« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

M. Metin KAPLAN

01 Mar

2011

DEDİĞİMİN ARKASINDAYIM

01 Mart 2011

‘Hiç kimse, Mısır’a ve halkı isyan halinde olan diğer Müslüman-Arap ülkelere; demokrasi gelecek, İslâm hâkim olacak ve şeriat devleti kurulacak diyerek, boşuna sevinmesin. Çünkü bütün bu olan bitenleri o Müslüman halklar kendi iradeleri ile gerçekleştirmiyorlar. Bunlar, ABD ve küresel sermayenin BOP’u hayata geçirmek üzere harekete geçtiğini gösteren olaylardır’, ya da tam böyle olmasa da bu anlama gelen şeyler yazmıştım ya. Dostumun biri “Bunu da nereden çıkardın? Sokaklarda/meydanlarda gördüğümüz kadın-erkek, yaşlı-genç bütün o insanlar ajan mı yani?” diyerek, bana, sitem dolu bir itiraz yöneltti… Bu düşünceye saygı duyuyorum, ancak katılmıyorum... Ve hâlâ aynı düşüncemi muhafaza ile fikrimde ısrar ediyorum.

Evvelâ sokaklarda/meydanlarda gördüğümüz ayaklanmış halk elbette ajanlardan müteşekkil değil. Samimî duygular ve haklı taleplerle ayağa kalkmış kişilerdir... Bundan benim de bir şüphem yok… Zaten ben böyle bir iddiada bulunmuş da değilim… Üstelik biliyorum ki Sovyetler Birliği dağılıp, ‘Soğuk Savaş’ bittiğinde Doğu Bloku’nu teşkil eden ülkeler istiklâllerine, halkları da öyle ya da böyle hürriyetlerine kavuştukları halde. Batı Bloku ülkeleri ile halkları da zaten olabildiğince müstakil ve hür oldukları halde. Hiçbir bloka dâhil olmayan bu ülkeleri hâlâ ‘Soğuk Savaş’ın çocukları sayabileceğimiz diktatörler, halka hiçbir hürriyet tanımadan onlarca yıldan beri ‘demir yumruk’ ile yönetiyorlardı... Ve artık bu halkların da değişme ve gelişme zamanları gelmişti… Kaldıki sosyal olayları bir tek sebeple izah doğru olmadığı gibi böyle operasyonlarda iç dinamikleri göz ardı etmek de doğru değildir. Ancak bu eylemleri acaba sokaklarda/ meydanlarda gördüğümüz ayaklanmış halklar kendileri mi organize ettiler ya da ediyorlar? “Biri ‘Haydi eller havaya’ demedi de tesadüfen, yani içlerine öyle doğduğundan ya da gazete haberlerinde herkesin sokağa çıktığını okuyup, aşka geldikleri için mi aynı anda ayaklandılar?” Bu suallere, ‘evet bu organizasyoları bu halkların içlerinden çıkmış kahraman evlâtları yaptılar ve yapıyorlar’ diye, cevap vermek mümkün müdür? Maalesef değildir! Çünkü bu eylemleri (ki bunlara eylem değil, operasyon demek daha doğrudur) organize edenler, yönetenler ve yönlendirenler ABD ve küresel sermayenin ajanları ile bunların yerli işbirlikçileridir! Halklar ise bu ‘operasyonların’ maalesef yalnızca figüranlarıdır!

Meselâ Mısır’daki eylemleri organize eden 6 Nisan Hareketi, Kanadalı araştırmacı Michel Chossudovsky’un da dediği gibi ABD tarafından finanse edilmektedir… CIA ile ilişkili vakıf ve fonlar üzerinden değişik gruplara tam 140 milyon dolar aktarılmıştır! Ve Mısır’la ilgili bir Wikileaks belgesinde ABD’nin Kahire Büyükelçisi iki yıl önce ülkesine yazdığı bir kriptoda, ‘2011 yılında yapılacak seçimlerde Mısır’da iktidar değişikliği yapılabilmesi için 6 Nisan Hareketi’nin bellibaşlı üyelerinin ABD’ye götürülerek, ‘sivil itaatsizlik’ konusunda eğitilmeleri gerektiğinden’ söz etmektedir... Hatırlatmak isterim ki Mısır’da seçimler, eğer normal zamanında olursa, 2011’in Eylül’ünde yapılacaktır!

