KADIN ŞAİRDE KADIN: ŞÜKÛFE NİHAL’İN ŞİİRLERİ KAYHAN
      
TÜRKÂN YEŞİLYURT KAYHAN 01 Ocak 1970
     
    ÖZET 
Şükûfe Nihal (1896-1973), Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli 
toplumsal değişimler geçirdiği bir dönemde (1909-1960) yapıtlarını yayımlamıştır. 
Batılı, lâik, ulusçu modele dayalı yeni ulus-devletin “yeni kadın”ı olarak birçok kadın 
derneğinde aktif görev almış, gazete ve dergilerde kadın haklarıyla ilgili yazılar 
yazmış, hikâye ve romanlarında kadın kahramanları öne çıkarmış ve şiirlerinde 
“kadın sesi”ni duyurmaya çalışmıştır.  Şükûfe Nihal, toplumsal sorunlara karşı
duyarsız davranan ve süsten başka bir şey düşünmeyen “umursamaz kadın”a karşı
çalışkan ve ezilmiş olan “Anadolu kadını”nı yüceltmiştir.  Şehirli ve eğitimli üst 
sınıfa mensup bir kadın olarak kendini sorunsallaştırdığı, ancak “şehirli kadın” adına 
bir söylem görülmeyen şiirlerinde aile ve çevre baskısı nedeniyle aşkını özgürce 
yaşayamamış bir “kadın sesi” duyulmaktadır.  Şükûfe Nihal dönemin yaygın aydın 
tavrına uygun bir biçimde ataerkil cinsellik kalıpları içinde kadına yaklaşmıştır.  Bir 
yandan çalışma ve öğretim hakkını savunarak kadının kamusal alana çıkmasını
istemiş, diğer yandan asıl görevinin “annelik”, “eşlik” ve “ev kadınlığı” olduğunu 
savunarak özel alana çekilmesini beklemiştir.  Bu çıkmazda feminist bir bakış açısına 
sahip olmayan bu “Cumhuriyet kızı”nın “geleneksel ben”iyle  “modern ben”i 
çatışmıştır.  Şiirlerinde de “geleneksel” ve “modern” bu iki kimlik arasında 
bocalayan, sıkışan ve bunalan “kadın sesi” duyulmaktadır. Yer yer Tevfik Fikret’in 
ve Beş Hececiler’in etkisi hissedilse bile tanrıça mitolojisinin dişilik arketiplerini ve 
“kadın gotiği”nin özelliklerini taşıyan şiirlerinde Şükûfe Nihal “kadın sesi”ni 
duyurmayı başarmıştır.      
GİRİŞ
Şükûfe Nihal 1896’da İstanbul’da doğmuştur.  İbnülemin Mahmut Kemal 
İnal’ın Son Asır Türk Şairleri adlı kitabında yer alan mektubuna göre şairin babası
1
V. Murat’ın (1840-1904) başhekimi Doktor Emin Paşanın oğlu Miralay Ahmet 
Beydir.  İlk ve orta öğrenimini kısmen özel okullarda, kısmen özel öğretmenlerle 
tamamlamıştır (1812).  Neriman Malkoç Öztürkmen ile yaptığı söyleşiden şairin 
ortaokulu Şam’da okuduğu, Selânik’te özel bir okula gittiği, burada Fransızca 
öğrendiği, özel öğretmenlerden Arapça ve Farsça dersleri aldığı anlaşılmaktadır 
(Edibeler, Sefireler, Hanımefendiler: İlk Nesil Cumhuriyet Kadınlarıyla Söyleşiler
25).  Hülya Argunşah’ın Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal’de belirttiğine göre 
Şükûfe Nihal 1912 yılında ailesinin etkisiyle Mithat Sadullah Sander ile evlenmiş
ve bu evlilikten bir oğlu olmuştur.  Ancak Sander’le beraberlikleri uzun 
sürmemiştir.  1916’da İnas Darülfünûnu’na (Kadınlar Üniversitesi) kaydını yaptıran 
şair, edebiyat şubesine üç yıl devam etmiş, son sınıfı coğrafya şubesinde okumuş, 
1919’da buradan mezun olmuş, mezuniyetinin ardından İstanbul’daki çeşitli 
liselerde edebiyat ve coğrafya öğretmenliği yapmıştır (25-26). 
Şükûfe Nihal öğretmen kimliğinin aydın kimliğine dönüşümünde önemli yeri 
olan Ahmet Hamdi Başar ile Kurtuluş Savaşı yıllarında ikinci evliliğini yapmıştır.  
Bu evlilikten bir kızı olmuştur.  Öncekine göre daha uzun süreli olmakla birlikte 
şair bu evliliğinde de aradığını bulamamış, 1950’lerin sonlarında eşinden 
                                                
1
 Mehmet Aydın, Ne Yazıyor Bu Kadınlar: Osmanlıdan Günümüze Örnekleriyle Kadın Yazar ve 
Şairler’de Şükûfe Nihal’in anne tarafından soyunun Fatih’in baş ressamı Nakkaş Mehmet Efendiye 
dayandığını belirtmektedir (52). 2 
boşanmıştır. (31-33).  1962’de Kadıköy Selâmiçeşme’de caddeyi karşıdan karşıya 
geçerken kaza geçirmiş, bu kaza sonucu sol ayağı sakat kalmış, 1965’te Hasene 
Ilgaz ve İffet Halim Oruz’un Bakırköy’de açtıkları huzurevine yerleşmiş,  ancak 
burada mutlu olamamıştır (69-71).  Yakın dostu Halide Nusret Zorlutuna, Bir 
Devrin Romanı’nda  Şükûfe Nihal’in burada ev, kitap ve arkadaş özlemi çektiğini 
belirtir.  Oğlu tarafından ziyaret edilmeyen şairin kızını da kaybedince tamamen 
yalnız kaldığını ifade eder (291).  24 Eylül 1973’te huzurevinde hayata gözlerini 
kapayan Şükûfe Nihal, 26 Eylül 1973 günü Rumelihisarı Aşiyan Mezarlığı’na 
gömülmüştür (Argunşah 74-75).  
