« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

11 Tem

2011

RECEP GENÇ İLE SÖYLEŞİ

Ramazan GÖÇMEN 01 Ocak 1970

Hüseyin Kurumahmutoğlu 15 Temmuz 1987 yılında Mamak Askeri Cezaevinde şehid edildi. Şehadet yıldönümü münasebetiyle Şehidimizin yakın arkadaşlarıyla bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleyişiyi siz değerli okurlarımızın istifadesine sunuyoruz.
Şehid Hüseyin’i ilk defa ne zaman ve nasıl tanıdığınızı anlatır mısınız?

Ben rahmetli Hüseyin’i ilk defa 1981 yılında Mamak Askeri Cezaevinde tanıdım. Ben B Bloktan A Blak’a sürgün edildiğimde Hüseyin Kurumahmutoğlu A Blok zemin 1, 2, 3. koğuşların başkanlığını yapıyordu. Hüseyin, Bafra Ülkücü Kuruluşlar davasında, ben ise MHP Ana Dava’da yargılanıyordum. Koğuşa girdiğimde ilk beni karşılayan Hüseyin oldu. Daha sonraki süreçte Hüseyin’le samimiyetimiz ve dostluğumuz arttı.

Rahmetli Hüseyin yaklaşık 1.80 boyunda ve 125 kiloydu. Mamak’ta tam üç ay bilfiil işkence gördü. İşkenceden çıktıktan sonra tartıldığında 80 kilo gelmişti. Bazı kelimeleri Karadeniz şivesi ile telaffuz ederdi. Hüseyin çok esmerdi. Bundan dolayı Karadenizlilere pek benzemezdi. Takvalı ve ihlaslı bir insandı. Ayrıca çok güzel Kur’an okurdu. Kur’an okumayı cezaevinde öğrenmişti. Yine bu süre içerisinde Seyyid Kutub’un “Fi Zilali’l- Kur’an”, İbn-i Kesir’in “Hadislerle Kur’an Tefsiri”, Mehmet Vehbi Efendi’nin “Hülasetü’l- Beyan Fi Tefsirü’l- Kur’an” “Tıbyan Tefsiri” gibi eserlerin tamamını okumuştu. Hüsnü Aktaş’ın fıkıh kitaplarını severek okurdu. Akademik bir çalışma olması sebebiyle de Ahmet Özel’in (bazı bölümlerine eleştiri getirmesine rağmen) “İslam’da Ülke Kavramı” isimli kitabını takdir ediyordu.

Çağdaş siyerlerden Mevdudi’nin siyerini beğeniyordu. Yine Hamidullah’ın siyerinden çok hoşlanıyordu. Fakat bu siyerin bazı bölümlerini de eleştiriyordu. Usul ile ilgili kitaplardan o güne kadar bizim haberimiz olan bütün hadis, tefsir ve fıkıh eserlerini beraber okumuştuk. Tevhidi açık ve berrak bir şekilde açıkladığı için, Mevdudi’nin “Kuran’da Dört Terim” ve Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” isimli kitaplarını defalarca okumuştu. Sonra da bu iki kitabı cezaevinin kütüphane kurmak için başlattığı kitap kampanyasına, diğer tutukluların da faydalanması için bağışlamıştı. Yusuf Kerimoğlu’nun “Fıkhi Meseleler” ve Ahmet Özel’in “İslam’da Ülke Kavramı” isimli kitaplarını da kütüphaneye hediye etmiştik. Mustafa Fidan adlı arkadaşımız o dönemde Ahmet Özel’in “İslam’da Ülke Kavramı” adlı eserinden faydalanarak mahkemede okumak üzere bir savunma hazırlamıştı. Savcı, mütalaasında beraat isterken Mustafa Fidan’ın bu savunmasını dinledikten sonra idam talep edince bu olay, Hüseyin’i ve bizleri kahkahaya boğmuştu.

O dönemde İslam’a yöneliş süreci nasıl başladı?

