekle de o esasen bu durumu kastediyormuş! Yani demek istiyormuş ki: “Bakın birilerini darbe yapmak zorunda bırakacaksınız. Sonra onlar sizi asmak isteyecek, ama ben bile onlara engel olamayacağım. Haberiniz olsun!”

Şimdi ben desem ki: O zamanlar, bizim aile dostumuz olan bir asker emeklisi, “Sizi ben bile kurtaramam” sözünde hem darbenin hem de darbe sonrasındaki infazın meşruiyet ve icazet fetvası vardı. ‘Ben uyarıcı ve kurtarıcı rolünde olayım, dışarıda gözükeyim. Siz istediğinizi yapın’ demekti bu.” İzahını yapmıştı.

Bu sözüm inandırıcı olur mu olmaz mı, makul görünür mü görünmez mi? O dostumuz şöyle devam etmişti: “İnönü’nün o sözünü açıkça öyle anlamayanlar olabilir. Ama o söz, olayların ve gelişmelerin seyri boyunca kendini o anlamayanlara da anlattı ve hükmünü icra etti. Karar verilirken de, infazlar onaylanırken de İnönü’nün sözü devredeydi. Paşa kurtarmak isteme rolünde olacaktı ama, kurtaramayacağı gerçeğinin de bilinmesini söylemişti. Bu başından sonuna kadar uygulanan zımni bir uzlaşmaydı.” Makul değil mi bu yorumlar? Makul, çünkü hakikatin ta kendisi.

Bir analiz sorusu vaz edeyim. O zamanki CHP’liler, Yassıada manzaralarından, “Düşükler-kuyruklar” filminden, daha sonra idam kararlarının verilmesinden, hatta sonunda infazların yapılmasından acaba ne kadar rahatsızlık, sıkıntı ve üzüntü duymuşlardır? Bırakalım İsmet Paşa’yı. CHP’lileri düşünelim. CHP’nin teşkilatı içinde ve sempatizanlar tabanında infazların durdurulması şeklinde bir arzu ve eğilim var mıydı? Yoktu efendim, yoktu. O zamanın örnekleme yapılabilecek simaları ve tavırları hafızamda capcanlı duruyor. Her kesimden ve kesitten, temsil yeteneği çok güçlü olan örnekleme simalarıydı bunlar.

Köyden örnekler var. Neredeyse teneke çalıp oynayacak hâle gelenler… Entelektüel bir örnek, öğretim üyesi olan bir aile dostumuz. Yurtdışından gönderdiği kartta, “Hepinizi çok özledim, ama Başol’un da sesini çok özledim” diye yazıyordu… “Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerine alındılar” diyen sesi çok özlemiş! Bize düşen sadece, çok derin ve sabırlı bir elem duygusuydu. Anlayışsızlıklara “aman dostluklarımız zedelenmesin, durum daha da ağırlaşmasın” hassasiyetiyle tahammüllü davranmakta. Acı tebessüm, bizim rozetimiz gibiydi o zamanlar; ve o bile mahzurlu gözüküyordu. Lisedeki matematik hocamız, “düşükler kuyruklar” diye konuşurken, gözlerimin içine içine bakıp, “muahezekâr bir tebessüm görüyorum” demişti nükte üslubuyla! Muahezekâr tebessüm! İftira ve bühtan tecavüzkârlığı karşısındaki acı tebessüm, elbette ki muahezekâr görünür!

Bu tavrın altında şu vardı: “Siz niçin onları seviyorsunuz, bize uzak duruyorsunuz? Bizim çağdaşlığımız, bilimciliğimiz, aydınlıkçılığımız size niçin antipatik geliyor? Millet bizi niçin iktidara getirmiyor, siz niçin milletin bu gerici inadını destekliyorsunuz? Siz seçersiniz ama biz de böyle yaparız. Her şey oyla milletle olmaz. Biz de varız, bizim ağırlığımız ve gücümüz de var. Sizin seçtiklerinizi işte bu gücümüzle ve ağırlığımızla yargılıyoruz, süründürüyoruz. Bizi kabullenmeye, bize oy vermeye, bizi sevmeye mecbursunuz!”

Acı tebessüm bunun için ağır geliyor; âdeta bir, karşı eylemmiş gibi rahatsızlık veriyordu. Ellerinden gelse acı tebessümleri ve kararlı hüzünleri cezalandırma yasası çıkaracaklardı. Gümüşpala adında biri çıkmış ortaya; millet o tanımadığı kişiyi Saraçhane Meydanı’ndaki seçim mitinginde onbinlerce insanıyla ağlayarak dinliyor. Yağmurun altında şemsiyelerle dinliyor. Gözyaşlarını yağmur damlalarıyla kamufle ederek, heykel gibi bir vakar duruşu sergileyerek dinliyor… Bu manzara, CHP’yi en ağır hakaretlere maruz kalmışlar gibi şiddetle öfkelendiriyordu. Onlardan böylesine farklı olmak, bizatihi bir tahrik ve tahkir tezahürüydü. Biz değil, onlar mağdur gibiydi! Sanki millet onlara borçluydu ve onlar milletten alacaklarını tahsil edememenin öfkesini yaşıyordu. İcra marifetiyle oy almak mümkün olsaydı deneyeceklerdi! “Bu millet bize oy vermek yükümlülüğü altındadır, ama kendi iradesiyle borcunu ödemeyi reddettiği için cebren ve icra marifetiyle oylarının alınıp bize verilmesini arz ederim” dilekçesini yazmaktan çok mutlu olurlardı!

