« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

01 Oca

2024

Niçin Milliyetçiyiz?

Mümtaz Turhan 01 Ocak 1970

Bizim milliyetçiliğimiz mensup olduğumuz millete bağlılığı, sevgiyi ifade ettiği kadar, milletin yalnız bir realite değil, büyük bir zaruret olması keyfiyetini de ifade eder. Bu zaruretin neden ibaret olduğunu izaha girişmeden önce milliyetçilik aleyhinde şimdiye kadar öne sürülen bazı fikirlerle iddialara göz atmanın faydalı olacağını zannediyoruz.

Biz burada o fikirlerin, o iddiaların ilmi olanlarından ziyade, şahsi ve siyasi endişelerle ortaya atılmış bulunanları, sözde fikir cereyanları üzerinde duracağız. İlmî olanlarının, bu hususta yazılan eserlerde münakaşasını görmek mümkün olduğu halde diğerlerine, ilmî değildir diye ehemmiyet verilmemiştir. Halbuki ekseriya yıkıcı, menfi birer karakter taşıyan bu fikirler, ilmî olanlarından daha çok yayılmış bulundukları, hüviyetlerini gizleyebildikleri için daha zararlıdır. Bu itibarla milliyetçilik etrafında toplanabilenleri dağıtmak, hiç olmazsa onları millet varlığı hakkında şüpheye düşürmek gayesiyle ortaya atılmış bulunan bu fikirlerin mahiyetini deşmek bunlara karşı cephe almak mecburiyeti vardır.

Bu iddiaları sıraladığımız zaman, bunların başında, milliyetçiliği bir nevi dar kafalılık; eskiye, ananeye, mâziye saplanıp kalma diye telakki eden fikir gelir. Her şeyi inkâr edip hiçbir şeye inanmamakla kendilerini beşerî olgunluğun son mertebesine erişmiş kabul eden bu insanlara göre milliyetçilik, 19. asra ait, gerçekleşemeyen birçok mücerret fikirlerden biridir. Yirminci asırda olduğumuza ve bu asrın da kendisine has birçok yeni fikirleri bulunduğuna göre milliyetçilik, eski bir fikirdir! Binaenaleyh insanları mahdut bir seviyede tutmak suretiyle onların geri kalmalarına sebep olduğu için faydasından ziyade zararı vardır.

Bu iddialarda, milliyetçilik fikrinin 19. asra ait olduğu noktasından başka, doğru olan hiçbir nokta yoktur. Fakat bu, milliyetçilik fikrinin reel hiçbir varlığa tekabül etmediğini veya milletin bu asırda teşekkül edip sonradan ortadan kaybolduğunu da ifade etmez. Bundan başka, milliyetçilik; yeni bir uyanış, bir kendine geliş, yâni bir şuur olmakla beraber, yeniden teşekkül etmiş bir varlığın adı da değildir. Gerçi millet, her devirde bazı morfolojik tahavvüllere uğraması, iç ve dış yapısı, bilhassa medeniyet, kültür seviyesi bakımından zamanla tesirleri artan bazı amillere daha fazla maruz kalması itibariyle değişiklikler geçirmiştir. Bunlar göz önünde tutulduğu takdirde, millet varlığını, zannettiğimizden daha eski devirlere kadar götürmek mümkündür. Gerek bu gerek milletin müşahhas bir varlığa delalet etmesi bakımından, milliyetçiliğin mücerret bir fikir halinde kalamayacağı aşikardır.

