« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

14 Mar

2011

DİYORLARKİ’NİN IŞIĞINDA YENİLERİN DİVAN EDEBİYATINA BAKIŞI

Bahir SELÇUK 01 Ocak 1970

OZET

Rusen Esref Ünaydın, 1916-1918 yılları arasında

dönemin önde gelen edebiyatçılarından on sekizi ile eski

ve yeni edebiyat hakkında sohbet havası içinde yaptığı

görüsmeleri, daha sonra bir bütün halinde 1918’de

Diyorlar ki adıyla nesretmistir. Kendi alanında bir ilk

olan bu çalısma, genis ilgi uyandırmıstır.

Bu çalısmada, Rusen Esref’in görüslerine

basvurduğu edebiyatçıların, Divan edebiyatı ile ilgili

görüs ve düsünceleri üzerinde durularak; Tanzimat’la

baslayan Batılılasma süreci içerisinde yenilerin, Divan

edebiyatına bakıs açıları yansıtılmaya çalısılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Rusen Esref, Diyorlar ki,

Divan edebiyatı, tartısmalar.



Giris

Türk edebiyatı, tarihi süreç içerisinde iki büyük kültürün

etkisinde kalmıstır: Tanzimat dönemine kadar Dslamî kültür,



Tanzimat’tan sonra da Batı kültürü.

Dslamiyet’in kabulüyle, XIII. yüzyıldan itibaren Arap ve Fars

edebiyatlarının tesiri altında baslayan Divan edebiyatı, Tanzimat

fermanının ilan edildiği 1839’a kadar varlığını ve hâkimiyetini devam

ettirir. Fakat son dönem sanatçıları, XIX. yüzyıldan itibaren ortaya

çıkan siyasî ve sosyal olaylara ve gelismelere ayak uyduramadıkları

gibi Divan edebiyatının zengin birikimini de tam anlamıyla

yansıtamamıslardır. Dolayısıyla “XIX. yüzyıl, klâsik edebiyatın

kendini yenileyemediği ve güçlü temsilciler yetistiremediği” bir

yüzyıl olmustur (Gariper, 2005:44).



Türk milleti için siyasi ve sosyal anlamda birçok kapının

açılması demek olan XIX. yüzyılın ilk yarısında, edebiyatta yenilesme

adına hemen hiçbir gelismenin görülmemesi dikkat çeker. Tanzimat’ın

ilanından sonraki yirmi yılda yeni edebiyat adına ciddi bir gelismeye

rastlanmaz. Hatta gazete ve tiyatroyla ilgili çalısmalar bir yana

bırakılacak olursa 1859’a kadar olan süreçte siir adına bir ilerleme

görülmez (bkz. Erbay, 1997:4). Bu dönemde yenilik hareketlerine ve

gazete çalısmalarına rağmen eski siirin temsilcileri, kendi yollarını

takip ederler (Tanpınar, 1988: 252). 1861 yılında kurulan ve bir yıl

kadar devam eden Encümen-i Suarâ, bir anlamda eski siirin son

çırpınısları olur ve böylece eski siir, muvaffak olamayıp tamamen

yeniye teslim olur (Erbay, 1997:5).



Yeni edebiyat, Divan edebiyatının asırlar boyunca

olusturmus olduğu estetik prensiplerden istifade eder, zaman zaman

eski edebiyatın tesiri altına girer; bazen de bu etki alanından

uzaklasma gayreti içinde batı edebiyatı doğrultusunda sekillenmeye

baslar (Gariper, 2005:45). Arap ve Fars edebiyatının tesiri altında

gelisen klâsik edebiyata karsın yeni edebiyat, daha çok Fransız

edebiyatından hareket eder, muhteva, dil, üslûp ve sekilde yenilik

arayıslarının sonucu olarak ortaya çıkar. Edebi sahadaki bu değisme,

aslında genis çerçevede, hayatın değisik cephelerinde yavas yavas

gelisen yeni bir zihniyet ve medeniyet anlayısının ve arayısının

ürünüdür (bkz. Gariper, 2005:46).



Klâsik edebiyatın varlığını sürdürdüğü bir dönemde ortaya

çıkan bu yeni anlayıs, bir süre eskiyle iç içe yürür, zamanla yeni bir

kimliğe kavusur. Fakat bu yeni anlayıs eskiyi kısa sürede tasfiye edip

yerine geçemez, bir müddet eski ile yeni yan yana ve iç içe gider (bkz.

Gariper, 2005:46). daha sonra yeni, yerini sağlamlastırmak ve

varlığını kabul ettirmek gayesiyle eskiyi elestirmeye baslar.

Klâsik edebiyata ilk ciddi elestiri Namık Kemal’den gelir.

Eski siir zevkiyle yetisen, Encümen-i Suarâ toplantılarına katılan

Namık Kemal, Sinasi’nin Münacat’ında gördüğü yenilik ve farklılık

izlerinin cesareti ile eski edebiyata siddetle tepki gösterir (Erbay,

1997:6; Okay, 2006:62). Akün (1997:120), Namık Kemal’in “Lisan-ı

Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Sâmildir” adlı

makalesi, yeninin eskiye karsı ilk ve edebî beyannâmesidir, der.

Samipasazâde Sezai, Namık Kemal’in bu siddetli ve bir yanıyla da

subjektif tutumunu harp sözcüğü ile nitelendirir1. Namık Kemal’le

Tanzimat döneminde baslayan tartısmalar, sonraki dönemlerde de

farklı zaman ve zeminlerde devam eder. Muallim Naci ile Recaizâde

arasındaki kafiye, Cumhuriyet dönemindeki aruz merkezli tartısmalar;

Gölpınarlı’nın Divan Edebiyatı Beyanındadır adlı eserindeki iddialar,

bu süreç içerisinde derin yankılar uyandıran tartısmaların

baslıcalarıdır. Bunun yanında sonraki dönemlerde de sanat ve fikir

adamlarının çesitli vesilelerle Divan edebiyatı ile ilgili olumlu ya da

olumsuz fikirler beyan ettikleri görülür. Bu görüs ve düsünceleri toplu

bir biçimde gösteren eserlerden biri de Rusen Esref’in “Diyorlar ki”

adlı eseridir.



Rusen Esref, 1916 yılında “edebî ziyaret ve mülakatlar” diye

isimlendirilen röportajlarının birkaçını önce Servet-i Fünûn ve Türk

Yurdu’nda; daha sonra da düzenli bir biçimde bütün olarak 1917-1918

1 Samipasazâde Sezai’nin düsünceleri, Tanzimat neslinin Divan edebiyatına

saldırılarının arka planını yansıtma açısından önem arz eder: “Ben kendimi tanımaya

basladığım vakit Kemal Bey, eski edebiyata karsı samimi bir surette harp ilân etmisti.

