« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

M. Metin KAPLAN

17 Oca

2011

68 KUŞAĞI (2)

17 Ocak 2011

68 Kuşağı’nın Fransa’daki hikâyesini anlatmaya çalışmıştım. Bu yazımda Türkiye’deki 68 Kuşağı’nın serencamını arz etmeye gayret edeceğim… Daha doğrusu geçen yazımda yer darlığı sebebiyle kısaca temas etmek zorunda kaldığım konuyu teferruatlı olarak anlatmaya çalışacağım.

Osmanlı İmparatorluğu, 93 Harbi’nde Rusya’ya yenilince, İngiltere’nin desteğinin sürmesinin karşılığı olarak, 1878’de imzalanan bir Sözleşme’yle Kıbrıs’ı İngiltere’ye kiraladı... Kıbrıs’ın yönetimi İngiltere’ye geçti… Ancak İngiltere, Osmanlının I. Dünya Savaşı’nda karşı safta yer almasını bahane ederek, Kıbrıs’ı ilhak etti… Türkiye, Lozan Antlaşması gereğince, bu ilhakı tanımak durumunda kaldı.

Ocak 1950’de Doğu Ortodoks Kilisesi, Kıbrıslı Türklerin boykot ettiği bir referandum düzenledi. Rumların % 90'ı Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşmesi ideali olan ENOSİS lehinde rey kullandı. Ve 1955'te Yunanlı subayların önderliğinde Rumların kurduğu EOKA (Ethniki Organosis Kyprion Agoniston) İngiltere’yi Ada’dan kovmak için silâhlı eylemlere başladı… İngiltere Ada’yı kontrol etmekte zorlanmaya başladı.

Olayların artması üzerine, İngiltere, meseleyi görüşmek üzere Türkiye ve Yunanistan'ı, 29 Ağustos’ta Londra'da bir konferansa davet etti... (Türkiye’nin bu davetini Türk hariciyesi sağlamadı, İngiltere bir taktik uyguluyor, yalnız kalmamak için, Türkiye'yi Yunanistan'ın karşısına çıkarıyordu.) Konferans bir netice vermeden 7 Eylülde dağıldı. İngiltere, kendi görüşünü yürütmek üzere Ada’ya muhtariyet vermek için hazırlıklara başladı... Bu arada Rum terörü günden güne şiddetini arttırıyordu... İngiltere’nin hazırladığı anayasa, Kasım 1956’da Avam Kamarası’nda kabul edildi.

1958 yılında; EOKA terörünün şiddetlenmesi üzerine, Kıbrıs’ta durum adamakıllı kötüleşti. EOKA'ya karşı Türkleri koruyacak, bir örgüt ihtiyacı doğdu. Adnan Menderes’in talimatıyla, Seferberlik Tetkik Kurulu Eski Başkanı ve Emekli Korgeneral Daniş Karabelen 27 Temmuz 1958’de Ergenekon’u kurdu… Ergenekon Yarbay Ali Rıza Vuruşkan, Binbaşı Necmettin Erce, Binbaşı Şefik Karakurt, Yüzbaşı Mehmet Özden ve Yüzbaşı Rahmi Ergün’ü Kıbrıs’a gönderdi. Ve bunlar; Burhan Nalbantoğlu, Rauf Raif Denktaş, Kemal Tanrısevdi ve Fazıl Küçük’le birlikte, 1 Ağustos 1958’de Türk Mukavemet Teşkilâtı’nı kurdular. (1974’deki Barış Harekâtı’na kadar, Türkiye’nin Kıbrıs için yaptığı neredeyse tek hayırlı şey, budur). Türk-Yunan, Yunan-İngiliz ve Türk-İngiliz ilişkileri gerginleşti. Bu, NATO'nun durumunu etkiledi. Bundan dolayı, ABD’nin ve NATO'nun aracılık ve baskıları ile Türkiye ile Yunanistan müzakereye giriştiler. Ve iki devletin başbakanları Şubat 1959 da Zürich’de yaptıkları görüşmelerde bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasına karar verdiler. Bununla ilgili antlaşmalar, Şubat 1959 da Londra'da, imza edildi.