Milliyetçiliğin ananeye, mâziye düşkünlük ifade etmesi ve dar kafalılık doğurma iddiası, bizzat dar bir görüşün mahsulü olabilir. Yanlış bir inkılapçılık anlayışına dayanarak, bütün bir maziyi, tarihi, ananeyi ittiham etmekle hiç kimse inkılapçı ileri bir insan olamaz. Zira inkılapçılık, doğru anlaşılmak şartıyla, hiçbir vakit her şeyi tahrip ederek her nevi mesulluk ve mükelleflikten kurtulmak demek değildir. Bilakis hakiki inkılâpçı: herkesten fazla mesullük ve mükelleflik yükü altına giren, feragatli, fedakâr bir insandır. Çünkü vazifesi eskisinin iki misli olmuştur. Yıktığı kadar, belki daha fazlasını yapmak mecburiyetindedir. Sonra, hakiki inkılâpçı yıkma fonksiyonunda dahi tamamıyla serbest olmayıp iyi bir operatör gibi hareket eder. Evet, iyi bir operatör, uzviyetin hasta kısımlarında ameliyat yapabilmek için diğer taraflarını nasıl koruyorsa; gayesi hastayı kurtarmak, sıhhati muhafaza etmekse; hakiki inkılâpçı da bazı müessese ve kıymetlerde değişiklik yapmakla, bazı kıymetleri atmak, bazı müesseseleri ananeleri yıkmakla geri kalanları muhafaza etmek istiyor demektir. Elindeki bıçakla hastanın bütün vücudunu, tıp namına kesip biçen, aklı başında bir operatör tasavvur etmek nasıl mümkün değilse, cemiyette gayesiz değişiklikler meydana getiren, muayyen bazı kıymetleri muhafaza etmeden veya eskilerin yerine yenilerini koymadan her şeyi altüst eden bir inkılâpçı da düşünülemez. Şu hâlde en koyu inkılâpçı dahi bazı şeyleri ve bunların üstünde, bütün cemiyetin selametini düşünmek mecburiyetindedir. Yalnız gündelik hayat kaygısıyla yaşayan bir insan, bugün için ne kadar az mümkün ise her gün yeni yeni şeyler yapacağım diye hiçbir şey muhafaza etmeyen bir cemiyeti düşünmek de bize o kadar güç geliyor. Çünkü bize göre cemiyette anane, fertteki itiyada tekabül eder. Bu itibarla kötüler olduğu kadar lüzumlu bulunanları da vardır. Ve bir insan, bütün bu itiyatlarını bir anda nasıl feda edemezse, bir cemiyet de bütün ananelerinden birden vazgeçemez. Onun için Türkiye Cumhuriyeti’nin milliyetçilik, halkçılık gibi diğer umdelerini unutarak inkılâpçılık üzerinde ısrar edenlerin, bunu diğer umdelerin aleyhinde kullananların bu inkılapçılığından şüphe etmemiz lazımdır.

Şimdiye kadar en çok rastlanan itirazlardan birisi de milletin tariflerine karşı yapılandı.

Gerçekten millet teşekkülünü tek veya mahdut birkaç amile irca ederek bütün milletlere şamil, herkesi tatmin eden bir tarif yapmak güçtür. Bu da millet gibi gayet mûdil bir varlığın çok muhtelif amillerin tesiri altında teşekkül ettiğini, her amilin bu oluşta aynı derecede müessir olmadığını, bir yerde bir amilin, başka bir yerde diğer birkaç amilin daha çok tesir yaptığını gösteriyor. Tabiat âlemlerinde de tek bir amile, tek bir sebebe irca edilemediği için, daha doğrusu bütün amillerin tesir dereceleri tayin edilemediği için, neticesi önceden söylenilemeyen hâdiseler vardır (mesela hava tahavvülleri gibi). Daha çapraşık olan cemiyet hâdiselerinde bu amilleri değil tecrit etmek, hatta her vakit tayin etmek bile mümkün değildir.

Esasen bugünkü milliyet telâkkisi karşısında sebep ve netice rabıtası ancak lise kitaplarına inhisar eden bir kaide olarak kalıyor. İşte bütün bu zorlukları görmeden tam olarak herkesi tatmin edecek gibi tarif edilememesini, milliyetçiliğin karşısına en ikna edici bir delil diye çıkaran zihniyet insana, “tarif edilemeyen şeyler mevcut değildir” gibi basit bir mantığa dayanıyormuş hissini veriyor.

