« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

M. Metin KAPLAN

23 Ağu

2011

ANADOLU’NUN VATANLAŞTIRILMASINA DAİR

23 Ağustos 2011

“1071'de Bizans'la yapılan ve Türkler'e Anadolu'nun kapılarını açan meydan savaşı… Malazgirt Muharebesi Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturur. Bu zafer sonunda, Bizanslılar'ın bütün maddî imkânlarını kullanarak hazırladıkları büyük ordu dağıldı-ğından daha sonraki yıllarda Türkler önemli bir direnişle karşılaşmadan Anadolu içlerine akarak kısa zamanda Ege ve Marmara kıyılarına kadar ilerlemişler ve bu defa istilâ ve yağma amacı taşımadan fethettikleri toprakları vatan edinmişlerdir.”
Malazgirt Savaşı’nı anlatan tarih kitaplarında, iki ordu ve kumandanları hakkında çoğu lüzumsuz birçok teferruat verdikten sonra, böyle bir hüküm verilir… Bunu okuyunca, Anadolu’nun Türklerce vatan yapılması çok kolay olmuş sanırsınız… Bir savaş, bir galibiyet/zafer Anadolu’nun kapılarını Türklere açmış… Sonra Türkler, önemli bir direnişle karşılaşmadan Anadolu’yu vatan yapmışlar… Oh! ‘Ne âlâ memleket!’
Ne kadar ‘ucuz’a almışız, Anadolu’yu. Ne kadar ‘kolay’ vatan yapmışız, Anadolu’yu. Öyle ise ne kadarcık bir değeri olabilir ki Anadolu’nun? Böyle ise ‘ancak aldığımız fiyata verebiliriz’ dediğimizde, ‘düşman’ Anadolu’ya aynı ‘kolay’lıkla ve aynı ‘ucuz’lukla sahip olabileceğini sanmaz mı? Bu, ‘düşman’ı cesaretlendirmez mi? Cesaretlendirir ise bu, Türkiye’nin lehine midir, aleyhine midir? Aleyhine ise böyle bir saçmalığı niye yapıyoruz? Anadolu’nun vatanlaştırılmasını ki bu zamana yayılmış uzun bir süreçtir, niçin adam gibi anlatmıyoruz?
Bilirsiniz. Bir sürü bakanlık içinde sadece iki tanesinin adında ‘millî’ kavramı var: Biri Millî Eğitim Bakanlığı diğeri de Millî Savunma Bakanlığı. Acaba niçin? Çünkü bu iki bakanlık, direkt olarak milletle ilgili ve millete mahsustur da ondan… Diğer bakanlıklar milletle ilgili veya millete mahsus değiller mi? Elbette öyledirler, ama bu ikisi ile karşılaştırıldıklarında olmadıklarını farzetmek de mümkündür… Ancak maalesef bu iki bakanlık da ‘millî’lik vasfını yitirmiştir. Çünkü Millî Eğitim Bakanlığı önce batılılaşma sevdası ile Avrupa’nın (şimdi AB’nin) vasıtasıyla küresel sermayenin sonra da yapılan antlaşmalarla ABD’nin ve Millî Savunma Bakanlığı da hem NATO vasıtasıyla küresel sermayenin hem de ‘küçük Amerika olmak ideali’ ile direkt olarak ABD’nin emrinde gibidirler.
İnanmakta güçlük mü çekiyorsunuz? Öyle ise bu iki bakanlığa yakından bakalım. Önce Millî Savunma Bakanlığı. Ege Ordu ile Jandarma Genel Komutanlığı hariç Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün orduları NATO’nun emrindedir. (Dikkat! Bu ikisi biraz da bu sebeplerle bu kadar saldırıya maruz kalıyorlar). Bu bir. İkincisi, ABD’li Generaller bizim Generallerin sicil amiridirler. ABD’li Generallerin ‘olur’ vermediği hiçbir Türk(!) Generali yükselemez; rütbe alamaz, mevki ve makam sahibi olamaz… Öyle ise Generaller kime yaranmak için çalışırlar? Millî Eğitim Bakanlığı ise daha da kötü durumdadır. Çünkü bu Bakanlık 1949’dan sonra ABD’li uzmanların, 1980’den sonra da AB’li uzmanların kontrol ve yönlendirmesindedir. O zamanki Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in söylediğine göre (AKP Hükümeti döneminde) ülkemizde 20 ecnebi uzman eğitim sistemimize yön verilen kurumların çatısı altında çalışmalarını sürdürmekteydi!