Bu antlaşmaların biri Garanti Antlaşması idi. Buna göre; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’den her biri Kıbrıs Cumhuriyeti’ne müdahale hakkına sahip olacaktı. İttifak Antlaşması'na göre ise Kıbrıs'ta, Yunanistan 950 kişilik ve Türkiye de 650 kişilik bir askerî kuvvet bulundurabilecek. İngiltere Ağrotur ve Dikelya adlı, Ada’nın %3'üne tekabül eden askerî üslere sahip olmaya devam edecek. Kıbrıslı Türkler ise veto hakkına sahip olarak, parlamento ile yönetimde %30'luk hakka sahip olacaktı. Bu esaslar çerçevesinde hazırlanan Kıbrıs Anayasası, 16 Ağustos 1960 da yürürlüğe girerek, Kıbrıs Cumhuriyeti resmen kuruldu!

Ancak Kıbrıs Devlet Başkanı Makarios, 30 Kasım 1963’de Anayasa’da 13 maddelik bir değişiklik yapmak istedi… Kıbrıslı Türkler, buna, bu değişikliklerin haklarını kısıtladığını savunarak karşı çıktılar. Bu tutum Rumları azgınlaştırdı. 24 Aralık 1963 günü Lefkoşe'de Türklere saldırarak 24 kişiyi şehit ettiler, 40 kişiyi de yaraladılar. Tepki olarak Türkler, Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki idarî ve siyasî yapıdan çekildiler… Ve Kıbrıs Cumhuriyeti fiilen yıkıldı! BM’nin Kıbrıs'taki Barış Gücü, çatışmaları engellemek amacıyla Ada üzerindeki önemli noktalara konuşlandı. Ancak Rum saldırıları devam etti.

Saldırıların artması üzerine Türkiye, 2 Haziran 1964 tarihinde Kıbrıs’a çıkarma kararı aldı. Hazırlıklara başladı, ama ABD, çıkacak savaşı menfaatlerine aykırı buluyordu. Devreye girdi: ABD Başkanı L. Johnson, 5 Haziran 1964’te Başbakan İsmet İnönü’ye çok sert bir mektup gönderdi. ‘Mektupta, Türkiye'nin Kıbrıs’a tek taraflı müdahalesinin Türk ve Yunan tarafları arasında savaşa yol açabileceği ve NATO üyesi olan iki ülkenin savaşmasının kabul edilemez olduğu ifade edilmiş. Türkiye'nin müdahale kararı almadan müttefiklerine danışması gerektiği hatırlatılmış. Ayrıca savaşın, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye müdahale ihtimalini doğuracağı ve NATO'nun böyle bir durumda Türkiye'yi savunma konusunda isteksiz olacağı ihsas edilmiş. ABD'nin sağladığı askerî malzemenin bu müdahalede kullanılmasına izin verilmeyeceği belirtilmişti.” Ve Türkiye, Kıbrıs’a müdahale kararından vazgeçmek zorunda kaldı!

ABD, Türkiye’yi satmıştı! Ancak bu ABD’nin, Türkiye’yi ilk değil, ikinci ‘satışı’ idi... ABD Türkiye’yi ilk kez ‘Küba Krizi’ sırasında Küba’daki Sovyet füzelerinin kaldırılmasına karşılık Türkiye’deki Jüpiter füzelerini geri çekerek, 27 Ekim 1963’te, satmıştı! Ama ABD artık çok olmuştu!

Başkan Johnson’un mektubu basına sızdırıldı. Basın konuyu gündeme taşıdı. Bu, ABD’ye karşı bir infial doğmasına sebep oldu… Türkiye’nin en sadık ve büyük müttefiki olarak gösterilen ABD’nin gerçek yüzü ortaya çıkmıştı... Ve bu durum, hiç kimsenin önceden hesap edemediği iki sonuç doğurdu: Bir. Türkiye'yi, Sovyetler Birliğine yaklaşmaya ve bu ülke ile münasebetlerine yeni bir şekil vermeye sevk etti. Nitekim 1965'ten itibaren Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki münasebetlerde, bilhassa ekonomik alanda, bir sıçrama müşahede edildi. İki ülke arasında 25 Mart 1967’de Ekonomik-Teknik İşbirliği Antlaşması imzalandı ve Sovyetler Birliği Türkiye’ye 200 milyon dolar proje kredisi verdi. Bu, şu sanayi tesislerinin kurulmasını sağladı: İskenderun Demir Çelik Tesisleri, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Sülfürik Fabrikası ve Artvin Levha Fabrikası. İki. ‘Mesele’ye sahip çıkan sol, 1961 Anayasa’nın getirdiği hürriyet rejiminden istifade ederek, özellikle üniversite gençliği arasında güçlü bir şekilde örgütlenme imkânı buldu!

