« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

M. METİN KAPLAN

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

28 Nis

2025

Küresel Sömürünün Kurumsal Düzeni: 
Ya da ‘Ulusların Düşüşü’nün Düşüşü’

Özgür Burak Kaymakçı 01 Ocak 1970

Dünyanın, bozuk da olsa bir düzeni vardır. Bu düzeni tesis eden, eksik de olsa, bir normlar sistemidir. Kurumlar ise, bu normlar sisteminin ortak yaşam tecrübesiyle şekillenmiş somut tezahürleridir. Toplumsal sözleşmenin, zamanla kristalleşerek görünür hale gelişleridir. Kurumlar, toplumsal özgürlük ile bireysel zorunluluk arasındaki diyalektiği cisimleştirir. Toplumsal özgürlük kurumlar çerçevesinde anlam bulurken, birey üzerindeki baskının kaynağı da yine kurumlardır. Bir yanda düzeni sağlayan “nomos” diğer yanda bu düzeni bozan “kaos” arasındaki gerilim, kurumların varoluşsal kırılganlığını ortaya koyar. Kurumlar, insanın yabancılaşmış iradesinin bir ürünü olarak, hem kolektif hafızanın taşıyıcısı, hem de iktidarın görünmez prangasıdır. Yani kurumlar, özgürleşmenin hem koşulu, hem de sınırıdır. Marx’ın ‘üstyapı’ metaforu, kurumları ekonomik altyapının ideolojik yansımaları olarak yorumlar. Arendt’in ‘kamusal alan’ düşüncesi, kurumları demokratik katılımın merkezi olarak tanımlar. Derrida’nın ‘yapıbozum’ çağrısı kurumların sabit anlamlarını sorgulamamıza yol açar.

Foucault’nun ‘biyopolitika’ kavramı ise kurumların tahakküm mekanizmalarını dışa vurur. Bu paradoksal gerilimde, küresel hegemonyanın kurumsal mimarisi uluslararası kuruluşlardan çokuluslu şirketlere, ulusal hükümetlerden yerel yönetimlere uzanan bir ağla yeniden üretilir. Kurumlar, küresel hegemonyanın da temelini oluşturur. Ulus devletlerin sınırlarını aşan, ekonomik ve politik güç odaklarının kurduğu ve sürdürdüğü bu düzen bir taraftan eşitsizliği derinleştirirken diğer taraftan da meşruiyetini yine bu kurumlar aracılığı ile tesis eder. Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası, OECD gibi finansal kuruluşlar ve hatta BM, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi yapılar bir taraftan küresel entegrasyonu sağlarken diğer taraftan belirli aktörlerin çıkarlarını koruyan bir tür mekanizmaya dönüşür. Dünya Sağlık Örgütü(WHO), küresel sağlık politikalarını koordine etmekle yükümlü olmasına rağmen, büyük ilaç şirketleri ve merkez ülkelerin siyasi çıkarlarına hizmet eden bir yapı olarak eleştirilir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), işçi haklarını koruma ve uluslararası çalışma standartlarını belirleme görevi yüklenmiş bir kurum olmasına rağmen, merkez devletlerin farklı öncelikleri ve işverenlerin direnci neticesinde söz konusu evrensel normların verimli bir icrasını gerçekleştiremez. Ticareti ve inovasyonu kolaylaştırmak vazifesiyle çeşitli endüstriyel ve ticari standartlar geliştiren Uluslararası Standardizasyon Örgütü (ISO), bu kıstaslar aracılığı ile belirli şirket ve ülkeleri kayıran bir hegemonya aracına dönüşür. Teknik gereklilikler adı altında dayatılan bu normlar, gelişmekte olan ülkeleri rekabet edemez bir hale sokarak, çokuluslu şirketlere ve küresel odaklara avantaj sağlar. Böylece ISO, tarafsız bir düzenleyici olmaktan daha ziyade, küresel ekonomik tahakkümün rafine bir aparatı haline gelir. BM Çevre Programı (UNEP), çevre koruma konusunda farkındalık yaratan politikalar geliştirmesine rağmen, ülkelerin sanayi ve ticaret politikaları arasındaki çıkar çatışmaları nedeniyle herhangi bir etki gösteremez. Benzer şekilde, UNESCO, eğitim, bilim, kültür ve iletişim alanlarında uluslararası işbirliğini teşvik etmesine rağmen, üye devletlerin politik gündemleri ve çıkar hesapları sebebiyle etkisiz kalır.

