« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Nis

2020

23 NİSAN 1920 TBMM AÇILIŞI VE ANLAMI

Dr. Mustafa KÜÇÜK 01 Ocak 1970

Milletler; müşterek inanç, kültür, tarih ve medeniyet değerlerine sahip olan ve aynı gaye etrafında kenetlenen sosyal varlıklardır. Milletleri aynı bayrak, vatan ve ülküler etrafında toplayan bu maddî ve manevî unsurların hiç birisinin terki mümkün değildir ve bölünme kabul etmezler. Milletlerin bu özellikleri, millî irade ve millî hâkimiyet düsturuyla millî meclislerine akseder ve orada neşvünemâ bulurlar. İrâde-i milliye ile âmil olmak ve millî hâkimiyeti tesis etmek maksadıyla kurulan Büyük Millet Meclisi, bu itibarla Türk milletinin bütün özelliklerinin ve milliyet varlığının tam olarak temsil edildiği, siyasî hüviyet kazandığı ilk Meclis-i Millî olmuştur.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşuna, “Şark Meselesi”nin bir neticesi olarak Osmanlı Devleti’nin Batılı devletlerce bölüşülmesinin ardından gerçekleşen hâdiselere yol açmıştır. Türk milleti, Sevr Antlaşması’yla Batılı devletlerin kendisini yok etmek isteğine direnmek, hürriyet ve istiklâl mücadelesini başarmak maksadıyla Millî Meclisi’ni kurmuş ve onun riyâsetiyle Türk İstiklâl Harbi’ni yapmıştır. Dünya siyasî medenî ve askerî tarihinde çok büyük bir yer edinerek, yıkılışından sonra toprakları üzerinde kurulan yaklaşık otuz kadar ülkenin insanlarını asırlar boyunca adalet ve medeniyetle idare etmiş bulunan Osmanlı Devleti’nin, emperyalist ve istilâcı emellerini Türk toprakları üzerinde gerçekleştirmek isteyen Batılıların tecavüzleri sonucunda mağlûp olması, Türk milletini Millî Mücadele’ye girişmek mecburiyetinde bırakmıştır.



Bu mücadelenin muvaffakıyetle neticelendirilmesi maksadıyla Heyet-i Temsiliye ve Müdâfaa-i Hukûk Cemiyetleri teşekkül ettirilmiş; mahallî kongreler ile millî kongreler tertip edilmiş ve tel’in mitingleri düzenlenmiştir. Çünkü Mondros Mütarekesi’nden sonra varlığına kastedilen Türk milleti, bu istiklâl ve hürriyetini kazanmak için ancak kendi kuvvetine dayanması gerektiğini görmüştür. Nitekim 23 Temmuz 1919 tarihinde başlayan Erzurum Kongresi’nde, Esas Teşkilât Hukuku’nu da ilgilendiren ve Millî Mücadele’nin ruhunu ortaya koyan şu karar alınmıştır: “Memleket işlerinde Kuvâ-yı Milliye’yi âmil ve millî irâdeyi hâkim kılmak esastır”. Bu kongrenin ardından teşkil edilen Sivas Kongresi ile son Osmanlı Mebusân Meclisi’nin 28 Ocak 1920 tarihinde aldığı Misâk-ı Millî kararları, bu mücadelenin prensiplerini pekiştirerek umumîleştirmiş ve millî irâdeye dayanan hükûmet fikrinin temelini atmıştır.

Son Osmanlı Meclis-i Mebusânı’nın kapatılmasının ardından gerçekleştirilen faaliyetler, Millî Mücadele’nin siyasî bir müessese tarafından yürütülmesi için gerekli çalışmalara, yani Büyük Millet Meclisi’ni teşekkül ettirmeye müteveccih olmuştur. Heyet-i Temsiliye; kurulduğu günden TBMM’nin kurulmasına kadar geçen sürede, yani 12 Eylül 1919-23 Nisan 1920 tarihleri arasında ve ülkenin büyük bir kısmında, millî ve mahallî kongrelerde alınan kararları titizlikle uygulayarak ve millî hareketi canlandırarak, “Geçici Hükûmet” görevini başarıyla yerine getirmiştir. İstanbul Hükümeti de, Anadolu’yu fiilen idare etmek üzere teşkil edilen Heyet-i Temsiliye’yi bir taraf olarak tanımış ve müzakereye geçmiştir. Nihayet mühim bir karar olan 19 Mart 1920 tarihli “İntihâbât Tebliği”nin yayınlanması[8] ise, yeni Türk devletinin kuruluşuna giden hukukî yolu açmıştır. Bu tebliğde, Ankara’da fevkalâde salâhiyetli bir meclisin toplanacağı ilân edilerek, yeni bir seçimin yapılacağı bildirilmiştir. Netice itibariyle bu tâmim, Türk milletinin yeni bir meclis kurma teşebbüsünün mühim bir âmili olarak Türk siyasî hayatındaki yerini almış ve halkta mevcut tereddütlerin zamanla giderilmesiyle birlikte tamamlanan seçimler sonucunda, “memlekette Kuvâ-yı Milliye Ruhu ve azmi” hâkim olmuştur.



A. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Kuruluşu ve Gayesi

Meclis, Türkçemizde; oturulan mekân, mahal mânasında kullanılmaktadır. Ancak “meclis” gerek Osmanlı Türkçesinde, gerekse Türkiye Türkçesinde, yalnızca mekânı ve mahalli belirtmemekte; bizzat oturulan mahalde, makamda veya mekânda bulunan kişi veya topluluğu da ifade etmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi deyince, bu mefhumların göz önünde bulundurulması yerinde olacaktır. Nitekim Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu konuda nasıl olunması gerektiğine dair en güzel örneklerden birisini teşkil etmiştir. Seçim devreleri itibariyle baktığımızda; 23 Nisan 1920’den 21 Mayıs 1923 tarihine kadar fiilî; İkinci Meclis’in işe başlama tarihi olan 11 Ağustos 1923’e kadar da hukukî olarak devam eden meclise, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi diyoruz.

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk milletini temsilen Millî Mücadele’yi gerçekleştirmek üzere kurulmuştur. Bu meclis, yeni Türkiye’nin ilk Millî Meclisi olması itibariyle “Birinci Meclis”; Türk İstiklâl Harbi’ni zaferle neticelendirerek yeni Türk devletinin temelini attığı için “Kurucu Meclis”; Türk milletinin millî ruhunu temsil ettiği için “Kuvâ-yı Milliye Meclisi” şeklinde tarif ve tavsif edilegelmiştir. İlk dönemlerde “Büyük Millet Meclisi” ve “Meclis-i Âli” gibi isimler kullanılmasına rağmen, kendi varlığını teminat altına almak üzere çıkardığı “Hiyânet-i Vataniyye Kanunu” ile adı “Büyük Millet Meclisi” olarak tesbit ve tescil edilmiştir.[10] Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) yapısını özetleyen iki mühim ve temel prensip mevcuttur. Bunlar, millî irâde ile millî hâkimiyet prensipleridir. Hâkimiyet hakkını, kayıtsız ve şartsız olarak Meclis’in irâdesine teslim eden Türk milleti, bu irâde ve hâkimiyetin millîlik vasfına sahip olmasını gözetmiştir. Zaten millî irâde ve millî hâkimiyet demek; milletin muhtevasının ve isteğinin Meclis’teki icraatlara aksetmesi demektir.



1. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Açılışı

Kâzım Karabekir Paşa’nın, Ankara’da bir millî meclisin toplanmasına dair 17 Mart 1920 tarihli teklifinin de doğrultusunda Heyet-i Temsiliye’nin 19 Mart 1920 tarihinde neşrettiği seçim talimatıyla, kumandanlar ve valiler tarafından seçilen yeni mebuslar ile Osmanlı Meclis-i Mebusânı’ndan TBMM’ye iştirak edecekler, Nisan ayı başından itibaren Ankara’ya gelmeye başlamıştır. Mustafa Kemal Paşa, 21 Nisan 1920 tarihinde illere gönderdiği tâmim ile, Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920 Cuma günü açılacağını bildirmiştir. Altı maddelik bu talimatta, Meclis’in ne şekilde açılacağını sarahatle belirtilmiştir. TBMM’nin toplanması için, İTC’nin Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Numune Mektebi ve Klüp olarak yaptırdığı bina tesbit edilmiş ve gerekli tamirat neredeyse bütün Ankaralıların iştirâkiyle tamamlanarak açılışa hazır hâle getirilmiştir.

Meclis’in açılış gününe şahid olan gazeteci Enver Behnan Şapolyo, o günü şöyle tasvir etmektedir: “Bina henüz tamamlanmamıştı. Kiremitleri bile döşenmemişti. Pek çok noksanları vardı. Kiremit yetmedi. Ankaralılar kendi çatılarından kucak kucak kiremit taşıyarak çatıyı kapattılar. Bu manzara çok anlamlıdır. Meclis’te mebusların oturacağı sıra bile yoktu. Ankara Muallim Mektebi’nin tatbikat okuluna ait sıralar getirildi. O tarihte Ankara’da elektrik de yoktu. Kahvelerin birinden alınan petrol lambası asılarak aydınlatma meselesi halledildi. Salonun koridoruna, mebusların su içmesi için üç küp konuldu, üzerlerine maşraba bırakıldı. Sokağa bakan ilk oda da Riyâset Odası yapıldı. Daha sonra meşhur Hattat Hulûsi Efendi’nin yazdığı “Hâkimiyet Milletindir” tabelası, kürsünün arkasına asıldı.”

TBMM’nin açılış merasimine, haftada iki kez çıkan ve Millî Mücadele’nin neşriyat organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi de, 28 Nisan 1336 (1920) tarihli nüshasında yer vermiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin inşa ve tefrişi esnasında ilk yapılan işlerden birisi, Meclis’e bir Toplantı Salonu, Mescid ve Başkanlık Odası’nın hazırlatılması olmuştur.

Hacı Bayram Cami-i Şerifi’nde 23 Nisan 1923 Cuma günü, namaz edâ edildikten sonra cemaatle Meclis’e gidilip, orada da “manevî ve ruhanî bir merasim” tertip edilerek TBMMnin açılmasına karar verilmiştir. Bu maksatla, hacmini kat kat aşacak bir kalabalık hâlinde Hacı Bayram Camii’nde toplananlar, buradaki ictima’ın, aynı zamanda “millî bir içtimâ” olduğunun farkında idiler. O gün milletin kalbi, hiç şüphesiz Hacı Bayram Camii’nde atmıştır. Çünkü bu dâva, milletin kendi dâvası idi. Namazın edâsından sonra halk da resmî ve askerî erkânın peşinden Meclis’e doğru yürümüştür.[18] Mustafa Kemal Paşa’nın, Heyet-i Temsiliye nâmına yayınladığı ve en ücra köylerden, en küçük askerî kıtalara kadar her yere serian ulaştırılmasını istediği TBMM’nin açılışıyla ilgili tâmim de, hem Meclis’in açılış programını hem de kuruluş gayesini ortaya koymuştur. Tâmimde kısaca; Hacı Bayram Camii’nde ve yurdun diğer mahallerindeki camilerde edâ olunacak Cuma namazlarından ve tilâvet edilecek Kur’ân-ı Kerîm nurlarından manevî istifadeler olunacağı ve bu vesileyle milletin istiklâli ile vatanın kurtulmasına dua etmenin, dînî olduğu kadar millî bir mesai addedildiği ifade edilmekteydi. Yapılan bu dinî merasimin ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 Cuma günü, saat 13.45’te toplanmıştır.



Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 115 milletvekili ile yapılan ilk toplantısını, en yaşlı mebus olması sebebiyle Meclis Başkanı olarak Sinop Milletvekili Şerif Bey[20] idare etmiş ve Meclis’i açış konuşmasını yapmıştır. Şerif Bey, alkışlarla tamamladığı bu kısa konuşmasında; İstanbul’un “muvakkat kaydıyla” işgal edilmesi neticesinde Saltanat ve Hilâfet merkezinin istiklâlinin ortadan kalktığını, bunun ise kabul edilemez bir durum olmasından dolayı, Türk milletinin derhal harekete geçerek içerisinde bulunulan Meclis’i teşekkül ettirdiğini ve Reisi bulunduğu bu Meclis’in, Müslümanların Halifesi olan Sultan Vahideddin ile İstanbul’un ve bütün vilâyetlerin kurtuluşunu Allah’ın izniyle sağlayacağını belirtmiştir. Şerif Bey bu açış konuşmasında, “Meclis-i Âli” şeklinde de vasıflandırdığı TBMM için, “Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” cümlesini kullanarak, bu müessesenin adını da ortaya koymuştur.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla, Türk Anayasa Hukuku bakımından önemli bir değişiklik vuku bulmuştur. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde teşriî meclisin teşekkülü; bütün yetkileri elinde toplayan padişahtan bu kanun yapma yetkisinin alınarak Meclis’e verilmesi yoluyla olmuştur. “Meşrutiyet Dönemi’nde, yasama yürütmeden doğmuştur. Bu gelişme, Batı örneğine de uygundur. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulması ile gelişme tersine olmuştur. TBMM, yalnız yasama görevini yürüten bir meclis olarak kalmamış”, millî hâkimiyet prensibini millet namına ve tek başına kullanan bir meclis olmuştur. Yani bu dönemde icra müessesesi; teşrî salâhiyetinin sahibi olan TBMM’nin bu salâhiyetlerinden bir kısmını kendi bünyesinden çıkardığı icra teşkilâtına vermesiyle tahakkuk etmiştir.

2. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Kuruluş Gayesi

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş gayesi; gerek 19 Mart 1920 tarihli “İntihap Hakkındaki Tebliğ”in mündericatında, gerekse milletvekillerinin “seçim mazbataları”nda, şu şekilde tespit edilmiştir: 1. Hilâfet-i İslâmiye’nin ve Osmanlı Devleti’nin merkezi İstanbul’un İtilâf Devletlerince işgali sebebiyle, yasama, yürütme ve adliye kuvvetlerinden ibaret olan devletin üç kuvveti giderilmiş, bu vaziyet karşısında vazife yapamayacağını anlayan Meclis-i Mebusân, durumu hükümete bildirerek dağılmıştır. 2. İstanbul’daki Meclis’in dağılmasından dolayı; a. Hilâfet makamını korumak, b. Saltanatın istiklâlini muhafaza etmek, c. Osmanlı Devleti’nin kurtuluşunu sağlamak üzere, millet tarafından Ankara’da yüksek salâhiyetli bir meclis toplanmıştır. Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi, “Bu Meclis’ten beklenen iş, memleketi kurtarmak, millete rehber olup istiklâlini temin etmek” ve bu maksatla gerekli her tedbiri alarak, Millî Mücadele’yi ona göre tanzim ve idare etmekti. Nitekim Türkiye Büyük Millet Meclisi, toplanmasının sebebinin, “istihlâs-ı vatan ve hâkimiyet” olduğunu bizzat kendi zabıtlarıyla karar altına almıştır. Bu hususta Meclis’te yapılan müzakerelerden şu örnekleri vermek mümkündür:

