« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

M. Metin KAPLAN

22 Eyl

2011

MHP NE YAPMALI? (8)

22 Eylül 2011

12 Eylül döneminde tutuklu ya da hükümlü olan biz on bir bin (11000) ülkücü, gerek tutuklanmamızdan evvel karakollarda gerekse tutuklandıktan sonra ceza ve tutukevlerinde öyle yoğun ve sürekli işkencelere maruz kaldık ki… Bu, Başbuğumuz Alparslan Türkeş ile Ülkücü Gençlik liderleri Yaşar Yıldırım, Hasan Çağlayan, S. Şefkat Çetin, Muhsin Yazıcıoğlu, Sami Bal ve benzerlerinin de tutuklanmış olmasıyla birleşince bizi ümitsizliğin sınırına kadar götürdü. Haksız yere tutuklandığında Allah’ın peygamberi Hz. Yusuf’un Firavuna haber gönderdiği bir dünyada, Kurucu Lideri ve kadrosunun hemen hemen tamamı tutuklanmış ve iki yüz yirmi (220)’si idamla yargılanan bir hareketin (Ülkücü Hareket) mensuplarının ümitsizliğe düşmelerinden daha normal ne olabilir? Batı âlemi özellikle de Katolik dünyası; 13 Mayıs 1981 günü, kendisi hiçbir yerde ve hiçbir zaman ülkücü olduğunu kabul etmediği halde dünyaya ülkücü olarak takdim edilen, M. Ali Ağca silâhı sıktığı için ‘Papayı vurduran Türkeş asılsın!’ diyerek, Türkiye’ye akıl almaz baskılar yaparken biz biçare ülkücüler nasıl ümitvar olabilirdik ki? (Papaya Suikast Olayı, Küresel Sermaye’nin bir taşla birkaç kuş vurmak üzere tertiplediği korkunç bir komplodur: A- 1) SSCB, M. Ali Ağca’nın Türk Gladio’su bağlantısı üzerinden ABD’yi suçlayacak. 2) ABD, M. Ali Ağca Papa Suikastı’ndan önce bir süre Bulgaristan’da kaldığı için Bulgar bağlantısı üzerinden SSCB’yi suçlayacak. 3) ABD ile SSCB arasındaki ipler gerilecek, böylece Soğuk Savaş kızışacak. B- 1) M. Ali Ağca Türk olduğu ve ülkücü bilindiği için; Türkiye suçlanacak, A. Türkeş idam edilecek. 2) M. Ali Ağca cezaevi firarından sonra bir süre İran’da kaldığı için İran suçlanacak. 3) Türkiye ve İran işin içinde sayıldığı için İslâmiyet suçlanacak. 4) Müslümanlarla Hrıstiyanların arası açılacak ve ‘Medeniyetler Çatışması’ için ortam olgunlaşacak. C) Küresel Sermaye oluşan keşmekeşten yararlanarak tek devlet, tek din ve tek ekonomi hedefini gerçekleştirmek üzere harekete geçecek ve mesafe alacak! Suikast bu haliyle tam olarak 11 Eyül Olayı gibi müthiş bir Küresel Sermaye komplosudur! Gün olur inşalah bunu yazarız!)