Bu noktada, söz konusu kurumların yapısal bir çözüm üretmek adına değil ama sorunları çözmek istermiş gibi duran hegemonik iradenin birer retorik aracı olarak varlıklarını sürdürdüğünü söylemek, bir abartıya karşılık gelmeyecektir. Kurumsal yapılar, tam da bu çelişkiler ağı içinde küresel düzeni şekillendirirken, çözümün değil ama sorunun bir parçası konumundadır. Bu durum, kurumların belirli iktidar ilişkilerinin, tarihsel süreçlerin ve küresel dinamiklerin bir sonucu olarak şekillendiğini gösterir. Bu da bir kez daha bize, dünyanın bir merkezi ve de bir çevresi olduğunu hatırlatır. 20.yy.’ın önemli entelektüellerinden biri olan Immanuel Wallerstein bu ikili kavramsal yapıya, yani çevre-merkez tasvirine dayanarak dünya tarihinin uzun erimli bir değerlendirmesini ortaya koyar. Wallerstein, Braudel’in uzun vadeli tarihsel analizini temel alarak, kapitalizmi bir dünya sistemi olarak kavramsallaştırır. Dünya Sistem Teorisi olarak adı geçen bu anlatı söz konusu asimetrik ilişkinin yani küresel dayatmanın tarihi süreçlerini inceler. Bu sistem çerçevesinde merkez ülkeler (örn.ABD, Almanya) teknoloji ve finansal kontrol yoluyla artı değere el koyar. Çevre ülkeler (örn.Afrika, Güney Asya) ham madde ihracına dayalı bağımlı ekonomilerle sınırlandırılır. Yarı-çevre (örn. Brezilya, Türkiye) sistemi istikrara kavuşturan bir tampon bölge işlevi görür. Wallerstein’a göre, merkez ülkelerin refahı, çevre ülkelerin sistematik sömürüsüne dayanır. Sanayi devriminin Hindistan’ın pamuk endüstrisi çökertilmeden ve Afrika’nın kaynakları yağmalanmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu sömürü mekanizmaları, resmi sömürgeciliğin sona ermesinden sonra da neo-kolonyal ilişkilerle (ticaret anlaşmaları, borç tuzağı, çokuluslu şirketler) devam ettirilmektedir.