Kaldıki zamanın ABD Başkanı George Bush, bunu, şu ifadelerle itiraf etmişti: “Son 18 ay içerisinde Gül, Turuncu, Mor, Lale, Sedir devrimlerine tanıklık ettik ve bunlar sadece birer başlangıçtır. Bu devrimlerde STK’ların ve ABD hükümetinin önemli rolleri bulunmaktadır. Yeni dönem savaşları milletleri değil, rejimleri hedef alacaktır.” Renkli Devrimlerin arkasındaki adam olan George Soros ise, Bush için şu ifadelerde bulunmuştu: “Ben yıllardır kurduğum Sivil Toplum Kuruluşları (STK) ağı vasıtasıyla Amerika’nın kendisi ile dost, demokratik rejimler kurma misyonunu üstlenmişken ve Amerikan projelerini usulca hayata geçirirken, Bush birdenbire aşırı güç kullanımıyla bütün ‘plânı’ ortaya çıkaracak bir siyaset izlemeye başlamıştır.”

Bush gitti, Barack Obama geldi. Ne değişti? Hiç! Obama’nın Başkan seçilmesi, ABD’nin emperyalist politikalarında hiçbir değişiklik yapmadı, yapmaz da hatta yapamaz da yalnızca metod değişikliğine sebep olur/oldu… ABD daha önce hedef aldığı ülkelerde askerî işgaller ve/veya darbelerle yaptığını, artık, Soros’un dediği gibi halkları ‘sivil itaatsizlik’ eylemlerine tahrik ve teşvik ederek, halkların isyanları yoluyla yapmaktadır! Dün Tunus ile Mısır’da ve bugün Libya, Yemen, Cezayir, Bahreyn, Fas, Umman ve Ürdün’de olan budur! Nitekim Obama, “Tunus’ta görüşlerini barışçıl yollarla dile getiren yurttaşlara karşı şiddet kullanılmasını kınıyorum, bundan ötürü üzüntü duyuyorum ve Tunus halkının cesaretini ve onurlu duruşunu alkışlıyorum” diyerek, bunu, âdeta itiraf etmektedir… Kendimizi kandırmayalım... Bu, ‘bir bölgeyi’ dönüştürme projesidir… Bunlar, ‘Genişletilmiş Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’ çerçevesinde bütün bölge ülkelerini dönüştürmeye çalışan e-devrimlerdir!

***

ABD ile küresel sermaye, zaten her zaman ve her yerde bunu yapmıştır, halen yapmaktadır! İsterseniz, bir tarih turu yapalım ve bunu apaçık olarak görelim:

23 Ekim 1956’da Macarları Sovyetler Birliği’ne karşı ayaklandıran ve fakat askerî destek vermedikleri için Kızıl Ordu’nun 2500 Macar’ı öldürmesine, 13000 Macar’ı yaralamasına, 200,000 Macar’ın vatanlarından kaçmalarına ve binlerce Macar’ın Sibirya’daki çalışma kamplarına sürülmesine sebep olan ABD ve koalisyon ortağı küresel sermaye idi!

20 Ağustos 1968’de gene Sovyetler Birliği’ne karşı Çekoslovakları ayaklandıran ve fakat ortada bıraktıkları için 72 Çekoslovakyalının ölümüne, yüzlerce Çekoslovakyalının yaralanmasına ve 300.000 civarında Çekoslovakyalının da Batı ülkelerine göç etmelerine sebep olan ABD ve koalisyon ortağı küresel sermaye idi!

25 Aralık 1991 tarihinde Devlet Başkanı M. Gorbaçov'un istifa etmesinin ardından Sovyetler Birliği'nin dağılmasına sebep olan da ABD ve koalisyon ortağı küresel sermaye idi!

Sovyetler Birliği’nin dağılması konusunu, izninizle, açmam lâzım… Aksi halde, itiraz edecek dostlarım çıkabilir… Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra istihbarat örgütü KGB lağvedildi ve arşivi açıklandı… Ortaya çıkan bir belgedeki KGB tesbitlerine göre Sovyetler Birliği’nin dağılmasına sebep olan, üç faktör vardı... KGB şöyle diyor: Sovyetler Birliği dağıldı. Çünkü biz, Polonya’da Lech Walesa ile Dayanışma Sendikası (Solidarnosc)’nı, Afganistan’da Müslüman Mücahitleri ve Türkiye’de Alparslan Türkeş ile Ülkücüleri yenemedik! Bunları, yenebilseydik, Sovyetler Birliği dağılmazdı!