Emperyalist devletlerin, devlet ve milletimizin hayatına açıkça kasdetmeleri neticesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, meşru müdafaa hakkını kullanmak üzere toplanmıştır. Kastamonu Milletvekili Abdülkadir Kemali Bey, memleketin vaziyetinin, sadece memleketin müdafaasıyla uğraşılması gerektiğini ortaya koyduğunu söylerken, Burdur Milletvekili Soysallızâde İsmail Suphi Bey, bu müdafaanın usulünü tayin eden konuşmasında; millî müdafaa meselesinin üç-beş günlük bir şey olmadığını ve sadece silâhla, askerle değil; adaletle, hakkaniyetle ve hüsnü idare ile yapılması gerektiğini ifade etmiştir. Gerçekten Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu mücadelenin siyasî prensiplerini milletin ruhundan alarak, tatbikatını onun temayüllerine göre yapmak ve milletin an’anelerini gözetmek olmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, millî hudutlar dahilinde hayat ve istiklâlini temin; Hilâfet ve Saltanat makamını kurtarmak maksadıyla teşekkül etmiştir. Böylece, Türk milletinin istiklâl ve hayatını, emperyalizmin ve kapitalizmin tahakkümünden ve zulmünden kurtararak, ona millî irade ve hâkimiyet hakkını temin edip, gayesine vasıl olacaktır. Milletvekillerinin hepsi şu ortak gaye etrafında birleşmişlerdir: Düşmanı vatan topraklarından atarak devletin mevcudiyetini ve istiklâlini kurtararak, tarihî şerefini düşmanlara çiğnetmemek.
TBMM’nin ikinci ictimaının beşinci celsesinde, Antalya milletvekili Hamdullah Suphi Bey, Meclis’te söylenilen hemen hemen her sözün -Ağnâm Kanunu gibi ayrı mesele olanlar hariç tutularsa- Meclis’in, milletin ruhuna tercüman olarak, Hilâfet ve Saltanat makamı hakkında düşündüklerini teyit ve tespitten ibaret bulunduğunu belirtmiştir. Hamdullah Suphi Bey, Meclis’in milletin ruhuna tercüman olduğunu söyleyerek, Meclis’in fikirlerinin Meclis haricine bir beyannâme ile neşredilmesini teklif etmiştir. Böylece Meclis adına halkı kandırmaya çalışanlara fırsat verilmemiş olacak ve onların bozguncu fikirleri önlenebilecektir. Hamdullah Suphi Bey’in neşredilmesinde memleket nâmına fayda gördüğü beyannâmenin muhtevası; millî teşkilâtların ve mücadelenin maksadının, padişahın, halifenin ve ülke hukukunun kurtuluşuna, birliğine, tamamiyle sadakat etmekten ibaret olduğu şeklindedir. Hamdullah Suphi Bey’in bu teklifi oya sunulmuş ve ittifakla kabul edilmiştir.
Yine Meclis’in 18 Kasım 1920 tarihli, Teşkilât-ı Esâsiye Lâyihası görüşmelerinde, Komisyon Raportörü Burdur Milletvekili Soysallızâde İsmail Suphi Bey yaptığı konuşmada; Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasının sebebini şöyle izah etmiştir: “Biz burada esasen bir inkılâp için toplanmadık; esas itibariyle bir müdâfaa-i meşrûa için toplandık.” İsmail Suphi Bey, konuşmasının devamında; cihanşümûl bir müdafaa için, bütün dünya bile üzerine gelse, Türk milletinin hayatını ortaya koyduğunu belirtmiştir. TBMM’nin açılışından sonra Sultan Vahideddin’e çekilen telgrafta da, Meclis’in bu kararlılığı açıkça görülmektedir: “İstanbul mâbedleri etrafında düşman askeri gezdikçe, öz vatanın toprakları üstünden yâd adamların ayakları çekilmedikçe biz mücadelemizde devam etmeye mecburuz.”

TBMM’nin sahip olduğu istiklâl fikrini ortaya koymak üzere, Ankara’da, subay yetiştirmek için açılan “İhtiyat Zâbiti Namzetleri Talimgâhı”nın hatıra defterine, Mustafa Kemal Paşa’nın yazdığı şu satırları gösterebiliriz: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ya istiklâl ya ölüm ahdiyle yetişen ilk istiklâl zâbitânının ordu ve milletimize takdim ve tevdi olunduğunu görmekle bahtiyardır”.[38] TBMM’nin 1 Kasım 1922 tarihli ictimaında, Meclis Genel Kurulu’nun aldığı kararla, Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nun kabulünden itibaren Osmanlı Devleti’nin tarihe intikal ettiği ve o zamandan beri padişahlığın kaldırılmış olup yerine TBMM’nin kaim olduğu belirtilmiştir.[39] Netice itibariyle Türkiye Büyük Millet Meclisi, Konya Mebusu Vehbi Efendi’nin söylediği gibi; “mülk ve milleti ve bilhassa dinimizi, ırzımızı müdafaa ve muhafaza” etmek üzere kurulmuştur. Vehbi Efendi, bu maksadı gerçekleştirmek için kendi yağımızla kavrulmamız gerektiğini, hariçten gelen yardımla bir neticeye varılamayacağını da sözlerine eklemiştir.



3. Birinci Büyük Millet Meclisi’nin Hükûmet Anlayışı

Millî hareketin tam merkezinde bulunan ve bütün faaliyetlerine katılan Ali Fuad Cebesoy, bu dönemde İstanbul ile irtibatın kesilerek Anadolu’da millî bir hükümetin kurulmasının ve başına Mustafa Kemal Paşa’nın geçmesinin, henüz hiç kimse tarafından düşünülmediğini hatıralarında belirtmekte ve o sırada Kuvâ-yı Milliye’nin tek maksadının, seçimlerden sonra teşekkül edecek Meclis-i Millî’nin Anadolu’da emin bir mahalde toplanmasını Bâbıâli ve Saray’a kabul ettirmekten ibaret olduğunu kaydetmektedir.[41] Nitekim TBMM’nin açılışından sonra Meclis’in bazı ictima’larında söz alan bir kısım milletvekilinin bu kanaati paylaştıkları görülmüştür. Meselâ, Encümenlerin teşkilinin müzakere edildiği 25 Nisan 1920 tarihli üçüncü ictima’da, Türk topraklarıyla Hilâfetin kurtulmasına çalışmayanların Vatan Hainliği suçuyla cezalandırılmaları gerektiğine dair bir takrir[42] veren Afyon Mebusu Mehmed Şükrü Bey, şunları söylemiştir: “Anadolu’da hakikaten fena propagandalar vardır. Bu propagandalardan birisi; hükûmet-i muvakkate teşekkül edecek ve bunun riyasetine Mustafa Kemal Paşa tayin edilecek, yok reisicumhur olacak”.[43] Bu sözlere karşılık, Yozgat Milletvekili ve Ali Fuad Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa şöyle mukabele etmiştir: “Bunlar nâ-bemahaldir, nâ-bemahaldir”.[44]

Bursa Mebusu Muhiddin Baha Bey’in, bir hükûmet kurmanın gerekip gerekmediğine dair sözleri ise oldukça dikkat çekicidir. Muhiddin Baha Bey, kendilerinin yeni bir hükûmet teşkili için toplanmadıklarını, Saray’ın hukukunu korumak ve Türk milletinin istiklâlini kazanmasını temin etmek maksadıyla faaliyette bulunacaklarını söylemiştir.[45] Ancak Muhiddin Baha Bey’in bu sözlerinin ardından yaptığı; geçici bir hükûmet kurulması yerine, mesul zevâtın seçilerek, icra hukukunun bazı kayıt ve şartlar altında onlara devredilmesine dair teklifi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Umumî Heyeti’nce nazarı dikkate alınmamıştır.