Türkiye, 27 Aralık 1949 tarihinde ABD ile ‘Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’ adıyla bir ikili anlaşma imzaladı… Anlaşma; Türkiye'den ABD'ne gönderilecek Türk öğrenci, öğretim üyesi ve kamu görevlileri ile ABD'den Türkiye'ye gönderilecek Amerikalı 'uzman', 'araştırmacı' ve 'eğitimci'nin statülerini belirtiyordu. Anlaşmanın 1. maddesi şöyleydi; "Türkiye'de, Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C. Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır."
Kurulacak Komisyon'un yetki, işleyiş ve oluşumu ile ilgili olarak 1.1. ve 2.1. alt maddelerinde şunlar vardır: "Türkiye'deki okul ve yüksek öğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi eğitim faaliyetleri ile Birleşik Devletler'deki okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğrenim gibi faaliyetleri; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafları ve öğretimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dâhil olmak üzere finanse edilecektir... Komisyon harcamalarını yapacak veznedar veya bu işi yapacak kişinin ataması, ABD Dışişleri tarafından uygun görülecek ve ayrılan paralar, ABD Dışişleri Bakanı tarafından saptanacak bir depoziter ya da depoziterler nezdinde bankaya yatırılacaktır.'
Anlaşma'nın 5. maddesi en dikkat çekici maddelerden biridir. Bu madde, yukarıda açıklanan işleri yapma yetkisinde olan ve Türkiye'nin bağımsızlığını dolaysız ilgilendiren kararlar alabilen, Türkiye'de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu'nun kuruluşunu belirlemektedir. 5. madde şöyledir: "Komisyon dördü T.C. vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere 8 üyeden oluşacaktır. ABD'nin Türkiye'deki diplomatik misyon şefi (yani ABD Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı, komisyon başkanı verecektir."
(...) 1949 yılında imzalanan "Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma", Türk Millî Eğitimi'ni ABD denetimine bırakan süreci başlattı. Millî Eğitim Bakanlığı, millî eğitim bakanlarının bile inisiyatif kuramadığı bir kurum haline geldi. Binlerce Türk Amerika'ya "eğitilmek-etkilenmek-devşirilmek" için gitti, yüzlerce Amerikalı da Türkiye'ye "eğitmek-etkilemek-devşirmek" için geldi… Bütün bunlar yetmezmiş gibi 1995 yılından bu yana Millî Eğitim Bakanlığı’nda AB uzmanları da cirit atmaktadırlar… Böyle bir Millî Eğitim Bakanlığı’nın bulunduğu ülkede tarih kitapları farklı olabilir mi? Hâlbuki Mustafa Kemal Atatürk, şöyle söylüyordu: “Hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin plânlarıyla yükseltilebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.” Ne ise… Gene çok uzattım, hemen Anadolu’nun vatanlaşması konusuna döneyim.
Anadolu bir tek Malazgirt Savaşı/Zaferi ile mi vatanlaştırıldı? Hayır, Anadolu’nun vatanlaştırılması asırlar boyu süren bir süreç sonunda gerçekleştirilmiştir! Bu nasıl olmuş, tarihi takip ederek bakalım.