Şükûfe Nihal şiirlerini yedi kitapta toplamıştır: Yıldızlar ve Gölgeler (1919),
Hazân Rüzgârları (1928), Gayya (1930), Su (1933), Şile Yolları (1935), Sabah 
Kuşları (1943), Yerden Göğe (1960).  Şiirlerinden başka beş roman yayımlamıştır: 
Renksiz Istırap (1928), Yakut Kayalar (1931), Çöl Güneşi (1933), Yalnız 
Dönüyorum (1938), Çölde Sabah Oluyor (1951).  Ayrıca Tevekkülün Cezası (1928) 
adlı bir hikâye kitabı ile Finlandiya (1935) ve Domaniç Dağlarının Yolcusu (1946) 
adlı iki gezi kitabı çıkarmıştır.  Bu kitaplarından başka 1 Ocak-28 Şubat 1955 
tarihleri arasında Yeni İstanbul gazetesinde Vatanım İçin adlı romanını tefrika 
etmiştir.  Yazılarını başta Cumhuriyet, Çığır, Çınaraltı, Dergâh, Firuze, Güneş,
Haftalık Gazete, İfham, Kadın Gazetesi, Kadın Yolu, Resimli Ay, Son Posta, Süs, 
Şair, Tan, Türk Kadını, Ülkü, Yeni Türk, Yeni Nesil, Yeni Mecmua olmak üzere 
birçok gazete ve dergide yayımlamıştır.  Öldükten sonra Sander yayınlarının sahibi 
olan oğlu Necdet Sander, Sadi Irmak’ın bir sunuş yazısıyla birlikte şairin 
şiirlerinden yaptığı seçmeleri 1975’te Şiirler adıyla basmıştır.  Giovanni 
Scognamillo’nun Türk Sinema Tarihi: 1896-1959’da belirttiğine göre Şükûfe 
Nihal’in Domaniç Dağlarının Yolcusu adlı yapıtı Şakir Sırmalı tarafından Unutulan 3 
Sır adıyla filme çekilmiştir.  1945 yılında çekimi başlayan film, 1948 yılında 
gösterime girmiştir (101).  Ayrıca Cinuçen Tanrıkorur şairin Sabah Kuşları adlı
kitabında yer alan “Neme Yetmez?” adlı şiirinden bir bölümü 1979 yılında uzzâl 
makamında nakış yürük semaî usulünde bestelemiştir.  
Şükûfe Nihal’in şiirlerinde işlediği üç temel konu vardır: Kadın, yurt sorunları
ve aşk.  Hüseyin Cahit Yalçın şairin ilk şiir kitabı Yıldızlar ve Gölgeler’de Servet-i 
Fünûn edebiyatının ve özellikle Tevfik Fikret’in izleri olduğunu belirtir.  Hatta kitap 
bu dönemde yayımlansaydı şaire büyük ün sağlardı diye ekler (Uraz, “Şükûfe 
Nihal” 149).  Fuat Köprülü de Bugünkü Edebiyat’ta yer alan “Yıldızlar ve Gölgeler” 
adlı yazısında Tevfik Fikret’in Halûk’un Defteri adlı şiir kitabının Yıldızlar ve 
Gölgeler üzerindeki etkisine değinir (193).  Bu görüşler genel olarak doğrudur.  
Yıldızlar ve Gölgeler’de Servet-i Fünûn edebiyatında olduğu gibi Arapça ve Farsça 
sözcük ve tamlamalar sıkça kullanılmıştır.  Divan şiirindeki beyit anlayışı yıkılarak 
şiirlerde organik bütünlük sağlanmıştır.  Kitabın atmosferine şairin marazî ruh hali 
egemen olmuştur.  Ayrıca “İsyan” “Hazân”, “Bir Grup” adlı şiirlerde doğa öznel bir 
biçimde betimlenmiştir.  Bu açıdan şairin edebiyat dünyasına kendisini “erkek 
sesi”yle kabul ettirdiği söylenebilir.  Ancak  özellikle “Nisyân”, “Sevgili Kamere”, 
“Bir Resmin Altından”, “Yavru Kuş” ve “Sustum” adlı şiirlerinde şairin sonraki 
kitaplarında daha da gürleşecek olan “kadın sesi”ni duymak mümkündür.   
Şükûfe Nihal ikinci şiir kitabı Hazân Rüzgârları’nda yer alan şiirlerini Beş
Hececiler (Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf 
Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel) gibi sade Türkçeyle ve hece ölçüsüyle kaleme 
almıştır.  Sıcak, içten ve yalınkat bir dil kullanmıştır.  İlk kitabında kendisini 
gizleyen şair, bu kitapta kendi dünyasını ve “kadın sesi”ni daha çok açarak 
belirginleştirmiştir.  Ancak ilkinde Servet-i Fünûn edebiyatının etkisi olarak 4 
görünen marazî ruh hali bu kitapta ülkenin içinde bulunduğu koşullar, Mustafa 
Kemal Atatürk’e yapılan suikast ve yeğenini kaybetmesi nedeniyle kendi kişiliğinin 
bir özelliği olarak ortaya çıkmış ve sonraki kitaplarında da bu ruh durumu 
sürmüştür.  