Öyle ki çevre ülkelerdeki siyasi istikrarsızlık ve yolsuzluk, bu yapısal bağımlılığın bir sonucu konumundadır. Ayrıca merkez ülkeler, yalnızca ekonomik değil, kültürel ve ideolojik üstünlük yoluyla da çevrenin boyun eğmesini sağlamaktadır. Zira IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum programları, kalkınma politikalarının inşasını engelleyen birer neoliberal hegemonya aracıdır. Ulusal kalkınma politikalarını inşa etmenin aynı zamanda kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar tesis etmek demek olduğu aşikârken, bu sürecin uluslararası kurumlarca engelleniyor olması, bu noktada bizi teorik bir çelişkinin eşiğine götürür. Zira Daron Acemoğlu ve James Robinson’ın ‘Ulusların Düşüşü’(Why Nations Fail?) eseri, kurumları ekonomik ve siyasi kalkınmanın temel aktörleri olarak konumlandırır. Kitap, kapsayıcı kurumları politik çoğulculuk, ekonomik yenilikçilik ve meritokrasi üzerinden tanımlarken; sömürücü kurumları elitlerin kaynakları tekelleştirmesi ile ilişkilendirir. Ancak bu ikili yapı, kurumların küresel kapitalist sistemdeki işlevini, merkez-çevre ilişkisini yok sayarak, görmezden gelir. Acemoğlu ve Robinson’ın analizi, kurumların evrimini ulusal sınırlar içinde değerlendirir. Sömürgecilik ve emperyalizm gibi küresel tarihsel süreçlerin, kurumların şekillenmesindeki rolünü ihmal eder. Nobel ödülüyle onurlandırılmış olan bu ikili, ulus-devleti temel ve doğal analiz birimi olarak ele almaları nedeniyle, sosyal bilim literatüründe metodolojik milliyetçilik olarak kavramsallaştırılan bir sınırlılıkla maluldür. Bu noktada, ulusal özelliklere ve süreçlere odaklanılarak ulus ötesi(transnasyonel) veya küresel bağlantı ve etkileşimlerin göz ardı edildiği, analizlerin ulusal sınırlar içine hapsedildiği ortadadır. Küresel akışkanlıkların, uluslararası ilişkilerin ve karşılıklı bağımlılıkların öneminin yeterince vurgulanmadığı böylesi bir metodolojik körlüğün olası sebepleri düşündürücüdür. Neticede, ulusların içsel dinamiklerinin küresel yapısal eşitsizliklerden soyutlanarak, merkez-çevre ilişkisinin asimetrik boyutlarının bir el çabukluğu ile niçin saklanmış olduğu bir merak konusudur. Küresel değil ama ulusal kurumlara gösterilen bu aşırı yönelimin, “kurumsal determinizm” kavramsallaştırması altında eleştirildiğini ayrıca belirtmek gerekir. Kurumsal determinizm, bireysel özgür iradeye veya aktörlerin bağımsız seçimlerine kıyasla, kurumların gücünü ve etkisini ön plana çıkarmaktadır. Bu eğilim, sosyal ve ekonomik sonuçların, bireylerin niyetlerinden veya tercihlerinden ziyade, mevcut kurumsal çerçeveler tarafından belirlendiğine inanır. Acemoğlu-Robinson, liberal evrenselcilik sınırları içinde kalarak, kurumları tarafsız araçlar olarak resmeder. Oysa kurumların, hegemonyanın tarihsel ve mekânsal pratikleri olurken, kapsayıcı siyasi-ekonomik kurumların ancak anti-emperyalist önceliklerle kurulabileceği ortadadır. Böylesi bir öncelik, küresel bir adalet çağrısını gerektirirken, Batı merkezli tarih anlatıları ile Acemoğlu-Robinson ikilisinin böylesi bir çağrıya yanaşmaları ise mümkün gözükmemektedir.

