« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

M. Metin KAPLAN

22 May

2007

BİZİM REKTÖR’E REKLÂM GEREK

22 Mayıs 2007

Bundan beş yıl önce çalıştığım, Bursa’da günlük yayınlanmakta olan yerel bir gazetenin santralından, perşembeyi cumaya bağlayan günün akşamında aranıyorum.
Az sonra gelen ses gazetenin yazıişleri müdürünün:
“Abü” diyor, “seni yarın gideceğimiz Rektör görüşmesine götürmeyeceğiz, haberin olsun!..”
Nedenini merak etmiyorum?
Biliyorum çünkü!
“Peki” diyorum, “size kolay gelsin.”
Zamanın yönetimi, gazetede ne kadar yazar çizer, büyüğünden küçüğüne ne kadar idareci varsa hepsini topluyor ve bu grubu her hafta kentimizde mühim addedilen insanlardan birine götürerek, topluca emrivaki söyleşi yaptırıyor.
Sonrasında yazılıp çizilenleri tahmin edersiniz sanırım?
Kikkirikki modunda yenilen öğle yemeği sohbetlerinden, kaymaklı Kemalpaşa tadında yazılar çıkıyor ortaya.
Uludağ Üniversitesi Rektörü Mustafa Yurtkuran’a sadece benim götürülmeyişiminse bir tek sebebi var o an bildiğim, o da geçen hafta Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’yle ilgili yazdığım eleştirel bir yazı!..
“Hadi” diyorum kendi kendime “Rektör, Üniversite bütçesinden daha doğrusu Uludağ Üniversitesi Güçlendirme Vakfı’ndan gazetelere paralar çıkartıyor, reklamlar veriyor, her hafta üniversite adına gazetelere ekler bastırıyor da…
Gazete yönetiminin bu gazeteciliğe asla uymayan tavrı da neyin nesi?!.”
Biz de birazcık, hiç sorulmayan soruları sorup, gazetecilik görevimizi yapsak ne olur sanki?!.
Bundan daha da önemlisi, acı gerçeği nice sonra öğreniyorum:
“Meğerse özellikle benim o toplantıya katılmamamı bizzat Rektörün kendisi istemiş!..”
Bunun tercümesi de şu oluyor:
“Uludağ Üniversitesi’nin Rektörü köşe yazarlığı yaptığım gazetenin yöneticisine benim gelmememle ilgili talimat vermiş…
Sayın yönetici de “Ne münasebet, siz böyle bir şeyi benden nasıl talep edersiniz” deyip, telefonu yüzüne kapatacağı yerde, derhal altındaki kişiyi arayıp “durumu bana tebliğ etmesi için” talimatını verivermiş!..
O vakit sadece bununla da kalmadık sevgili www.yenibursa.com okurları!..

Bir süre sonra telefondaki aynı ses “Abü” dedi, “biz sana on beş gün ücretli izin verdik. Durumunu dönünce değerlendireceğiz!..”
Gülmüştüm insanların acınası hallerine.
“Peki canım” diye yanıtlamıştım, on beş gün sonra görüşmek üzere.
Görüşüp vedalaştık arkadaşlarla ama tabii ortalıkta bulunması gerekenler gazetede o gün yoktu!..

Ne mi yazmıştık Rektör Mustafa Yurtkuran’ın o makama geldiği yer olan, Üniversite’de öğündüğü en önemli birim olan Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’yle ilgili?


Bir sabah saat altı buçukta telefonum çalmıştı.
Arayan bir arkadaşım; evde iki küçük çocuğu ve misafirliğe gelen babası var.
Baba kalp krizi geçiriyor!
Ne yapacağını bilemeyen kadıncağız o halde feryat figan benden yardım istiyor.
“Ambulans çağırdın mı” diyorum, “evet” yanıtını veriyor hıçkırarak.
-Tamam, sen ambulansla Tıp Fakültesi aciline önce varırsın. Hemen ben de şimdi fırlıyorum.