1980 sonrası Mamak Askeri Cezaevi A Blok zemin 1, 2, 3’e geldiğimde samimi olduğum iki arkadaşla beraber dünyadaki İslami Ekollere sempati duymaya ve değerlendirme yapmaya başlamıştık. Kendileriyle dostluk kurduğum bu iki arkadaşım İslami meseleler tartışılmaya açıldığında beni eleştiriyorlar ve namaz kılmam gerektiğini belirtiyorlardı. Benimse bir türlü ayaklarım kıbleye varmıyordu.

Ülkücüler arasında seksen öncesi ve sonrası tasavvuf ve tarikatlara karşı bir sempati söz konusuydu. Kullanılan terminolojiler arasında “Alperenlik, Horasan erenleri, gazi dervişler, gönül erleri” vs.. yer alıyordu.

1980 sonrası, ülkücüler arasında bir tarikata intisab etme duygusu çok yoğun bir şekilde yaşanmaktaydı. Uçan, kaçan evliya menkıbeleriyle “İslam” yorumlanmaya çalışılıyordu. Ben ise daha çok akılcı eğilimlere sahip olduğum için bu söylemlere şiddetle karşı çıkıyordum. Arkadaşlarla hararetli tartışmalarımız oluyordu. “gaybden haber verme,” “keramet” ve “rabıta” gibi konuları ben İslam’la bir türlü bağdaştıramıyordum.

Zemin 1, 2, 3’te de bu tartışmalar hararetle yaşanmaktaydı. 1981 yılında Hizbu-t-Tahrir örgütü mensupları yakalanmıştı. Bunlardan ikisi hariç tümü Ürdün ve Filistin kökenliydi. Gazetelerde bunlarla ilgili haberler yayınlandığında diğer iki arkadaşla beraber, bu insanların bizim koğuşumuza gelmesini çok arzuluyorduk. Neticede dilediğimiz oldu. Bu kişilerden altısı bizim koğuşumuza geldi. Bu insanların aynı koğuşta yattığımız komünistlerin yanına değil de bizim yanımıza gelmesi ülkücüler arasında sempatiye yol açtı. Bu arkadaşlar, ülkelerini ve ölçülerini açık ve net olarak ortaya koydular.

Bu kişilerin çoğu Filistin ve Ürdün kökenli olduklarına göre bunlarla nasıl anlaştınız, Türkçe biliyorlar mıydı?

Tamamı bilmiyordu. Fakat bir kaçı Türkçe konuşabiliyordu. Hizbut-Tahrirciler kimliklerini net bir şekilde ortaya koyduktan sonra, “bizi bu halimizle kabul ederseniz sizinle beraber hareket ederiz”. diyerek kolektif kasaya paralarını teslim ettiler. Tarikat ve tasavvuf konusunda yaptığımız tartışmalarda bu arkadaşlar da, ben ve diğer iki arkadaşım gibi düşünüyorlardı. Eleştirilmeyecek mutlak doğru ve hakikatlerin “Allah’ın kitabı, Resulü’nün sünneti” olduğunu belirtiyorlar ve bu söylemlerini İslami bir alt yapıyla sunuyorlardı. “Vatan” ve “devlet” kavramına, İslami bir perspektifle bakıyorlar, Darü’l-Harb ve Darü’l-İslam kavramını da göstererek izah ediyorlardı. Bu insanların söylemleri bizde şok etkisi yarattı. Hareketin en temel doğrularından olan “devlet” ve “vatan” kavramı, İslam’la taban tabana zıttı. Bundan dolayıdır ki biz, “lider- doktrin- teşkilat eleştirilmez; liderin en yanlışı bizim en doğrumuzdan daha doğrudur; Türk- İslam sentezi” gibi düsturları artık kendi içimizde sorgulamaya başlamıştık. Bütün bunlardan sonra ben ülkücü hareketin, artık İslami bir dayanağının olmadığını ve bizim bu hareket içerisinde yerimizin olmadığını da anlamıştık. Cezaevinde kitap okuma serbest bırakılmıştı. Hizbu’t-Tahrir örgütü mensupları tahliye olmadan önce bizlere Hüsnü Aktaş’ın “Medeni Vahşet” ve “ Fıkhi Meseleler” isimli kitaplarını tavsiye ettiler. Biz de ailelerimizden bu kitapları istedik. Diğer arkadaşlarımızın aksine ben hala namaz kılmıyordum.