Bu gibi fikirlerin, Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ilk günlerde serdedilmesi, fazla şaşırtıcı değildir. Çünkü Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’da toplanacak Meclis için bütün illere ve ilgililere gönderdiği Tâmimi de Saltanat ve Hilâfetin kurtarılmasını, Millî Mücadele’nin ve kurulacak Meclis’in hedefleri arasında göstermiştir. Heyet-i Temsiliye’nin ve bilâhire TBMM’nin bu dâvayı güder görünmelerinin esas sebebi ise, halkta bu inancın mevcut olmasıdır ki, Müdâaa-i Hukûk Grubu’nun denetimiyle gerçekleştirilen seçimlerin neticesinde TBMM’ye katılan Mehmed Şükrü, Muhiddin Baha ve Sırrı Bey gibi mebuslar da bunun örneğini teşkil etmişlerdir. Meclis Umumî Heyeti de bu mefhumlara sahip çıkarak Anadolu’da ve Meclis’te birliği temin etmek istemiştir.[46]

Nitekim Mustafa Kemal Paşa, bu tarihten 8 ay sonra bile “prensip olarak makâm-ı Hilâfet ve Saltanatı kabul” ettiklerini, sadece bu konuda sarih olarak karar vermenin henüz zamanı gelmediğini beyan etmiştir.[47] Fakat bu gibi görüşlerin geçici olduğu, Meclis’in daha 24 Nisan 1920 tarihli ikinci ictimaının üçüncü celsesinde yer alan “Hâtıra”sıyla sâbittir.[48] TBMM, kuruluşunun hemen ardından, esas maksadının millî irade ve millî hâkimiyeti tahakkuk ettirmekten ibaret bulunduğunu ve esaretten kurtarılmasını hedefi olarak zikrettiği padişah ve halifenin ise maksat hâsıl olduktan sonra vereceği karara tâbi olduğunu kayıt altına almıştır. Kaldı ki Mustafa Kemal Paşa’nın reisicumhur olacağı şeklindeki “endişe”sini Meclis kürsüsüne taşıyan Karahisar-i Sâhip Mebusu Mehmed Şükrü Bey’in, bu konuşmasını yaptığı 25 Nisan 1920 tarihinde verdiği takrirle, Millî Mücadele’nin eskiden olduğu gibi Mustafa Kemal Paşa tarafından yürütülmesini istemesi; henüz yeni bir sisteme hazır olmayan mebusların bile, Millî Mücadele’nin yürütülmesi hususunda Mustafa Kemal Paşa’ya tam olarak itimat ettiklerini göstermektedir.[49] Nitekim TBMM’de, bu şekildeki geçici politika ve şahsî mütalaalara itibar etmediği gibi, Mustafa Kemal Paşa’nın 24 Nisan 1920 tarihli uzun konuşmasını, bütün milletin okuması maksadıyla bastırıp dağıtma kararı almıştır.

İdam gibi mühim meselelerin tasdikinin aslında Meclis’in mutlak hakkı olduğunu ve kendilerinin bu hakkı Heyet-i Vekile’ye bırakmadıklarından dolayı, geri alma diye bir şeyin söz konusu edilemeyeceğini söyleyerek,[50] Meclis’in karşısında Heyet-i Vekile’nin yerine işaret eden Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, harp ilânını padişah hukukundan addekmiş ve bu sebeple Heyet-i Vekile’nin, Meclis’in malûmatı olmaksızın bir karar almasını doğru bulmamıştır.[51] Hüseyin Avni Bey, bu gibi konuların Meclis Genel Kurulu’na muhakkak haber verilmesi gerektiğini, zira kendileri Heyet-i Vekile’ye değil, Heyet-i Vekile’nin Meclis’e tâbi olduğunu söylemiş ve Meclis’in değil, vekillerin salâhiyetinin tahdit ve tesbit edilebileceğini belirtmiştir.[52] Hüseyin Avni Bey’in; Ermenilere harp ilânından Meclis’in vaktinde haberdar edilmeyişine gösterdiği tepkinin neticesinde, hem aynı gün söylediği: “Biz hukûk-ı hükümranîyi hâiziz. Biz mutlak olarak memleketi idare ediyoruz” şeklindeki Meclis üstünlüğünü ve Meclis hâkimiyetini esas alan sözleriyle hem de umumî olarak millî irade ve hâkimiyet-i milliye prensiplerine bilinen bağlılığıyla çelişen bu değerlendirmesini, yine aynı gün devam eden müzakere sırasında tashih etmiştir. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun görüşüldüğü 20 Ocak 1921 tarihli 135. ictimaın birinci celsesinde söz alan Hüseyin Avni Bey, Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nun birinci maddesinde yer alan “hâkimiyet bilâ-kayd ü şart milletindir” ibaresinin, padişah hukukunu Meclis’e intikal ettirdiğini ve “hukûk-ı padişahîye ait olan her türlü hususata Meclis-i Âlî’nin salâhiyettar” olduğunu ifade etmiştir.[53]



Hüseyin Avni Bey’e, Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nun maddelerinin görüşüldüğü aynı günde cevap veren Mustafa Kemal Paşa; vekillerin vazifelerinin tayin ve tahdidinin pek basit bir iş olduğunu ve bir talimatla bile bunun yapılabileceğini ifade etmiştir.[54] Nitekim yukarıda belirtildiği gibi, Meclis Hükûmeti’nin vazifelerini belirlemek maksadıyla, 22 Ocak 1921 tarihinde hususî bir komisyonun kurulması Meclis Genel Kurulu’nca kararlaştırılmış[55] ve 30 Ocak 1921 tarihinde Hüseyin Avni Bey’in, söz konusu komisyonun seçimine dair takririnin kabulünün ardından,[56] Şubat’ın ilk haftasında yapılan seçimlerle birlikte bu komisyon teşkil olunmuştur.[57] Bu komisyonun hazırladığı ve 21 Kasım 1921 tarihinden itibaren Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlanan 18 maddelik kanun teklifi münasebetiyle söz alan Mustafa Kemal Paşa, 1 Aralık 1921 tarihli uzun konuşmasında; esas olanın idare olduğunu, hükümetlerin daha az bağımsız ve önemli olduklarını ve Meclis’in üzerinde Heyet-i Vekile’ye yetki verilemeyeceğini söylemiştir.[58]

Mayıs 1921-Temmuz 1922 tarihleri arasında yapılan Heyet-i Vekile’nin vazifelerinin tesbiti çalışmaları, özel komisyonda ekseriyeti teşkil eden muhalif mebusların gayretlerine rağmen başarıyla neticelenmemiş ve söz konusu kanunu Meclis Genel Kurulu’ndan geçirememişlerdir. Esas maksatları olan icraî ve teşriî salâhiyetleri birbirinden tefrik faaliyetleri, “iktidardaki Birinci Grup’un oylarıyla engellenmiştir”.[59]

B. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Genel Karakteri

Osmanlı Devleti’nde; “Memâlik-i Mahrûsa” toprakları üzerinde yaşayan muhtelif din ve ırka mensup milletler bir arada yaşamakta iken; 23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM’nin hedefi, Misâk-ı Millî’nin belirlediği sınırlar içerisinde millî bir devlet kurmak olmuştur.

Misâk-ı Millî gibi “millî hâkimiyet” prensibinin mühim örnelerinden birisini teşkil eden bir karar alarak dağılan Son Osmanlı Mebusân Meclisi’nin, 11 Nisan 1920 tarihinde kapatılmasının ardından ve bu tarihten sadece 12 gün sonra kurulan Birinci Büyük Millet Meclisi; teşkil edilişi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkışındaki rolü ve ehemmiyeti ile yaptığı müzakereler ve aldığı kararları itibariyle, kendisinden sonra gelen bütün meclislerden farklı özelliklere sahiptir. Bu özelliklerin başında, Birinci TBMM’nin millî irâde ve millî hâkimiyeti kullanış tarzı ile esas vazifesi Millî Mücadele’yi yürütmek olan TBMM Hükûmeti’nin yapısı ve işleyişi gelmektedir.