Arabaya atlayıp, deli gibi yola koyuluyorum.
Üniversite kapısının önüne konulmuş bariyerde gelen geçenden para toplayan görevliyi çabucak halledip, acil servise yöneliyorum.
Acil’in önünde bomboş duran park yerine yöneldiğimde önümü bir görevli kesiyor:
“Buraya araba park edemezsin!..”
-Neden? Acil hastam var! Üstelik daha önce park edilebiliyordu?
“Olmaz! Rektör burayı öğretim görevlilerine tahsis etti!..
Hay Allah!
Acil Servis’in önü…
Orasını ancak hasta ve hasta yakınları kullanmalı.
Aklım içerdeki arkadaşımda.
Yine de görevliyle tartışmıyorum:
-Peki nereye bırakayım arabamı?

Yüz elli metre ilerideki İdari Bilimler binalarının arka tarafını tarif ediyor.
Mümkünü yok!
Oraya git, yaya olarak koştura koştura geri gel; o arada arkadaşın içeride perişan olsun…
Acil’den ana yola çıkıyorum, Rektörlük binasının tam karşısındaki kaldırımda bir boşluk çarpıyor gözüme.
Ve kaldırımdaki mantarların arasına kimseyi engellemeyecek biçimde park edip, koşturuyorum Acil’e doğru…
Arkamdan Rektörlük binasının önünde duran resmi kıyafetli güvenlik görevlisi düdük çalıyor!..
Hem koşturuyor, hem de bağırarak ona durumu izah etmeye çalışıyorum:
“Acil hastam var, beş dakika sonra alacağım.”

İçeride gördüğüm manzaraysa şu:
Acil’de uzman doktor yok!..
Bir perdenin arkasına almışlar adamı…
Kızı yanında iki gözü iki çeşme ağlayıp duruyor…
Başında, kim bilir kaç saattir uykusuz vaziyette nöbet tutmaktan ötürü gözleri patlamış bir Tıp Fakültesi öğrencisi…
İnleyip duran hastaya sorular sorup, anket gibi bir şeyler doldurmakta:
-Hastanemize daha önce geldiniz mi?
“I-ııh!..”
-Nereniz ağrıyor?
“I-ıııh!..”
-Daha çok ağrı gibi mi, acı gibi mi
“I-ııh!..”
-Aşağıda mı yukarıda mı?

Dehşet içinde kalıyor ve arka taraftaki koridorlarda doktor aramaya koşturuyorum.
Bir-iki hatırlı kişiden telefonla istenen yardım…
Doktorlar geliyorlar…
Hasta yoğun bakıma alınıyor ve biz biraz rahatlıyoruz.

Aklıma arabam geliyor.
“Sen biraz otur, ben park edip geleyim” diyorum arkadaşıma.
Arabayı Acil servisin önündeki kaldırımdan alıp, yüzeli metre ötede hasta ve hasta yakınları için ayrılmış toprak park alanına götürüp bırakıyorum.
Biraz daha rahatlamış vaziyette geri dönerken omuzlarında tüfekleriyle iki de Jandarma eri geçiyor yolun karşısına.
Benim için geldiklerine ihtimal dahi vermiyorum.
Dalgın vaziyette yürürken biri ardımdan sesleniyor:
“Hişşşt, birader?”
-Buyrun?
“Komutan seni istiyor, bizimle geleceksin.”
Haydaaa!
“Ne komutanı yahu” diyorum, “bir yanlışınız olmasın, benim ne işim var komutanınızla?..”
“Geleceksin, işte o kadar” diyorlar, çaresiz ortalarına geçip, yine acil servise doğru ilerliyoruz.
Komutan’a Üniversite içinde, Acil Servis’in solundaki oda verilmiş.
İki askerin arasında sigara dumanından göz gözü görmeyen odaya hiçbir şey bilmeksizin giriyoruz.
Karşıdaki masada oturan çift pırpırlı bir Jandarma astsubayı bizi görünce yerinden öfkeyle kalkarak üzerime doğru fırlıyor:
“Niye park ettin lan kaldırıma?!.”
Belli ki o da sorunlu bir gece geçirmiş olmalı!..
Alttan almıyorum.
Alsam iş değişecek:
“Aracı çekeydiniz siz de o zaman!..”
Bu yanıt üzerine şöyle bir duraksıyor ve soruyor:
“Ne iş yapıyorsun sen?”
-Gazeteciyim.
Durum bu kez sakin bir şekilde dinlenip, özür de dilendikten sona Jandarma tarafından uğurlanıyorum.
Ama bende sinirler tamamen boşalmış halde.
Tek tesellim, hastamızın iyi olması.