Zannederim Avrupa'yı görmüs, gerçekleri görüp tanımıs ve bizim edebiyatımızı son

derece berbat bulmustu. Kemal Bey'in bu yenilik harbi; dedelerimizi kötülemekten,

dedelerimizi batırmaktan ziyade, içinde bunaldığımız o hareketsizliği yıkmak,

Avrupa'daki ilerleme ve gelismenin bizde de meydana gelmesini siddetle arzu

etmekten ileri geliyordu. Evet, o harbin sebebi ilerleyip gelismenin edebiyatta,

edebiyattan da fikirlere ve vicdanlara geçerek buralarda yer etmesini siddetle arzu

etmesinden ileri geliyordu. Yoksa eskilerin en güzel siirlerini yine üstadın ağzından

isitmistim; onları takdirle okurdu. Fakat artık o edebiyatın devamını çekemezdi.

Elbette değil mi ya? Düsünün bir kere, dünya o cosmalar tasmalar içinde iken

bizimkiler burada hâlâ bir mısra ile kapanıp kalıyorlardı. Buna artık tahammül etmek

kabil değildi. Dste Kemal, böyle bir zamanda geldi ve bir volkan gibi gürleyip lavlar

saçtı..." Rusen Esref Ünaydın, Diyorlar ki, (Haz. Semsettin Kutlu), Ankara 1985, s.

29-30.

yıllarında Vakit gazetesinde yayımlar. Büyük ilgi gören ve genis yankı

uyandıran bu röportajları Rusen Esref, 1918 yılında Diyorlar ki adıyla

toplu olarak nesreder. (bkz. Ünaydın, 1985:II).



Rusen Esref, 1916-1918 yılları arasında, çesitli yaslarda ikisi

kadın, on altısı erkek on sekiz edebiyatçı ile mülakat yapmıs ve

bunların edebiyatın farklı meseleleri hakkındaki görüs ve

düsüncelerini Türk edebiyatında bir ilk özelliği tasıyan eserinde

yansıtmıstır. Rusen Esref, bu sanatçılara Divan edebiyatı hakkında ne

düsündüklerini de sormustur. Bu soruyu bazı edebiyatçılar ayrıntılı bir

sekilde cevaplandırırlarken bazıları da birkaç cümleyle

geçistirmislerdir. Eserdeki sırasına göre düsüncelerine basvurulan

edebiyatçılar sunlardır:



Abdülhak Hâmid Tarhan (1852-1937), Nigâr Hanım (1856-

1918), Sami Pasazâde Sezai (1860-1936), Halit Ziya Usaklıgil (1866-

1945), Cenâb Sehabeddin (1870-1934), Hüseyin Cahit Yalçın (1874-

1957), Süleyman Nazif (1870-1927), Rıza Tevfik (1869-1949),

Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944), Halide Edib Adıvar (1884-

1964), Hamdullah Suphi Tanrıöver (1886-1966), Ziya Gökalp (1875-

1924), Fuat Köprülü (1890-1966), Ömer Seyfettin (1884-1920), Refik

Halit Karay (1888-1965), Fazıl Ahmet Aykaç (1884-1967), Ahmet

Hasim (1884-1933), Ali Kemal (1867-1922).



Biz bu çalısmada, kendileri ile mülakat yapılan

edebiyatçıların, Divan Edebiyatı ile ilgili önemli görüs ve

düsüncelerini ve bu düsüncelerin hangi noktalarda odaklandığını tespit

etmeye çalısacağız.2



I. Yenilerin Divan Edebiyatı ve Gelenekle Dlgileri

Görüslerini dile getiren edebiyatçıların çoğunun, Divan

edebiyatı veya klâsik kültürle münasebetlerinin olduğu

anlasılmaktadır. Bazıları, önceden çok etkilendikleri bu edebiyattan

daha sonra zevk almadıklarını belirtseler de, en azından Fuzulî, Bâkî

gibi büyük sairleri okumaya devam ettiklerini de gizlememektedirler.

2 Konumuz gereği bu çalısmada, Divan edebiyatı ile ilgili bu görüs ve

düsüncelerin tutarlılığı, objektifliği üzerinde durmayacağız. Divan siiri ile ilgi

tartısmaların zemini, süreci, objektifliği hususlarında su eserlere müracaat edilebilir:

Erdoğan Erbay, Eskiler ve Yeniler, Erzurum 1997; Cihan Okuyucu, “Klâsik Edebiyatı

Etrafındaki Tartısmalar”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, C. IV, Ankara 2004; Mehmet

Kahraman, Divan Edebiyatı Üzerine Tartısmalar, Dstanbul 1996.



Rusen Esref’in görüstüğü edebiyatçılardan “Abdülhak

Hâmid Tarhan, Cenab Sehabeddin, Nigâr Hanım, Hüseyin Cahit

Yalçın, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik Bölükbası, Refik Halit Karay,

Ali Kemal” Divan edebiyatı ve klâsik kültürle olan ilgilerini dile

getirmislerdir.



Abdülhak Hâmid, edebî zevkini Dranlı sairlerden aldığını,

zevk alarak okuduğu ilk edebi eserlerin Acem eserleri olduğunu

belirtir; Farsçayı öğrendikten sonra Sâdî, Hakanî, Sevket ve Hâfız’ı

okuduğunu söyler (Ünaydın, 1985:6).



Nigâr Hanım, sadece Divan edebiyatını değil Hugo, Musset,

Lamartine gibi batılı büyük edebiyatçıları da okuduğunu belirtir

(Ünaydın, 1985:21).



Cenab Sehabeddin, dil ve ifade terbiyesini, dil ve ifade

değerleri bakımından pek yüksek bulduğu eskilerden aldığını belirtir

ve “Arayan onların eserlerinde neler ve neler bulmaz?” diyerek

eskinin zengin bir kaynak olduğuna isaret eder. Bununla beraber

Cenab, Divan edebiyatının bütünlükten uzak olduğunu da sözlerine

ekler. (Ünaydın, 1985:74).



Süleyman Nazif, Divan edebiyatının kendisinde derin

tesirinin bulunduğunu, ilk zevkini, anlayıs ve kavrayıs gücünü

eskilerden aldığını belirtir. “Kırk sekiz yasındayım. Artık benim için

zevk değistirmek ne yazık ki mümkün değildir.” diyen Süleyman

Nazif, bu tesirin boyutunu dile getirir (Ünaydın, 1985:102).