Orhan Burian, Şükûfe Nihal için “Büyük ve insanı sarsan konuların şairi 
değildir.  Gayya’ya ne kendisi iniyor, ne bizi indiriyor.  Hislerle oynayan, nazımla 
oynayan bir hali var.  En iyi şiirleri iddiasız küçük hisleri ifade edenlerdir” 
demektedir (alıntılayan Karaalioğlu 756).  Burian’ın bu değerlendirmesine tam 
olarak katılmak mümkün değildir.  Şairin Gayya’daki şiirleri oluşum romanından 
(bildungsroman) esinlenerek bir oluşum şiirleri (bildungsdichtung) olarak 
okunabilir.  Gürsel Aytaç, Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler adlı
kitabında  “oluşum romanı”nı şöyle tanımlamaktadır: “Kahramanın kültürle 
belirlenmiş bir çevrede öğrenme ve deneyimlerle düşünsel-ruhsal yetilerini yüksek 
karakterli ve uyumlu bir bütün oluşturacak şekilde geliştirerek belli bir kültür 
idealini gerçekleştirmesini ister” (489).  Şükûfe Nihal, Gayya’da özellikle “Anadolu 
Kadınlarına” (12-13), “Duymayan Kadına” (16-17) ve “Size Ne?” (67-68) adlı
şiirleriyle aydın kadın kimliğini kazanma sürecini gözler önüne serer.  Gerçi belli 
bir kültür idealini gerçekleştirmede beklenen gücü gösteremez ve bir ulusu 
kurmanın, Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini yaşamanın ve yaşatmanın 
sorumluluğunu taşıyan Cumhuriyet’in aydın kadınlarından, “yeni kadın”larından 
biri olarak ortaya çıkar.  Bugünden geriye bakıldığında Cumhuriyet’in aydın 
kadınları Ece Temelkuran’ın 1 Nisan 2005 tarihli Radikal Kitap’ta bulunan 
“Cumhuriyet Kızları” adlı yazısında belirttiği gibi nahif bulunabilecek kadar 
idealisttirler: “Şimdi post modern bir karmaşanın içinde onların duruşları, neredeyse 
komikleşecek kadar nahif kalıyor bazen.  Hâlâ iyi, tatlı, disiplinli “Cumhuriyet 5 
kızları” gibi davranırken onlar, onların yerleri bu dünyada bir yara gibi kapanıyor.  
Düzgün Türkçeleri, kendilerine duydukları müthiş özgüven, hep bir resmi geçide 
hazır gibi duruşları, giyinişleri, ‘adab-ı muaşeret’ kitabından hafızalarında hâlâ taze 
kalan cümlelerle konuşmaları, beklenmedik yerlerde ortaya çıkan ‘aydınlık 
Cumhuriyet kızı’ tutuculukları…” (29). 
Şükûfe Nihal, Beş Hececiler gibi bir aydın olarak Anadolu’nun geri 
kalmışlık sorununu çözmek için rehberlik  yapmak ve bir şair olarak Anadolu’nun 
folklorundan yararlanmak bağlamında Anadolu’yla ilgilenmiştir.  Şair, dördüncü 
şiir kitabı Su’yu da hece vezniyle ve sade bir Türkçeyle yazmıştır.  Özellikle “Âşık 
Sazile” adlı iki şiirde Beş Hececiler’in etkisi açıkça görülür.  Daha önce 
yayımlanmış olan şiir kitabı Gayya’da da “Aşık Sazile” adlı bir şiiri vardır.     
Turhan Tan 27 Ocak1935 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Şile Yolları” 
adlı yazısında Şükûfe Nihal’in beşinci şiir kitabı Şile Yolları’nda yurt sorunlarını
öne çıkardığını belirtir: “Şükûfe Nihal, bu kitaba koyduğu şiirlerin hemen hepsinde 
yurdun dertlerini, yurttaş elemlerini, içtimaî sahneleri haykırmıştır” (4).  Yurdun 
temel sorunlarında biri Anadolu’nun geri kalmışlığıdır.  Bu şiirlerde de şair, 
özellikle yoksulluğu ve çaresizliği ile Anadolu’yu ve Anadolu kadınını dile getirir.  
Ferit Ragıp Tuncor
2
 11 Eylül 1950 tarihli Kadın Gazetesi’nde yer alan “Türk Kadın 
Şairlerimizden Şükûfe Nihal Başar” adlı yazısında şairin Anadolu’ya yaklaşımını
değerlendirir:  
Anadolu ona göre kapağı az aralanmış bir hazinedir.  Sanki her 
kayanın dibinde bir mevzu vardır.  Servet memleketi baştan başa 
Anadolu.  Coşkun sular, madenler, her şey var orada.  Lâkin buna 
                                                
2
 Ferit Ragıp Tuncor 1912’de Çanakkale’de doğdu.  İzmir Muallim Mektebi’ni bitirdi.  Çocuklar için 
şiir, hikâye, roman, derleme, piyes türlerinde çeşitli kitaplar yayımladı.  Bunlar arasında Bu Toprağın 
Çocukları (1944), Kahraman Çocuk (1945), Cumhuriyet Bayramı Şiirleri (1955), Atatürk Şiirleri
(1958), İyilik Perileri (1973), Renkli Resimlerle Nasrettin Hoca (1984), İlkokullar İçin Ünite Şiirleri
(1999) sayılabilir (Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi 837). 6 
rağmen yine sefalet ve yine medeniyetsizlik hüküm sürüyor etrafta.  
Bu geriliği gidermek için o, memleketteki birtakım lüzumsuz 
masrafların kaldırılması, birçok şeylerde mütevazı olunması, halka 
çalışma sahası bulunması ve halkın bilgi ve görgü sahibi yapılması
gerektiğini ileri sürmektedir.  Bu da münevverin rehberliği ile 
olacaktır tabiî. (7) 
Şükûfe Nihal altıncı şiir kitabı Sabah Kuşları’nda Cumhuriyet’in aydın  bir 
kadını olarak Anadolu gerçeğini anlatmayı sürdürmüştür.  Öte yandan Mustafa 
Şekip Tunç, 2 Ocak 1944 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Sabah Kuşları’nda 
Şükûfe Nihal” adlı yazısında şairin bu kitapta bir kadın olarak “geçmiş güzel 
günler”e duyduğu özlemi dile getirdiğini belirtir: “Şükûfe Nihal’in Sabah Kuşları’nı
okurken de kaybedilmiş bir âlemin hasretle yüreği acımış ve saf bir tazelikle tabiata 
dönmüş bir kadın ruhunun kanadığını görüyoruz” (4).   