Gazeteye dönüşte o günkü yazımda sabah yaşadıklarımı olduğu gibi anlatıyor ve bu tablonun en tepedeki sorumlusu Rektör Mustafa Yurtkuran’a soruyorum:

1-Bu nasıl hastane acil servisi ki, önündeki park yeri hasta yakınlarına değil de hocalara tahsis edilmiş?
2-Bu nasıl, üstelik Tıp Fakültesi acili ki, içeride uzman doktor yok?
3-Bu nasıl Üniversite ki, hasta yakınları bile Jandarma’yla muhatap ediliyor?

Öyle ya…
Yerel basın organlarında yazan bir gazeteci, üstelik bizzat kendisinin Üniversite’de şahit olduğu olumsuzlukları dile getirmeyecek de, “Sığır Kuyruğu” bitkisi için Rektör’e methiyeler mi düzecek?

Sığır Kuyruğu meselesi de komik, ayrı bir konu!..

Uludağ Üniversitesi Rektörü Mustafa Yurtkuran’ın adı, bizim oralarda “Sığır Kuyruğu” olarak bilinen ve sadece yol kenarlarında üreyen bir bitkiye verildi biliyor musunuz?

Evet?

Gazetelerde konuya ilişkin çıkan haber aynen şöyle:

“Halk arasında `sığırkuyruğu` olarak bilinen ve literatürdeki adı `verbascum` olan çiçeğin Bursa`da Katırlı Dağları`nda yeni bir türü bulundu. Çiçeğe, Uludağ Üniversitesi (UÜ) Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran`ın arazi çalışmalarına yaptığı katkı nedeniyle `Verbascum Yurtkuranianum` adı verildi.
UÜ Fen -Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü Başkanı Prof . Dr. Gönül Kaynak, sığırkuyruğu olarak bilinen verbascum cinsinin, Asya ve Avrupa `da yaklaşık 340 türünün bulunduğunu söyledi. Kaynak, verbascum türlerinde çiçeklerin renginin sarı olduğunu, bulunan yeni türünse mor renkli olduğu belirtti. Kaynak, Türkiye için endemik, dünya için yeni olan bu türün, Katırlı Dağı `nda sadece bir yerde ve yol kenarında yetiştiğini belirterek, bu durumun türün gelecekteki yaşamı için tehlike oluşturduğunu kaydetti.”

www.netsozluk.net
adresindeki İnternet sözlüğünde Mustafa Yurtkuran ve tam 340 türü bulunup da mor renklisine rastlanınca “Yurtkuranianum” adı verilen sığır Kuyruğu bitkisiyle ilgili bakın neler yazılmış:

“Uludağ Üniversitesi Rektörüdür. Atmış sekiz kuşağından olmakla övünmesi tamamen bir tuzaktır. Öğrencilerine memleketin en pahalı yemek hizmetini sunmaktan da gurur duyar. kendisine yaranmak isteyen öğretim görevlileri yeni buldukları bir çiçeğe soyadını verince ismi dünya botanik literatürüne geçmiştir.”
(bknz: verbascum yurtkuranianum)”

İyi bakın…
Uludağ Üniversitesi Rektör’ü Mustafa Yurtkuran’la ilgili olarak tam beş yıldır yerel gazetelerde doğru dürüst bir tek eleştiri yazısı göremezsiniz!

Mesela şu yukarıdaki komik tabloyla ilgili olarak hiçbir gazeteci çıkıp da Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölüm Başkanı Gönül Kaynak’a, “Gönül Hanım, Rektör Bey sizin bu araştırmanız için gereken parayı cebinden mi vermiştir de, siz Sığır Kuyruğu’na Mustafa Bey’in soyadını veriyorsunuz” diye sormaz, soramaz?