Milliyetçiliğin, milli şuuru kuvvetlendirmesi itibarıyla milletleri er geç militarizme sevk edeceği, bu yüzden harplerin çıktığı ileri sürülerek milliyetçilik aleyhinde bulunulmaktadır.

Milliyetçilik fikrinin henüz doğmadığı devirlerde de harplerin vukua geldiğini hesaba katmamak bu fikir cereyanı, bir vakitler moda olan pasifist görüşün bir ifadesi olmak üzere, bilhassa bazı memleketlerde, siyasi sağ cereyanlara karşı bir nevi siyasi antitez olarak, kasten ortaya atılmıştır. Gayesi, diğer bütün sol cereyanlarda olduğu gibi ortalığı, fikirleri karıştırmak olduğundan en mutedil milli hareketleri bile harpçilikle ittiham etmekten çekinmez.

Onun için bu fikir taraftarları her milliyetçiye “Faşist” veya “Nasyonal – sosyalist” damgasını basarlar. Bu itibarla ilmî bir delil yerine günlük fikir hayatını karıştıran siyasi bir polemikle karşılaşıyoruz. Bu nevi delilerde olduğu gibi burada da sosyolojik bir fikirden değil, şu vehimden istifade edilmektedir: Kuvvetli olan muhakkak mütecaviz olur!

Yine bu fikir taraftarları, milliyetçiliğin demokrasi hareketleriyle bir arada gittiğini unutarak, yukarıdaki sebepler dolayısıyla milliyetçiliği demokrasi aleyhtarlığı şeklinde göstermeğe çalışırlar. Halbuki bir cemiyetin millet haline gelmesini hedef edinen hakiki milliyetçilik, bir milletin kendi kendini idare etmesini, yâni idare mesullüğünü bizzat yüklenmesini şart olarak aldığından, demokrasinin de en esas fikrini ihtiva eder.

Sonra, yanlış, eksik bir insanlık idealine bürünerek milliyetçilik aleyhinde bulunanların fikri gelir. Bunlara göre milliyetçilik; insanlık, ebedi kardeşlik fikrinin gerçekleşmesini önler; “Egoizim – hodbinlik” nasıl “Altruisme = diğerlerini de düşünme” karşısında mahkûm oldu ise, milliyetçilik de bir gün büyük insanlık fikrinin önünde öyle eğilecektir.

Müşahhas, gerçek bir varlığa tekabül eden millet fikrinden ayrıldığı andan itibaren mücerret ve müphem kalmağa mahkûm olan insanlık, beynelmilelcilik “Enternasyonalizm, Kozmopolitlik” gibi mefhumların, ancak millete dayandığı takdirde müşahhas bir mânâ kazanabileceği unutulmaktadır.

Çünkü bütün insanlara şamil bir nizam, eğer bir gün tahakkuk edecek olursa, ancak aynı seviyede bulunan milletler arasında kurulabilecektir. Bir millet, fertten sonra gelen içtimai bir bütündür. Bu itibarla ona dayanmayan şümullü bir nizam düşünmek imkânsızdır. Gerçi şimdiye kadar tarihte, hatta bugün bile birçok kavimlerin bir gaye, bir bayrak altında topladığı vakidir: Ümmet dediğimiz dinî topluluklar ve imparatorluklar gibi. Fakat dikkat edilince her ikisinde de zamanla değişmiş olsa bile, muhakkak bir kavmin bir millet çekirdeğinin, yâni yarı veya tam millet haline gelmiş bir insan topluluğunun fikir, idare ve kültür mümessili olarak diğerlerini etrafına topladığı görülür. Bu hal; bilhassa imparatorluklarda biriz bir şekilde görülmektedir. İmparatorluk kendiliğinden teşekkül etmiş bir milletler camiası değil, tek bir milletin diğerlerini zorla kendi idaresi altına alması demektir. Onun için, bu neve millet zaafa düşünce bütün imparatorluk çöküyor. Dinî topluluklarda da bir mefkûre etrafında mütecanis bir kitle halinde toplanan insanlar, ancak içtimaî bir bütün, bir varlık olduktan sonra diğer kavimleri kendi içine alabiliyor. Binaenaleyh insanlık idealine samimi olarak inanan bir insan, tamamıyla mücerret kalan bir fikir âleminde sadece oyalanmakla vakit geçirmek istemiyorsa, ona giden tek yolu seçmeğe mecburdur. Bu yol, bir cemiyetin bir kavmin millet haline gelebilmesi için aşması zaruri olan çetin engellerle dolu bulunan millet yoludur. Bunun dışında her faaliyet, her ceht verimsiz kalmağa mahkûmdur.