KGB’nin tespit ettiği bu faktörleri teker teker açıklamaya çalışayım… Önce Türkiye, çünkü burada ABD ve küresel sermaye farklı bir metod uyguladılar… Bunu, hemen burada ve en başta izah etmez isem yanlış anlamalara sebep olabilirim ki bir ülkücü olarak bunu katiyen istemem.

Türkiye’ye, ABD ve koalisyon ortağı küresel sermaye, Alparslan Türkeş’i ve Ülkücüleri teşvik etmek, tahrik etmek ve desteklemek şeklinde bir müdahalede bulunmadılar. Aksine milliyetçi, millî ve yerli bir ‘program’ (Ülkücü Dünya Görüşü) uygulamak istediği ve dolayısıyla kendilerine (ABD ve küresel sermayeye) taviz vermeye yanaşmadığı için Alparslan Türkeş, devlet hayatından tasfiye edildi... Eğer Türkeş bunlara azıcık/küçücük bir taviz vermeyi kabul etmiş olsaydı, emin olun 27 Mayıs 1960’dan rahmetli olduğu 4 Nisan 1997’ye kadar Türkiye’yi tek başına idare ederdi! O zaman da ne 12 Mart, ne de 12 Eylül askerî darbeleri olmaz. Demirel’in, Erbakan’ın, Sunay’ın, Korutürk’ün, Evren’in, Özal’ın, Sezer’in, Yılmaz’ın ve Çiller’in siyasette esamaleri dahi okunmazdı. Belki devlete sadece bürokrat olabilirlerdi. Ya Ecevit ve Erdoğan? Onlar, tahsilleri yetersiz olduğundan bürokrat bile olamazlardı… Ancak Türkeş en ufak bir taviz vermeye yanaşmadı ve hatta Türkiye’de ABD ve küresel sermaye’nin tekerlerine çomak soktu!

Misal. Malûm rahmetli Alparslan Türkeş, 27 Mayıs Darbesi’nin ‘kudretli albayı’ idi. Ve resmî görevi Başbakanlık Müsteşarlığı olduğu halde, Başbakanlık makamı boş bulunduğu için fiilen Başbakandı! Ne ise… Türkeş bir gün Başbakanlığa girerken, Başbakanlığın girişindeki camlı bölmede oturan bazı sivilleri görür. Dikkatini çeker, bu. Yanında bulunan emir subayına; “Kim, bu adamlar?” diye sorar. Emir subayı; “Bilmiyorum, efendim. Öğreneyim” diye cevap verir. Öğrenir ve gelip, bilgi verir: “Efendim, bunlar JUSMAT’ın (Joint US Military Mission for Aid to Turkey / Türkiye'ye Yardım için Ortak ABD Askerî Kurulu) elamanlarıymış.” “Burada ne işleri var?” “Bilmiyorum, efendim. Öğreneyim.” Emir subayı, çıkar öğrenir ve gelir. “Efendim. Gelen ve giden evrakları, deftere kaydederlermiş.”

Türkeş, Amerikalıların böyle stratejik bir yerde bulunmalarını, Türkiye’nin en önemli evraklarının bunların ellerinden geçmesini kabul edemez… “Bu adamları, hemen defedin, buradan!” “Emredersiniz!” Emir subayı hızla odadan çıkar. Ancak, az sonra süklüm püklüm, geri gelir. “Mümkün değilmiş, efendim.” Türkeş, kızar. “Nasıl olur? Defedin, demedim mi?” Emir subayı, ezile büzüle, cevap verir: “Efendim. ABD ile imzalanan antlaşmaya göre, bunların görev yerleri Başbakanlık imiş.” Türkeş, iyice bozulur. “Bu, nasıl olur?” der ve bir çare bulmak için düşünmeye başlar. Sonunda, bulur da. “Madem öyle imiş; bunlara, en alt bodrumun en ücra köşesinde bir yer gösterin!” “Emredersiniz!”

Nitekim JUSMAT görevlilerine, Başbakanlık Merkez Binası’nın en alt bodrumunun en ücra köşesinde bir yer verilir… Ancak ABD ve küresel sermaye, Türkeş’in bu davranışını not ederler… İntikâmını da alırlar… 27 Mayıs Darbesi’nin Kudretli Albayı Alparslan Türkeş, 13 Kasım 1961’de on üç arkadaşı ile birlikte, MBK’den tasfiye edilir ve Hindistan’a sürgüne gönderilir! Hatta Alparslan Türkeş’in, 23 Şubat 1963‘ta yurda dönmesinde sonra da peşini bırakmazlar, karşısına hep engeller çıkarırlar... Ruhunu teslim edinceye kadar, başarılı olmasını engellemek için ne gerekirse yaparlar!