Evvelâ bir hususu belirtmeliyim ki konu daha iyi anlaşılabilsin… Türklerin eskiden uyguladıkları savaş stratejisi iki esasa dayanıyordu: Keşif seferleri ve yıpratma savaşları… Ele geçirilmesi/vatanlaştırılması plânlanan ülkeler önce küçük birlikler tarafından gözden geçirilirdi. Ama akıncıların, keşif niteliğindeki bu seferleri bazan yıllarca sürerdi. Bu keşiflerde olumlu sonuç alınmışsa yıpratma harekâtına başlanırdı… En sonunda da fetih gerçekleştirilirdi.
M.S. 395’te Hunlar Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya indiler. Hun Devleti’nin Don Nehri havalisindeki “doğu kanadı” tarafından tertiplenen Anadolu akını Basık ve Kursık adlı iki başbuğun idaresindeydi… Hun atlıları Erzurum bölgesinden itibaren Karasu, Fırat vadileri boyunca ilerleyerek Malatya ve Çukurova’ya ulaştılar. Bölgenin en iyi tahkim edilmiş kaleleri olan Urfa ve Antakya’yı bir müddet kuşattılar. Sonra Suriye’ye inerek Sur’u baskı altına alıp Kudüs’e yöneldiler. Son derece süratli hareket ediyorlardı… Sonbahara doğru kuzeye dönerek Kayseri, Ankara ve havalisine kadar uzandılar. Oradan Azerbaycan-Bakü yolu ile kuzeye, merkezlerine döndüler… Bu, Türklerin Anadolu’da tarihe geçmiş ilk görünüşleri oldu. Üç yıl sonra (398) küçük çapta tekrarlanan bu akınlar karşısında Doğu Roma İmparatoru Arkadius hiçbir ciddi tedbir alamadı.
Asya Büyük Hun İmparatorluğu’na bağlı Türk topluluklarından biri olan Sabar’lar V.-VI. yüzyıllarda Batı Sibirya ve Kuzey Kafkasya’da tarihî rol oynamışlardı… İşte bu Sabar’lar, hükümdarları Balak idaresinde büyük çapta askerî faaliyet gösterdiler. 516 yılında Sâsânî’lerle analaşarak Bizans’a karşı çarpıştılar. Güneye doğru akınlar yaptılar. Daha sonra Anadolu’ya girerek Kayseri, Ankara, Konya dolaylarına kadar ilerlediler… Sabar’ların büyük savaş gücü ve harp malzemesindeki yüksek teknik Bizans’da hayret uyandırmıştı… Bu, Türklerin Anadolu’ya -bilinen- ikinci gelişleridir.
Maveraünnehir’de Kara-Hanlı ailesinden Ali Tegin’in baskılarından bunalan Tuğrul ve Çağrı Beyler daha elverişli sahalar bulmak için batı yönünde geniş ölçüde bir keşif seferi yapmak konusunda anlaştılar. Tuğrul Bey, bozkır bölgesine çekilirken, ağabeyi Çağrı Bey 3 bin kişilik bir süvari kuvvetinin başında harekete geçti. Gazneli’ler idaresindeki Horasan ve Azerbaycan üzerinden ilerliyerek 1018’de doğu Anadolu’ya girdi. Ermeni Vaspuragan krallığının kuvvetlerini bozguna uğrattı, topraklarını işgal etti. Sonra kuzeye yöneldi. Gürcü kuvvetleri savaşa cesaret edemiyerek çekildiler. Daha kuzeyde bulunan Ermeni Ani krallığı, Çağrı Bey’i durdurmaya çalıştı ise de ordusu bozguna uğratıldı. Doğu Anadolu bölgesindeki Ermeniler yurtlarını terk ederek Bizans elindeki orta Anadolu’ya göçtüler.
Ermeni ve Gürcü memleketlerinde bir süre kalan Çağrı Bey, 1021 yılında Maveraünnehir’e, kardeşinin ve diğer Türkmenlerin yanına döndü. Bu büyük keşif seferinin sonunda Selçuklu’ların, iklimi ve hayat şartları uygun olan Anadolu’ya gidebilecekleri anlaşılmıştı ki, böylece gelecekte Türkmen kütlelerine bir hareket yönü tesbit edilmiş oluyordu… Bu da üç!