Ali Kemal, Divan edebiyatı ile olan münasebetini, “Eski

edebiyatımızın meftunu, minnettarıyım; ondan çok büyük feyizler

almıs bir kimseyim. Bu gerçeği hâlimden, söz ve konusmalarımdan,

simdiye kadar mesgul olduğum seylerden, kitaplarımdan, kütüphanemden

anlamıssınızdır.” (Ünaydın, 1985:270) biçiminde dile

getirir.



Rıza Tevfik, küçük yaslardan itibaren klâsik kültürle

yetistiğini, sarkın ilim ve kültürünü layığı ile kavramıs olan babası

Hoca Mehmet Efendi’den ders aldığını söyler. Hâfız'ı ve Sadî'yi daha

küçücükken dikkatle okumus olduğunu belirtir. (Ünaydın, 1985:136).

Ömer Seyfettin, çocukluğundan itibaren tanısmıs olsa da

Divan edebiyatını anlamadığını ve ondan zevk almadığını söyler.

Gençken gazeller yazdığını söyleyen Ömer Seyfettin, onları saçma

seyler olarak nitelendirir. O dönemden aklında kalanların sadece

Leylâ-Mecnunlar olduğunu ifade eden yazar, demek ki yalnızca onları

anlayabiliyormusum, der. (Ünaydın, 1985:219). Ömer Seyfettin, eski

edebiyatın olsa olsa edebiyat tarih için bir arastırma sahası olabileceği

düsüncesini tasımaktadır: “…Divan Edebiyatı iste olsa olsa edebiyat

tarihi için lüzumlu bir saha! Daha fazlasına aklım ermez.” (Ünaydın,

1985:219).



Refik Halit Karay, eski edebiyatla ilgisinin olmadığını,

bazen can sıkıntısından dolayı divanlardan birkaç satır okusa da,

Fransız klâsiklerinden aldığı zevki bunlardan almadığını söyler

(Ünaydın, 1985:227). Refik Halit de tıpkı Ömer Seyfettin gibi Divan

edebiyatını sadece arastırma konusu olabilecek bir saha olarak

nitelendirir. Sahanın uzmanlarından istekli olanlara bu ilmi

öğretmelerini ister (Ünaydın, 1985:227).



Hüseyin Cahit Yalçın, asıl kaynağının Fransız edebiyatı

olduğunu, bu nedenle eski edebiyata karsı bir borcunun olmadığını

söyler. “Fransız edebiyatına, bizim edebiyatımızdan her halde kat kat

daha ziyade borçluyum." (Ünaydın, 1985:86) diyerek asıl kaynağını

belirtir.



II. Divan Edebiyatı Dle Dlgili Görüs ve Düsünceler

Divan edebiyatının en çok elestirilen yönü süphesiz dil,

vezin ve kafiye özellikleridir. Özellikle Rusen Esref’in mülakatlarını

yaptığı dönem, “hece-aruz” tartısmalarının yasandığı, aruzun halen

hâkim olduğu bir dönemdir. Hece ölçüsünü basarıyla kullanan sanatçı

sayısı fazla değildir. Bunun yanında Divan edebiyatının dili, sosyal

hayatla münasebeti; tabiilik-sunilik, taklit konuları da üzerinde sıkça

fikir beyan edilen noktalardır. Dolayısıyla Rusen Esref’in Divan

edebiyatı hakkındaki sorusunu cevaplandıran edebiyatçılar, bu

hususlardan biri veya birkaçı üzerinde durmuslardır.



a. Divan Edebiyatının Dili

Dille ilgili düsünceler daha çok “terkip, Arapça ve Farsça

kelimelerin çokluğu” üzerine yoğunlasmıstır.



Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya

Gökalp, Divan edebiyatının dilini siddetle elestirmislerdir. Türkçenin

Arapça ve Farsçanın istilasına uğradığını belirten Hüseyin Cahit

Yalçın, Türkçeyi üç dilden olusan bir dil olarak algılama düsüncesinin

yaygınlığını ve Cevdet Pasa gibi bir aydının bile bu sekilde düsünmüs

olduğunu dile getirir (Ünaydın, 1985:94).



Millî bir edebiyat düsüncesini savunan Mehmet Emin

Yurdakul, bu düsünce doğrultusunda siirler yazmıstır. O, dilin halka

göre sekillenmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu gaye doğrultusunda

uğras verdiklerini belirten sair, “Biz, dilimizi Arap ve Acem

terkiplerinin zincirinden kurtararak hür yapmak istedik. Bundan

dolayı da siirlerimizi bu millî ve hür dille yazdık.” (Ünaydın,

1985:144) der.



Ali Kemal, eski ve köklü diller olan Arapça ve Acemcenin

yanında Türkçenin önemsenmediğini söyler (Ünaydın, 1985:275).

Ona göre Türkçe, Arapça ve Farsçanın yanında asırlarca sığıntı gibi

yasamıs, bütün ilgisizliklere rağmen kendi kimliğini korumaya

muktedir olmus; kendi öz ve esas benliğini kaybetmemistir (Ünaydın,

1985:276).



Ziya Gökalp de “Nasıl ki, Arab'ın dinî, Acem'in de edebî

tesirlerinin neticesi olarak, yüksek edebiyatımızın dili de Arapça,

Acemce terkiplerle dolmustu.” (Ünaydın, 1985:189) diyerek Arapça

ve Farsça kelimelerin alınma gerekçesini izaha çalısır.



Köprülü (Ünaydın, 1985:199-216), dil meselesine ölçülü bir

biçimde yaklasır. O, sadece Arapça ve Farsçadan değil, batı dillerinin

etkisinden de kurtulmus bir Türkçe ister. Köprülü, sadece halkın

anlayabileceği bir dil olusturma düsüncesine de hos bakmaz.

Amaçlarının kültürce gelismemis, halk yığınlarına mahsus iptidaî bir

edebiyat yapmak olmadığını da vurgular (Ünaydın, 1985:214).

Abdülhak Hâmid, Nigâr Hanım ve Halit Ziya dil meselesine

daha farklı bir açıdan bakmıslardır. Onlar sadelestirme ve halk diline

dönüs yerine tabiiliğin ve gelenekselliğin esas olması gerektiğini ileri

sürmüslerdir.