Bursa basınına göre Rektör Mustafa Yurtkuran bir numaradır…

Uludağ Üniversitesi’ndeki çok değerli bilim adamları kaçıp gitmiş, kimse nedenlerini araştırıp yazmaz…

Üniversite kentten yıllardır kopuktur; adı ulusal basında sadece “Yurtkuranianum” gibi komik olaylarla gündeme gelir; Bursa’nın göğsünü kabartacak doğru dürüst bilimsel hiçbir ürünü yoktur ama en ufak bir seminer, bu seminerlerde alınan plaketler bile yerel basında “Üniversite Ödül Aldı” diye duyurulur kamuoyuna her nedense…

Memleketteki en Atatürkçü, en milliyetçi bizim Rektör’dür!...
Miting miting gezerken görürsünüz kendisini…
Çok sever reklamını yapmayı, yaptırmayı bizim Rektör…
Ermeni meselesi mi gündemde?
Rektör çıkar, açıklama üstüne açıklama yapar…
Yine hiç kimse de sormaz, bu Üniversite’de bu konularla ilgili Rektör’den gayrı açıklama yapacak, beyanat verecek başka bir hoca yok mu diye?

Kanser araştırmalarında kullanılsın diye Üniversite’ye bağışlanan Çelik Palas Oteli’nin yanındaki Biçen Villası yıllardır öylece durur, kimsenin kılı kıpırdamaz…

Bursalılar, hastalar yararlansın diye Üniversite’ye verilen Kükürtlü Kaplıcaları ve sosyal tesislerin kapısı uzun yıllardır Bursalılara kapatılmış durumdadır, kimse nedenini sorup bilmez?
Uludağ Üniversitesi Güçlendirme Vakfı’nın harcamaları ve çalışmalarıyla ilgili hemen hiç kimsenin doğru dürüst bilgisi yoktur?

Ha! Bu arada siyasetçilerle de arası iyidir bizim Rektör’ün.
Sık sık Ankara’ya gider.
Bu ziyaretler sırasında örneğin, ANAP gibi siyasi parti genel merkezlerine uğrar ve yine hiç kimse sormaz oralara ne yapmaya gittiniz diye?

Mesela önümüzdeki genel seçim öncesi Deniz Baykal’la yaptığı görüşmede, Bursa listesinin birinci sırasını istediği, Baykal’ın da nazikçe “Kararı örgüt verir” diyerek, Yurtkuran’ı reddettiği bilgisi yayılır siyasi kulislere ama yine bizim yerel basın oralı bile değildir.

Şimdi gelelim, reklamı çok seven Uludağ Ünivesitesi Rektörü Mustafa Yurtkuran’ın geçen hafta bölüm başkanları ve hocalarla yaptığı toplantıya:

Toplantıda akademik bildiriler konusunda bir sürü masal anlatan Yurtkuran, Uludağ Üniversitesi’ni ilk beşin arasına katmayı hedefliyormuş!
Tabii, bunu kimle yapacak, hangi hocalarla yapacak kendisi de bilmiyor ama…
Bundan sonra bütün hocalara bildiri yayınlamaları talimatı vermiş!
Kimse kalkıp da sesini çıkarmamış.
Rektör’ü öylece dinlemişler.
Ama bir şey daha istemiş Uludağ Üniversitesi Rektörü Mustafa Yurtkuran, hocalardan…
İki ay içinde bir kalp bir de karaciğer nakli istemiş!..
Rektörün niyeti yine reklam yapmak!
Şimdi, az sonra Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde daha geçenlerde yaşanan üzücü, çok çok üzücü bir olay daha anlatacağım sizlere ama…
Önce buradan sormak istiyorum:
Fiziki koşullarından ve sistemsizlikten ötürü en basit cerrahi işlemlerin bile yapılamadığı, tedavi olmak için hastaneye giden insanların ancak morg kapısından çıkabildiği Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde bu kalp nakli nasıl yapılacak acaba?
Üniversite hastanesinde hem hocalar, hem de hastalar için yaşam çoktan bitti ama…
Sırf reklam olsun diye, hastaların kaybedilme riskinin çok yüksek olduğu biline biline bu nakiller yapılacak mı, bekleyip göreceğiz?