O halde ABD ve küresel sermaye, Türkiye’ye nasıl bir müdahalede bulundular ki bu, Sovyetler Birliği’nin dağılmasında rol oynayan faktörlerden biri oldu? Bu, çok komplike ve rafine bir müdahale. Bunlar bunu, 12 Mart’ta solun Mahir Çayan gibi, Deniz Gezmiş gibi yerli, millî ve anti-emperyalist olan öncü kadrosunu tasfiye etmek ve yerlerine CİA’nın, en azından MİT’in kontrolündeki Dursun Karataş gibi, Abdullah Öcalan gibi, Şemsi Özkan gibi, Sarp Kuray gibi, Teslim Töre gibi ajanlar yerleştirmek suretiyle yaptılar!

ABD ve küresel sermaye bu suretle: 1. Solu ideolojik çizgisinden saptırmak imkânı buldular. Nitekim sol, artık kapitalizmi ve emperyalizmi değil, hayali bir faşizmi ideolojik düşman olarak görmeye başladı. Böylece ABD ve NATO sol silâhlı eylemlerin hedefleri olmaktan kurtuldular. 2. Türk halkı nazarında tüm sol, SSCB’ye bağlı gösterildiği için SSCB günah keçisi yapılmış oldu. Böylece Türkiye’nin SSCB ile kültürel, siyasî ve ekonomik işbirliği yapması engellendi. 3. Sol, yapılan silâhlı eylemler yüzünden anarşist olarak algılandığı için sol/sosyalist/komünist çizgideki partilerin Türk halkının ümidi haline gelmelerinin önü kesildi. 4. “Komünizm geliyor” algısı yaratılarak, Türkiye’yi kendilerine daha bağımlı hale getirme imkânı kazandılar. 5. Kontrollerine aldıkları sol örgütlere, ülkücülere karşı yaptırdıkları eylemlerle; Ülkücü Hareket’in önünü kesmiş oldular. 6. Kontrollerindeki sol örgütlere yaptırdıkları eylemlerle ’12 Eylül Askerî Darbesi’ne gerekçe hazırladılar. (Bu konuda daha fazla detay istiyorsanız, lütfen ’68 Kuşağı (2)’ başlıklı yazımı okuyun. Tekrara düşmemek için burada, bu kadar bir açıklama yapmakla yetiniyorum!) Velhasıl Sovyetler Birliği, sıcak denizlere inmeyi başaramadı ve ilk ciddi darbeyi almış oldu!

Afganistan’da Müslüman Mücahitler… Sovyetler Birliği 1979 Aralık ayından 1988 Nisan ayına kadar süren bir macera ile Afganistan bataklığına saplanıp kaldı! Çünkü ABD ve küresel sermaye Sovyetler’e karşı Mücahitleri destekleyerek, hem Sovyetler’in mağlûp olmasını sağladılar hem de Vietnam'ın intikamını almış oldular!

Ayrıca Sovyetler, Afganistan'ı işgale başlarken hesap hataları ve yanlışlar yaptılar: Birincisi, Afgan halkının Sovyet kuvvetlerine karşı kitle halinde direneceğini bilemediler. İkincisi. Sovyetler, Afganistan'ı işgal ederken, Afgan ordusunu da kullanabileceklerini sandılar. Oysa asker ve subaylar ordudan kaçarak, Mücahitlere katıldılar. Üç. Afganistan'ın dağlık arazisi Sovyetler için sürpriz oldu. Bu arazi kara harekâtına müsait değildi. Dört. Tıpkı Vietnam'daki Amerika gibi Sovyetler de, işgali 50.000 kişilik bir kuvvetle gerçekleştirebileceklerini hesapladılar, fakat bu kuvvet 150.000 kişiye çıktığı halde, yine de başarısız oldular.

Bunun üzerine, Sovyetler taktik değiştirdiler ve yeni metodlara başvurdular: Bunlardan biri, ‘insan-yoğun’ muharebe yerine, ‘silâh-yoğun’ muharebe metodunu kullanmak oldu. Asker sayısı üstünlüğüyle değil, her türlü silâhı yoğun bir şekilde kullanmak suretiyle saldırdılar. İkincisi, kara harekâtına değil, hava bombardımanlarına ağırlık verdiler. Ama arazinin sarp ve dağlık olması, mücahitlerin gizlenmelerine imkân verdiği için hava bombardımanları da etkisiz kaldı. Bunun üzerine başka yollara başvurdular. Birincisi, mücahitlere yardım ettiklerinden şüphelendikleri köyleri ve yerleşimleri, yani sivil halkı bombalama yoluna gittiler. Yetmiyormuş gibi, kimyasal silâhlar kullandılar. Bununla da yetinmeyerek, çocukları öldürmek suretiyle halkı yıldırmak istediler.

