« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

29 Oca

2024

Başka çıkış yolu var mı?

Ahmet Selim 01 Ocak 1970

Doğu’dan Batı’ya üç önemli kültür medeniyet tesiri var. Birincisi, antik çağdaki alışveriş. (Yani, öncesinin şark özünden gelişi)… İkincisi, ortaçağ Batı’sını Eski Yunan eserleriyle buluşturuşumuz. Üçüncüsü, Aristo Skolastiği’ni Gazalî’lerden gelen tesirlerle aşmalarını sağlayışımız… (Haçlı seferlerinde şunu bunu görmelerini bir tarafa bırakıyorum.)

Aristo Skolastiği’ni, Gazalî’lerin sayesinde Pascal’ın, Descartes’ın, Newton’ın anlayışlarıyla aşan Batı’nın 17. asırda iki ayağı yere basmıştı. “Düalizm” demelerine bakmayın, bu bir denge haliydi. Onca çalkantıdan sonra bir “duruş dengesi”ne bizden faydalanarak kavuşmuşlardı. “Duruş” dengesi diyorum; çünkü asıl önemli olan, “yürüyüş” dengesi ve istikametidir.

Bir yazımda “Rasyonalizm, rasyonel değildir.” demiştim. Rasyonel, aklî demektir. Rasyonalite aklîlik (akla uygun olma keyfiyeti)tir. Rasyonalizm ise, akılcılıktır, aklîlikten yana olmayı ifrata dönüştürmektir. Akılcılığı, mutedil bir telakkiyle rasyonalite taraftarlığı gibi anlayıp öyle kullananlar vardır; ama Batı’daki gerçek kullanımı yukarıda belirttiğim gibidir.

Buna diyalektik mantığı da diyebilirsiniz. Batı, bir ifratı tez olarak ortaya atacak, bir başka ifratı antitez olarak karşısına çıkaracak; bu çarpışmadan da bir sentez doğacak!

17. asırda “duruş dengesi”ne sayemizde kavuşan Batı, “yürüyüş dengesi”ni kendi seciye yapısına göre böyle kurmaya çalıştı. Marx’tan Hegel’den çok önce, bu “zıtlar diyalektiği” Batı’nın mayasında vardır. İlimcilikle ilmi, maddecilikle maddeyi, akılcılıkla aklı put haline getirdiler… Tepkileri de buna benzer şekilde gerçekleşti. “Madde yoktur” denilmesi gibi… Cemil Meriç’e göre Batı’nın müntehası “panteizm”dir. Panteizm ise bir sentez değildir; tezin de antitezin de anlamsızlaştığı, bir ifratlar dejenerasyonunun iflas çukurudur. O çukurda bir iflas mutabakatı vardır; artık yeni bir sentez falan aramadan herkes eskisi gibi devam edebilir! Fikrî tekâmül bitmiştir; söz kapitalizmindir, maddî ilimlerindir; ötesi, onlara tabi olarak, ihtiyacı hissedilen kılıfları hazırlamaktır!

Batı’nın akıbeti belliydi artık. Bu duruma “Marksizm-nihilizm” tepkileri yükseldi. Akılsız ve şuursuz çığlıklar gibi…

Zıtların güya “sentez” ortaya koymak için çarpışmasından bir muhassala meydana geldi ve bundan bir medeniyet doğdu; ama bu medeniyet kendi insanını kendine benzetti. Diyalektik metod bir medeniyet tablosu ortaya çıkarabilir; fakat insanın iç dünyasına bir “mutluluk dengesi” kazandıramaz. Bu medeniyet hakikî bir sentez olsaydı, insanının da sıhhatli bir mutluluk dengesi olurdu.

Batı müsamahayı bilmez, toleransı bilir. Cemil Meriç “Tolerans Asyalıdır.” derken; toleransı, müsamaha yerine kullanıyordu, genel kabule uyarak. Ama kastettiği hüküm doğruydu. Müsamaha bizim öz malımızdır; hadislerde vardır. “İmanın en üstünü sabır, cömertlik ve semahattir” (Camiu’s-Sagir 3/203, n. 320) “Müsamahalı bir dinle gönderildim.” (Camiu’s-Sagir 3/203, n. 320) “… Müsamaha kazançtır, zenginliktir.” (Camiu’s-Sagir)

Bir de Batı’daki toleransa bakın: “Katoliklere ve ateistlere tolerans gösterilemez.” Bu ifade, tolerans hakkında kitap yazmış olan John Locke’a ait! (Süleyman Hayri Bolay) Mirabeau, kiliseyi kastederek, “Tolerans sözü bana zorbalığı hatırlatıyor.” diyordu. Thomas Paine, toleransı, endülüjans satan kilisenin bir oyunu olarak görüyordu. (Demirtaş Ceyhun, Osmanlılar’da Aydın; Dr. Hüseyin Batuhan’ın 1959’da yazdığı bir makaleden bahisle) Demirtaş Ceyhun, Batı’da toleransın sevgiyle, şefkatle ilgisi bulunmayan bir kavram olduğunu söylüyor.