Abdülhak Hâmid, Arapça ve Farsça zincirleme tamlamalara

karsı olduğunu belirtmis; fakat terkiplerin ifadeye ahenk ve gösteris

kattığını da sözlerine eklemistir: “Yeni bastan yazmak lazım gelse, ben

sade yazmayı tercih ederdim. Fakat alısmısım; terkipler benim

kulağıma daha yumusak, daha uygun geliyor. Bazı yerde de çok

lüzumludur. Dfadeye pek ahenk ve tumturak verir.” (Ünaydın,

1985:13-14).



Nigâr Hanım, halk dilini esas alan yaklasıma karsı çıkar.

Aksine halkın seviyesinin yükseltilmesi gerektiğini düsünür. “Yüksek

tabakayı halk tabakasına indirmesinler; halkı yüksek tabakanın

seviyesine çıkarsınlar. Yok, eğer bunu yapamıyorlarsa halk tabakası

için de bir edebiyat olsun; fakat yüksek tabakanınkine dokunmamak,

ona satasmamak sartıyla.” (Ünaydın, 1985:24). Terkiplerin

kullanılması gerektiğini söyleyen Nigâr Hanım, terkipsiz ifadelerden

hoslanmadığını belirtir. Yeni edebiyat bu ise ben buna yabancıyım,

der (Ünaydın, 1985:25).



Halit Ziya, eski sanatçıları takdir eder; çünkü onlar zengin

ve islenmis mükemmel bir Türkçenin ortaya çıkmasını sağlamıstır

(Ünaydın, 1985:49). Halit Ziya, dönemin Türkçecilik anlayısına karsı

çıkar. Arapça ve Farsça kelimeleri atıp yerine yeni kelimeler bulma

düsüncesini asırı uçluluk olarak nitelendirir. Terkip kullanma

konusunda da orta yolu takip etmek gerektiğini savunur (Ünaydın,

1985:66).



Sâmî Pasazâde Sezai, dil konusunda daha ılımlıdır. O, dil ve

ifade konusunda serbestlikten yanadır, “güzel sey, her ne suretle

yazılırsa yazılsın, daima güzeldir.” (Ünaydın, 1985:37) diyerek

güzellik kavramına vurgu yapar.



Rıza Tevfik’e göre esas olan dilin ifade kabiliyetidir. Bu

yüzden o, “öyle sekil ve kıyafete bakıp da, öyle dıs görünüse bakıp da

aruz vezni ile parmak hesabından birine millî, ötekine millî değil

demek asılsız bir lâftır." (Ünaydın, 1985:138). diyerek dilin yapısını

göz önünde bulundurarak millilik düsüncesini öne sürenlere karsı

çıkar. Nef’i’nin, Bâkî'nin, Kemal'in, Hâmid'in ve her büyük sairin

dilini millî sayar. Yine ona göre eskilik veya yenilik, terkiplerin azlık

ya da çokluğunda değil, his ve zevk anlayısında aranmalıdır: “Eskiliği

yeniliği Arapça, Farsça terkiplerin azlığında veya çokluğunda

aramamalı; aksine bir hadiseyi tasavvur edis, kavrayıs, anlayıs

tarzlarında ve gerçek zevkleri gösteren, bunları temsil eden istiarelerde,

tesbihlerde aramalıdır.” (Ünaydın, 1985:121).



Hamdullah Suphi, meseleye farklı açıdan bakar. O Farsçanın

Türkçe üzerindeki tesirinin bilinen bir sey olduğunu; fakat Türkçenin

Farsçaya yüzlerce kelime verdiğinin pek bilinmediğini söyler. Dsi daha

da ileri götürerek Türksüz bir Dran’ın yok olacağını belirtir (Ünaydın,

1985:172).



b. Divan Siirinin Vezni: Aruz

Rusen Esref’in mülakat yaptığı dönemde aruz hâkimdir.

Hece ile yazılan siirler tatmin edici bir noktaya ulasmamıstır.

Dolayısıyla görüs bildiren edebiyatçıların ekserisi aruz vezninden

yanadır. Hece veznini savunan Ziya Gökalp ve Mehmet Emin

Yurdakul, bu vezinle siirler kaleme almaktadırlar.



Abdulhak Hâmid, siir için uygun olan aruzun, tiyatro için

asırı derecede ahenkli olduğunu belirtir: “ Aruz sahnede kulağa fazla

müzikli, fazla ahenkli geliyor. O kadar iyi değil.” (Ünaydın, 1985:13).



Nigâr Hanım, hece vezni ile yazılmıs siirlerden, zevk

almadığını söyler ve bunları nesirle bir tutar: “Hele hece vezni!.. Ben

siiri yalnız aruzla anlarım. Hece vezniyle olduktan sonra o zaman

nesrin ne kabahati var diyorum… Yalnız terkipsiz ve parmak hesaplı

yazıları okuyamıyorum; o kadar zevkimi oksamıyor.” (Ünaydın,

1985:25).



Halit Ziya; aruzun batı dillerinde bulunan değisik

çesitlerdeki vezinlerin sağladığı rahatlık ve kolaylığa sahip

olmamasına rağmen onun hiçbir dilde esine rastlanılamayan bir

musiki zenginliğine sahip olduğunu belirtir. Hece vezni kolay olsa da

onunla ortaya konulan örneklerden hiçbirinin, musiki bakımından,

kendisini tatmin etmediğini söyler. (Ünaydın, 1985:67-68).

Hüseyin Cahit Yalçın da hece ile yazılmıs olan siirleri

estetik bulmaz: "Hece vezninden hiç bir zevk almıyorum. Bize hece

veznini sevdirecek bir sair çıkar da güzel örnekler verecek olursa

belki sevilir. Fakat bugünkü sekliyle pek açık ve belli bir sekilde

çirkin; okunamaz sanıyorum. Çünkü çok soğuk, bir zevk yok, bir

ahenk yok, hiç bir sey yok... Bu tarzda yazılanların en iyisi, yine, Rıza

Tevfik'inkilerdir." (Ünaydın, 1985:93-94).



Ahmet Hasim, Mehmet Emin Yurdakul’un siirlerini

beğenmez ve hece ile yazan Rıza Tevfik ve Dhsan Raif’i daha basarılı

bulur: “Hece vezniyle benim anladığım millî siiri yalnız iki kisi

yazmıstır: Filozof Rıza Tevfik Bey ve Dhsan Raif hanımefendi."

(Ünaydın, 1985:260).