TBMM, başka benzerinin görülmediği bir şekilde ve birincisi Ekim-Kasım 1919, ikincisi 19 Mart 1920 tarihlerinde gerçekleşen iki seçim sonucunda teşekkül ederek, her hangi bir kayıt ve şartın sınırlayamayacağı hâkimiyet hakkını[60] Türk milleti namına kullanmaya başlamıştır.[61]

1. TBMM’nin, Millî İrâde ve Millî Hâkimiyeti Temsil Etmesi

Bir devlet, dahilî ve haricî olmak üzere iki şekilde hâkimiyet unsuruna sahiptir ve bu şekillerdeki hâkimiyet prensibi, “kuvve-i umûmiye” demektir. Devletler arası münasebetlerde hâkimiyete malik olmasa bile, dahilî hukukunda bir devletin hâkimiyete sahip olması mümkündür.[62]

Dahilî bir unsur olarak hâkimiyet; üstün ve aynı zamanda aslî bir iktidar ve salâhiyet demektir. Devletin ülke içi hâkimiyeti, parçalanamadığı gibi aynı ülkede birden çok hâkimiyet yürütülemez. Haricî bir unsur olarak hâkimiyet; bir devletin “diğer devletlerle münasebetlerinde istiklâli ve karar verme muhtariyeti demektir”.[63] Devletler hukuku bakımından mevcut ehemmiyeti yanında; “cemiyet-i beşeriyyenin medâr-ı yegâne-i saâdeti”nin de “hâkimiyet-i milliye olduğu, on dokuzuncu asrın her tarafta uyandırdığı mühim inkılâplarla tahakkuk ve teyid etmiş”tir.[64] Çünkü hâkimiyet kuvvetini millet namına kullanan siyasî müessese olan “devlet, ferdin hürriyet ve saadetini gasp eden ictimaî bir tahakküm vasıtası değil, bilâkis ferdi ve saadetini temin ve himaye eden bir teşkilâttır”.[65]

Siyaset ilmi bakımından ‘Millî Hâkimiyet Sistemi’, üç temel noktaya istinat etmektedir. 1. Millî Devlet: Millî hâkimiyet, ancak millî devletlerde söz konusu olabilir. 2. Halk İradesi: İrade halka dayanmalı ve ondan güç almalıdır. 3. Bağımsızlık: Bağımsızlık, her milletin kendi iradesi dışında hiç bir mükellefiyet ve irtibata girmeyişi demektir. İstiklâline sahip olamayan bir milletin, hâkimiyet hakkını kullanması da mümkün olamaz.[66] Görüldüğü gibi, millî hâkimiyet prensibinin iki yönü bulunmaktadır.



Bunlardan dahilî siyasetle ilgili olanı, halkın iradesine bağlı bir idare ve dahilî siyasetle ilgili olanı ise diğer devletlere eşit ve müstakil bir devlet vasfına sahip olmaktır.[67]

Hukuken “mânevî şahıs” hükmünde bulunan millet, bu itibarla irâdesini bizzat kendisi kullanamaz ve bir vasıtaya ihtiyaç duyar ki bu da seçilmiş kişilerden teşekkül etmiş hükümettir. Milletin, kendisini meydana getiren fertlerden ayrı ve onların üstünde olarak sahip olduğu iradeye “Millî İrade” denilir. Buna göre “milletin iradesi, fertlerin iradesinin üstündür, çünkü fertler, millet bütününün muayyen bir zamanda mevcut olan ve yaşayıp ölen birer parçasıdır.” Milletin sahip olduğu bu üstün irade ise, bir hukukî tabir olarak “hâkimiyet” şeklinde ifade olunur. Şu hâlde hâkimiyet, milletin mânevî şahsının iradesi ve kendisini terkip eden fertlere emredip hükmetme salâhiyeti demektir ve milletten çıktığı için, tabiatiyle millete aittir”.[68] Görüldüğü gibi millî hâkimiyet ile millî temsil prensibi iç içe girmiştir ve millî temsil prensibi tatbik edilmezse, millî hâkimiyetin varlığından da söz edilemez.[69]

Denilebilir ki bir devletin mevcudiyetinin temel esaslarından olan millî hâkimiyet düsturu, özellikle buhranlı ve savaş dönemlerinde milletleri etrafında toplayan ve onları mücadelelerinde muvaffakiyete ulaştıran âmil bir düstur olmuştur.[70] Türkiye’de millî hâkimiyetin ilk ve en mühim örnek belgelerinden birisi, bu prensibi Türk İstiklâl Harbi’nin vazgeçilmez hedefi hâline getiren ve son Osmanlı Mebusân Meclisi’nin ilân ettiği Misâk-ı Millî’dir. Bu belgede; esas teşkilât hukuku bakımından fevkalâde önemli bir şart olan “hâkimiyetin taksim kabul etmez” bir düstur olması,[71] sarahatle yer almıştır (Birinci Madde). Sivas Kongresi’yle Türkiye’nin tam bağımsızlığının ve Mandacılığın reddinin bütün dünyaya ilân edilmesi de; “millî iradenin hâkim olduğu” ve millî güçlerin müessir bulunduğu millî hâkimiyet sistemini açıkça ifade etmektedir.[72]

Misâk-ı Millî ile başlayan “kayıtsız-şartsız hâkimiyet” fikri, Ankara’da Millî Meclis kurulduktan sonra, “TBMM’nin Açılış Programı”, “TBMM’nin Açış Konuşmaları” ve “TBMM’nin Kuruluş Gayesi” ile “Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu Lâyihası”nda da iyice tebellür etmiştir. Bütün bu belgeler, Türk İstiklâl Harbi’nin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Türk milletine ve onun taşıdığı millî ve manevî değerlere -milliyet esaslarına- istinat ettiğini göstermektedir.[73] Bu itibarla Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk Milliyetçiliğinin canlı ve faal bir numunedârı olmuştur. Netice olarak Türkiye’de “millî hâkimiyet; bir taraftan harice karşı, diğer taraftan da halk efkâr ve kanaatlerine aykırı bir gidiş alan Bâbıâli hükümetlerine karşı Türk milletinin hürriyet ve istiklâlini ifade eden bir hareket prensibi olarak doğmuş, bugüne kadar da bu mânayı muhafaza etmiştir”.[74]

Hâkimiyet prensiplerine göre teşekkül etmiş ve Türk milletinin iradesini temsil maksadı güden Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi döneminde, millî irade ve millî hâkimiyet ruhunu aksettiren ilk belgeler şunlardır:

Şerif Bey’in TBMM’yi Açış Konuşması (23 Nisan 1920)
Mustafa Kemal Paşa’nın Uzun Konuşması (24 Nisan 1920)
Meclis’in Memlekete Beyannâmesi (26 Nisan 1920)
Meclis Adına Sultan Vahideddin’e Çekilen Telgraf (27 Nisan 1920)
İrşad Encümeni’nin Beyannâmesi (9 Mayıs 1920)
Şer’iye Encümeni’nin Beyannâmesi (9 Mayıs 1920)
Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu Lâyihası (18 Ağustos 1920)
Nisâb-ı Müzâkere Kanunu (5 Eylül 1920)
Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu (20 Ocak 1921)
Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nun müzakereleri sırasında ve özellikle yedinci maddenin görüşülmesi esnasında, Meclis’in sahip olması gereken hâkimiyet anlayışının da tartışmaya açıldığını görmekteyiz. Meselâ Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, bir taraftan “hukûk-ı hükümranîye sahip olduklarını” söylerken, diğer taraftan Ermenilere harp ilânının padişah hukukundan olduğunu ifade etmiştir. Ancak Hüseyin Avni Bey’in esas şikâyet ettiği konu; Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman, kayıtsız ve şartsız milletin mukadderâtına el koyduğunu açıkladığı gibi, vekillerin salâhiyetini ve vazifelerini de kayıt altına almayışıdır. Çünkü Meclis evvelâ vekillerin kanununu yaparak, onlara vereceği salâhiyet ile vazifeleri tesbit etmelidir. Meclis’in kendi salâhiyetini tespit etmeye ise lüzum yoktur. Zaten kayıtsız ve şartsız mutlak olarak hâkim olan unsur Meclis’tir.[75] Yozgat Mebusu Hulûsi Efendi ise “hâkimiyet-i milliye bilâ-kayd ü şart miletindir” düsturunun, hiç bir medenî ülkede bu kadar sarih bir şekilde vaz edilmediğini söylemiş,[76] bu derece sarih bir madde mevcut olduktan sonra Meclis’in her hangi bir şeyle tahdit edilmesine lüzum kalmadığını belirtmiştir.[77] Bilâhire söz alan Hüseyin Avni Bey de, Teşkilât-ı Esâsiye’nin başında yer alan “bilâ-kayd ü şart” ifadesi kaldıkça padişah hukuku diye bir şeyin olmayacağını ve bu hukukun Meclis’in manevî şahsiyetinde tecessüm ettiğini ifade etmiştir.[78]

Meclis’in seçimleri yenileme kararı almasından sonra, 30 Nisan 1923 tarihinde Tevhid-i Efkâr’da; “Bilâ-kayd ü şart hâkimiyeti eline alan bir milleti tekrar şahısların taht-ı tahakküm ve esaretine sokmayı istemek tasavvur olunacak hamakatlardan değildir” şeklinde bir beyanı yayınlanan Hüseyin Avni Bey’in,[79] başlangıçta padişah hukukuna atfettiği savaş açmak, yahut vatan müdafaasını yapmak hukuku; Teşkilât-ı Esâsiye’nin maddelerinin görüşülmesinin ardından ve bu tarihten iki hafta sonra, 1921 Anayasası’nın Yedinci Maddesi olarak, TBMM’nin sahip olduğu esas hukukundan sayılmıştır.[80] Sinop Mebusu Doktor Rıza Nur Bey’in söylediği gibi; “Teşilât-ı Esâsiye Kanunu’nun Birinci Maddesi tamamiyle sarihtir. Ve kat’î bir surette hâkimiyeti bilâ-kayd ü şart padişahtan, padişahlıktan almıştır. Millete vermiştir, bitmiştir”.[81] Bu tarihten yaklaşık on ay sonra ve 1-2 Kasım 1922 tarihinde Saltanatın kaldırılmasında ittifak eden TBMM ise, Meclis’in Türk milletinin millî iradesinin yegane temsilcisi olduğunu kat’i bir şekilde karar altına almıştır.

Millî temsilin tabiî bir neticesi olan millî hâkimiyet prensibi, TBMM’nin umumî karakterini teşkil ettiği gibi, Türk milleti ile Türkiye Büyük Millet Meclisi arasındaki âhenkli münâsebetin de temelini meydana getirmiştir.[82] Milletin mukadderatıyla en küçük teferruatına kadar ilgilenen ve vaziyete hâkim olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, muktedir bir meclis olmuştur ve bu iktidar ile salâhiyetini, yalnızca “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu”nda yer alan “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” hükmünden almamış; aynı zamanda yazılı olmayan bir kaynaktan, yani Kuvâ-yı Milliye Ruhu’ndan da güç ve salâhiyet almıştır.[83] Böylece “hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir” düsturuyla 1921 Teşkilât-ı Esâsiyesi, 1876 Teşkilât-ı Esâsiyesi’nin ve sonraki tâdilerinin padişah-halifeye verdiği kuvveti reddetmiş, “reissiz bir Cumhuriyet kurmuş, Meclis tarafından kullanılmak üzere efkâr ve ifadelerden ibaret tek bir kuvvet ve salâhiyet tanımıştır”.[84]

Netice itibariyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin siyasî hüviyetini, idarî yapısını ve kuruluş maksadını ortaya koyan ve Meclis’in üzerinde yedi-sekiz ay boyunca müzakereler yaparak kabul ettiği ilk yazılı anayasası olan 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nda; “Hâkimiyet bilâ-kayd ü şart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderâtını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müsteniddir” şeklindeki Birinci Madde’den[85] şu iki hüküm çıkmaktadır:

Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız millete ait oluşu, onun tek olmasını zaruri kılmaktadır. Çünkü bu kararın geçerli olduğu bir ülkede iki hâkimiyet ve iki hükûmet bulunamaz. Bu maddedin yürürlükte olduğu Misâk-ı Millî sınırları dahilindeki herkes, tek bir hâkimiyete ve bu hâkimiyeti temsil eden millî hükûmetin emir ve kumandasına tâbidir.
Hâkimiyetin tatbik edildiği ülke ve onun sahibi olan millet birer bütün ve bölünemez oldukları için, hâkimiyet de bölünme kabul etmeyen bir bütündür. “Binaenaleyh, millî hudutlar içinde hiç bir şahıs, hanedan, sınıf, zümre, eyalet, cemiyet ve cemaat, bir üstünlük ve hâkimiyet iddiasında bulunamaz”.[86] Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hâkimiyeti, kayıtsız-şartsız millete ait bir fikir olarak telakki etmesi ve bunu kanunlaştırması, Saltanat hakkındaki düşüncesini de ortaya koymakta, yani onu reddetmektedir. Bu fikir aynı zamanda, “devletin Cumhuriyet rejiminde olmasını mantıken zarurî” kılmaktadır.[87] Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın 17 Şubat 1923 tarihinde tertip edilen İzmir İktisat Kongresi’nin açış konuşmasında çok sarih bir şekilde belirttiği gibi, millî hâkimiyet prensibi ve hakkı, her hangi bir makam ve müesseseye devri aslâ mümkün olmayan ve yalnızca millî meclis tarafından kullanılması gereken bir prensiptir.[88]
2. TBMM’nin Kurucu Meclis Görevi Yapması

Mustafa Kemal’in 19 Mart 1920 tarihli seçim tâmiminde bir “Meclis-i Müessisân” (Kurucu Meclis) ifadesi yer almıştır. Mustafa Kemal Paşa, ilk yazdığı müsveddede Meclis-i Müessisân tabirini kullanmış ve bu tabir ile, toplanacak Meclis’in rejim değiştirmek salâhiyetiyle mücehhez bulunmasını temin etmek olduğunu ifade etmiştir. Ancak bilâhire bu tabiri tam olarak anlatamadığı, yahut anlatmak istemediği için, “halkın ünsiyet peyda etmediği bir tâbir”dir[89] diye Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ikaz edilmiş; bunun üzerine de “Fevkalâde salâhiyeti hâiz bir Meclis” tabirini kullanmakla yetinmiştir.[90]