İdamla yargılandığım ve ihtilalden önce tutuklandığım için sürekli idam edileceğim kaygısı içerisindeydim. Allah’ın huzurunda ne şekilde hesap verecektim. İç hesaplaşmam sürekli devam ederken sonraları bir rüya gördüm. Namaza başlamamda, gördüğüm bu rüyanın etkisi oldukça fazladır. Rüyamda Bilal’i görmüştüm. Ezan okuyordu. Ben, idam sehpasına yürüyerek beyaz bir elbise giymiş bir halde basamakları çıkarken Bilal’in ezan sesine iştirak ediyordum. O, şafak vakti nur yüzüyle bana dönerek: “Güneş doğudan doğuyor, sen ise güney doğuya yönelmişsin, yönünü güneşe dön.” dedi. Ben, dehşetle kalktım ve sabaha kadar rahat uyuyamadım. Sabah olduğunda ise Hizbu’t-Tahrir’den yargılanan Filistinli Basım Herş’e rüyamı anlattım. O da bu rüyamın “Rahmani” bir rüya olduğunu söyleyerek rüyamı: “Güneş İslam’dır. O senin İslam’a dönmeni istiyor. İdam sehpasına çıkman ve ezan okuman Allah’dan başka hiçbir otorite kabul etmemen manasına gelir.” şeklinde tefsir etti. Ve ilave etti: “Haa, sahi, sen namaz da kılmıyordun değil mi? Hem insanları Allah’ın büyüklüğüne çağıracaksın hem de namaz kılmayacaksın” diyerek bana latife yaptı. Hizbu’t-Tahrirciler tahliye olduktan sonra diğer arkadaşlarla birlikte okuduğumuz kitapların dipnotlarından faydalanarak yeni kitapları temin etmeye çalıştık. Bizlerin de artık yavaş yavaş İslami bir birikimi olmaya başlamıştı.

Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun şahadetini anlatır mısınız?

Biz, idareye karşı komünistlerle beraber adı konulmamış pasif bir direnişte ittifak halindeydik. Bu da idarenin dikkatini çekiyordu. Cezaevi idaresine, inançlarımıza yönelik sindirme politikalarına uymayacağımızı, bundan dolayı da baskı ve işkencelere son verilmesi gerektiğini içeren dilekçeler veriyorduk. Askeri tutuklu olmamız münasebetiyle toplu dilekçeler kabul edilmiyordu. Bizlerde ayrı ayrı fakat aynı konular üzerinde rahatsızlıklarımızı belirtiyorduk. Sarık yüzünden birçok defa askeri cezaevi yöneticisi olan subaylarla tartışıyorduk. Sonunda da kafesi boyluyor, temiz bir dayak faslı ve 15 gün zindanda kaldıktan sonra tekrar koğuşlara veriliyorduk. Zindan 1x1 ebatında içinde tuvaleti ve ışığı olmayan lazımlıkla tuvalet ihtiyacının karşılandığı tabutluk gibi bir yerdi. Günde üç defa yapılan sayım sırasında da dayak faslı periyodik olarak devam ediyordu. Süresini hatırlayamadığım bir zaman sonra beni Hüseyin’in bölümünden aldılar ve tecrit ön bölümüne yani Mehmet Sümbül’ün kaldığı bölüme verdiler. Bundan sonra Hüseyin tek kaldı.