Ali Kemal, aruzun Türkçe ile münasebeti hakkında bilgi

verir. Dlk dönem sairlerinin siirlerindeki imale ve zihafların

çokluğundan, aruzun Türkçe kelimelere adeta zorla geçirildiğinden

söz eder. Bu nedenle aruzun zamanla Türkçe kelimeleri

unutturduğunu söyler (Ünaydın, 1985:277).



Rıza Tevfik, aruzun uzun bir müddet hâkimiyetinin

süreceğini düsünmekte, güzel seyler yazılırsa hecenin de tutulacağını

ifade etmektedir. “Bu, dil ve ifadenin sekline bağlı kalan bir

meseledir.” diyen sair, gelecekte hangi veznin hâkim olacağını da

kestirememektedir. (Ünaydın, 1985:137).



Samipasazâde Sezai, hece veya aruz tartısmalarına girmek

istemez. O, tabii süreç içerisinde serbest bir sekilde gelismeden

yanadır: “Öyle, aruz vezni olacak, parmak vezni olmasın, terkipli

olacak, terkipsiz olmasın gibi sözler bence bostur.” (Ünaydın,

1985:37).



Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya Gökalp, millî ölçü olarak

kabul ettikleri hece ölçüsünü hâkim kılma gayreti içerisindedirler.

Türk vezni olarak nitelendirdiği heceyi gelistirme pesinde

olduklarını söyleyen Mehmet Emin Yurdakul, dervislerin ilâhîlerinde,

nefeslerinde, âsıkların kosmalarında, destanlarında ve halkın

türkülerinde hece vezninin kullanılmıs olduğunu belirtir. Kendilerinin

de bu örneklerden hareketle hece veznine genislik ve islerlik

kazandırmaya çalıstıklarını söyler (Ünaydın, 1985:144).

Kavmî vezin bırakılarak yerine Arab'ın Acem'in vezni alındı,

diyen Ziya Gökalp, millî ölçüden ve halk edebiyatından uzak duran

yüksek zümre mensuplarının, millî zevkten istifade edemediklerini,

dolayısıyla bunlarda millî zevkin tamamen yok olduğunu ifade eder.

(Ünaydın, 1985:187-196).



c. Divan Edebiyatının Sosyal Hayatla Dlgisi

Tanzimat döneminde sanatın ve bilhassa edebiyatın sosyal

hayatın bir aynası olması gerektiği düsüncesi farklı biçimlerde tekrar

edilmistir. Bu nedenle sanatı, topluma hizmet etme aracı olarak gören

Tanzimatçılardan sonra Divan edebiyatının toplumla, sosyal hayatla

hemen hiç ilgisinin olmadığı görüsü yaygınlık kazanmıstır. Bugün

edebî eserlerin sosyal hayatla münasebeti, edebî metinlerin sosyal

hayatı ne denli yansıttığı hala tartısma konusu olsa da genel kabul,

edebî metnin her seyden evvel bir sanat eseri olduğu ve sosyal hayatı

yansıtma gibi bir zorunluluğunun olmadığıdır. Fakat o dönemde

yaygın olan eser-toplum iliskisinin gerekliliği düsüncesinden dolayı

Divan edebiyatı siddetle elestirilmistir. Daha sonraki dönemlerde de

bu elestiriler devam etmistir.



Cenâb Sehâbettin ve Hamdullah Suphi, Divan edebiyatında

sosyal yönün olmadığını ifade ederlerken Ahmet Hasim, bunların

aksine Divan siiri ile sosyal hayat arasında sıkı bir münasebet olduğu

görüsündedir.



Cenâb Sehâbettin, Divan siiri ve nesrinin sosyal hayatı

yansıtmadığını, gönülden ziyade kalpten çıktığını ifade eder. O

eskileri, eserlerinde ifade ettikleri mevzu ve manalara göre yasamıs,

böyle düsüp kalkmıs kimseler olarak düsünmediğini söyler. Hayatı,

toplumu dile getiremeyen edebiyatları, adeta doğmadan ölen birer

çocuğa benzeten Cenâb, eski edebiyatta beseri olayları ve manzaraları

dört bası mamur olarak tasvir edebilen bir tek nazmın bile olmadığını

belirtir. Eski edebiyatı meydana getiren birbirinden ayrı, dağınık

fikirlerin bazılarına hayran olduğunu, pek çoğundan hoslanmadığını,

hiç anlamadıklarının da olduğunu sözlerine ekleyen Cenâb, bu

olumsuz özelliklerine rağmen mazinin haracından beslendiklerini de

itiraf eder. (Ünaydın, 1985:73-74).



Hamdullah Suphi, Divan edebiyatını halka inmeyen, sınırlı

bir edebiyat olarak nitelendirir ve değerlendirmeye bile layık bulmaz.

“Asıl Tanzimat Edebiyatı, bizim baska bir âleme doğru

yolculuğumuzu meydana getiren bu edebiyat, daha fazla üzerinde

durulmaya layıktır.” (Ünaydın, 1985:173) diyen Hamdullah Suphi’ye

göre, üzerinde durulması gereken asıl edebiyat, yeni edebiyattır.

Ahmet Hasim, Divan ve Tanzimat edebiyatlarını

karsılastırır. Divan siirinde sosyal hayatın izlerine pekâlâ rastlandığını

belirtir. Dikkatle okuyanların Divan siirinde o dönemin özelliklerini,

sedir, iskemle ve lamba gibi esyaların seklini, eğlencelerin nelerden

ibaret olduğunu, çiçeklerin cinsine kadar her türlü ayrıntıyı

öğrenebileceklerini belirtir. Divan sairlerinin hayatları ile siirleri

arasındaki bağlılığın çok sıkı olduğunu belirten Hasim, “Eskilerin

sevgilileri, Petrarca'nın Laura’sı ve Dante’nin Beatrice’si tarzında

levend ve sahâne mahluklardı. O sevgilileri Sinasi’den sonraki siirin

sevgilileri ile karsılastırınız. Bu karsılastırmadan ruhlarınız adeta

utanır.” der. (Ünaydın, 1985:262-263).



d. Divan Edebiyatında Sunilik-Tabiilik

Halit Ziya, Cenâb Sehâbettin, Ziya Gökalp ve

Köprülü, Divan edebiyatının Arap ve Fars edebiyatının taklidiyle

ortaya çıkmıs suni bir edebiyat olduğunu dile getirirler. Bu yönüyle

onun halktan kopuk ve soyut olduğunu söylerler. Rıza Tevfik, isin

içine Yunan edebiyatını da katar ve Divan edebiyatının bu edebiyattan

da etkilendiğini ifade eder. Ahmet Hasim ise asıl taklitçi edebiyatın

Sinasi ile baslayan yeni edebiyat olduğunu söyler.