Şöyle ki… 13 Şubat 1961’de bir grup sendikacı TİP’i (Türkiye İşçi Partisi) kurmuş, ama bu, kamuoyunda yankı bulmamıştı. Sadece Kurucu Meclis’te yer alan sendikacılardan Feridun Şakir Öğünç partiye katılmış, sosyalist aydınlar Parti’ye yakınlık göstermemiş, TİP de bu yüzden 1961 seçimlerine katılamamıştı... Bunun üzerine destek alabilecek bir genel başkan seçilmesi düşüncesi ortaya atıldı ve Mehmet Ali Aybar, Şubat 1962'de Genel Başkanlığa getirildi… 1963’te önce Senatör Niyazi Ağırnaslı, daha sonra da Kontenjan Senatörü Esat Çağan TİP’e katıldı ve Türkiye’de ilk kez bir sosyalist parti TBMM’de temsil imkânı bulmuş oldu... Ve Türkiye’de gelişen ve güçlenen ABD karşıtlığından faydalanmayı bilen TİP, 10 Ekim 1965’te yapılan genel seçimlerde TBMM’de 15 sandalyeye sahip olmayı başardı! Ve seçimlerin ardından üniversite öğrencilerini örgütleme yoluna gitti ve Aralık 1965’de FKF’yi (Fikir Kulüpleri Federasyonu) kurdurdu. FKF’nin amacı, ‘gençlik sorunlarının ülke sorunlarından ayrı tutulamayacağını anlatmak, sosyalizm için mücadele etmek ve böylece, CHP çizgisine kaymış olan üniversiteli gençliği, sol-sosyalist çizgiye çekmekti.’

FKF, 1965 yılında ‘Millî Petrol Kampanyası'nı gerçekleştirdi... Bunu, 1967 yılında ‘Özel okullar kapatılsın’ kampanyası izledi... Mayıs 1968’de ise ‘NATO'ya Hayır Haftası’ ilân etti. Haziran 1968'de, eğitimde reform talebiyle boykot başlattı ve İstanbul Üniversitesi işgal edildi… Bu eylemler zamanla üniversite dışına yayılma istidadı gösterdi… Derby Fabrikası işgal edildi… Temmuz 1968’de Dolmabahçe önlerine demirleyen ABD 6. Filo’su askerleri denize atıldı… Amerikan Haberler Merkezi’ne ve ABD Bankalarına saldırılar düzenlendi… Ocak 1969'da ODTÜ'ye gelen Amerikan Büyükelçisi Robert Komer’in arabası yakıldı!

Sol-sosyalist hareketin militan eylemlerinin, toplumun gündemine girdiği bu dönemde, FKF içerisindeki TİP etkisi zayıflamaya başladı. Hareket, TİP’in çerçevesine sığmaz olmuş. TİP çizgisi ile sol-sosyalist gençlik arasında çelişki doğmuştu… 1968 yılındaki II. Kongre’de yönetime MDD'ciler olarak bilinen Milli Demokratik Devrim’i savunanlar geldiler. Ancak Mahir Çayan’ların da içinde yer aldığı MDD'ciler henüz ideolojik saflaşmalarını tamamlamamışlardı. Fakat militanlıkları ve anti-emperyalist mücadeledeki kararlılıklarıyla TİP'i aşan konumdaydılar. Ve FKF’nin, Ekim 1969’da yapılan IV. Kurultayı'nda federasyon Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) adını aldı… DEV-GENÇ’in yönetimini Mahir Çayan grubuna kaptıran Deniz Gezmiş ve grubu da 1970’de THKO’yu (Türk Halk Kurtuluş Ordusu) kurarak, silâhlı eylemlere başladılar. (Bankaları soydular, ABD askerlerini kaçırdılar. Vb.)

DEV-GENÇ içindeki çeşitli gruplar, bir yandan köylere fabrikalara gidip çalışmalar yaparken, bir yandan da gerilla eğitimi için gruplar halinde kimi dağlara, kimi de Filistin'e gidiyordu. Çünkü Türkiye'de devrim için temel mücadele metodunun silâhlı mücadele olduğunda karar kılmışlardı. ‘Türkiye devrimi, ancak uzun süreli bir halk savaşıyla zafere ulaşabilir!’