Şimdi size anlatacağım olayı ibretle okuyun.
Sonuna kadar okuyun ki, hepimizin başına gelebilecek böyle bir sağlık skandalında neler yapıp, neler yapmamanız gerektiğini iyice öğrenin.
Size kısa kısa bazı bölümlerini anlatacağım olayların hepsi gerçektir ve yaşananlar hem belgeli, hem de şahitlidir.

Kentimizde tanınan işadamı ve siyasetçilerden Makine Mühendisi, Doğru Yol Partisi Bursa İl eski Başkanı İlker Özaslan’ın annesi Zülfiye Özaslan bir şüphe sonucu Zübeyde Hanım Hastanesi’ne gidiyor.

Yapılan ilk tetkik üzerine Smear testi yapılacağı ancak bunun sonucunun 15 gün sonrasında alınabileceği söyleniyor.

Zülfiye Hanım’a 15 gün sonra verilen raporda “Her hangi bir tanı konulamamıştır” yazmaktadır.

Ancak sorunları devam edince, Zübeyde Hanım Hastanesi Başhekim Yardımcısı Bülent Kayhan aranıp yardım istenir.

Bülent Kayhan sonucu bir günde çıkartır.

Sonuç kötüdür ve ameliyat gerekmektedir.

Anne bu! Sorulup soruşturulur Bursa’da işin ehli kimdir diye?

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden, Tufan Bilgin’den randevu alınır ve muayene ettirilir.

Hoca ameliyat için bir ay sonrasına gün verir.

“Aman hocam” denir, “biz zaten hatalı test sonucu 20 gün zaman kaybettik, bir sonrası daha da geç olabilir. Ne olursunuz bu işi hemen yapalım?”

“Bakın” der Tufan Bilgin, “Ben bu işte Türkiye’de ilk on kişiden biriyim. Bursa’da da benim üzerime kimse yoktur. Ben her hafta sadece pazartesi günleri ameliyat yaparım. O gün de iki ameliyat yaparım…”

İlker Bey ve yakınları, “Aman hocam” diye karşılarlar bu söylenenleri, “ne gerekiyorsa yapalım”?

“Bakın” der ısrarla Tufan Bilgin, “önümüzdeki hafta Antalya’ya sempozyuma gidiyorum, öbür haftam da dolu. Çok acele ediyorsanız eğer, önümüzdeki hafta Vatan Hastanesi’nde yapıverelim?!.”

Fakülte bilim irfan yuvası ya, orası özel bir yer ya?!.

Talep edilecek tüm masrafları karşılayıp, ameliyatın Fakülte Hastanesi’nde yapılması için ısar eder İlker Özaslan.

Bunun üzerine Hoca kestirip atar!

Çaresiz kalınıp durum, Tabip Odası eski Başkanı Murat Ünal’a aktarılır.

Onun ricasıyla Fakülte’den Gürkan Uncu’ya gidilip, durumun aciliyeti anlatılır.

Gürkan Hoca hemen asistanlarını çağırarak, iki hafta sonrası için ameliyat listesine ekletir Zülfiye Hanımın ismini.

Ameliyat günü hasta tüm işlemler tamamlanarak hazırlanır.

Sedyeye yatırılıp, narkoz için ameliyat odasına götürülür.

Tufan Bilgin hastayı hemen tanır:

“Kim aldı bu hastayı ameliyata?..”

“Gürkan Uncu Hoca” derler.

-Çağırın ameliyatı kendisi yapsın!!!

Psikolojisi zaten bozuk olan kadıncağız ağlamaya başlar.

Ama hasta apar topar dışarı çıkarılmıştır bile!

Ameliyathane dışında hasta yakınları karşılar Tufan Bilgin’i.

Yanıtı şöyle olur:

“Ben size bu ameliyatı bir ay sonra yapacağımı söylemiştim. Kimse bana iradem dışında bir şey yaptıramaz. Benim söylediğim gün haricinde ameliyat olmaz. Ben Türkiye’deki on kişiden biriyim. Daha iyisini bulun yaptırın!.. Ben bu gün buraya balık yemeye geldim, siz önüme zorla et koydunuz!.. Yemem!..”