Halit Ziya’ya göre, bizim edebiyatımız baska milletlerdeki

gibi normal bir gelisim yolu takip etmemistir. Osmanlılığın edebiyatın

ilk devrelerinde tabii olmayan bir tavır sergilemis olduğunu ileri süren

Halit Ziya, edebiyatımızın kendini besleyip büyüten imkânları, kendi

tabii kaynağını dısarıda aramıs olduğunu söyler. Böylece bu edebiyat,

kendini meydana getiren aslı ile ilgisini kesmis, aslına tamamen

yabancı bir çevreye gelmis ve orada bu yeni çevreden edinilmis

bambaska bir hayat yasamaya baslamıstır. Onun için Halit Ziya, Arap

ve Dran tesirinde gelisen Osmanlı edebiyatının eski kaynaklarını

Osmanlılık âleminde değil, o âlemin tamamıyla dısında aramak

mecburiyeti vardır, der (Ünaydın, 1985:43). Ona göre, Divan

edebiyatı, özellikle Farsçanın tesirinde kalarak tabiattan, hatta sanattan

ziyade birtakım süslere, edebî sanatlara, suniliğe, nükte yapmaya,

cinaslara ve tesbihlere; fikir ve ifadenin çesitli oyunlarına kapılmıs ve

bu durum, Seyh Gâlib'e kadar hep bu tarz üzere devam etmistir.

(Ünaydın, 1985:45). Hatta öyle ki Fuzulî ve Bâkî'den Nedim'e kadar

bütün Divan sairleri; Veysî ve Nergisî gibi nesir ustaları da o sunilik,

külfet ve gösteris düskünlüğünden kendilerini kurtaramamıslardır.

Fakat Halit Ziya bu arada bir gerçeğin de altını çizer, eskilerin hiçbir

milletin sair ve yazarına nasip olmayacak derecede harika sayılacak

bir basarı göstermis olduklarını belirtir (Ünaydın, 1985:46).

Edebiyatımızın muntazam bir sekilde tekâmül etmediğini

çünkü ise taklitçilikle basladığını ve bu sekilde devam etmekte

olduğunu söyleyen Cenâb Sehâbettin, Divan edebiyatını taklitçi bir

edebiyat olarak nitelendirir. Ardından edebiyatın tabii gelisimi

hakkında bilgiler verir, Divan edebiyatının sınırlı mazmun ve dağınık

fikirlerden ibaret kaldığını belirtir: “Asırlarca, evet asırlarca meydana

getirdiğimiz manzum eserler -gül ve bülbül, sem ve pervane, mey ve

muğbeçe gibi- dokuz on mazmun etrafında dağılan ve belli baslı bir

mevzuu islemeyen dağınık fikirlerden ibaret kaldı…”. (Ünaydın,

1985:72-73).



Rıza Tevfik, Divan edebiyatındaki suniliklerin sadece bize

mahsus bir özellik olmadığını, eski Yunanlılarda da benzer dolaylı

anlatımların, mübalağaların var olduğunu söyler. O, Divan

edebiyatının bu yönünü hem Yunanlılara hem de Dranlılara bağlar:

“…Biz, isi bu sanata ve külfete boğma hususunu, vasıtalı olarak,

Yunanlılardan -bunda hiç süphe yok- onlardan almısız. Hatta Avrupa

dillerinin gramer ve sentaks kurulusu bile Yunanlılık tesiri tasır. Eee;

Araplardan Acemler de müteessir olmus biz de!.. Biz, ayrıca

Acemlerin de tesirleri altında kalmısız. Demek ki ikinci üçüncü elden

döne dolasa isi böylece külfete, sanat boğma meselesi bizim edebiyata

kadar girmis." (Ünaydın, 1985:122).



Ziya Gökalp, Divan edebiyatını kendi vicdanımızdan

doğmadığı ve taklitçi olduğu, halk edebiyatını da avam sınıfının elinde

incelmediği için tenkit eder. Ona göre bu milletin vicdanından doğan

edebiyat, sadece saz sairleri ile Bektasi dervislerinin elinde kalmıstı.

Divan edebiyatı için klâsik edebiyat ismini uygun görmeyen Gökalp,

“Bizde klasik bir edebiyatın meydana gelmesi için bizim de eski Yunan

ve Latin edebiyatlarına kadar çıkmamız, onların meziyetlerini almamız

ve bunu kendi bünyemize uydurmamız lazım gelirdi.” der.

(Ünaydın, 1985:189).



Köprülü, Dslamiyet’ten önce Türklerin kavmî bir

edebiyatlarının olduğunu, fakat Dslamiyet’in kabulüyle Türklerin edebî

hayatlarında ikilik olustuğunu belirtir. Ona göre, halk tabakası kendi

eski siirleriyle, eski ozanlarıyla, kopuzlarıyla bas basa kalmıs; fakat

Arap, Acem kültürü alan medrese ve saray mensupları tamamıyla

onların tesiri altına girmistir. Bu yüzden Arap, özellikle Acem tesiri

ile ortaya çıkan Divan edebiyatı, taklitçi ve halktan kopuk bir

edebiyattır (Ünaydın, 1985:201-202). O, yüksek sınıfın Dslâm tesiri

altında vücuda getirdiği Acem taklidi edebiyatın halktan pek az ve pek

sınırlı seyler aldığını bu nedenle, canlı bir edebiyat olamadığını söyler

(Ünaydın, 1985:204).



Köprülü, Divan siirini cansız ve donuk bir minyatüre

benzetir, ara sıra hayatla alakalı seylere rastlansa da bunların sayıca

sınırlı olduğunu söyler: “Gerçi bazen böyle hayatla alakası olan, az

çok böyle hususiyetler gösteren eserler de yok değil. Değisik gezinti ve

eğlence yerlerini âdetleri gösteren bazı parçalar vardır.” (Ünaydın,

1985:206). Yine Köprülü’ye göre Divan sairleri halktan kopuk

oldukları için güzellik anlayısları bile aynıdır. Öyle ki bütün sairlerin

sevdikleri, aynı özelliklere sahiptir: “Sevdikleri kimdir, nasıldır?

Göreceksiniz ki hepsi birbirinin aynıdır, hepsi aynı güzeli seviyor.

Bütün bunların sebebi ise halktan bir sey almamıs olmalarıdır."

(Ünaydın, 1985:207).