Bununla birlikte, henüz Meclis açılmadan önce, 10 Nisan 1920 tarihinde yaptığı toplantıya katılan Heyet-i Temsiliye âzaları, kumandan ve mebuslar ile şehrin ileri gelenlerine, Ankara’da kurulacak Meclis’in adının “Meclis-i Müessisân” olmasını arzu ettiğini, bundan maksadının, rejimi değiştirebilecek bir Meclis’in kurulmasını temin etmek olduğunu söylemiş, fakat daha sonra bundan vaz geçerek 19 Nisan 1920 tarihinde vilâyetlere gönderdiği bir tâmim ile; “Salâhiyet-i fevkalâdeyi mâlik Meclis” şeklinde, açılacak meclisin özelliğini bildirmiştir.[91] Hazır bulunanlara fikrini soran Mustafa Kemal Paşa, onların Kurultay, Meclis-i Kebîr ve Kurucu Meclis gibi isimleri reddetmiş, bunun üzerine hep birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi adını söyleyince, Mustafa Kemal Paşa da bunu muvafık görmüştür.[92] Bununla birlikte, Meclis açıldıktan sonra yaptığı bir konuşmada; TBMM’nin bir Kurucu Meclis salâhiyetini hâiz olduğunu ve bu sebeple mevcut Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nu kaldırarak yeni bir anayasayı onun yerine koyabileceğini söylemiştir.[93]

İzmir Mebusu Yunus Nadi; Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir inkılâp mahsulü olmadığını, ancak inkılâp yapıcı bir Meclis olacağını belirtmiştir.[94] Karesi Mebusu Vehbi Bey’e göre bu Meclis, memlekette sağlam temel atmak için toplanmış bir inkılâp meclisidir ve bundan başka bir vazifesi de yoktur.[95] Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey, Meclis’in açılıp kapanması hususunda bir endişe mevcut olduğunu ve süresinin ne olacağının bilinmediği takdirde rahat bir çalışma imkânının bulunmadığını belirterek; “Meclis’te bir ihtilâlcilik husule gelmezse emin olmalıyız ki arkadaşlar hiç birimiz iş göremeyiz” demektedir.[96] Tunalı Hilmi Bey’in Meclis’in açılıp kapanması hakkındaki tereddüdünü ifade ettiği bu konuşmasında yer alan “ihtilâl” kelimesinin kullanılışında bir muğlaklık olduğu görülmektedir.[97] Tunalı Hilmi Bey’in konuşmasında atıf yaptığı Bursa Milletvekili Şeyh Servet Efendi’yi “ilk ihtilâlci” olarak vasıflandırmasına yol açan Servet Efendi’nin konuşmasını[98] göz önüne alarak, onun TBMM’nin dağıtılamayacağı ve dağılmayacağı şeklindeki sözlerini “ihtilâl” ruhuna uygun bulduğunu söyleyebiliriz.[99]

Antalya Mebusu Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey, Tunalı Hilmi Bey’den sonra “itiraz etmek üzere” kürsüye gelerek, TBMM’nin kuruluşunun üzerinden daha bir ay geçmeden, süresiyle ilgili yapılan bir müzakerede, konunun yanlış anlaşmalara yol açacağına işaret ederek şöyle konuşur: “Bizim memleketimiz ve İstanbul istilâya uğamıştır. Paris istilâya uğradığında Fransa Hükümeti, merkezini “Bordo”ya ve Berlin’de ihtilâl başladığı zaman Alman Hükûmeti merkezini “Vaymar”a nakletmiştir. Biz İstanbul’da kendi Hükümetimizle başbaşa kalsaydık ve aramızda İşgal Kuvvetleri olmasaydı, dâvamızı orada görür ve Hükümetle orada anlaşırdık. Padişaha söyleyeceğimiz şeyleri orada söylerdik. “Demek ki bizim buraya gelmemiz, ihtilâl fikirleri üzerine değildir.” Bizimle Hükümetimiz arasına üçüncü bir şahıs girmiştir. İstanbul’da İngiliz örfî idaresi vardır ve “Loyd Corc”un gayet müessir bir tarzda ifade ettiği gibi İstanbul’da İngiliz nüfuzu hâkimdir. Lloyd George, İstanbul’da Meclis’in toplanmasını arzu ettiğini, çünkü burada toplarının ateşi altında toplanılacağım söylemektedir. Üstelik matbuat onun eli altındadır ve Hükûmet de onun kuvvetiyle idare edilmektedir. Demek ki ihtilâlci miyiz, değil miyiz meselesi yoktur. Kuvvet kullanılarak hükümetimize müdahale edilmesi neticesinde, kendi kendimizi idare ve kurtarmak çarelerini aramaktayız. Bu mukaddes dâvanın yürütüldüğü bir sırada “asılacak mıyım, asılmayacak mıyım?” şeklinde bir kavganın yürütülmesinin yeri ve zamanı yoktur”.[100]

Görüldüğü gibi, Hamdullah Suphi Bey de Meclis’in “ihtilâlcilik” vasfını kabul etmemekte[101] ve daha önemlisi bu tarz düşüncelerle meşgul olmayı, Millî Mücadele’nin uslûbuna muvâfık görmemektedir.[102] Burdur Mebusu İsmail Suphi (Soysallıoğlu) Bey de Meclis’in ilk kuruluş gayesinin “meşrû bir müdafaa”dan ibaret olduğunu, ancak daha sonra memleketi zaafa sürükleyen sebeplerin yalnızca haricî meselelerden kaynaklanmadığının ve bir “ıslâh ve inkılâp” zaruretinin anlaşıldığını söyleyerek, Meclis-i Âli’nin memleket ve milleti yaşatmak için en iyi esas ne ise onu bulmaya ve gereğini ifaya karar verdiğini beyan etmiştir.[103]

Karahisar-ı Sahip Mebusu Mehmed Şükrü Bey, TBMM’nin Hilâfet ve Saltanatı kurtarmak ve memlekette millî hâkimiyeti temin etmek için kurulduğunu belirterek, Meclis’in ne Müessisân ne de İhtilâl Meclisi olduğunu kabul etmediğini; ancak seçim itibariyle fevkalâde salâhiyeti hâiz olduğunu söylemektedir. Mehmed Şükrü Bey, Meclis’in, şartların gereği sıfatını değiştirebileceğini ve Meclis-i Müessisân olarak kendisini adlandırabileceğini sözlerine eklemektedir.[104] Bu konuda, kendisi bir Anayasa Hocası olan ve Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Reisliği ile TBMM’nin İkinci Başkanlığı görevinde bulunan Celâleddin Ârif Bey, şunları söylemektedir: “Evet, Meclis İhtilâl Meclisi değildir”.[105]

Celâleddin Ârif Bey, kurulan Meclis’in Kanûn-ı Esâsî ile alâkasının bulunmadığını, zira mevcut Anayasa’nın Meclis’e doğrudan doğruya teşrî salâhiyeti verdiğini, ancak kendilerinin Meclis’i icraî ve teşriî sıfatlarla topladıklarını ifade etmektedir. Ona göre Ankara’da toplanan milletvekilleri, kurdukları Meclis’te, hiç bir tarafta görülmeyen bir esas kabul ederek icra ile teşrî sıfatlarını birleştirmişlerdir. Tokat Mebusu Nâzım Bey, Meclis’in bir Müdafaa Meclisi olabileceğini, fakat ona Kurucu Meclis denilemeyeceğini söylerken;[106] Kırşehir Mebusu Müfid Hoca, TBMM’nin mutlak şekilde bir “Müessisân Meclisi” olduğunu kaydetmektedir.[107] Meclis’in mühim hatiplerinden Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ise, Firariler Hakkında Kanun Lâyihası’nın TBMM’nin 8 Eylül 1920 tarihli 61. ictimaında görüşüldüğü sırada yaptığı konuşmasında, bu konuda şunları söylemiştir: “Bizim Meclisimiz öteden beri, bir kaç defa söylendiği vechile alelâde bir Meclis-i Mebusân değil, gerçi bir Meclis-i Müessisân da değil; ahvâl-i fevkalâdeden doğmuş bir meclistir ve bunun nâm-ı diğeri bir İhtilâl Meclisi’dir”.[108]