Mahir Çayan öncülüğündeki bazı gençler ise devrimin DEV-GENÇ gibi gençlik örgütlenmesi ile mümkün olmayacağını, Marksist- Leninist bir partiye ihtiyaç olduğunu tespit ettiler. Ve 1970’in Aralık ayında THKP-C’yi (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) kurdular. Silâhlı eylemlere başladılar… (İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırıp, öldürdüler! Vb.)

ABD, Türkiye’deki gelişmelerden çok rahatsızdı; daha önce hiç dikkat çekmeyen emperyalist emelleri deşifre olmuş, hatta Türkiye’nin NATO’dan ayrılması aydınlar arasında tartışılmaya başlamıştı… ABD, CİA’yı devreye soktu. Ve CİA, anarşiyi bahane ederek İhsan Sabri Çağlayangil’in de ifade ettiği gibi Türkiye’de 12 Mart 1971 müdahalesinin gerçekleşmesini sağladı… TSK ve TSK’nin başa getirdiği Nihat Erim Hükümeti eliyle Balyoz Harekâtı başladı… TİP, DİSK ve DEV-GENÇ kapatıldı… 1961 Anayasası’nda köklü değişiklikler yapıldı… Mahir Çayan ve 9 arkadaşı Tokat’ın Niksar İlçesi Kızıldere Köyü’nde kurşunlanarak, Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı da Ankara’da idam edilerek imha edildiler! (‘İmha etmek’ sözünü, ABD’li iki Albay, Tümgeneral Memduh Ünlütürk’e şahitlerin huzurunda söylemiştir!)

Türkiye’de sol 12 Mart’ta çok ciddi bir darbe aldı! Yüzlercesi tutuklandı, binlercesi de kovuşturmaya uğradı... Ancak bundan daha vahim bir operasyona maruz kaldı ki asıl önemli olan budur! Deniz Gezmiş gibi bazı kişiler Filistin Kampları’nda ideolojik ve silâhlı eğitimden geçmiş olsalar da solun önder kadrosu esas olarak yerli, millî ve anti-emperyalist idiler ve ABD ile NATO hedeflerine saldırıyorlardı… İşte 12 Mart’ta solun Mahir Çayan gibi, Deniz Gezmiş gibi yerli, millî ve anti-emperyalist olan öncü kadrosu tasfiye edildi! Bu dahi yetmedi, yerine CİA’nın, en azından MİT’in kontrolündeki Dursun Karataş gibi, Abdullah Öcalan gibi, Şemsi Özkan gibi, Sarp Kuray gibi, Teslim Töre gibi ajanlar yerleştirildi! (O dönemde CİA ile MİT iç içeydi… MİT’in maaşları CİA’dan geliyordu!)

ABD bu suretle: 1. Solu ideolojik çizgisinden saptırmak imkânı buldu. Nitekim sol, artık kapitalizmi ve emperyalizmi değil, hayali bir faşizmi ideolojik düşman olarak görmeye başladı. Böylece ABD ve NATO gibi vasıtaları silâhlı eylemlerin hedefleri olmaktan kurtuldu. 2. Türk halkı nazarında tüm sol, SSCB’ye bağlı gösterildiği için SSCB günah keçisi yapılmış oldu. Böylece Türkiye’nin SSCB ile kültürel, siyasî ve ekonomik işbirliği yapması engellendi. 3. Sol, yapılan silâhlı eylemler yüzünden anarşist olarak algılandığı için sol/sosyalist çizgideki partilerin Türk halkının ümidi haline gelmelerinin önü kesildi. 4. “Komünizm geliyor” algısı yaratılarak, Türkiye’yi kendine daha da bağımlı hale getirme imkânı kazandı. 5. Kontrolüne aldığı sol örgütlere yaptırdığı eylemlerle; Ülkücü Hareket’in önü kesilmiş oldu. 6. Kontrolündeki sol örgütlere yaptırdığı eylemlerle ‘askerî darbe’ye gerekçe hazırladı. Bir taşla kaç kuş?

İnanmıyorsanız solun12 Mart sonrası eylem ve söylemine bakın. ABD’ye ve NATO’ya karşı bir tek eylemleri ya da söylemleri var mı? Yok! Varsa da ben bilmiyorum… Sol artık ABD ve NATO’ya değil, ABD ve NATO hedeflerine de değil, “Kahrolsun Faşizm” ve “Faşizme karşı omuz omuza” diyerek; hep T.C Devleti’ne, polise, askere ve kendileri gibi yerli, millî ve en az kendileri kadar anti-emperyalist ülkücülerle teşkilâtlarına saldırıyordu… (En az 2500 ülkücü şehit edildi!) ABD, NATO, kapitalizm ve emperyalizm solun gündeminden âdeta çıkmış ve sanki unutulmuştu... Bu, nasıl olmuştu? Sol, birkaç yıl içersinde niye böyle bir değişime uğramıştı? Bunun, bir tek cevabı var: Bunu, sol örgütler içine yerleştirilen CİA kontrolündeki ajanlar sağladılar!