Ahmet Hasim, eski edebiyatı yeni edebiyattan daha samimi

ve daha az suni bulur. O her iki edebiyatın da taklitle ortaya çıktığını

ifade eder; eskilerin takip ettiği sarkı daha tanıdık, Sinasi’den

sonrakilerin takip ettiği batıyı ise acayip olarak nitelendirir (Ünaydın,

1985:261). Sarklıların az farklarla birbirine benzediklerini, Türk, Arap

ve Acem'in adeta birbirlerine karısmasından ortaya çıkmıs olan

Osmanlı Türkü’nün ise bunların hepsine birden benzediğini söyler.

Ona göre, Osmanlı Türk’ü, rahat ve ölçülü bir hassasiyet içinde

yasayan, hayatı karısık manalarla yüklenip düsünmekten nefret eden,

güler yüzlü, sade, rint ve kalender yaradılıslıdır. Bu nedenle bir

Osmanlı Türk'ü için Norveçli Dbsen ve dolasık ruhlu Barres, birer

acayip seydir. Ahmet Hasim’e göre, Sinasi'den sonrakiler hep bu

acayip seyleri kendilerine örnek edinmislerdir (Ünaydın, 1985:262).



III. Yenilerin Gözüyle Divan Sairleri

Edebiyatçıların adlarından sıkça bahsettikleri Divan sairleri

“Bağdatlı Rûhî, Bâkî, Fuzulî, Nâbî, Nâilî, Nedim, Nef’i, Seyh Gâlib

ve Seyhülislam Yahya”dır.



Nigâr Hanım, Fuzulî, Nedim ve Seyh Gâlib’den övgü ile

bahseder: Eskiler arasında kendisini en fazla Fuzulî’nin

duygulandırdığını söyler ve duygulanısını sözlerine de yansıtır:

“Fuzulî, Fuzulî; hâlâ da, bugün de Fuzulî… Ve Nedim. Bunların ikisi

arasında o kadar fark vardır ki; birisi ask ve sevdada derin... Ötekini

de suhluğundan, sakraklığından severdim belki... Fakat ikisi arasında

hiç aynı hissime tesir eden ortak bir nokta görmedim… Seyh Galib'i

de çok sevdim. Ee... O zamanların edebiyatı bu idi (Ünaydın,

1985:21).



Sami Pasazâde Sezai; Nef’i, Fuzulî ve Nedim’i zikreder.

Namık Kemal’in etkisinden kurtulduktan sonra Divan edebiyatını

okuduğunu belirten Sezai, dönemin ideolojik bakıs açısını ve

önyargısını da yansıtır: “Sonraları, Kemal'in tesirinden kurtulduğum

zaman, eskileri de okudum ve gördüm ki onlarda da nefis seyler var.

Meselâ Nef’î'ye, ahenginden dolayı, ilk defa ben ‘Vagneriyen bir

musikisi var’ demistim. Fuzulî de gayet büyük bir liriktir. Nedim ne

zarif, ne sihirleyici bir adam...” (Ünaydın, 1985:32). Sami Pasazâde

Sezai, eski ve yeni bütün büyük sanatçıları ortaya çıkaran ve yetistiren

gücün çevreleri olduğunu söyler. (Ünaydın, 1985:32).



Halit Ziya; Seyh Gâlib, Fuzulî, Nedim ve Bağdatlı Rûhî’den

bahseder. Divan sairlerini, kuralların esiri olmakla suçlar; fakat Seyh

Gâlib’i, Hüsn ü Ask’ı yüzünden istisna kabul eder. Ona göre Seyh

Gâlib, kendi zamanına kadar mevcut olan sanat kurallarına esir

olmussa da, hayallerinde, sanatı anlayıs ve kavrayıs tarzında, bu sanata

bakısında değisik ve yeni bir sahsiyettir. Seyh Gâlib'in Hüsnü

Ask’ından evvel, ona benzer, o değerde bir eser adının

söylenemeyeceğini ifade eder (Ünaydın, 1985:45).



Halit Ziya, genç yasta Tevfik Nevzat'la beraber, divanları

didik didik ettiklerini buna rağmen onlarda kayda değer bir seyler

bulamadıklarını söyler. Bu kadar sair içinde sadece Fuzulî ve Nedim

kendilerini etkileyebilmistir. Fakat bunların da sanat değeri tasıyan

çok az siiri vardır: “Fakat bunlarda bile, hiçbir zamana ve mekâna

bağlı ve ait olmayan, sadece gerçek sanat zevkini tatmin edebilecek

kadar bir sey bulmak için, ellerimizde adeta birer cımbızla uğrasmak

lâzım gelmisti." (Ünaydın, 1985:47).



Genç yaslarda hocasından Bağdatlı Rûhî’nin Terkib-i

bend’ini okuduğunu ve bundan çok etkilendiğini belirten Halit Ziya,

kendisini Terkib-i bend’in mi, yoksa hocasının ifade tarzının mı

etkilediğini kestirememektedir (Ünaydın, 1985:47). Fakat Halit Ziya,

aslında ikilem içerisinde değildir, marifetin hocasının ifade tarzında

olduğuna kanaat getirmistir: "…geçenlerde Bağdatlı Ruhi'yi okurken

bütün eski hülyalarımın yıkıldığına, adeta bir yığın harabe haline

geldiğine sahit oldum. O eski, derin kuvvetlerden hiçbirini bulamadım."

(Ünaydın, 1985:47-48).



Cenâb Sehâbettin, Fuzulî, Nedim ve Bâkî’yi çok sevdiğini

söyler: “Fuzulî, Nedim ve Bâkî'yi -tercihim sırasıyla söylüyorum, tarih

sırasıyla değil- eski edebiyatımızın Ekânîm-i sülüsesi (Hıristiyanlığın

üçlü tanrı inancı) gibi görür, öyle kabul ederim. Üçü de, kalbime

söyledikleri için, kalbimin sevgilisidir.” (Ünaydın, 1985:74).

Süleyman Nazif’e göre, eski ve yeni kavramları görecelidir.

Nazif, sairleri ve eserleri devirlere taksim etme düsüncesine de karsı

çıkar (Ünaydın, 1985:102).



Rıza Tevfik, Fuzulî’yi lirik bir sair olduğu için, Nedim’i de

zarif, sık, edası hos bir Dstanbul sairi olduğu için beğenir. Nef’i’yi de

mağlup olan bir padisaha kaside yazdığı için tuhaf bulur: “Sultan

Osman ötede mağlup olmus; Nef’i de hâlâ ona kaside yazıyor. Tuhaf

olur bu, gülünç olur.” (Ünaydın, 1985:124). Fakat Rıza Tevfik, her

seye rağmen Divan edebiyatını yetersiz bulmaktadır (Ünaydın,

1985:123-124).