Şükûfe Nihal’in bütün şiir kitaplarında konusu aşk olan şiirlere rastlamak 
mümkündür.  Şairin yedinci ve son kitabı Yerden Göğe’nin ikinci bölümü “Mermer 
Kapı”nın konusu da aşktır.  Şair bu kitapta bir kadın olarak hüzün, pişmanlık ve acı
içinde kaybettiği sevgilisine duyduğu özlemi dile getirir.  Bu aşkı anlatırken aynı
zamanda kendisi, çevresi ve toplumla hesaplaşır.      
“Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri” adlı bu tezde Şükûfe Nihal’in 
bir kadın olarak şair kimliği ve şiirlerindeki kadın teması incelenmektedir.  
Kitaplarının tanıtıldığı ve değerlendirildiği yazılar bir yana bugüne kadar Şükûfe 
Nihal hakkında birkaç temel çalışma yapılmıştır.  Bunlar arasında Hülya 
Argunşah’ın 2002 yılında yayımlanan Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal adlı
kitabı bir başvuru kaynağıdır.  Yazar kitapta Nihal’in yaşamına ve yapıtlarına kadın, 
edebiyat ve Cumhuriyet aydını bağlamında yaklaşmaktadır.  Bu kitaptan başka 7 
şairin özellikle şiirlerini temel alan yayımlanmamış iki tez bulunmaktadır.  Nebahat 
Çayırlık tarafından 1993 yılında yapılan Şükûfe Nihal Başar’ın Hayatı, Eserleri ve 
Edebî Kişiliği Üzerine Bir İnceleme adlı tez şairin yaşamı ve yapıtları hakkında 
temel bilgiler vermektedir.  Tez, Nihal’in şiir, hikâye ve romanlarındaki kadını ana 
hatlarıyla ortaya koymaktadır.  Fatih Arslan tarafından 1995 yılında yapılan Şükûfe 
Nihal Başar: Hayatı-Şiirleri adlı tez de şairin yaşamı ve yapıtları hakkında genel 
bilgiler içermektedir.  Çalışma, Nihal’in şiirlerindeki tema, dil, biçim ve üslûbu 
genel olarak saptamaktadır. 
Şükûfe Nihal hakkında yapılan çalışmalarda öncelikle ve sıklıkla “kadın”la 
karşılaşılır.  Fuat Köprülü, Bugünkü Edebiyat’taki “Yıldızlar ve Gölgeler” adlı
yazısında şairin “kadın samimiyeti”ne değinirken, Murat Uraz, Resimli Kadın Şair 
ve Muharrirlerimiz adlı antolojisinde yer alan “Şükûfe Nihal” adlı yazısında şairin 
“kadın ruhu”ndan söz eder.  Hülya Argunşah ise Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe 
Nihal adlı yapıtında şaire ilişkin “kadın duyarlığı”nı ele alır.  Şair hakkında 
hazırlanan tezlerde de Şükûfe Nihal’in şiirlerindeki “kadın tema”sı genel olarak 
incelenir.  Bu çalışmalardan ilki Nebahat Çayırlık’ın Şükûfe Nihal Başar’ın Hayatı, 
Eserleri ve Edebî Kişiliği Üzerine Bir İnceleme adlı tezi, diğeri ise Fatih Arslan’ın 
Şükûfe Nihal Başar: Hayatı-Şiirleri adlı tezidir.  Bu ürünler Nihal’in şiirlerine 
yansıyan “kadın yönü” ile ilgili ip uçları vermekle birlikte “kadın kimliği” üzerinde 
dolaylı olarak durulmuş olduğundan onun anlaşılması ve “kadın kimliği”nin 
değerlendirilmesi için yeterli değildir.  Tezde Şükûfe Nihal’in “kadın kimliği”, 
“yeni kadın”, “aydın kadın”, “âşık kadın” ve “şair kadın” olarak irdelenmektedir.    
Şükûfe Nihal, Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli toplumsal 
değişimler geçirdiği bir dönemde (1909-1960) yapıtlarını yayımlamıştır.  Bu 
dönemde özellikle üst sınıf eğitimli kadınlar toplumsal değişmenin hem öznesi hem 8 
de nesnesi olmuşlardır.  Şair de birçok kadın derneğinde aktif görev almış, gazete ve 
dergilerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmış, hikâye ve romanlarında kadın 
kahramanları öne çıkarmış, şiirlerinde “kadın sesi”ni duyurmaya çalışmıştır.  
Böylece “yeni kadın” için iyi bir örnek ve yol gösterici olmuştur.  Eski 
imparatorluktan yeni ulus-devlet inşa edilirken kadına da yeni simgesel ve 
toplumsal roller biçilmiştir.  Batılı, lâik, ulusçu modele dayalı yeni ulus-devletin 
“yeni kadın”ı eğitimli olmalı, iş yaşamına katılmalı ve Batılılaşmalı; ama kadınsı
özelliklerini korumalı, öncelikle annelik ve eşlik görevini yerine getirmelidir.  Yani 
aşırı Batılılaşarak “ulusun ruhu”na ters düşmemeli, aksine bu ruhu beslemelidir.  
Diğer bir deyişle “yeni kadın” geleneksel kadınla modern kadının bir sentezidir.  Bu 
nedenle tezde öncelikle Şükûfe Nihal’in şiirlerindeki “yeni kadın” imgesi 
incelenmektedir.       
1908 yılından sonra gazete ve dergilerde görülmeye başlayan başta Halide 
Nusret Zorlutuna, İffet Halim Oruz, Necibe Kızılay, Şükûfe Nihal ve Yaşar Nezihe 
olmak üzere birçok kadın edebiyatçının birtakım ortak özellikleri vardır.  Naime 
Zelal ve Leyla Ovalı Sombahar dergisinin Ocak-Nisan 1994 tarihli 21-22. sayısında 
yer alan “Cumhuriyet Döneminde Aydın Kadınların Durumu ve Kadın Şairler” 
başlıklı yazılarında adı geçen edebiyatçıların benzer yanlarını ortaya koyarlar.  Bu 
edebiyatçılar II. Meşrutiyet’ten sonra kadınlar için de resmi eğitim kurumlarının 
açılmasıyla
3
 bu kurumlarda eğitim görmüşler, üniversitede okuyan kadınların çoğu 
Edebiyat Fakültesi’nin çeşitli bölümlerinden mezun olmuşlardır.  Halide Nusret 
Zorlutuna, Necibe Kızılay ve Şükûfe Nihal Edebiyat Fakültesi’nde okumuştur.  