Nihayet hiçbir fikre sahip olmadıkları veya olmak istemedikleri için her fikir gibi milliyetçilik fikrinin de aleyhinde bulunmak mecburiyetini duyanları zikredebiliriz.

Her türlü nizam, her çeşit mükelleflik ve mesullük hislerinden uzak kalarak sadece zevk ve safa ile Epikuryen bir ömür sürmeği hayatlarında biricik hedef edinen, ancak iptilalarına esir olan bu insanlar için burada söylenecek tek söz yoktur.

Yukarıda da söylediğimiz gibi, siyasi endişelerle, maksatlarla ortaya atılmış bulunan bu iddiaların ilim bakımından hiçbir değeri yoktur. Onun için üzerinde fazla durmuyoruz. Yoksa her birisine başlı başına bir yazı tahsis etmek lazımdı. Esasen gayemiz, milliyetçilik aleyhinde ileri sürülen bu menfi ceryanları önlemekten ziyade milliyetçiliğin müspet taraflarını belirtmektir.

Türk milletinin en ileri medeniyetli ve tam bir millet hâline gelmesini esas hedef olarak alan milliyetçiliğimizin hususiyeti, yapıcı olmasındadır. Biz bunu, bir milletin maddî (siyasi, iktisadi) ve manevî (fikir sahasında) istiklâlinin, herhangi sahada bir varlık gösterebilmesinin en esaslı hatta tek şartı kabul ediyoruz. Onun için bize göre bir cemiyetin millet haline gelmesi, bir ferdin şahsiyet haline gelebilmesine tekabül eder; fertteki kabiliyetin, kudretin insan melekelerinin en yüksek gelişmesi, verimi nasıl ancak şahsiyette tahakkuk ediyorsa; maddî ve manevî imkânları, siyaset, iktisat, fikir, sanat sahalarına ait eserlerin meydana gelebilmesi de ancak millet karakterini kazanmış olan cemiyetlerde mümkün oluyor. Yani bir cemiyetin, millet haline gelebilmesi demek onun muayyen bir kıvamı alması demektir. İşte bir cemiyetin muayyen bir kıvama gelmesine, yani şahsiyetini idrak etmesine biz, millet hali diyoruz.

Şahsiyette olduğu gibi, millet haline gelmenin de muhtelif dereceleri vardır. Onun için; bazı milletlerin yalnız muayyen sahalarda büyük işler başarıp diğer sahalarda vasatiyi aşmaması veya beklenen eserleri vermemesi; onların henüz tam bir millet haline gelmediğini gösterir. Böylece biz, şahsiyetle millet arasındaki benzerliğin yalnız dıştan olmayıp içten bir bağlılığa dayandığını kabul ediyoruz demektir. Çünkü her sahaya ait şahsiyetler, ancak tam millet haline gelmiş bulunan cemiyetlerde yetişebilir. Her sahaya alt şahsiyetleri yetiştiren müesseseler de ancak bu nevi cemiyetlerde meydana gelebiliyor. Bu itibarla; şahsiyetini bulamamış yahut inhilal halindeki ferdin başarıları nasıl mahdut ise ve biz, rastgele fertten, ancak büyük bir şahsiyetin meydana getirebileceği eserleri nasıl beklemiyorsak; millet haline gelmemiş cemiyetlerden de büyük çapta, hatta normal işler bekleyemeyiz.