Ve dediği gibi de ameliyatı iki hafta sonra yapar Tufan Bilgin.

Tüm bunlar, bundan tam 3 sene evvel, 2004’ün Nisan ayında yaşanır sevgili okurlar.

Üç ayda bir kontrole gidilir.

Sonuçlar hep temiz çıkar.

Derken bir yıl sonrasında yani, bundan iki yıl önce ameliyat için açılan dren yerinde bir sertlik hissedilir.

Gidilir, “normaldir” yanıtı alınır.

Bir ay sonra da sertlik büyümeye başlar.

………………………………………….

“Beş Ağustos günü periyodu dolmadan Fakülte’ye kontrole götürdük” diye anlatıyor İlker Özarslan, geçen hafta yaptığımız sohbette.

Gelin bundan sonrasını da onun ağzından dinleyelim:

“Biyopsi yapıldı. Hastalığın cilde metastaz yaptığı söylendi. Annem, Tufan Bilgin tarafından Kadın Doğum Kliniği’ne yatırıldı. Bize kemoterapi protokolu imzalattılar. Ancak, kemoterapinin yapılacağı gün durup dururken radyoterapiye sevkedildik. Aşağıya indiğimizde Radyoloji Bölüm Başkanı Lütfü Özkan, “bu hastanın bizimle ne işi var” diyerek tepki gösterdi. Kendisine “Hocam, biz Tufan Hoca’yla görüşemiyoruz, siz konuşur musunuz” dedik? Lütfü Hoca ertesi gün “Tamam, konuştuk” diyerek, radyoterapiyi başlattı. Annem on beş gün radyoterapi aldı. Süre sonunda kontrol için MR istendi. Fakülte’de dört ay sonrasına gün verdikleri için de hastamızı Devlet Hastanesi’ne getirip, üç günde sonuç aldık. Lütfü Hoca, “Bizden bu kadar, daha fazla yaparsak hasanın bağırsaklarını deleriz” deyince, Tufan Bilgin’e durumu sormaya gittik ancak, Tufan Hoca’yı bulamadık; kendisi Acıbadem’e geçmiş.”

Fakülte’de geriye, gidecek bir tek Doçent Hakan Ozan kalır sevgili Yenibursa okurları.

Yine İlker Özaslan’ın anlattığına göre Hakan Ozan’sa annesine yanında şunları söylüyor:

“Teyze, sana çok yanlış tedavi uygulanmış. Bu durumda cilt metastazında yapılacak şey kemoterapi ve cerrahi müdahale olmalıydı. Bu kadar uzun süreli bir radyoterapiyle senin bütün karın içini yakmışlar. Bütün organların zarar görmüş ve kitle çok büyüyüp yayılmış. Ben bu noktadan sonra cerrahi müdahaleyi de artık yapamam. Hasta enfeksiyon kapar ve kaybedebiliriz!..

Bunun üzerine Zülfiye Özaslan Onkoloji Bölümü’ne sevkediliyor.

Ana Bilim Dalı Başkanı Osman Manavoğlu’na muayene ettirilip, ardından kemoterapi tedavisine girişiliyor.

Ve hasta iyileşmeye başlıyor!

Rahim kanseri çok önemli ölçüde gerileme gösteriyor ve hasta tamamen sağlığına kavuşuyor.

Tam iki yıl öncesinden, geçen Ocak ayının 16’sına kadar hastanın hiç bir sorunu yoktur…

Kanser gerilemiştir…

Yüz kiloluk Zülfiye Hanım kanserden kurtulmuş, gayet sağlıklı bir yaşam sürmektedir.

Ta ki, 16 Ocak’ta basit bir enfeksiyon sonucu “yüksek ateş” nedeniyle Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne tekrar götürülünceye kadar!..