Aralarında farklı olarak İffet Halim Oruz İktisat Fakültesi’nde okumuş, Yaşar 
                                                
3
 Faik Bulut’un İttihat ve Terakki’de Milliyetçilik Din ve Kadın Tartışmaları’nda belirttiğine göre 
1914’te İstanbul Darülfünûnu (İstanbul Üniversitesi) kızlara yönelik dersler ve konferanslar vermeye 
başlamış, lise ve öğretmen okulları için kadro yetiştiren Darülmalûmat (Kız Öğretmen Okulu) yanı
sıra 1915’te Darülmalûmat-ı Aliye (Yüksek Kız Öğretmen Okulu) bünyesinde bağımsız öğretmen 
kadrosuyla İnas Darülfünûnu (Kadınlar Üniversitesi) kurulmuştur (32). 9 
Nezihe öğrenim görememiştir.  Mezun olduktan sonra daha çok Türkçe, edebiyat, 
coğrafya öğretmenliği yapmışlardır.  Halide Nusret Zorlutuna edebiyat ve Türkçe, 
Şükûfe Nihal edebiyat ve coğrafya dersleri vermiştir.  Yalnız mesleklerini icra 
etmekle kalmamış, aynı zamanda çeşitli derneklerde çalışmışlardır.  İffet Halim 
Oruz, Şükûfe Nihal ve Yaşar Nezihe birçok dernekte etkin olarak görev almıştır.  
Edebiyatın farklı türlerinde ürünler vermişlerdir.  Halide Nusret Zorlutuna şiir, 
hikâye, roman, anı ve piyes; Şükûfe Nihal şiir, hikâye, roman ve gezi türlerinde 
eserler ortaya koymuştur.  Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yayımlamışlar, 
yazılarında özellikle toplumsal konular ve kadın sorunu üzerinde durmuşlardır.  
Halide Nusret Zorlutuna, İffet Halim Oruz, Şükûfe Nihal ve Yaşar Nezihe bu 
konularda çeşitli yazılar kaleme almışlardır.  Çoğunlukla erkeklerin çıkardığı
edebiyat dergilerinde değil, kadınların yazdığı dergilerde, kadınlara özel dergilerde 
ve kadınların çıkardığı dergilerde yazmışlardır.  Örneğin Halide Nusret Zorlutuna 
Genç Kadın, Kadınlar Dünyası ve Türk Kadını; Şükûfe Nihal, Kadın Yolu, Türk 
Kadını ve Süs; Yaşar Nezihe, Kadın, Kadınlar Dünyası ve Türk Kadın Yolu gibi 
dergilerde görülmüşlerdir (172-74).  Bu edebiyatçı kadınlar arasında Şükûfe Nihal 
de diğerleri gibi birçok gazete ve dergide yazılar yayımladığı, şiir, hikâye, roman ve 
gezi gibi farklı türlerde eserler verdiği hâlde daha çok şairliğiyle öne çıkmıştır.  Bu 
nedenle  “Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri” adlı bu tezde Şükûfe 
Nihal’in şiirleri feminist eleştiri çerçevesinde de değerlendirilmektedir.  Bunun için 
temel olarak feminist edebiyat eleştirisinin önemli kaynaklarından biri olarak kabul 
edilen Ellen Moers’un Literary Women (Edebiyat Kadınları) adlı yapıtından 
yararlanılmaktadır.  Moers, yapıtında İngiliz ve Amerikan edebiyatının belli başlı
kadın edebiyatçılarını incelemiştir.  Bu nedenle ülkemizle bu ülkeler arasındaki 
kültürel farklar göz önüne alınarak yapıttan eklektik bir biçimde yararlanılmıştır.  10 
Tezde ağırlıklı olarak “kadın edebiyatı”na ilişkin özellikler aranmaktadır.  Özgül 
kadın tarzı ve mitleri bağlamında Şükûfe Nihal’in şiirlerindeki gotik tarz, Umay, 
Sibylle, Venüs gibi mit kahramanları üzerinde durulmaktadır.   
Tarih boyunca aşk şiirlerine konu olan kadınların aşk şiirleri yazması
çoğunlukla hoş karşılanmamıştır.  Böyle olmakla birlikte kadın edebiyatçılar aşk 
üzerine yazmışlar ancak kendilerini belki de özgürce dile getirememişler, kapalı bir 
dil kullanmak gibi çeşitli savunma yöntemleri geliştirmişlerdir.  Şükûfe Nihal 
örneğinde “Kadın Şairde Kadın”ın nasıl yansıdığı ve yer aldığını incelemeyi 
amaçlayan bu tezde aşk temasını işleyen kadın şairlerin karşılaştıkları engeller, 
maruz kaldıkları tepkiler ve aşkı dile getirme biçimleri belirlenmektedir.  İki şair, 
Faruk Nafiz Çamlıbel ve Osman Fahri’nin kendisine aşk şiiri/şiirleri adadığı Şükûfe 
Nihal’in bir kadın olarak kendi aşkını dile getiren şiirlerini nasıl kaleme aldığı
üzerinde durulmaktadır.   
Şükûfe Nihal iki kez evlendiği halde kitaplarını Şükûfe Nihal olarak 
imzalamıştır.  Ancak Kadın Gazetesi’nde yer alan “Bir Köşeden” adlı köşesinde ve 
Gayya adlı şiir kitabındaki “Bozma Odanı” ve “Size Ne?” adlı şiirinde şair yalnızca 
“Nihal” adını kullanmıştır.  (Şairin bu adı tercih etmesi kadın kimliğini ortaya 
koyması açısından oldukça anlamlıdır).  Bu nedenlerle tezde Şükûfe Nihal ya da  
Nihal adı tercih edilmiştir.  
“Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri” adlı bu tezin “Yeni Kadın”
başlıklı birinci bölümünde “Yeni Kimlikli Ulusun Yeni Kadını Kimdir?” sorusuna 
yanıt aranmaktadır.  Bunun için birinci alt bölümde “Dönemin Tarihsel-Toplumsal 
Arka Plânı” ana hatlarıyla ortaya konarak, “Yeni Kadın’ın Özellikleri” 
saptanmaktadır.  İkinci alt bölümde “Yeni Kadın Olarak Şükûfe Nihal”in yeri  
“Şükûfe Nihal’in Yeni Kadın Olarak Toplumsal Etkinlikleri” bağlamında “Sanat 11 
Çevresindeki Etkinlikleri”, “Dernek Çalışmaları” ve “Anadolu Gezileri” başlıkları
altında ele alınmaktadır.  Tezin “Aydın Kadın” başlıklı ikinci bölümünde Şükûfe 
Nihal’in “Kültür Evreni”, “Vatan Sevgisi”, “Aydın Sorumluluğu” ve “Kendi 
Dünyası” değerlendirilmektedir.  Şairin “Aydın Sorumluluğu” “Vatanın Geri 
Kalmışlığı” ve “Kadın Sorunu” çerçevesinde irdelenmektedir.  Tezin “Âşık Kadın” 
başlıklı üçüncü bölümünde “Kadın Aşk Temasını Yazında Nasıl İşler?” sorusu 
tartışılarak “Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde Aşk Teması” üzerinde durulmaktadır.  
Tezin “Şair Kadın” başlıklı dördüncü bölümünde ise “Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde 
Özgül Kadın Mitleri” ve “Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde Özgül Kadın Tarzı” 
incelenmektedir.  12 
BÖLÜM I
YENİ KADIN 
Bopstil Pembe Hanımın Süreyyapaşa salonlarında piyano çalışını hatırlarken, 
huzurevinde, gençliğinden beri şiirler yazmış bir hanımın tıpkı kendisi gibi 
günlerin geçmesini… sona ermesini beklediğini söylemişti. Şiirler yazmışken artık 
unutulan, belki adı bile anılmayan, adı edebiyat tarihlerine ya geçmiş ya geçmemiş
bu hanım, gözleri sürmeli Bedia Hanımın söyleyişiyle, o kadar mahzun, yalnız, içli, 
o kadar “mükedder”miş ki, yarı “meflûç” olmasa bile aşağıya, oturma odasına, 
öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş.  Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi 
“mahpes”inde hâlâ şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya 
dargın, küskün ayrılıyormuş.
                              Selim İleri  (Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın 239) 
A. Yeni Kimlikli Ulusun “Yeni Kadın”ı Kimdir? 
1.  Dönemin Tarihsel-Toplumsal Arka Plânı
Lâle devrinde, III. Mustafa (1717-1774), III. Selim (1761-1808), II. Mahmut 
(1785-1839) zamanlarında girişilmek istenen, esas olarak 1839’daki Gülhane Hatt-ı
Hümayunu’nun ilânıyla Tanzimat döneminde başlayan Batılılaşma çabaları, 
Osmanlı devlet ve toplum yapısında hızlı bir değişime neden olmuştur.  Tanzimat 
dönemindeki Batılılaşma çabalarına paralel olarak aile hayatı ve kadının toplumsal 
durumunda da ciddi değişmeler meydana gelmiştir.  Ahmet Mithat Efendi (1844-
1912), Namık Kemal (1840-1888), Samipaşazade Sezai (1860-1936), Şemsettin 
Sami (1850-1904) gibi  edebiyatçılar toplumsal değişmelerin aileler ve kadınlar 13 
üzerindeki etkilerini şiir, roman, piyes ve makale düzleminde tartışmışlardır.  Bu 
edebiyatçılar  görücü usulü evliliğe, cariyelik kurumuna vb. karşı çıkmışlardır.  
Ama kadınların “aşırı Batılılaşarak” ahlâki değerlerini yitirmeleri kaygısını
taşıdıkları için İslâmî referansları esas alarak kadın haklarını savunmuşlardır. 
Aydın ve edebiyatçı erkekler kadın konusunu özgürlük-ahlâk ekseninde 
tartışırken, üst sınıf eğitimli kadınlar da çeşitli gazete ve dergiler yoluyla kendilerini 
ifade etmişlerdir.  Serpil Çakır’ın Osmanlı Kadın Hareketi adlı çalışmasında ortaya 
koyduğu üzere Terakki (1868), Terakki-i Muhadderat (1869), Vakit yahut Mürebbi-i 
Muhadderat (1875), Ayine (1875), Aile (1880), İnsaniyet (1883), Hanımlar (1883),
Şükûfezar (1885), Mürüvvet (1888), Parça Bohçası (1889), Hanımlara Mahsus 
Gazete (1895), Hanımlara Mahsus Malûmat (1895) ve Âlem-i Nisvan (1906) adlı
gazete ve dergiler aracılığıyla seslerini duyurmuşlardır.  Ya “Hayriye”, “Nuriye”, 
“Safiye” gibi ilk adlarını ya da “Bir Hatun”, “Mektepli Kız”, “Üç Hanım” gibi 
imzaları kullanarak kimliklerini gizlemeye çalışan kadınlar, dergilerde mektuplar 
yayınlayarak sorunlarına dikkat çekmişlerdir (22-32).  Kadın haklarının elde 
edilmesi için savaş veren edebiyatçılar arasında Emine Semiye (1866-1944), Fatma 
Aliye (1862-1936), Makbule Leman (1865-1898) ve Nigâr Hanım (1862-1918) gibi 
adlar sayılabilir.  Yaprak Zihnioğlu Kadınsız İnkılâp adlı kitabında adı geçen kadın 
edebiyatçıların Osmanlı feminizminin ideolojik ve düşünsel temellerini attığını
belirtir (46).  Kadın edebiyatçılar, yazılarında Osmanlı kadınlarının insan 
addedilme, kamu yaşamına katılma, eğitim ve bütün mesleklere girme talebini dile 
getirmişlerdir (45).  Toplumun yönetici sınıfının eşleri ya da çocukları olarak 
siyasal güce yakın bulunan bu kadınlar dönemin kadın nüfusunun çoğunluğundan 
farklı olarak  özel öğretmenlerden eğitim almış, birkaç dil bilen kişilerdir.  Batı
karşısında Osmanlının gücünü, İslâm kültürünün üstünlüğünü kanıtlama çabaları, 14 
kadınların iffet, fazilet ve ahlâkın temsilcisi olduğunu düşünmeleri onları dönemin 
birçok erkek yazarıyla ortak paydada buluşturur. 