Çaresiz dertlere düşenler ne yaparlar? İnanıyorlarsa dine ve Allah’a sığınırlar... Dinlerini olabildiğince öğrenip, ibadetlerini eksiksiz eda etmeye bakarlar. Kimsesizlerin kimsesi Allah’tır, çünkü… Biz ülkücüler de öyle yaptık. Allah’a sığındık! Allah’ın ipine sarıldık! Bir taraftan ibadetlerimizi yaparken, diğer taraftan dinimiz İslâmiyet’i iyice öğrenmek için okumaya gayret ettik. Fakat okuyacağımız kitapları –maalesef- seçme hakkımız yoktu. Cezaevi idarelerinin kabul ettiği kitapları okumak zorundaydık. Oysa cezaevi idarelerinin cezaevine kabul ettiği dinî kitapların hemen hemen hiçbiri bizim okumayı arzuladığımız Ehl-i Sünnet vel Cemaat itikadını esas alan kitaplar olmadığı gibi çoğu ya İran İslâm İnkılâbı’ndan sonra yayınlanmış olan Şia çizgisindeydi veya radikal İslâm’ı telkin eden kitaplardı. (Şahsen ben, bunun dahi, ülkücülerin kafalarının iyice karışması için Askerî Cunta’nın bilinçli bir tercihi olduğuna inanıyorum). Ebu Hanife, Ebu Mansur el-Maturidi, İmam Buhari, İmam Müslim, Ahmed Yesevi, İmam-ı Gazzali, İmam-ı Rabbani, Yunus Emre, Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Elmalılı Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay, Ahmed Hamdi Akseki, N. Fazıl Kısakürek, S. Ahmed Arvasî vb. okuyacağımız yerde, mecburen İmam Humeyni, Ayetullah Muhammed Rıza Muzaffer, Hasan el Benna, Seyyid Kutub, Mevdudi, Takiyüddin Nebhani, Muhammed Kutub, Fazlurrahman, Ali Şeriati, Muhammed Hamidullah vb. okuduk. Bu kitapları okumak biz ülkücülerde tam olarak bir “Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak” durumunu doğurdu: İslâmiyet’i daha evvel derinlemesine değil, yalnızca İlm-i Hâl bilgileri seviyesinde biliyorduk, ama bildiğimiz her şey Ehl-i Sünnet vel Cemaat çizgisinde dosdoğru bir İslâm’dı… Okuduğumuz kitaplardan sonra ise İslâmiyet hakkında bildiklerimiz belki çoğalmış ve bilgilerimiz belki derinleşmişti, ama kafalarımız karmakarışık olmuş ve ne yazık ki Peygamber Efendimizin “Kocakarının imanı” buyurduğu imanî netlik ve sadeliği kaybetmiştik!
Aslında her şey yakalanan Hizbu-t-Tahrir teşkilâtı mensuplarının (özellikle Türkçe bilenlerinin, meselâ Filistinli Basım Herş’in) kaldıkları koğuşlarda (Zemin 1, 2, 3) biz ülkücülerle ‘birlik’ olmalarıyla 1981 yılında Mamak Askerî Ceza ve Tutukevi’nde başlamış ve dalga dalga tüm cezaevlerine yayılmıştı: Hizbu-t Tahrir mensupları, “vatanseverlik” ve “milliyetçilik” kavramlarına, güya İslamî bir perspektifle bakıyorlar, bunları kurucu liderleri gibi Darü’l-Harb ve Darü’l-İslâm kavramlarını da delil göstermek suretiyle güya izah ediyorlardı… Ki Takiyüddin Nebhani bu kavramlar hakkında şöyle yazmıştı: "Vatanseverlik, sosyal dayanışma açısından çok zayıf bir zemindir; çünkü onun öngördüğü bölgesellik hayvanlar ve kuşlar arasında var olduğu gibi, sadece herhangi bir saldırı karşısında kendi vatanını savunmayı ihtiva eder. Milliyetçilik ise geniş bir ailenin üyelerinin katılımıyla oluşan bir bağ gibidir ve bu bağ üyeler arasında dış tehdit olmadığı zamanlarda sürekli olması muhtemel bir çatışmayı barındırır. Bu yüzden vatanseverlik ve milliyetçilik sosyal birliği oluşturmada zayıf temellerdir, çünkü bu iki kavram da geçici, çıkarcı niyetlere ve kaprisli düşüncelere dayanır.” Bu söylem biz ülkücülerde şok tesiri yarattı. Ülkücü Hareket’in en temel dayanaklarından olan “milliyetçilik” ve “vatanseverlik” kavramları, İslâm’la taban tabana zıttı(!). Bundan dolayıdır ki biz; “lider- doktrin- teşkilât eleştirilmez, liderin yanlışı bizim doğrularımızdan daha doğrudur; Türk- İslâm Ülküsü” gibi genel doğruları, kendi içimizde sorgulamaya başladık. Ve bütün bunlardan sonra Ülkücü Hareket’in, İslâmî olmadığını(!) anlamış olduk(!). Çünkü biz ülkücüler Hizbu-t Tahrir’in ‘İslamî radikalizm ile İslâm reformculuk arasında bir yerde duran ve ideolojisi İslâm olan bir siyasî parti’ olduğunu bilmiyorduk… Ve yine biz ülkücüler Hizbu-t Tahrir’in; "Kafirlere karşı savaşta, kafir bir devletin plânı gereğince ajan bir kumandanın emri altında savaşmakta sakınca yoktur" diyerek, İngiliz İstihbaratı (MI6)’nın emrinde çalıştığından habersizdik… Üstelik İngiltere ve ABD’nin "terörist örgütler listesinde olmadığını" belirterek, Hizbu-t Tahrir’e dolaylı ve fakat açık olarak destek verdiğinden haberimiz yoktu.