1986’lara gelindiğinde dayağın şiddeti biraz azalmıştı ama diğer baskılar devam ediyordu. Sağ ve sol tutuklular beraber kalmaya mecburdular. A Blokta ülkücüler bir komünistin yüzünü jiletlerle parçalamışlardı. Tutuklu sol görüşlülerin aileleri, evlatlarının can güvenliği olmadığı gerekçesiyle dışarıda gösteri yapıyorlardı. İçerideki sol görüşlü tutuklular da bu eyleme pasif destek veriyorlardı. Bu en son kavgada, bir komünistin yüzünün jiletle parçalanması koğuşların ayrılmasına sebep oldu. Ben, Mehmet Sümbül ve bir arkadaş, ülkücülerle beraber başka bir koğuşa verildik. O koğuştan bir arkadaşsa bizim koğuşa verildi. Cezaevi idaresi ile bizler arasında (buna ülkücüler de dahildi) cemaatle namaz kılma, tesbih ve ezan konularında sürekli olarak problemler yaşanıyordu. Hüseyin sarık meselesi yüzünden defalarca kafese atılmış ve dayaktan geçirilmişti. Hüseyin en son sarık yüzünden askerlerle ve subaylarla tartışmıştı. Sarık tartışmasının akabinde yine kafese konulmuş ve dayak faslı başlamıştı. Bu olaydan sonra Hüseyin boyun ve ense ağrıları sebebiyle hastaneye kaldırıldı...

Hüseyin sürekli sarık mı takardı?

Sürekli takmazdı. Sadece namazda takardı. Sarık bezini yatağının çarşafından yapmıştı. Zaten Namaz kılarken hepimiz sarık takardık.

O zaman niçin sadece Hüseyin hedef seçildi?

Hüseyin asiydi. Yani zulme karşı isyancıydı. Askerler ona: “sarığını çıkar” dediklerinde o buna karşı gelmişti. Aslında sarık Hüseyin’in şehid edilmesi için bir bahane oldu. Çünkü bunun dışında birtakım sebepler daha vardı. Mesela, biz bir karar almıştık ve zulme boyun eğmeyecektik. Zaten İstiklal Marşını ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni de doğru düzgün okumuyorduk. Sözlerini değiştirerek okuyorduk. Askere karşı geliyorduk vs.. İşte bu gibi sebepler Hüseyin’in şehit edilmesinde daha etkili oldu diyebilirim.

Hüseyin sarığını çıkarmayınca askerler onu alıp kafese götürdüler. Ve orada hep birlikte üzerine çullandılar. Kafasını kalorifer demirine çarptı ve o günden sonra bir daha iyileşmedi. Sonra hastanede şehit oldu. Aslında şunu da söylemek gerek; Şehit Hüseyin tecritteyken (hücre) bana sürekli “boynum ve başım ağrıyor” derdi. Bu şundan kaynaklanıyordu: askerler daha önce de yine sarık taktığı için Hüseyin’i dövmüşlerdi. Hüseyin, askerin dayağından kaçarken boyu uzun olduğu için kafasını kapının üst demirine çarpmış ve kafasında bir yara oluşmuştu. Bundan dolayı rahmetli Hüseyin zaten hastaydı. İşte en son sarık takma yüzünden onu kafeste dövdüklerinde kafasını tekrar kalorifer demirine çarpınca hastalığı daha da arttı.

Hüseyin’i Şehit edenler hakkında herhangi bir işlem yapıldı mı?

Önce bu kişiler hakkında dava açıldı. Benim de içinde olduğum beş kişi şahit olarak dinlendi. Biz bu kişileri mahkûm etmek için her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattık. Fakat daha sonra herhangi bir şey olmadı ve dava kapandı. Mahkeme açmaları bir nevi ön soruşturma gibi oldu ve sonucu gelmedi.

Siz Hüseyin’in şahadet haberini nasıl öğrendiniz, askerler mi söyledi?

Askerler bize böyle bir şey söylemediler. Biz Hüseyin’in şahadet haberini bir hafta sonra gazetede okuduk.