Lakin bu taktiklerin hiç biri sonuç vermedi. Mihail Gorbaçov'dan sonra, Moskova, Afganistan savaşının yürümeyeceğini kabul etti. Fakat buna rağmen, iki yola başvurdu: Birincisi, 7-10 yaşlarındaki çocukları, 10 yıllık bir öğretim için Rusya'ya götürdüler. Ve komünist bir kadro hazırlanmayı amaçladılar. İkincisi ise halkın sempatisini kazanmak için ‘İslâm’ı kullandılar: Bir ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’ kuruldu. Okullara haftada 3 saat din dersi konuldu. Bazı din adamları ‘Devrim Konseyi’ne alındı. Kabil radyosu, haftada 1 saat İslâmî program yayınlamaya başladı. Fakat bunlar dahi, Sovyetleri başarılı kılmaya yetmedi. Çünkü Afgan Mücahitleri hürriyet ve istiklâllerini kaybetmemek için canla başla mücadele ettikleri gibi ABD ve küresel sermaye de bütün imkânlarını bunları desteklemek için seferber etmişti! Sovyetler Birliği ikinci ciddi darbeyi Afganistan’da aldı!

Lech Walesa ve Dayanışma Sendikası… 1980 Temmuzunda hükümetin et fiyatlarına % 60 zam yapması ve birçok gıda maddesine uyguladığı % 25 oranında sübvansiyonu kaldırması üzerine, Gdansk ve Szczecin'deki tersane işçileri ayaklandılar. Polonya’nın birçok yerlerinde gösteriler başladı. Olaylar geliştikçe, Gdansk'taki tersane işçileri, grevlerin ve gösterilerin öncüsü haline geldi ve Dayanışma Sendikası (Solidarnosc) adını alan bu hareketin lideri olarak, Lech Walesa adında bir tersane işçisi sivrildi.

Polonya'da bu ikinci defa oluyordu, birincisi ‘Poznan Ayaklanması’dır: Poznan'da Zispo otomobil, vagon ve askerî malzeme fabrikalarında çalışan 15.000 işçinin normların ağırlığı ve ücretlerin yetersizliği gibi problemleri vardı. Bunlara bir çare bulmak üzere Varşova’ya bir heyet gönderdiler, fakat bunlar tutuklandı. Bunu haber alan işçiler 28 Haziran 1956 günü, ayaklandılar. Göstericiler emniyet müdürlüğünü, radyo binasını ve hapishaneyi bastılar. Silâhları ele geçirdiler. Duruma müdahale eden güvenlik kuvvetleri ile göstericiler arasında çatışma çıktı. Güvenlik kuvvetleri isyancı işçilerle başa çıkamayınca, şehre Kızıl Ordu tankları girdi. Ayaklanma bastırıldı. Lakin 44'ü işçilerden olmak üzere 54 kişi öldü, 300 kişi yaralandı ve 320 kişi tutuklandı… Ayaklanma bastırılmakla beraber, Polonya’da yeni bir dönem başladı. Hükümet, Aralık ayında Parlamento için seçim yapılacağını duyurdu. Katolik Kilisesi’nin faaliyetine müsaade etti.

Fakat Eylül başında, üniversiteler açıldığında bu kez öğrenciler Stalin ve komünizm aleyhtarı gösteriler yapmaya başladılar. Aydınlar, proleterya diktatörlüğü yerine sosyalist demokrasi, proleteryanın yerine aydınların liderliğini, milletlerarası komünizm yerine, sosyalist ülkeler arasında eşitlik ve kardeşlik istiyorlardı… Sovyetler Birliği ile Polonya arasında 20 Ekim günü bir anlaşma sağlandı: Halkın istediği Gomulka KP Genel Sekreteri olacak, fakat buna mukabil Polonya da Sovyetler Birliği'nden kopmayacak ve hatta yakın münasebetler içinde olacaktı. Keza Polonya'nın sosyalizmden ayrılması da söz konusu edilmeyecek, buna karşılık Sovyetler de Polonya'nın içişlerine karışmayacaklardı. Netice olarak Polonya işçileri ve halkının böyle bir tecrübesi de vardı.