Fakat bir defa millet haline gelince mesele değişir. Millet haline gelmiş her memlekette fikir hayatı muayyen bir çerçeve ve nizam içinde, muayyen ölçülere, kıymetlere göre işler, gelişir. Her fikir her dava, her mesele o memleketin iç ve dış realitelerinden, öz, hakiki ihtiyaçlara uygun olarak doğmuştur. Aralarında daima içten bir bağlılık, bir münasebet vardır. Hiçbir fikir, hiçbir mesele insana dışarıdan gelmiş, iğreti, kalp, mücerret hissini vermez. Zira hiçbir dava ortaya gösteriş olsun diye atılmaz. Hiçbir mesele sırf bir iş yapmış olmak kaygısı ile hallediliyormuş gibi gösterilmez. Hiçbir fikir süs ile taşınmaz. Zaten organik bir şekilde, bir bütün halinde uzuvlanıp teşekkül etmiş olan millet varlığı, uydurma ihtiyaçların kalp değerlerin meydana çıkmasını önler. Bu itibarla millet haline gelmiş cemiyetlerde bütün faaliyetler gibi fikir hareketleri de hakiki değerlere göre akıp gider. Bu türlü cemiyetlerde hakiki değerler uydurma, kalp değerlere üstün bir vaziyettedir.

Buna karşı, millet haline gelmemiş bulunan cemiyetlerde kaotik bir hal hüküm süreceğinden, hakiki değerlerin yerini kalp, uydurma değerler alıyor. Cemiyet, sıhhatli, tam, istikrarlı bir nizam yerine her an çökebilen uydurma bir düzene tâbi oluyor. Bir cemiyetin kaotik vaziyette bulunması, o memlekette fiilî bir anarşinin hüküm sürmesini icap ettirmez. Zira görünüşte gayet sert olan bir idare altında bile, bu karışıklık, bu nizamsızlık var olabilir.

Bu itibarla, bir cemiyetin millet haline gelebilmiş olmasını onun idare şekliyle ölçmek güçtür. Gerçi millet haline gelebilme cehdinde, oluş anında, şu veya bu rejime tâbi olmasının büyük ehemmiyeti inkâr edilemez. Fakat bu, hiçbir vakit millet haline gelmiş olmanın bir ölçüsü olamaz. Nasıl bir şahsiyet, ancak şahsiyet haline geldikten sonra muayyen bir dünya görüşüne, şuurlu bir siyasi kanaate sahip olabiliyorsa; bir cemiyet de ancak millet haline geldikten sonra bir idare, siyaset, iktisat rejimini seçmekte mesul, muhtar olabilir. O halde, henüz tam bir millet haline gelmemiş cemiyete, bir siyaset veya iktisat prensibini, rejimini yüklemekle o millet, yalnız oluş cehdinden alıkonmaz, aynı zamanda millet haline gelme talihinden de mahrum edilmiş olur.

İşte bütün bunlar, bir cemiyetin kurtuluşu, istiklali gibi muayyen bir olgunluk, bir medeniyet, bir kültür, refah ve saadet seviyesine erişmesinin, adil, hakiki, özlü bir nizam kurabilmesinin ancak millet haline gelmesiyle mümkün olduğunu gösteriyor. Bu da millet halinin yalnız bir realite değil, aynı zamanda bir zaruret olmasının ifadesinden başka bir şey değildir.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

13 May 2024

Yarın, Başyazı, 5 Ağustos 1965, Sayı 120. İdeolojinin önemi Türkiye’nin siyasi yapısında ideoloji gittikçe önemli bir unsur haline geliyor.

Halim Kaya

13 May 2024

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,89 M - Bugn : 20227

ulkucudunya@ulkucudunya.com