II. Meşrutiyet dönemi (1908-1918) düşünür, hukukçu ve edebiyatçı birçok 
aydının “Batıcı”, “İslamcı”, “Türkçü” düşünce akımları bağlamında aile, evlilik ve 
kadın konusunda yoğun tartışmalar yaptığı yıllardır.  Aralarında farklı eğilimleri 
barındırsa da  rasyonalist ve pozitivist düşünceye  inanan Abdullah Cevdet (1869-
1932), Celâl Nuri İleri (1877-1939) ve Tevfik Fikret (1867-1915) gibi  Batıcılar, 
medeniyetin evrensel hümanist değerleri bağlamında kadına yaklaşmışlardır.  
Peyami Safa’nın Türk İnkılâbına Bakışlar adlı yapıtında belirttiğine göre Batıcılar 
yayın organları olan İçtihat gazetesinde yer alan “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı yazıda 
kadınların diledikleri tarzda giyineceklerini, ama israf etmeyeceklerini, görücü 
usulüyle evlenmelerine son vereceklerini, erkeklerden kaçmayacaklarını, kızlar için 
diğer mekteplerin yanında tıbbiye mektebi açacaklarını, polislerin kadın işine ancak 
genel ahlâkı ihlâl ettiği durumlarda müdahale edeceklerini dile getirmişlerdir (49-
53).  Batıcılar gibi aralarında farklı eğilimler bulunsa da Ahmet Hamdi Akseki 
(1887-1951), Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936) Şeyhülislâm Musa Kâzım (1858-
1920) ve Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi (1869-1938) gibi İslâmcılar temel 
olarak şeriatçı düşünceyi savunmuşlardır.  Peyami Safa, İslâmcıların  kadınların 
kendilerine mahrem olan erkeklerden kaçmalarını, örtünmelerini, namus dairesinde 
eğlenmelerini ve kendi aralarında oluşturdukları cemiyetlerde konferans verip 
dinlemelerini, yalnızca iptidaî, rüştiye ve idadî derecelerinde tahsil görmelerini, 
erkekler gibi malını istediği biçimde tasarruf etmelerini, zaruri şartlarda bir erkeğin 
birkaç kadınla evlenmesini ve tek taraflı olarak boşanmasını talep ettiklerini 
belirtmiştir (57-58).  Aralarında Ahmet Hikmet Müftüoğlu (1870-1927), Celâl Sahir 
Erozan (1863-1935), Halide Edip Adıvar (1882-1964), Hamdullah Suphi Tanrıöver 15 
(1885-1966) ve Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944) gibi edebiyatçıların da 
bulunduğu Türkçülerin önde gelen adı ise Ziya Gökalp’ten (1876-1924) başkası
değildir.  Türkçülüğün Esasları adlı kitabında feminizm ve demokrasi 
kavramlarının ilk kez Türklerde ortaya çıkmış olduğunu ileri sürmüştür (149). 
II. Meşrutiyet döneminde başta Emine Semiye (1866-1944), Halide Edip 
Adıvar (1882-1964), Nezihe Muhittin (1889-1958), Nigâr Hanım (1862-1918) 
olmak üzere birçok aydın ve edebiyatçı kadın kendini gazete, dergi ve dernekler 
yoluyla kamusal alanda görünür kılmıştır.  Demet (1908), Kadın (1908), Mehasin
(1908), Kadınlar Dünyası (1913), İnci (1919), Süs (1924) gibi birçok dergide kadın 
imzaları yer almıştır (Çakır 37).  Bu dönemde kadın haklarının elde edilmesi için 
mücadele eden edebiyatçılar arasında Halide Edip Adıvar ve Nezihe Muhittin öne 
çıkmıştır.  Bunlar kadınların bütün eğitim olanaklarından yararlanmasını, meslek 
sahibi olmasını, siyasi alana katılmasını talep etmişlerdir.  Buna karşın bir erkeğin 
birkaç kadınla evlenme ve tek yanlı boşanma hakkına, kamu hayatında kadınlara 
uygulanan giyim dahil her türlü yasağa karşı çıkmışlardır (Zihnioğlu 56-57).  II. 
Meşrutiyet döneminin belirgin bir özelliği de Serpil Çakır’ın Osmanlı Kadın 
Hareketi’nde ayrıntılı bir biçimde anlattığı gibi kadınların dernek çalışmalarıdır.  
Çakır, dernekleri yardım, kültür, siyasi, ülke sorunlarına çözüm bulma, kadınların 
geçimlerini sağlayacak işyerleri açma ve feminist amaçlı dernekler olarak 
gruplandırır (43).   
II. Meşrutiyet’in ilânından önceki II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) 
Ahmet Mithat Efendi (1844-1912), Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945), Hüseyin 
Rahmi Gürpınar (1864-1944), Nabizâde Nâzım (1862-1893) gibi yazarlar 
romanlarında geleneksel aile ve evlilik anlayışını eleştirmişlerdir.  Bernard 
Caporal’un Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını adlı yapıtında dikkat 16 
çektiği gibi bu yazarlar, kadınların kişisel gelişmelerinden çok ailenin, toplumun ve 
ulusun gelişmesi için özgürlük talebinde bulunmuşlardır.  Tevfik Fikret’in Rübâb-ı
Şikeste adlı kitabında yer alan “Hemşirem İçin” başlıklı şiirindeki “Elbet sefil olursa 
kadın alçalır beşer” dizeleri de bu anlamda yorumlanabilir (71-72). 