Netice itibariyle, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, millî iradeyi kullanma tarzı ve sahip olduğu salâhiyetleri itibariyle, “İhtilâl Meclisleri”ne benzetilmesinin;[109] İhtilâl kelimesindeki “karışıklık” hariç tutulsa bile, ihtilâllerin görevlerinin daima “yıkmak” olduğu göz önüne alındığında, doğru olmadığı anlaşılır. Gözden kaçırılmaması gereken mühim bir nokta şudur: Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, temelini attığı yeni Türk devletinden önceki Osmanlı Devleti’nin varlığına kendisi son vermemiştir. Yıkılması için Avrupa devletlerinin birleşerek bir dünya savaşı çıkardığı Osmanlı Devleti, savaşın sonunda müttefikleriyle birlikte mağlûp olarak tarih sahnesinden çekilmiştir. Osmanlı Devleti’nin sona ermesiyle birlikte Türk yurdu ve Türk vatanı da Avrupa devletlerinin işgal kuvvetlerince istilâ edilmiş ve Türk milleti siyasî, malî, askerî ve hukukî kuvvet ve kudretini birleştirerek Millî Mücadelesi’ni başlatmış, yeniden hürriyet ve istiklâline kavuşmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlûp ayrıldığı gibi, başşehri ve meclisi ile pek çok bölgesi işgal edilen Osmanlı Devleti, millî iradenin temsil edildiği bağımsız bir meclisten ve millî hâkimiyetin uygulayıcısı bir hükümetten mahrum kalmıştır. Bu hâdiselerin ardından Türk miletinin, hürriyet ve istiklâlini kazanmak ve yeni nizamını tesbit etmek için kurduğu Büyük Millet Meclisi’ne “Kurucu Meclis” denilmiştir ki, Kurucu Meclis-Meclis-i Müessisân terimi bu mânasıyla doğrudur.[110]

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin genel karakteri umumî mânada değerlendirildiğinde, şu neticelere varılmaktadır:

Türkiye Büyük Millet Meclisi; millî irâdenin bütün unsurlarıyla ve en açık bir şekilde temsil edildiği, millî hâkimiyetin en kuvvetli bir şekilde tecelli ettiği bir meclistir.
Meclis, vazifesi ve yürüttüğü faaliyetleri itibariyle bir Kurucu Meclis’tir.
Meclis, sahip olduğu fevkalâde icraî ve teşriî salâhiyeti sebebiyle, kendi üyeleri arasından seçtiği İcra Vekilleri Heyeti’ni bile sıkça “istizâha” tâbi tutarak; hem millî hâkimiyet anlayışında aşırı titizlik göstermiş hem de millet namına temsil ettiği millî iradenin Meclis’e tam olarak aksetmesi için, demokrasinin bütün imkânlarını kullanmaktan çekinmemiştir.
Saltanat hukukunu ve şahsî hükümranîyi ittifakla reddeden Meclis, böylece “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” düsturunu Anayasasının Birinci Maddesi olarak kabul ve ilân etmiştir.
Meclis, ekseriyetle Milliyetçiliği benimsemiş mebuslardan teşekkül etmiştir. Komünizm ve Bolşevizm fikri geçici bir siyasetten ibarettir. Meclis, millî değerlerden uzaklaşmaksızın Batı Medeniyeti’nin tatbikini esas edinmiştir.
Meclis’in bünyesinde yer alan İttihatçılık fikri, bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından bu dönemde reddedilmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk ordusunu Meclis’in ordusu olarak değerlendirmiştir.
Netice Birinci Büyük Millet Meclisi, “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” şeklindeki temel prensibiyle, millî hâkimiyet ve millî irâdeyi en net ve mükemmel bir şekilde tatbik eden bir meclis olmuştur.
Saltanat gibi şahsî hükümranlık hukukunu reddeden Büyük Millet Meclisi, bu konuda tam bir mutabakat göstermiştir. Meclis, Millî Mücadele’yi yapmak üzere kurulmuş, bu maksatla gerekli bütün propagandist unsurları kullanmıştır. Saltanatın kurtarılması ve Sosyalizm gibi fikirlerin Meclis bünyesinde yer alması, tamamen Millî Mücadele’ye destek aramak maksadına dayanmaktadır ve bu fikirler Zafer’den sonra kesin olarak reddedilmiştir.

Meclis, Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’un fiilen işgal edildiği 16 Mart 1920 tarihinden itibaren tarihe intikal ettiğini karar altına almıştır.

Büyük Millet Meclisi’nde mevcut muhalefet hareketleri, iddia edildiği gibi ikinci yasama yılından itibaren ve gruplar kurulduktan sonra başlamamıştır. Millî Mücadele hususunda kesin ittifak yapan milletvekilleri, Meclis’in açılışından itibaren farklı siyasî fikirlerini ibraz etmişlerdir. Ancak Meclis’te görülen bu fikir ayrılıkları, esasa taallük etmekten ziyade, üzerinde ittifak edilen “millî hâkimiyet ve millî irade”nin uygulanmasında takip edilecek usule aittir. Yani Büyük Millet Meclisi’nde yer alan muhalefet hareketlerinin esasını; ferdî hak ve hürriyetler ile Meclis’in otoritesine karşı Hükümetin otoritesini tercih edip etmeme anlayışı meydana getirmiştir. Şüphesiz Büyük Millet Meclisi’nde ekseriyete muhalif fikirleri bulunan ve sayıları fevkalâde az olan bir kısım mebuslar vardır ki, bunlar da kendilerini gizlemeksizin bir sistem muhalefeti yapmışlardır.

Lozan Sulh Antlaşması’nın tasdik edilmesindeki zarurete inanan Birinci TBMM, bazı tavizler isteyeceğinden şüphe ettiği İtilâf Devletlerinin bu baskısına boyun eğmemek için kendi kendisini yine ittifakla feshetmiş ve yapılacak Sulh Antlaşması’nı, seçilecek yeni Meclis’in tasdikine bırakmıştır. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni teşekkül ettiren mebuslar ekseriyetle Türk Milliyetçiliğini kabul eden yapıda görülmüştür.

Meclis’i teşkil eden mebusların seçiliş tarzı ile iki ayrı seçim sonucunda Meclis’e katılmaları, Meclis’in hukukî yapısı bakımından kendisine mahsus bir özellik arzetmektedir. Son Osmanlı Mebusân Meclisi’nden 78 kişinin fiilen Birinci TBMM’ye katılmaları ve diğer mebusların Heyet-i Temsiliye ile valiler ve kumandanlar eliyle seçilmesi, bu Meclis’in sahip olduğu farklılıklardan birisini teşkil etmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ni teşkil eden vekilleri -bir ara dönem hariç olmak üzere- doğrudan Meclis Genel Kurulu’nun seçmesi, millet iradesinin milletvekili eliyle doğrudan kullanılmasının en çarpıcı örneği olarak sadece Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görülmüştür.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Osmanlı Devleti’nin tarihe intikal edişine yol açan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Saltanatı ilga ederek Türk toprakları üzerinde tek bir hâkimiyetin -kayıtsız şartsız millet hâkimiyetinin- mevcut olmasını temin etmiştir. Meclis’in dört yıllık süre içerisinde gerçekleştirdiği faaliyetler; Mütareke Dönemi’nden Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen sürede mevcut pek çok hâdisenin sebebini tahlil eder mahiyettedir.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

13 May 2024

Yarın, Başyazı, 5 Ağustos 1965, Sayı 120. İdeolojinin önemi Türkiye’nin siyasi yapısında ideoloji gittikçe önemli bir unsur haline geliyor.

Halim Kaya

13 May 2024

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,86 M - Bugn : 28960

ulkucudunya@ulkucudunya.com