… Batı’ya biz bir şey verebilirsek, Batı’da bir müspet değişme olabilir; tarih buna şahit. Jacques Pirenne itiraf ediyordu: “Bir noktadan sonra, Doğu’yu sömürüp soluksuz bırakmakla, kendi ışığımızı kararttığımızın farkına varamadık.” diyordu. (Büyük Dünya Tarihi) Müsamahayı (hoşgörüyü) Batı’ya yine biz aşılayabiliriz. Batı’nın bize, bizim kaynak değerlerimize ihtiyacı vardır. “Renan” saplantısının yanlışlığını Batı’ya anlatmalıyız. Bu, zorla olmaz; fikirle olur, diyalogla olur, tavırla ve eserle olur. İnsanlar gibi medeniyetler de, bilmedikleri, anlayamadıkları şeylerden korkarlar.

Demirtaş Ceyhun, yukarıda zikrettiğim kitabında, hoşgörüyü (müsamahayı) Batı’daki toleransın tarihselliği içinde eriterek, “Her türlü toleransa hayır beyler!” diyor. Çünkü izmlerde hoşgörü anlamında tolerans yoktur. Şaşırmayın “hümanizm”de bile yoktur bu! Her izm, kabukludur ve kendi kabuğunu bir zırh gibi kullanmak ister. Çünkü “aslî terkib”e katkı sunmaya razı değildir, ifratlar çatışmasının diyalektiğine göre hazırlanmıştır. Huntington da bunun için bir medeniyetler çatışmasından söz ediyor.

Tarihin böyle bir kaos kavşağında bize düşen nedir? Kendi özümüze dönmek, tepkiselliği bırakmak, kendi özümüzle Batı’ya tesir ulaştırmak. Muhterem Hocaefendi’nin yapmaya çalıştığı, lüzumunu işaretlemeye çalıştığı görev; bence işte bu zaruretle ilgilidir.

Hep yazmışımdır: Sadece Batı’yı taklit etmek değil, Batı’yı reddedici bir tepkisellik yalınlığı içinde bulunmak da bir çeşit Batıcılık’tır. Metodik olarak öyledir. Hocaefendi’nin taviz olarak verdiği bir şey yok, ulaştırmak istediği mana (değer) vardır; almak istediği bir şey yok, bütün insanlık için doğmasını istediği inkişaf neticeleri vardır.

Ben bunları, tenkidî bakışlara cevap ve izah teşkil etmesi açısından yazıyorum. Tarihte bizi önce, Batı’ya geçici ve nisbî faydalar sağlayan Aristo’culuğumuz sarstı. Aldık onu, tefekkür mantığının metodu haline getirdik. Bunu düzeltmeye çalışan Gazalî’yi çift taraflı bir anlayışsızlıkla karşıladık; ve düşüncede dengesiz de olsa Batı yürürken biz durduk. Panik döneminde de, Auguste Comte familyasının ürünlerine sarıldık. Biz davayı harp meydanlarında değil, tefekkür planında kaybettik. Öze ve ruha bağlılığın sürekliliğini sağlayamadık. Onlar sıhhatsiz dengenin marazî diyalektiği ile ideolojik sapmalı sosyal ilimleri oluştururken, biz seyrettik. Yenik düştükten sonra da (İbn Haldun’un dediği gibi) taklide başladık.

Bugün öyle bir noktaya geldik ki adeta tarihî gelişim kilitlendi. Kaosun sebebi budur.

Müsamaha, “tebliğin-irşadın-tenvirin” sürekliliğini ve müessiriyetini sağlamak görevinin ifadesidir. Kaynağı; tevhiddir, insana verilen değerin kökteki hikmetidir; sorumluluk şuurunun cihanşümul ve (tabir caiz ise) zamanşümul mahiyetidir. İpleri koparıp herkesin kendi zırhına bürünmesi ise, Huntington’ın derpiş ettiği “akamet ve toplu hüsran” akıbetini getirir. İçte de dışta da, Batı’da da Doğu’da da, böyle bir akıbet “insanın tükenişi” anlamına gelir. “İnsan” kaybederse, “insanı insan yapan değerler” kaybederse, kim ne kazanacaktır? İşaret edilmek ve çaresi bulunmak istenen mesele budur.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

13 May 2024

Yarın, Başyazı, 5 Ağustos 1965, Sayı 120. İdeolojinin önemi Türkiye’nin siyasi yapısında ideoloji gittikçe önemli bir unsur haline geliyor.

Halim Kaya

13 May 2024

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,73 M - Bugn : 37123

ulkucudunya@ulkucudunya.com