Selçuklu hanedânından İbrahim Yınal, İran’ın en önemli merkezlerinden Rey’i zaptedip, harekaât üssü haline getirerek Berûcird’i ve Hemedân’ı ele geçirdi. Rey, Selçuklu Devleti’ne başkent yapıldı. İbrahim Yınal ve Kutalmış kumandasındaki ordular Dînever, Karmîsîn ve Hulvan’ı zaptettiler. İbrahim Yınal, Şehrizûr ve etrafını aldıktan sonra Azerbaycan’a gönderildi... Ermeni ve Gücü’leri baskı altında tutmak ve Türk akınlarını durdurmak için harekete geçen Bizans ordusu ile Selçuklu kuvvetleri 1046 yılında Gence önünüde karşılaştılar. Bizans ordusu bozguna uğradı.
Erzurum ovasına kadar ilerleyen ve Erze (Kara Erzen= Karaz) şehrini zapteden İbrahim Yınal ve Kutalmış kuvvetleri, Gürcü ve Abhaza kıt’aları ile desteklenen 50 bin kişilik Bizans ordusu ile bir kere daha karşılaştılar. 1048 yılında Hasankale önünde yapılan korkunç savaşta Bizanslılar yine hezimete uğratıldı. On binlerce esir, yüzlerce araba tutarında ganimet alındı ve Erzurum işgal olundu… Bu Pasinler zaferi üzerine Bizans İmparatoru K. Monomakhos, Tuğrul Bey ile anlaşma yollarını aradı… Monomakhos yıllık vergiyi kabul etmedi. Fakat İstanbul’daki harap camii tamir ettirdi, orada beş vakit namaz kılınmasına ve Sultan Tuğrul Bey adına hutbe okunmasına razı oldu… Bu da dört!
Sultan Tuğrul Bey sonraki yıllarda Azerbaycan’a giderek mahallî hükümdarları itaate aldı. Muradiye’yi ve Erciş’i zaptederek Malazgirt’i kuşattı. Erzurum’a kadar ilerledikten sonra, kışın yaklaşması üzerine Malazgirt kuşatmasını kaldırdı ve Rey’e gitti. Ancak Yakutî’yi Anadolu’ya akınlar tertiplemekle görevlendirdi. Yakutî ve mahiyetindeki Türkmen beyleri, Bizans kuvvetlerine rağmen akınlarına devam ettiler… Bu da beş!
Tuğrul Bey 1063’te vefat edince, Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan, saltanat iddiasına girişen Kuralmış’ı mağlup ederek, tahta çıktı. Aldığı tedbirlerle sükûneti sağladıktan sonra Azerbaycan ve Kafkasya üzerine yöneldi. Erran’daki küçük Ermeni krallığını itaate aldı. Sümarri bölgesi, Meryem-nişin kalesi ve civarları, Sepîd-şehr’i ele geçirdi. Sonra 1064 yılında Rumlar tarafından savunulan, surları ile meşhur Ani’ye yürüdü, şiddetli hücumlarla zaptetti. Kars’ı teslim aldı… Ertesi yıl Türkistan’a girdi. Kıpçak’ları itaate aldıktan sonra Cend’e ve Gürgenç’e gitti. Bu seferle atalarının ülkesi Maveraünnehir’i devletine bağlamış oldu… Bundan sonra batıya yönelmek gerekiyordu. Çünkü Orta-Asya’dan kalabalık kollar halinde ardı arkası kesilmeden gelen Türkmenleri yerleştirmek için Anadolu’nun fethi zaruret haline gelmişti.
Yurtlarından bir daha dönmemek üzere gelerek Selçuklu hizmetine giren Türkmen kütleleri bu devlet tarafından şuurlu bir şekilde Bizans sınırlarına yığılıyorlardı… Anadolu’ya sızan Türkmenlerin hücum noktaları gayet iyi tertiplenmiş, gidecekleri şehir ve kasabalar, uğrak mahalleri tespit edilmişti. Faaliyet belli bir plâna uygun olarak yürütülmekteydi. Türkmenler de kendilerine yeni bir yurt edinmek mecburiyetinde olduklarından azimli, kararlı ve ısrarlı idiler… Bu bakımlardan Türkmen akıncıları, eski Türk savaş stratejisi uyarınca, düşmanı yormak, direnme noktalarını hırpalamak, ahaliyi yıldırmak gibi asıl askerî harekâtı kolaylaştırıcı görevlerini sürdürüyorlardı. Küçük çapta, fakat aralıksız olarak yıllarca devam eden bu hazırlık devresinini hedefi Anadolu’yu almak ve onu Türk yurdu haline getirmekti.