1968 Haziranında başlayan ve Kıbrıs'a yeni bir düzen getirme amacını taşıyan toplumlararası görüşmeler, 1974 yılı geldiğinde en küçük bir mesafe dahi almış değildi. Çünkü Rumların gayesi; Türkleri önce azınlık statüsü içine hapsetmek, sonra da Enosis’i gerçekleştirmekti.

1974 yılında Türkiye, garanti antlaşmalarından doğan hakkını kullanarak Kıbrıs’a müdahale etti. ABD’nin ve NATO’nun karşı çıkmasına rağmen Ada’ya asker çıkardı. (İngiltere, Batının şımarık çocuğu Yunanistan’la tek başına başa çıkamayacağını anladığı için Türkiye’nin askerî müdahalesine ‘yol verdi.’ Yani Barış Harekâtı hariciyenin başarısı değildir). Ama bu, Batı için kabul edilemez bir durumdu! Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde ikinci kez toprak kazanıyordu! (Birincisi Hatay). Buna, razı olamazlardı. Aksi halde ‘uyuyan dev uyanabilirdi.’ Nitekim ABD başta olmak üzere bütün Batı tepkinin en şiddetlisini gösterdi! BM’den kararlar çıkardılar, Türkiye’ye ekonomik ve askerî ambargolar uygulamaya başladılar.

Yunanistan ise NATO’nun askerî kanadından çekildi. ABD’yi en çok da bu sarstı… NATO, ABD’nin en önemli dış politika aracıydı. Batı dünyasını NATO vasıtasıyla kontrol ediyordu. Ancak şimdi, NATO parçalanma durumuna gelmişti; Fransa daha önce (Mart 1966) NATO’dan çekilmişti, şimdi de Yunanistan… Zaten Türkiye de maruz kaldığı ambargolardan ötürü kırgındı... Bu sebeplerle NATO, fonksiyonlarını ifa edemez bir duruma düşmüştü!

ABD bir şeyler yapmalıydı. Nitekim yaptı: KKK Orgeneral Namık Kemal Ersun’u angaje etti. Namık Kemal Ersun, yönetime el koyacaktı. CİA, bunun alt yapısını oluşturmak için harekete geçti: 1 Mayıs 1977 de Taksim’de toplanan insanların üstlerine ateş etmek suretiyle 36 kişiyi, Yeşilköy Hava Meydanı ile Sirkeci Garı’na bombalar koymak suretiyle de 10 kişiyi katletti… Ancak Türkiye direnmeyi sürdürdü; Ersun ve ekibi, 1 Haziran’da emekli edildiler… KKK makamı boşaldı… Göreve, Orgeneral Kenan Evren atandı ve Genelkurmay Başkanlığı yolu açılmış oldu.

Ancak ABD’nin bu yaptıkları ayağına dolandı… Türkiye’de sol alabildiğine büyüdü! 1977 genel seçimlerinde CHP, neredeyse tek başına hükümet kuracak kadar milletvekili çıkardı! Tam bu tarihlerde CİA, ABD yönetiminin önüne bir rapor koydu: “Yunanistan da yapılacak seçimleri PASOK (Panhelenik Sosyalist Hareket) kazanacak ve Parti, Yunanistan’ı Batı’dan tamamen kopararak, Varşova Paktı’na sokacaktır.” ABD dehşete düştü. Çare bulmalıydı. Aksi halde SSCB tüm dünyayı ele geçirebilecek bir güce ulaşacaktı! Çare; ya PASOK’un seçimi kazanmasına engel olmak, ya da seçimler yapılmadan Yunanistan’ın NATO’ya dönmesini sağlamaktı… Araştırdılar ve PASOK’un seçimi kazanmasına mani olamayacaklarını gördüler. Tek çare kalmıştı; Yunanistan’ın NATO’ya dönmesini sağlamak. Mevcut iktidar dönmeye ikna edildi. Ancak bunun için Türkiye’nin olur vermesi, daha doğrusu bunu, veto etmemesi gerekiyordu.