İşçilerin grev ve direnişleri ile Dayanışma ile hükümet arasındaki çatışma giderek şiddetlendi. ABD ile küresel sermaye, Lech Walesa ile Dayanışma'yı desteklediklerini ilân ettiler! Bu, mücadelenin şiddetlemesine sebep oldu… 1987 Mayısından itibaren, ülkenin her tarafında gerçekleşen yürüyüşler ile grevler, hükümeti, Dayanışma ile uzlaşmaya zorluyordu. Ancak hükümet bunlara karşı sert tedbirler alıp, Gdansk başta olmak üzere, birçok şehirlerde sokağa çıkma yasağı uygulayınca, Dayanışma grevleri durdurdu.

1989 Şubatında, Dayanışma ile Hükümet arasında, Komünist Parti'nin ‘tekeline’ son vermek amacı ile ‘Yuvarlak Masa’ görüşmeleri yapıldı… Nisan 1989 da ise, yeni bir anayasanın esasları üzerinde bir antlaşma imzalandı. Polonya Komünist Partisi, Ocak 1990 da kendisini feshetti. 1990 Kasımında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Lech Walesa Cumhurbaşkanı seçildi. Ve Sovyetler Birliği üçüncü ve öldürücü darbeyi almış oldu!

***

İkincisi, bütün bu ülkelerdeki ‘sivil itaatsizlik’ ya da isyan hareketleri durdu durdu da niye tam da bugünlerde başladı? Meselâ niye bir yıl, iki yıl, üç yıl veya beş yıl ya da on yıl önce ya da sonra başlamadı da bu yıl başladı? Bu, bir tesadüf mü? Müslüman tesadüfe inanır mı? Kimse bana ‘halkın çektikleri artık dayanılmaz noktaya geldi de’ falan filan demesin. Bu açıklamayı asla kabul etmem ve bunu diyenlere, hemen sorarım; bu nasıl iş, ondan fazla ülkede zulmün ve baskının ya da yoksullukla yolsuzluğun ‘halkın canına tak etmesi’ nasıl oldu da aynı zamana denk geldi? İhtimal hesabı bilenler, lütfen bana yardımcı olsun. Bunun böyle eşzamanlı olarak gerçekleşmesi yüzde, binde, milyonda, milyarda, trilyonda hatta katrilyonda kaç ihtimaldir?

Bana, lütfen hiç kimse ‘domino teorisi’ hikâyesi de okumasın, ona hiç inanmam… Çünkü ‘domino teorisi’ hikâyesini uyduran da bir Amerikalıdır, hatta ABD Başkanıdır; Dwight Eisenhower. Bunu, ilk kez 7 Nisan 1954'te Vietnam'la ilgili bir basın toplantısı sırasında ve Vietnam'dan geri çekilme yönündeki baskılar karşısında; Vietnam'ı kaybetmeleri halinde, ABD'nin yanında yer alan bölgedeki diğer ülkelerin domino taşlarının yıkılması gibi teker teker Çin ve Sovyet etkisine gireceklerini savunurken, ortaya atmıştır... Bu teori o vakit geçerli miydi ki bugün geçerli olsun?

Ayrıca bu eylemlerin hep BOP haritası içinde olan ülkelerde olmasını bana kim izah edebilir? Baskı, zulüm, adaletsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk sadece bu ülkelere has gerçekler midir? Dünya güllük gülistanlık mı? Başka hiçbir ülkede yok mu, bunlar? Da bu ülkelerin halkları ‘sivil itaatsizlik’ veya isyan ediyorlarken diğerlerinden ses seda çıkmıyor? Meselâ ABD’de, İsrail’de, İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da niye olmuyor, bunlar? Bunlar çok mu adaletli? Bunlarda gelir dağılımında adaletsizlik sıfır mı? Yoksulluk, yolsuzluk, zulüm, baskı, ırkçılık hiç mi yok? Bunlar, sadece ve yalnızca Arap ve Müslüman ülkelerde mi var? Bunlar, sadece ve yalnızca petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip ülkelerde mi oluyor? Ya da bunlar sadece ve yalnızca stratejik önemi haiz ülkelerde mi oluyor?

Tunus’tan başlayıp bütün Müslüman Arap ülkelerini saran e-devrim’lerin arkasında ne olduğu konusunda hâlâ bir şüpheniz kaldı mı?

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,09 M - Bugn : 14448

ulkucudunya@ulkucudunya.com