Bu hâl, siyasal İslâmcılardan kaynaklanan ve yıllardır maruz kaldığımız ‘İslâm’da milliyetçilik yoktur’, ‘İslâm milliyetçiliği reddeder’, ‘milliyetçilik İslâm’a aykırıdır’ ve hatta ‘milliyetçilik küfürdür’. ‘İslâmiyet’te her şey var, öyle ise ideolojiye ve doktrine ne gerek var’ gibi propagandalarla da birleşince, müthiş bir sonuca yol açtı: Ülkücü Dünya Görüşü’nü önce şüphe ile karşıladık, sonra da derece derece ve yavaş yavaş terk ettik! Ancak bunu hepimiz aynı yüreklilik ve cesaretle ifade etmedik. Bazılarımız bunu açıkça ilân ettik, bazılarımız ise bunu ilân etmedik, ama ülkücü heyecanımız, ülkücü şevkimiz, ülkücü hevesimiz, ülkücü coşkumuz da kalmamıştı!
Hâlbuki biz ülkücülerin böyle bir travma yaşamamız için makbul ve mantıklı hiçbir sebep yoktu. Çünkü biz Ülkücü Dünya Görüşü’ne inanıyorduk! Ve Ülkücü Dünya Görüşü; İslâmî ve Dokuz Işıkçı bir Türk Milliyetçiliği idi! Yahut S. Ahmed Arvasi Hocamızın ifadesiyle “Gayesi İslâm olan Türk Milliyetçiliği”ydi… Hareket’imizin Kurucu Lideri Alparslan Türkeş işte bu yüzden ülkücü öğretmenlerin teşkilâtı olan Ülkü-Bir’in, Şubat 1977’de yapılan 5. Olağan Kurultayı’nda, MHP’nin kapatılması pahasına, o güne kadar hiçbir siyasetçinin cesaret edemediği bir teklif getirerek “Kur’ân-ı Kerim okullarda ders olarak okutulmalıdır” diyebilmişti! Ve 3 Mayıs 1977 günü, Ülkücü Dünya Görüşü’nü tüm dünyaya veciz bir şekilde ifade eden şu açıklamayı yapmıştı: “TÜRK MİLLETİNE BEYANNAME”
“MHP’nin lideri Alparslan Türkeş, 1977 seçimi eşiğinde nefsinin ve partisinin hesabını şöylece vermek mevkiindedir:”
“1 – Alparslan Türkeş, yatalak bir idareye karşı, fikirsiz bir hareket saydığı 1960 ihtilâline, başta, sırf bir fikir yönü vermek ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin ihtilâli sömürmesine mâni olmak için katılmış fakat bu gidiş önlenemeyince uzak kalmış, Türk Milleti ve tarihinin ihtilâl kadrosuna biçtiği suçluluk dairesinin dışında kalmayı ve ibrasına nail olmayı şart bilmiştir.”
“2 – Alparslan Türkeş ve Parti’sinin dünya görüşü, ruhî muhtevaya bağlı milliyetçilik olarak metbûluğu (bağlı olunan) ruha ve tabiiliği milliyete veren bir anlayış içinde tek kelimeyle İslâm imanıdır.”
“3 – Alparaslan Türkeş ve Partisi, milliyetçiliği, içi kevserle dolu bir kâse şeklinde görür, ana kıymeti kâsede değil, kevserde bulur ve o kevserin nûrunu ışıldattığı nispette kâseye değer verir.”
“4 – Alparslan Türkeş ve Partisi, bugün en keskin bunalımını yaşayan insanlığa yol gösterici istikamet oklarını, Kâinatın Efendisi’nce getirilmiş ruh ve ahlâk ölçüleri olarak ilân eder ve tasarılarını, hasretlerini, her şeyini bu inanç mihrakında toplar.”