Sonraki gelişmeleri yine İlker Özaslan’ın ağzından dinliyoruz:

16 Ocak 2007:
Annem "Zülfiye Özaslan" yüksek ateş nedeniyle Uludağ Üniversitesi Tıp
Fakültesi Acil servisten onkoloji kliniğine yatırıldı.
30 Mart 2007:
Hasta veya yakınlarının onayı
alınmadan ve haber verilmeden iğne biyopsisi yapıldı.
2 Nisan 2007:
Hasta taburcu edildi.
5 Nisan 2007:
Hasta biyopsi yerindeki şiddetli ağrı
nedeniyle onkoloji polikliniğine kontrole
götürüldü. Anormal bir şey olmadığı söylendi. Bu arada
biyopsi sonucu temiz çıktı.
8 Nisan 2007:
Hasta yüksek ateş ve ağrı nedeniyle
Acil servise tekrar götürüldü. Onkoloji
kliniğine tekrar yatırıldı.
10 Nisan 2007:
Hastanın takılı sondasından 2 gündür
idrar gelmediği nöbetçi asistan doktora defalarca
söylendi. Hastanın sondası değiştirilmedi. Hastanın
böbreklerine idrar gelmesi için katedral takılacağı, gerekli malzemenin
temin edilmesi istendi. Hasta böbreklerimi deldirmem
dedi, itiraz etti. Hastaya karşı uzman doktor ve servisteki diğer
personel tarafından soğuk davranılmaya başlandı!..
11 Nisan 2007:
Hastanın biyopsi deliğinden dışkı ve
idrar gelmeye başladı. Üroloji bölümünden rica ederek hastayı kontrole
götürdüğümüz doktor, “iki gün boyunca sadece sondanın tıkandığını, hastanın
böbreklerine katedral takılmasının gerekmediğini, hastanın iki böbreğinin de boşu boşuna delinmiş olacağını söyledi. Sonda değiştirildi, biyopsi deliğinden gelen
idrar kesildi, dışkı azaldı.
19 Nisan 2007:
Hastaya 8 Nisan 2007’den beri kan
sulandırıcı iğne yapılmadığından, sol bacakta kan
pıhtılaşması nedeniyle ayakta şişme, morarma ve
dayanılmaz ağrı oluştu. Hemen kan sulandırıcı verilmeye
başlandı.
Servisteki asistan doktorlara bize sorulmadan, onayımız alınmadan, hiç gerek yokken yapılan iğne biyopsisi sırasında hastanın bağırsak ve mesanesinin delinmiş olabileceği
ihtimali soruldu?!. Olamaz denildi.
21 Nisan 2007:
Hastanın biyopsi yerinden şiddetli
kanama başladı. İki ünite kan kaybı oldu. Kum torbası ile
yapılan pres ile kanama durduruldu. Servisteki asistan
doktora sebebi soruldu? Kan sulandırıcının fazla gelmiş
olabileceği yanıtı alındı. Çaresi soruldu? “Yirmi dört saat hasta
kıpırdamamalı, kendiliğinden geçer” yanıtı alındı. Hastaya iki ünite daha
kan verildi, hasta normale döndü.
22-23 Nisan 2007:
Hiçbir müdahalede bulunulmadı.
(hastanın durumu gayet iyi.)
24 Nisan 2007:
Çekilen bağırsak tomografilerinin sonuçları geldi. Temiz
çıktı.(Bağırsakta tutulum yok, başka yere metastaz yok)
25 Nisan 2007:
Saat 11:15…
Hastanın biyopsi deliğinden tekrar şiddetli kanama başladı. Kum torbasıyla pres yapıldı, dış kanama durduruldu.
Saat 13:00…
Hastaya kan verilmeye
başlandı, kanın neden geciktiği soruldu: Ancak hazır
oldu dendi. (Oysa kan merkezinde 4 ünite kan hazırdı.)
Saat 15:00…
Hastanın tansiyonu 6-3’e düştü. Hemşire, asistan doktoru çağırdı. Hastanın solunum
güçlüğü başladı. Oksijen verilmeye başlandı.Hastanın
ameliyata alınabileceği, 4-5 ünite kan bulunması istendi.Bir saat sonra 6 donör kan merkezine kan vermeye başladı.
Saat 16:30…
Anjiyo yapılması gerektiği ve gerekli malzemenin temini istendi.
Saat 17:00…
Gerekli malzemeyi temin ettik.
Saat 17:30…
Hastaya girişimsel radyolojide anjiyo yapıldı. Kasıktaki toplar damarın
içten ve dıştan yırtıldığı belirlendi. Ancak hastanede
stend bulunmadığından kanamaya müdahale
edilemedi. Anjiyo yapacak doktor hastayı Onkoloji kliniğine geri
gönderdi ve paydos edip evine gitti!..
Giderken bize bir medikal firmasının kartını verdi. “Stendi bulursanız gelir takar ve
hastayı kurtarabilirim” dedi.