Ülkemizde bazı şehitlerimiz, sembolleştirilip dillerden düşürülmezken aynı ilgi şehit Hüseyin Kurumahmutoğlu için gösterilmemiştir. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Şehit Hüseyin’in mesajının sahiplenilmemesinin bana göre yegâne sebebi eski bir ülkücü olmasından kaynaklanmaktadır. Ülkemizde şehit Metin Yüksel’e ve onun gibi diğer şehitlere sahip çıkılması, sahiplenilmesi ve bayraklaştırılması, onların mesajlarının kitlelere ulaştırılması en güzel tavırdır. Ancak şehit Metin Yüksel’e sahip çıkıldığının binde biri kadar şehit Hüseyin Kurumahmutoğlu’na sahip çıkılmamıştır. Nasıl ki, Metin Yüksel inkılabi söylemi ilk kez haykırarak insanların tevhidin özünü kavramasına vesile olduysa, şehit Hüseyin’in mesajı da o dönemde “hak ile batılın ayrışmasına” vesile olmuştur. Yine onun mesajı ile milliyetçilik ideolojisi İslami bir perspektifle apaçık gözler önüne serilmiş, bunun etkisiyle önce ülkücüler arasında insanların kendilerini sorgulamaları ve İslam’a göre kendi konumlarını belirlemelerini sağlamış, akabinde Mamak’ta başlayan kartopu yumağı çığ gibi büyüyerek diğer cezaevlerine yayılmış; dışarıdaki binlerce ülkücü onun şahadetiyle söylemlerini ve hareketin İslam nazarındaki konumunu değerlendirme fırsatı bulmuşlardır. Dışarıda da hareketten kopan birçok eski ülkücü ve komünist, tevhidi, bütün boyutlarıyla özümsemeye başlamışlardır.

Eğer sağlıklı bir değerlendirme ve özeleştiri yapabilirsek, gerek şehit Metin Yüksel’in ve diğer şehitlerin gerekse şehit Hüseyin’in mesajını doğru algılamış ve kavramış oluruz. Bu ise, bizim ufkumuzu açar ve hareketin önündeki engelleri bertaraf edebilmek için yeni stratejiler tespit edebilmemizi, Sünnetullah üzere hareket etmemizi sağlar.

Tevhidyolunda.com

MEHMET DÖNMEZ İLE SÖYLEŞİ / Ramazan GÖÇMEN

Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun kişiliğinden bahseder misiniz?

Bir şehidin arkasından güzel konuşmak nezaketinden öte, gerçekten de Hüseyin güzel bir insandı. Ki hapishane hayatı insanın en ufak olumsuzluğunun veya ayıbının dahi gizlenemediği yoğun bir beraberliği ve gözlemi içerir. Yıllarca aynı odada yaşamanın, aynı yüzleri görmenin, aynı olayları yaşamanın verdiği bir bıkkınlıkla dışarıdaki insanların hiç dikkatini bile çekemeyecek kadar ufak bir kusur cezaevinde çok göze batar ve çekilmez bir ayıp halini alabilir. Hüseyin ile bu olumsuz ve sıkıcı bir ortamda uzun yıllar beraber yaşamamıza rağmen, kendisi hepimize huzur veren bir güler yüze, özverinin ve samimiyetin harika bir örneğini ortaya koyan güzel bir karaktere sahipti.

Herkesin derdiyle özel ilgilenir, insanların sıkıntılarını paylaşmak için bıkmadan saatlerce onları dinler, sırlarını saklar ve dertlerine derman olabilecek bir imkanı olsa sonuna kadar kullanırdı. Kibir nedir bilmezdi. Mütevazılığın ve efendiliğin en güzel örneğini ortaya koyardı. Hüseyin zengin ve tanınan bir ailenin çocuğuydu. Ailesinin ona gönderdiği paranın hepsini arkadaşlarına harcar, özel eşyalarını bile arkadaşlarına dağıtırdı. Bu şekilde cömertliğin en güzel örneklerini sergilerdi. Siyasi tutuklular, işçi çalıştırmak gibi bir ortam içinde olmadıklarından kendi işlerini başkasına yaptırmazlar. Herkes kendi işini bizzat yapar, ortak temizlik ve hizmetlerde nöbetleşe görev alınırdı. İşlerin özelliğine göre değişse de genellikle haftada bir nöbet sırası gelirdi. Bu nöbet gününde yemek yapmak, sofra kurmak, bulaşık yıkamak gibi genel işleri nöbetçiler yapardı. Hüseyin kardeşimiz o kadar tevazu ve özveri sahibiydi ki, inanın her gün nöbetçi olurdu. Nöbet sırasının onda olmadığı günlerde bile nöbetçi arkadaşlara yardım etmek ve onlara moral vermek için her gün bütün işlere koşardı. Hüseyin’in o gül yüzünü düşündüğümde gözümün önüne gülümseyen yüzüyle bulaşık yıkadığı hali gelir. Onun bütün günü, arkadaşlarına yardım etmek, onları sevmek, üzüntülerine ve dertlerine ortak olmak gayretiyle geçerdi.