Bu sırada Bizans’ta da Romanos Diogenes imparator ilân edilmişti (1068). Diogenes iki ay sonra Anadolu’ya bir sefer tertipledi. Suriye’ye kadar inerek Menbic’i zapetti ve İstanbul’a dönüşünde törenle karşılandı. Hâlbuki bu seferi sırasında Türkler Niksar’ı tahrip etmişler ve Eskişehir yakınlarına kadar gelerek buraları yağmalamışlardı… (Bu altı oldu). İmparator ertesi yıl yine sefere çıktı, Kayseri ve Sivas bölgelerine kadar ilerledikten sonra tekrar başkente döndü. Ancak Bizans ordusu Anadolu’dayken Türkler Kayseri ve Konya’yı yağma etmişler, Malatya’daki Bizans kumandanını kaçmağa zorlamışlar ve Halep’e kadar inmişlerdi. (Bu da yedi). Alp Arslan’ın küçük akıncı müfrezeleri kısa süreli baskın, yağma ve korkutma yolları ile hazırlık devresini olgunlaştırmaya çalışıyordu… 1070’te bu defa doğu orduları Başkumandanı Manuel Komnenos sefere çıktı. Fakat Sivas civarında Türk kumandanı Er-Sığun ( veya Er-basgan)’a yenilerek esir düştü. Bu sekiz etti!
O sırada (1070) Alp Arslan Suriye seferine çıkmıştı. Azerbaycan’dan güneye inerken, doğu Anadolu’da Ermeniler tarafından korunan, müstahdem kale Malazgirt’i bir hücumda zaptetti. Ahlat, Meyâfarıkîn (Silvan), Amid (Diyarbakır) ve havalisini tabiyetine aldı… Bu, Türklerin Anadolu’ya dokuzuncu gelişleridir… Böylece gele gele geldik Malazgirt Savaşı’na… Bizans’ı yendik ve Anadolu’nun kapılarını açtık!
Evet! Biz Türkler, Millî(!) Eğitim Bakanlığı’nın mekteplerinde okutulan tarih kitaplarında öğretildiği gibi Anadolu’yu bir-iki savaşla ve birkaç yılda kolayca vatanlaştırmadık; Anadolu’nun sırf kapılarını açmak için 676 yıl içinde Anadolu’ya dokuz kere geldik; can verdik/aldık, kan döktük/akıttık ve kapıları kapanmamak üzere 1071’de Malazgirt Zaferi ile açtık! Daha sonra 17 Eylül 1176’da Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos’u Isparta Gelendost yakınlarında Miryokefalon'da Sultan II. Kılıç Arslan’la mağlûp ederek, hâkimiyetimizi Bizans’a ve dünyaya kabul ettirinceye kadar 105 yıl daha savaştık, savaştık, savaştık! Ve Anadolu’yu böylece vatanlaştırdık!
Anadolu’yu, alıp vatanlaştırıken olduğu gibi 781 yıl ve bilmem kaç kere savaşmadan, Allah korusun, bu savaşlarda peşpeşe mağlûbiyetler almadan, hiç kimseye vermeyiz/veremeyiz! Bunun herkes tarafından, bilhassa vatanımızı bölmek ve parçalamak isteyen iç ve/veya dış düşmalar tarafından böylece bilinmesini isteriz!

NOT: Kimse, ‘Hele şükür, MHP hakkındaki uzun yazıları okumaktan kurtulduk’ diye boşuna sevinmesin, zamanını kaçırmamak için bu yazıyı araya sokuşturmak zorundaydım, bu yayınlandıktan sonra kaldığım yerden devam edeceğim. MMK

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,04 M - Bugn : 27236

ulkucudunya@ulkucudunya.com