“5 – Dostluk ve düşmanlık kutuplarımızı tâyinde kıstaslarımız şudur ki: Ferd, zümre, sınıf ve makam olarak her kim ve her ne olursa olsun, Hakk’ın düşmanları düşmanımız, Hakk’ın dostları dostumuzdur.”
“Türk Milletinin maruz bulunduğu derin bunalımın tarihî gelişmesi bakımından yöneticilerin Türk Milletinin dert ve ızdıraplarının sebeplerini teşhis edemediklerini, tedbir ve çarelerde revizyona tabi tutamadıklarını ve taklitçi kaldıklarını görüyoruz.”
“Türk’ün ruh köküne inmeyen ve bağlanmayan her tedbirin temelsiz kalacağı inancındayız.”
“1977 seçimlerinin eşiğinde, başta milliyetçi, mukaddesatçı Türk gençliği bulunmak üzere, Alparslan Türkeş ve Partisinin hüviyeti bu satırların ifade ettiği derin mânalardan ibarettir.”
“ALPARSLAN TÜRKEŞ, MHP Genel Başkanı”
Üstat Necip Fazıl Kısakürek, bunun üzerine “Ve işte beklediğimi kaydettiğim güneş bombası patladı. Alparslan Türkeş, 3 Mayıs günü ‘Türk Milletine Beyanname’ başlığı altında kaleme alıp, bütün ajanslar ve gazetelere gönderdiği ve milyonlarca nüsha bastırıp her tarafa yağdırdığı tarihî bildiri ile takip ettiğim stratejiyi taclandırmış ve kendisini hilkatindeki altun mâdenin 24 âyarlık keyfiyeti içinde göstermiş oldu” diyerek, cevabî bir beyanname yayınlamış ve Alparslan Türkeş ile MHP’ye desteğini hemen açıkça ilân etmişti… İşte o “BEYANNAME”
“M.H.P. Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in ‘Türk Milletine Beyannamesi’ni okudum.”
“Pılı-pırtı odalarının raflarında dizili, kapağı arkasına devrik ve içi boş, hattâ süprüntü dolu teneke konserve kutuları halindeki partiler arasında, bugünden itibaren MHP, nazarımda bambaşka bir mâna ve hüviyet sahibidir. Onu, müslümanlık ve Türklüğün gerçek hakkını vermeye namzet bir topluluk olarak anıyor ve canımın içinden selâmlıyorum.”
“Bu beyanname, tâ Cava’daki mü’minle Amerika’daki zenci müslümana kadar bütün İslâm âlemini ihtizaza getirecek ve oluş dâvasını temellendirecek kıymette tarihî bir hâdisedir. İdeal yumağımızın her lifini içinde saklayan bir tohum… İslâm âleminin Türkiye’den beklediği zuhur ve tecellinin tohumu…”
“Türkeş beyannamesinde dört ana esası, bir binanın dört direği halinde vazetmektedir:”
“1 – 1960 gece baskınının sorumluları arasında değildir.”
“2 – Posa ve kabuk milliyetçiliğinden uzak ve ruhî muhtevâya tâbi mânada milliyetçidir.”
“3 – Başını dayadığı tek ruhî muhtevâ, yine tek kelimeyle ve bütün ölçüleriyle İSLÂM’dır.”
“4 – Son 150 yıllık taklit devremizin bütün sahtekârlıklarını tezgâhlayacak ve gerçek oluşu billûrlaştıracak bir tarih (revizyon)una taliptir.”
“Ne Mebus, ne Senatör, ne Bakan, ne şu, ne bu !.. Allah’ın bana biçtiği manevî makam ve memuriyeti bunlardan hiçbiri tercüme edemez. Bu bakımdan en canhıraş ihlâs ve hasbîlik kürsüsünden haykırıyorum: 40 yıllık mücadele ve yepyeni bir gençlik inşası hayatımda, bugün, bu beyannameden, bu beyannamenin sahibine ve partisine taktığı şeref ve mesuliyet bâzubendinden sonra, artık, emin olmaya yakın bir ümid nefesi alabilirim.”