Hüseyin’i bir de namaz kılar haliyle hatırlarım. Başında takkesi ve güzel kıraatıyla yaptığı tesbih duası hepimizin tesbihatını zevkle tamamlatmaya vesile olurdu. Öğrendiği her İslami hüküm ve adabı zevkle yerine getirme hassasiyeti, şahadetine vesile olan takke takma alışkanlığını namaz saatleri dışında da sürdürüyordu. Bu İslami hassasiyetlerinden birinin tezahürü olan takke takma alışkanlığı ileride onun şehit edilmesine sebep olacaktı.

Hüseyin hepimizden yaşça küçüktü, fakat fizik olarak 1.85 cm boylarında, 95 kg ağırlığında baba yiğit yapılı bir kardeşimizdi. Bitişik vaziyette olan ranzalarımızda yaptığımız güreşlerde Hüseyin hepimizi yenerdi, ama nezaket icabı, yenildiğinde üzüleceğini bildiği dostlarını üzmemek için, yeniliyormuş gibi yaptığı çok olurdu. Beşeri münasebetlerinin hoşluğu ve güzel karakteri nedeniyle herkes onu sever ve ona saygı duyardı. Bir gün idareci seçmek için yaptığımız oylamada koğuşta en yüksek oyu o almıştı. Dışarıda genel başkanlık yapmış, il başkanlığı yapmış insanların aldığı oyların toplamından iki üç kat daha fazla oy almıştı. Onun liderlik karakteri, liderliğin en zor olduğu cezaevi şartlarında bile bütün yönleriyle ortaya çıkmıştı. Hepimizin küçüğü olmasına rağmen kendini herkese her yönüyle kabul ettirmişti.

Hüseyin’le tanışmanız nasıl oldu?

Hüseyin ile ilgili anılarım tel örgülerin dışına çıkmamaktadır. O güzel insanı dışarıda tanımadığımı ve dostluğumuzun sıcaklığını tel örgülerin dışında da yaşamadığımı düşündükçe bir hüzün kaplar içimi. Aziz kardeşimiz, can dostum Hüseyin Kurumahmutoğlu ile tanışmamız Mamak Askeri Cezaevi’nde, 1983 yılında A blok zemin 1,2,3 olarak tabir edilen bir koğuşta yattığım günlerde oldu. C blok diye tabir edilen yerden A bloka cezalı olarak gelmişti. Geldiğim koğuşta dikkatimi ilk çeken insanlardan biri Hüseyin’di. Herkesle ilgilenen, her iyi işte kendisine bir sorumluluk payı çıkartıp destek olmaya çalışan kişiliğiyle hemen bir ünsiyet peyda olmuştu içimde. Koğuşta kaldığım ilk birkaç hafta içinde en fazla görüştüğüm, dertleştiğim ve sohbet ettiğim insanlardan biri Hüseyin olmuştu.

Hüseyin’in şahadetini anlatır mısınız?

Cezaevi idaresi özellikle ülkücü teşkilattan ayrılan şeriatçıları hiç sevmezdi. Bizim takke ve sarık takmamızdan çok rahatsız oluyorlardı. Bu nedenle “takke ve sarık takmak yasaktır.” diyerek yeni bir kararlarını daha uygulamaya koydular.