* * *

… Öte yandan, “Hatırla Sevgili” dizisinin ikinci gösterimini ara sıra seyrediyor ve çok duygulanıyorum. Bu teknik mükemmeliyet ve derinleşebilme dizisinin doğrusunu, doğru omurgasını biz yapsaydık, yapabilseydik. Bu türlü çağrışımlar, içimi yakıp kavuran bir mukayese hicranının iniltileri gibidir. Kahredici kayıplarımızın altında hep bu vardır. Böyle bir dizinin doğrusunu yapabiliriz ama, yapabilmemizin şartlarını oluşturamayız. Yapabilsek bile, ilk motivasyonu sağlamanın tanıtım ve takdir mesnedini bulamayız. Kolaycı müdahaleler çeşitli patronaj minnetleriyle ve mihnetleriyle müdahil olur, kıvam dengesinin icaplarını yerine getiremezsiniz; direnerek yerine getirseniz bile, onları itelemiş olmanın tepkileri sahiplenmeme kompleksleri hâlinde sürece yine müdahil olur ve amacınıza ulaşamazsınız. Çünkü bizim sosyo-kültürel kurumlaşmamız yok, çünkü bizim sosyo kültürel kurumlaşma ile tamamlanabilecek olan sentezci donanımlarımızda ciddi zaaflar var. Hep bu yüzden kaybettik. Seçim kazandık ama, seçim kazanmayı anlamlı kılacak mücadele başarılarını kazanamadık.

27 Mayıs’ın yapılması sadece onu yapanların iradesiyle ve marifetiyle ilgili bir olay değil ki. O olay bizim zaaflarımızla ve eksiklerimizle de ilgili. En basitini söyleyeyim: Demokrat Parti mitinglerinin hiçbirinde tat tuz olmazdı, seviye olmazdı; çünkü düşünce payı katmak lüzumlu bulunmaz, avami hitabın varlığı daha faydalı görülürdü. Hâlbuki milletin beklediği, daha doğrusu ihtiyacını hissettiği şey bu değildi. O, böyle olsun diye oy veriyor da değildi, öyle zannettiler ve hataya düştüler. Bu hata, hem Demokrat Parti’yi, hem de milleti aydınsız bırakma sonucu ileride doğuracak olan, ciddi bir hata idi. CHP’yi geçelim, mesela bir Millet Partisi’nin mitinginde Sadık Aldoğan anayasa meselelerinden söz ediyor ve yabancı anayasalardan örnekler veriyordu. Bir DP mitinginde böyle şeyler olmazdı. Yalnızca, milletin desteği ve teveccühü konuşulur, 1950 öncesinin kötülüklerinden söz edilerek fasıl kapanırdı.

Daha genelleştirip basitleştirebiliriz: Biz kelimeye, üsluba, ifade özenine, yazı ciddiyetine, ciddi şeyleri okumaya, düşünce ve sanat diline gerekli önemi vermedik. Bazı arzular ve heyecanlar onların ifadesi olan afakî hatırlayışlar yetti bize. Her istismarın altında bir ihmal vardır. İhmali görmeden ve gidermeden istismara karşı çıkmak; ne kadar samimi ve haklı olursa olsun, anlamlı ve etkili olamaz.

Marjinaller, ihmallerle beslenir. Bir miktar istismar zaten onların başlangıçlarında ve doğuşlarında vardır. Amaçları da esasen, tepkiselliğe tercüman olmak, yahut tatmin ve teselli üretmekten ibarettir. Bizim demokratik tecrübe hayatımız bunlarla geçtiyse, merkezî ihmallerin ve eskilerin varlığı yüzünden öyle geçti. Milletin somut isteklerinde var olmayanlar, özlemlerinde arayışlarında bekleyişlerinde istidatlarında var olabilir. Biz bu farkı temyiz edemedik. Hâlbuki öylesine güzel, öylesine elverişli “ince mesele” zenginliklerimiz vardı ki.

Bazen, 1950’li yıllar çok gündeme getirişimden şikâyet edilebileceğini düşünmüşümdür. Evet, çok anlatıyorum ama; anlaşıldığı zannedemiyorum. “Çok güzeldi, kaybettik” nostaljisi yapmıyorum. Bugün yaşadığımız temel meselelerin çözümü için o yılları hatırlamamız ve tahlil etmemiz gerektiğini düşündüğüm için anlatmaya ve hatırlatmaya çalışıyorum.

1950’den bu yana yarım asırdan fazla bir zaman geçmiş. Düşünceyi 1980’den başlatırsanız, hiçbir şeyi izah edemezsiniz. Türkiye’nin, toplumsal hayatımızın, tarihimizin bütünlüğünü ve hakikatini kavrayabilmek için, milletin tabii ve açık hâlini derinlemesine gözlemleyebilmenin yegâne elverişli perspektifini teşkil eden “1950’li yıllar” dilimini çok iyi analiz etmek durumundayız. Önce 1950’li, sonra 1960’lı yıllar…

Sayın Toktamış Ateş’e göre 27 Mayıs demokratik gelişmemize büyük ivme kazandırmış ve önemli katkılar getirmiş! Böyle bakarsanız, bakış açınızı böyle belirlerseniz; günümüzü ve geleceğimizi ilgilendiren hayati meselelerimizin hiçbirini gerçek mahiyetiyle göremezsiniz. Hiç şüpheniz olmasın ki bizim 1950’li ve 1960’lı yılları düşünmeye büyük ihtiyacımız vardır.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

13 May 2024

Yarın, Başyazı, 5 Ağustos 1965, Sayı 120. İdeolojinin önemi Türkiye’nin siyasi yapısında ideoloji gittikçe önemli bir unsur haline geliyor.

Halim Kaya

13 May 2024

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,88 M - Bugn : 11276

ulkucudunya@ulkucudunya.com