Diğer taraftan, Andre Gunder Frank’ın bağımlılık teorisinin ortaya koyduğu üzere, çevre ülkelerin geri kalmışlığının merkez ülkelerin sermaye birikimi ile olan doğrudan ilişkisi göz önüne alındığında, ‘ulusların düşüşü’nün düşüşü’ kaçınılmaz durmaktadır. Zira kurumsal sömürünün kurumsal düzenini anlamak, tekil bir analiz düzeyine indirgenemeyecek karmaşık bir olgudur. Bu temelde, Acemoğlu-Robinson tezinin diyalektik bir kurumlar teorisine evrilmesini sağlayacak olan üç seviyeli bir analitik çerçeve geliştirilebilir. Bu çerçeve, mikro-mezo-makro düzeylerde kurumların nasıl işlediğini ve nasıl manipüle edildiğini inceleyerek, diyalektik bir kurumlar teorisine doğru ilerlemeyi hedefler. Birinci olarak, kurumların bireyler ve devlet arasındaki etkileşimde nasıl manipüle edildiği sorunsalı mikro düzeyde incelenir. Elitler- yani ekonomik, siyasi, kültürel alandaki güçlü aktörler- sahip oldukları saygınlık, itibar ve otorite ile kurumların temelini oluşturan kuralların ve normların belirlenmesi ve yorumlanmasında etki sahibidirler. Yasal düzenlemelerin hazırlanması, kamu politikalarının oluşturulması süreçlerinde kendi çıkarlarını yansıtırlar. Önemli kurumların karar alma mekanizmalarına kolaylıkla erişim sağlayarak, bu süreçleri kendi lehlerine olacak biçimde etkilerler. Medya, eğitim sistemi ve kültürel üretim gibi araçlar aracılığıyla kamuoyunu ve toplumsal algıyı şekillendirerek kurumların meşruiyetini kendi çıkarları lehine tesis ederler. İkincil olarak, hegemonik düzenin küresel kurumlar üzerindeki etkisi mezo düzeyde incelenir. Küresel kurumların uluslararası sistemdeki güç dengeleri ve merkez ülkelerin çıkarları doğrultusunda nasıl şekillendiği; yani baskın bir gücün ekonomik, politik ve ideolojik üstünlüğü tesis ederken uluslararası sistemin normlarını, kurallarını ve kurumlarını kendi çıkarları doğrultusunda nasıl belirlediği değerlendirilir. Bu bağlamda, uluslararası küresel kurumların kuruluş amaçları ve işleyiş biçimleri incelendiğinde, bu kurumların merkez ülkelerin çıkarlarını nasıl yansıttığı ve koruduğu görülür. Karar alma süreçlerindeki oy ağırlıkları veya veto hakları, güçlü devletlerin çıkarlarını öncelikli olarak dikkate alındığının delilidir. Küresel kurumların, merkez ülkelerin değerlerini ve ideolojilerini yaygınlaştırma ve meşrulaştırma işlevi gördüğü ortadadır. Bu analiz düzeyi, devletlerarasındaki güç ilişkilerine ve bu ilişkilerin uluslararası kurumlar üzerindeki doğrudan etkisine odaklanarak, küresel kurumların tarafsız aktörler olmaktan daha ziyade mevcut güç dengelerinin bir yansıması olduğunu ifşa etmektedir. Üçüncül olarak, tarihsel kapitalizmin uzun döngüleri ve kurumsal evrim makro düzeyde incelenir. Zira kurumların küresel kapitalist sistemin uzun dönemli evrimi içindeki rolü ve sermaye birikiminin coğrafi olarak yer değiştirmesi ancak makro düzeyde kavranabilir. Kapitalizmin tarihi, belirli bir hegemonik gücün öne çıktığı uzun döngüler halinde ticari genişleme, sanayi devrimi ve finansallaşma aşamalarını içerirken, her döngünün sonunda hegemonik güçte bir değişim yaşanır. Her hegemonik güç, kendi ekonomik ve politik çıkarlarını destekleyen küresel kurumları inşa ederken, bu kurumlar zamanla değişen koşullara ve yeni güç dengelerine uyum sağlamak zorunda kalır.

Kurumların sadece mevcut güç dengelerini yansıtmakla kalmayıp, aynı zamanda sermaye birikiminin yeni merkezlerinin ortaya çıkışına ve eski hegemonların geriletilmesine katkıda bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu üçlü analiz, kurumların karmaşık ve çok boyutlu doğasını anlamak adına bütüncül bir çerçeve olarak sunulabilir. Mikro düzey elitlerin, mezo düzey uluslararası sistemin hegemonik güçlerinin ve makro düzey de tarihsel kapitalizmin uzun dönemli dinamiklerinin oyun alanıdır. Bu çok seviyeli yaklaşım, Acemoğlu-Robinson ikilisinin kurumsal determinizm ve metodolojik milliyetçilik ile malul perspektifini Wallerstein’ın merkez-çevre analiziyle sentezleyip, nihayetinde de Giovanni Arrighi’nin hegemonik döngüler yaklaşımına eklemleyip tüm boyutlarıyla kurumların diyalektik doğasını açıklamaya girişmektedir. Sonuç olarak, küresel sömürünün kurumsal düzeni, sadece ulusal sınırlara hapsolunmuş dinamiklerle değil, aynı zamanda bireylerden uluslararası sistemin uzun dönemli evrimine kadar uzanan çok katmanlı bir etkileşimle şekillenmektedir. Bu noktada, gözden kaçırılması mümkün olmayan bu çok boyutlu etkileşimin, küresel sömürünün kurumsal düzenini anlamak adına, nasıl olup da -en üst düzeyde- gözden kaçabildiğini de derinlemesine düşünmek gerekir.

Ziyaret -> Toplam : 147,72 M - Bugn : 92853

ulkucudunya@ulkucudunya.com