Hüseyin’in şahadetinin sebeplerinden bir tanesi de işte bu takke takma ve sarık sarma yasağıydı. Cezaevi idaresi bizleri her zaman gözlem altında tutardı. Mektuplarımız incelenerek fotokopileri çekilirdi. Hüseyin bir yıl hücrede yattıktan sonra idarenin yaptığı bir düzenlemeyle beşinci koğuşa gönderilmişti. O koğuşta ülkücüler ve solcularla birlikte tek başına kalıyordu. Bir gün şöyle bir haber geldi bize: “Hüseyin koğuşta takke ile gezerken şerefsiz bir koğuş gardiyanı üstüne vazife olmadığı halde Hüseyin’e “Takke takmak yasaktır. Başındaki takkeyi çıkart.” şeklinde bir ikazda bulunmuş. Hüseyin’de haklı olarak üstüne vazife olmayan bu ukalaya “çıkarmayacağım.” diye cevap vermiş. Bu alçak herif, Hüseyin’i iç emniyet amiri olan başka bir köpeğe şikâyet etmiş. Baş köpek, yanına bir manga asker alıp Hüseyin’in yanına gelmiş ve ona “takkesini vermesini, takke bulundurmanın yasak olduğunu” söylemiş. Hüseyin de “takkesini veremeyeceğini bununla namaz kılarken bir sünneti eda ettiğini” söylemiş. Bunun üzerine bir manga asker Hüseyin’i zorla koğuştan alıp tutuklulara işkence etmek için yapılmış olan, “kafes” diye tabir edilen yere götürmüşler. Hüseyin, kafeste de takkesini vermemekte direnince, ülkücü teşkilattan ayrılanlara, ayrıca bir husumeti olan iç emniyet amirinin talimatıyla bir manga asker Hüseyin’e joplarla saldırmışlar ve takkesini elinden almak için Hüseyin’le askerler arasında bir mücadele başlamış. Takkesini elinden almak için saldıran askerlere direnen Hüseyin, düşerek başını kalorifer peteğine çarpmış. Ayrıca epeyce joplanarak hücre hapsine atılmış.

Bu olaylardan sonra Hüseyin’le hiç görüştünüz mü?

Bu haberden sonra Hüseyin’le çok kısa bir süre görüştüm. Bu görüşmemiz şöyle oldu: Ben hücrelerde yatarken beşinci koğuştaki tutuklular ile idare arasında bir sürtüşme olmuştu. Nedenini şimdi, hatırlayamıyorum. Hüseyin’in koğuşu olan beşinci koğuşun tümü hücreye atıldı. O hücrelerde ben de yatıyordum. Hüseyin de gelenlerin içerisindeydi. Kendisi arka hücrelere götürüldü. Benim hücremin yanından geçerken selamlaştık.

Rengi çok soluktu. Hasta olduğundan haberim yoktu. Geldiği günden bir gün sonraydı zannederim, hastaneye gidiyorum diye götürüldü. Konuşmamız yasak olmasına rağmen benim hücremin yanına geldi, parmaklıklardan tokalaştık ve hatırımı sordu. Hastaneye gideceğini çok hasta olduğunu söyledi. Rengi solmuş cildinin rengi değişmişti. Sanki on yıl yaşlanmıştı. Kucaklaşamadık, sadece ellerimizle tokalaştık. Benim onu sevdiğim gibi, o da beni çok severdi. Bu sevgisini bir kez daha göstermek için elimi öpmek istedi. Elimi hemen çektim ve “yapma, beni mahcup ediyorsun” dedim. Onu son kez gördüğümü hiç düşünmemiştim. Hatta hastaneye yatırılmak için gittiğini bile bilmiyordum. Kendisi de bana bir şey söylemedi, zaten o kadar uzun konuşacak zamanımız da yoktu. Kendisinden birkaç hafta haber alamadık. Hastaneye yatırılmıştı. Burhan abi o tarihlerde tahliye oldu. Hüseyin’le dışarıda ilgilenir diye müsterihtik.