Türkiye yoklandı… Türkiye; “Bunun gerçekleşmesi için önce Yunanistan’la aramızdaki Kıbrıs, FIR Hattı, Adaların silâhsızlandırılması ve Kıta Sahanlığı gibi meselelerin çözülmesi gerekir. Bu olursa veto etmeyiz, aksi takdirde veto hakkımızı kullanırız!” dedi… ABD iyice köşeye sıkışmıştı... Yunanistan’a da Türkiye’ye de söz geçiremiyordu. Yunanistan’a pek bir şey yapmayacağını biliyordu, doğrudan Türkiye’ye yöneldi. Türkiye’de hükümetler düşürdü, hükümetler kurdurdu, ama Türkiye’nin tavrı değişmedi.

TBMM Hükümetleri, ABD’nin istediği tavizi vermediler. Bu, ABD ile NATO’nun Kıbrıs Barış Harekâtı’na koyduğu tavırdan ötürü, devlet politikası haline gelmişti! Hiçbir Hükümet bunu, değiştiremezdi… CİA ve CİA kontrolündeki sol örgütler devreye sokuldu… Kan akmaya başladı… Her gün onlarca kişi öldürülüyor, ancak Türkiye gene de direniyordu. Bu kez CİA eliyle kitle halinde öldürmeler tezgâhlandı: Malatya’da, Maraş’ta, Erzincan’da, Sivas’ta ve Çorum’da yüzlerce insan öldürüldü. (Bu, komplo teorisi değildir. CİA, Maraş ve Çorum’da iki defa sobelendi! ABD Büyükelçiliği 1. Sekreteri kisvesi altında CİA ajanı Robert Aleksandır Peck suçüstü yakalandı!) Fakat Türkiye kararından vazgeçmedi!

Bu esnada, dünya iki önemli gelişmeye şahit oldu: 1 Şubat 1979’da İran’a dönen Ayetullah Humeyni, Şahı devirerek, İran İslâm Cumhuriyeti’ni kurdu… Ardından 27 Aralık 1979’da SSCB Afganistan’ı işgal etti! ABD, kelimenin tam anlamıyla şoke olmuştu. Bir taraftan NATO iyice zayıflamıştı, diğer taraftan ‘Yeşil Kuşak Politikası’ adlı komünizmi güneyden kuşatma cephesi tamamen çökmüştü!

ABD elini çabuk tutmalıydı, aksi halde SSCB tek süper güç haline gelecekti… Ancak kısa vadede ne İran’ı değiştirip, eskisi gibi müttefiki haline getirebilir, ne de Afganistan’ı SSCB işgalinden kurtarabilirdi… Hiç zaman yoktu… 18 Ekim 1981’de Yunanistan’da seçimler yapılacaktı. Ve çok büyük ihtimalle seçimi PASOK kazanacaktı. Gerisi malûm; Yunanistan Varşova Paktı’na katılacak!

Türkiye’de sivil iktidarları, Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi konusunda ikna etmek mümkün olmadığına göre ABD’nin tek bir çaresi kalıyordu: Askerî bir darbe yaptırmak! Askerleri veto kararından vazgeçmeye nasılsa ikna ederlerdi… Şartlar, CİA ve kontrolündeki sol örgütler tarafından olgunlaştırılmıştı… Ve 27 Mayıs’ta gelişmelere ayak uyduramıyorlar denilerek 275’i general 7000 subay, 12 Mart’ta sosyalist denilerek askerî öğrenciler dâhil 600 TSK mensubu, 1 Haziran 1977’de ise faşist denilerek en küçük rütbelisi albay olan 200 yerli, millî ve antiemperyalist emekli edilerek tasfiye edilmiş ve TSK, ABD yandaşı subaylara kalmıştı… Ve TSK’nin en üst kademesinde bulunan muhteris beş general, ‘üç günlük iktidar uğruna’ ABD’nin istediği ‘darbe’ye razı oldular. Ve 12 Eylül 1980 tarihinde, saat 04.00’da yönetime el koydular. Ve bir gün önce ölüm kusan silâhlar, o anda sustu! Çünkü ABD amacına ulaşmıştı!

Özet olarak Türkiye’deki 68 Kuşağı’nın yaptığı şudur: En az 2500 ülkücüyü şehit etmek ve iki askerî darbeye gerekçe hazırlamak! Gerisi hikâye bile değil, masal!

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,08 M - Bugn : 2863

ulkucudunya@ulkucudunya.com