“150 yıldır hergün biraz daha artıcı bir hasretle kurtarıcısını bekleyen Türk Milletine ‘beklediğin geliyor!’ müjdesini vermenin ilk ümid günü bu tarihî ândır.”
“‘Emin olmaya yakın ümid’ ışığının çaktığını gördüğüme ve bu ışığı nice defa hayâl edip de karanlıklara düştüğüme göre, bundan böyle yeni inkisarlara tahammülü kalmıyan yanık yüreğimi, dâva yolunda en küçük istikamet hatasına razı olmaz bir hassasiyetle bu beyannamenin halkaladığı sıcak avuçlara bırakıyor ve 40 yıllık emeğimin semeresini bu çevrenin aksiyoncu ruhundan bekliyor ve istiyorum!”
“İçi alev alev Müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım.”
“Allah’ın inayeti ve Resûlünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun!.. NECİP FAZIL”
Bunları okuyan ‘bazı çokbilmiş Müslümanlar’ yazdıklarıma iki noktadan itiraz edeceklerdir:
1. ‘Necip Fazıl da kim? Fetva makamı mı; Şeyhülislâm mı, Müftü mü ki yazdıklarını ya da söylediklerini İslâmî referans olarak veriyorsun?’ Hemen cevap vereyim: Doğrudur, Necip Fazıl Şeyhülislâm da Müftü de değildir, ama İslâm âlimidir. Çünkü İslâmî gelenekte ilm-i hâl sahipleri (yazmış olanlar) İslâm âlimi kabul edilir… ‘İman ve İslâm Atlası’ isimli bir ilm-i hâl sahibi olduğuna göre N. Fazıl Kısakürek bir İslâm âlimidir! O sebeple söyledikleri/yazdıkları ‘fetva’ olmasa bile önemlidir ve İslâmî referans olarak verilebilir!
2. ‘Necip Fazıl Üstat, o gün için öyle söylemiş/yazmış olabilir, ama daha sonra düşünce ve fikirleri değişmiş de olabilir. Öyle ise söyledikleri ile yazdıklarının bugün için hiçbir önemi kalmamıştır!’ Buna da hemen cevap vereyim: Necip Fazıl Kısakürek’in ülkücüler hakkındaki düşüncelerinin/fikirlerinin değiştiğine dair hiçbir bilgi/belge yoktur… Buna mukabil düşünce ve fikirlerinin değişmediğini ispatlayan, 9 Haziran 1980 tarihli Sabah Gazetesi’nde yayınladığı ‘Ülkücüye Kaside’ başlıklı bir şiiri vardır! İşte o kaside:
ÜLKÜCÜYE KASİDE
Sen;
Allahsız'ın nefret,
Namussuzun dehşet,
Yüreksizin heybet,
Başıboşun mihnet,
Devrimbazın zulmet,
Eyyamcının şirret,
İnmelinin sıklet,
Anarşistin devlet,
Komünistin illet
Sandığı ve tanıdığı sen;
Bütün bu "menfî"lerin topyekün ve müşterek düşmanı olduğuna göre,
Acaba nasıl bir "müspet" belirtmekte veya belirtme yolunda ilerlemeye davetli bulunmaktasın?
Bunca hıyanet tipinin bir arada düşmanı olabilmen riyazî bir katiyetle ispat eder ki,
Sen sanıldığın ve tanındığın gibi olmak,
Böyle bir sanılma ve tanınmanın kıymetini gerçekleştirmek borcundasın!
Sanıldığın ve tanındığın gibi ol!
Allah seni düşmanlarınca sanıldığın ve tanındığın üzere yetiştirsin!
"Allahsızın, vatansızın,
Namussuzun, yüreksizin,
Başıboşun, devrimbazın,
İnmelinin, anarşistin,
Komünistin gözünde ben buyum!"
Demekten üstün bir hüviyet ve hak tespitin olamaz!
Tezini kötülerin antitezinden devşirmek nasîbi ne büyük tâlih!
Allah'a hamdet!
Necip Fazıl Kısakürek
Konuyu bu yazımda da tamamlayamadım, inşallah gelecek yazımda/yazılarımda tamamlayabilirim… Gecek yazıda buluşmak üzere kalın sağlıcakla.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,01 M - Bugn : 2030

ulkucudunya@ulkucudunya.com