Şahadet haberini nasıl öğrendiniz?

Bir gün Zaman Gazetesi’nde Hüseyin Kurumahmutoğlu ile ilgili başsağlığı ve ölüm ilanlarını görünce gözlerimize inanamadık. Hepimiz şok olmuştuk. Nerede, kime tepki vereceğimizi bilemiyorduk. Zaten bizler de hala o cenderenin içindeydik. Hüseyin’i şahadete götüren zulüm ortamı ve acizliğimiz bütün canlılığıyla gözler önündeydi. Hangi asker onun katiliydi, o gün hangi yüzbaşı nöbetçiydi, bilemiyorduk. Bu vakte kadar da öğrenmiş değiliz.

Hüseyin’in şehadetinden sonra olayın seyrini araştırdık. Onun koğuş arkadaşlarından öğrendiğimiz kadarıyla, takkesini almak için kafes denilen işkence mekânında Hüseyin’e atılan dayaktan sonra koğuşa getirildiğinde, kardeşimiz baş ağrılarından şikâyet etmeye başlamış. Kafası kalorifer peteğine şiddetle çarpınca, meğer kafatası çatlamış. Cezaevi revirine bakan asteğmen doktor nurcu bir gençti. Hüseyin’i de çok seviyormuş. Kendisi de ilk haftalarda röntgen vb. tahliller yapmaktan yoksun olduğundan tam teşhis koyamamış. Geçici tedavi ve teşhislerle ilaç vererek tedavi etmeye çalışmış. Hüseyin’in iyileşemediğini aksine ağırlaştığını farkedince Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi’ne sevkini yazmış. Fakat cezaevi idaresi, biz şeriatçılara özel bir düşmanlık beslediğinden Hüseyin’in hastaneye sevkini onaylamamış. Bu nedenle birkaç hafta üst üste hastaneye sevkini engellemişler. Revir doktoru bunu farkedince Hüseyin’e şunu söylemiş: “Hüseyin, durumun gittikçe ağırlaşıyor. Mamak Cezaevi idaresi, seni hastaneye sevk etmeme rağmen sevkini onaylamıyor. Hastaneye gitmeni engelliyorlar. Burada film çekme ve tahlil yapma imkânım yok. Mutlaka hastaneye gitmen gerekir. Hastaneye sevk işini dışarıdan bir torpil bularak yaptırmalısın. Gülhane Askeri Tıp Akademisin Hastanesi’nde bir torpil bulabilirsen oradan seni isterler ve idare o zaman seni göndermek mecburiyetinde kalır. Hastaneye gidersen tedavi olursun.”

Bunun üzerine Hüseyin babasını görüşe çağırmış ve durumu izah etmiş. Babası da dışarıdan bulduğu tanıdıklarının vasıtasıyla belki de rüşvet vererek Hüseyin’i hastaneye sevk etmeyi başarmış. Hüseyin hastaneye kaldırıldığında meğerse iş işten geçmiş. Takkesini almak için askerler saldırdığı sırada kafası kalorifer peteğine çarpınca kafatası çatlamış olan Hüseyin, yanlış yapılan tedaviye geç teşhis nedeniyle hastaneye yatırıldıktan birkaç hafta sonra hakkın rahmetine kavuşarak şehitlik şerbetini içmiş ve bu konuda hepimizin önüne geçmişti. Gerçekten güzel bir insan, müthiş bir müslümandı. Cihat hendeklerinde düşlediğimiz şahadeti, mazlumiyetinin dorukta olduğu zindan hayatında tatmıştı o.

Tevhidyolunda.com

Yusuf Yılmaz ARAÇ

13 May 2024

Yarın, Başyazı, 5 Ağustos 1965, Sayı 120. İdeolojinin önemi Türkiye’nin siyasi yapısında ideoloji gittikçe önemli bir unsur haline geliyor.

Halim Kaya

13 May 2024

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,89 M - Bugn : 16344

ulkucudunya@ulkucudunya.com