Onkoloji servisine geri getirilen hastanın
tansiyonu 5-2 ye düştü, hasta bilincini kaybetti.
Stendi temin edecek medikalci sürekli arandı.

Saat 19:00…
Stenin bulunduğu, Dr Cüneyt Bey’le hastaneye doğru yola çıkıldığı
öğrenildi.
Saat 19:15…
Hastam 8 saat süren iç kanamaya karşı bir türlü yapılmayan müdahale nedeniyle kan
kaybından vefat etti.
Onkoloji servis asistan doktoru başsağlığı diledi. Ellerinden geleni yaptıklarını söyledi.
Saat 19:30…
Stendi getiren medikalci ve anjiyo yapacak doktorun hastaneye geldiklerini bildirdi.
Kendilerine hastanın kaybedildiği geç kalındığı söylendi."

Acılı evlat İlker Özaslan soruyor:

“Mesai gününde 8 saat süren bir kanamayla yatan
bir hastaya müdahale edilmesi için bu bölümün
profesörleri, doçentleri, uzman hekimleri neredeydiler?!.
Herhalde poliklinikteki ofislerinde sütlü kahve
içiyorlardı!..
Asistan ve intörnler ise yukarıda hastaların
ölüme gitmesini acz içerisinde seyrediyorlardı.

Geçen yıl kalite sistem belgesi alan ve
bugünlerde uluslararasında akredite olmak üzere çalışmalar yürüten
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin içinde bulunduğu durum
maalesef bu.

65 yaşında, 3 yıldır kanserle mücadele eden,
kansere yenilmeyen, hayata bağlı, canlı, dipdiri bir can, annem, gözlerimizin önünde
kan kaybından böylece kayıp gitti.

Başkalarının canının da yanmasını istemiyorum!..”


Biz şimdi kime soralım?

Hastanenin başhekimine mi soralım?
Dekan’a mı soralım?
Yoksa “Üniversite’nin patronu benim” diyerek, her konuda kamu oyuna açıklama yapmayı kendine iş edinmiş Rektör Mustafa Yurtkuran’a mı soralım?

Ya da Katırlı Dağlarına çıkıp derdimizi “Sığır Kuyruğu otuna” mı anlatalım?

Rektör bu hastanede hocalardan kalp ve karaciğer nakli istedi mi gerçekten?

Yukarıda anlatılanlar karşısında kaç kişi hakkında soruşturma açacak?

Yukarıdaki tablo karşısında İlker Özaslan ve ailesinden özür dileyecek mi?

Elimizde daha başka bilgileri bulunan Fakülte Hastanesi’nin kendi döneminde yıllardır içler acısı halde bulunan durumunu da kamu oyuyla paylaşacak mı Rektör?

En önemlisi…

Tüm bunları yaptıktan sonra istifa edecek mi istifa?

Seçim için, seçimlerde mebus adayı olmak için değil ama!..

Demokrat, çağdaş, Atatürkçü bir aydın ve yöneticinin yapması gerektiği gibi…

“Ben beceremedim arkadaş! Tüm bunlar ve niceleri benim sorumluluğumdadır; başaramadım” diyerek istifa edecek mi???

NOT: Bu yazı sayın Mehmet Ali YILMAZ tarafından yazıldı, Yeni Bursa da yayınlandı, önemine binaen olduğu gibi köşeme taşıdım.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,34 M - Bugn : 69092

ulkucudunya@ulkucudunya.com