Mehmet Emin Yurdakul, Bâkî’yi Sultan Süleyman devrinin

ufuktan ufka at kosturan cengâverlik dolu hayatını mersiyesiyle

edebilestirdiği, Nedim’i Lâle Devri'nin odalar ve bahçeler içinde

geçen zevk ve safa günlerini dile getirdiği için takdir eder (Ünaydın,

1985:148).



Ali Kemal; Veysî, Nergisî ve Âlî’nin dillerinden dolayı

revaç bulmadığını belirtir. Bâkî, Fuzulî, Âsık Pasa, Ahmedî, Ahmed

Pasa, Necâtî, Zâtî, Nesimî, Usûlî, Nizamî, Hayretî, Nef’i, Nailî, Nâbî,

Seyh Gâlib, Sâbit, Râmî Mehmet Pasa, Seyyid Vehbî, Sâmî, Âsım,

Râsid” gibi Divan siirinin önemli isimlerini zikreder. Ona göre bu

sairlerden her biri ayrı bir alanda basarı göstermistir. Âsık Pasa,

Ahmedî, Ahmed Pasa, Necâtî, Zâtî, Nesimî, Usûlî, Nizamî, Hayretî

gibi sanatçılar Osmanlı Türkçesinin temelini atmıslardır. Bâkî dili ile

Fuzulî ise sözleri ve dili ebediyen yasayacak iki sairdir. Nef’i dil ve

ifadenin kocaman bir denizdir. Öyle ki Nefî'nin yanında Seyhülislâm

Yahya bile sönük kalır. Nâilî, Türkçeyi adeta dâhice kullanmıs, dile

sahip ve hâkim olmustur. Nâbî, hem sair, hem de Bâkî gibi aynı

zamanda bir ilim adamıdır. Seyh Gâlib de ortaya koyduğu yenilikle

bir yenilesme devrinin gelmekte olduğunu haber vermistir (Ünaydın,

1985:277-286).



Sonuç

Tanzimat’la birlikte baslayan ve çesitli dönemlerde

alevlenmis olan eski-yeni tartısmaları -eskisi kadar olmasa da-çesitli

sekillerde günümüze kadar uzanmıstır. Rusen Esref’in 1916-1918

yılları arasında, dönemin farklı görüs ve düsünceye mensup

edebiyatçıları ile yaptığı mülakatlar da, bu anlamda, edebiyat tarihimiz

açısından önem tasımaktadır.



Rusen Esref’in görüslerine basvurduğu edebiyatçılar, Divan

edebiyatı ve klâsik kültürlerle ilgilerini belirtmisler; Divan

edebiyatının dil-üslûp, vezin ve içeriği (sunilik-taklitçilik) ile ilgili

görüs beyan etmislerdir. Bu edebiyatçıların görüs ve düsüncelerinin,

mensubu bulundukları veya temsil ettikleri edebî toplulukla

özdeslestiği görülür. Geleneği savunan sanatçılar, Divan edebiyatının

dil, üslûp ve içeriği ile zengin bir miras olduğunu ileri sürerlerken,

yenilikçiler Divan edebiyatının içerik ve dil bakımından taklitçi ve

halktan kopuk bir edebiyat olduğunu dile getirmislerdir.

Eserde yer alan görüslere bakıldığında, Divan edebiyatının

Arap ve Acem tesirinde kaldığı, bu yönüyle taklitçi bir edebiyat

olduğu; yüksek zümreye ait olduğu; millîlik yönünün olmadığı; sosyal

hayattan ve toplumdan uzak suni bir edebiyat olduğu elestirilerinin

ağırlıkta olduğu görülür. Bunun yanında Divan edebiyatının klâsik

kültürü yansıttığı, islenmis ve zengin bir Türkçenin ortaya çıkmasına

vesile olduğu, aruzun zengin bir ahenk ölçüsü olduğu da Divan

edebiyatı ile ilgili olarak dile getirilen müspet düsüncelerdir. Fakat

hangi görüsü savunursa savunsun genelde bütün edebiyatçıların “Bâkî,

Fuzulî, Nef’i, Nedim…” gibi Divan sairleri hakkında olumlu sözler

sarf etmis olmaları dikkat çekmektedir.



Tanzimat’la baslamıs ve daha sonraki dönemlerde de farklı

sekillerde devam etmis olan Divan edebiyatı ile ilgili tartısmalar

dikkatle incelendiğinde bilimsel kıstaslardan ziyade kisisel duygu ve

düsüncelerin ağırlıkta olduğu görülür.



Bugün, Divan edebiyatı üzerine yapılan bilimsel arastırma

ve incelemeler, onun edebiyat tarihimiz içerisinde hak ettiği yere

yerlesmesini sağlamıstır.



KAYNAKÇA

AKÜN, Ömer Faruk (1997), “Namık Kemal”, DA, C. IX, Eskisehir:

MEB Yayınları.

ERBAY, Erdoğan (1997), Eskiler ve Yeniler, Erzurum: Akademik

Arastırmalar.

GARDPER, Cafer (2005), “Yenilesmenin Baslangıcı ve Öncüleri”,

Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, (Editör: Ramazan Korkmaz)

Ankara: Grafiker Yayınları.

KAHRAMAN, Mehmet (1996), Divan Edebiyatı Üzerine

Tartısmalar, Dstanbul: Beyan Yayınları.

954 Bahir SELÇUK

Turkish Studies

International Periodical For the Languages, Literature

and History of Turkish or Turkic

Volume 4/2 Winter 2009

OKAY, Orhan (2006), “Tanzimatçılar: Yenilesmenin Öncüleri”, Türk

Edebiyatı Tarihi, C. 2, Dstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı

Yayınları.

OKUYUCU, Cihan (2004), Klâsik Edebiyat Etrafındaki Tartısmalar,

Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, C. IV, Ankara: Atatürk

Kültür Merkezi Baskanlığı Yayınları.

ÜNAYDIN, Rusen Esref (1985), Diyorlar ki, (Haz. Semseddin

Kutlu), 2. baskı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı

Yayınları.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

13 May 2024

Yarın, Başyazı, 5 Ağustos 1965, Sayı 120. İdeolojinin önemi Türkiye’nin siyasi yapısında ideoloji gittikçe önemli bir unsur haline geliyor.

Halim Kaya

13 May 2024

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,84 M - Bugn : 13489

ulkucudunya@ulkucudunya.com