II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte kadın hareketinde görülen canlanmanın da 
etkisiyle kadınların toplumsal yaşamı değişmeye başlamıştır.  Leyla Kırkpınar, 
Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın’da üst sınıfa mensup, öğrenim görmüş
kadınların ince peçeler kullandığını ya da peçesiz dolaştığını, örneğin, 1912’de 
peçesiz kadınların Amerikan Büyükelçiliği’nde verilen bir yemeğe katıldığını, 
değişik kadın dergilerinde kadınların fotoğraflarının yayımlandığını, çeşitli kültür 
kuruluşlarında, kadınlara özgü konferanslar düzenlendiğini ortaya koyar (116).  Bu 
arada Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı koşullar içinde kadının toplumsal hayattaki 
yerinde önemli değişiklikler meydana gelmiştir.  Kadınlar gönüllü olarak askere 
alınmış, erkek nüfusun askere alınmasından dolayı piyasada işgücü eksikliği baş
gösterdiği için postane, hastane, telgrafhane gibi devlet dairelerinde ve özel 
kuruşlarda çalışmaya başlamışlardır (116-17). 
Kadınlar yalnız Birinci Dünya Savaşı’nda değil aynı zamanda Kurtuluş
Savaşı’nda da etkin roller üstlenmişlerdir.  Kadınların savaştaki etkinliklerini 
işgalleri protesto için mitingler düzenlemek, cemiyetler kurmak, cepheye silah 
taşımak, cephane imalâthanelerinde, amele taburlarında çalışmak, askerlerin 
yiyecek-içecek ihtiyacını karşılamak, yardım toplamak, göçmenlere ve kimsesizlere 
yardım etmek, işgâlleri protesto eden mektup ve telgraflar göndermek ve silahlı
mücadeleye katılmak biçiminde özetlemek mümkündür (alıntılayan Kırkpınar 136-
37).  Kurtuluş Savaşı’na katılan birçok kadın arasında Asker Saime, Binbaşı Ayşe, 
Fatma Seher Hanım, Gördesli Makbule, Halide Edip, Kara Fatma, Kılavuz Hatice, 17 
Nezahat Hanım, Süreyya Sülün Hanım ve Tayyar Rahmiye gibi adlar dikkat 
çekmiştir (145). 
Tanzimat’tan  bu yana Türkiye’de yürütülen Batılılaşma çabası ve kadın 
hareketi kadın haklarının kazanılmasında önemli katkılar sağlamıştır.  Ancak yeni 
Türkiye’nin kurulmasından sonra kadınların kişisel ve toplumsal yaşantısında 
radikal değişiklikler meydana gelmiştir.  Çünkü Tanzimat’tan farklı olarak 
modernistler Batı uygarlığını yalnız tekniğiyle değil, aynı zamanda kültürüyle 
tanımlamış, rasyonalist ve pozitivist düşüncenin temellendirdiği bu uygarlığın 
değerlerini evrensel-hümanist değerler olarak kabul etmişlerdir.  Devletin yeni elit 
erkekleri tarafından gerçekleştirilen  modernleşme projesi çerçevesinde eski 
Osmanlı’dan yeni Türkiye inşa edilirken elit kadınlara da ulusçuluğun, Batıcılığın 
ve lâikliğin simge  ve sürdürücüleri olma görevleri verilmiştir.  Kadınlar yeni 
görevlerle birlikte eğitim, aile, çalışma, siyaset  ve toplum hayatında yeni haklar da 
elde etmişlerdir.        
Kadın haklarının esas temelini teşkil eden Medeni Kanun 4 Ekim1926 
tarihinde yürürlüğe girmiştir. 1907 tarihli İsviçre Medeni Kanunu’ndan bazı
değişikliklerle tercüme edilen Türk Medeni Kanunu kadın-erkek eşitliğini 
sağlamada bir başlangıç noktası olmuştur.  Kadınlar 1930’da belediye seçimlerinde, 
1933’te ihtiyar meclisi seçimlerinde, 1935’te genel seçimlerde seçme ve seçilme 
hakkını kazanmışlardır.  1937’deki genel seçimlerde  on sekiz kadın Meclis’e 
girmiştir.  Kadınlara “oy hakkı verilmesi”nin ardında kadınların oy hakkı elde etme 
mücadelesinin olduğu da bir gerçektir.  Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılâp’ta 
kadınların siyasal alana katılma mücadelesini ayrıntılı bir biçimde anlatır:15 
Haziran 1923’te Darülfünun konferans salonunda gerçekleştirilen kadınlar 
şurasından Kadınlar Halk Fırkası’nın kuruluş kararı çıkmıştır (127). Nezihe 18 
Muhittin’in başkanlığındaki Kadınlar Halk Fırkası, kadınların toplumsal ve siyasal 
haklarını kazanmayı, Meclis kürsüsünden bu hakları savunmayı ve kadınlığın 
statüsünü yükseltmeyi hedeflemiştir (127).  Ancak hükümet Kadınlar Halk 
Fırkası’nın kuruluşuna izin vermemiştir.  Bunun üzerine kurucu heyet siyasetle bir 
ilgisi olmadığı ibaresini bir maddeyle tüzüğe koyarak 7 Şubat 1924’te Türk 
Kadınlar Birliği adı altında bir dernek kurmuştur (150).   Bu dernek kadınların 
siyasi haklarını elde etmesi için  çaba sarf etmiştir. Türk Kadınlar Birliği’nin 
1924’te başlayan etkinlikleri 1935’teki “Ars-ı Ulusal Kadınlar Kongresi”nin hemen 
ardından kendini feshi ile sona ermiştir (257).  
 Modernleşme projesi çerçevesinde geleneksel toplum modern topluma 
dönüştürülürken kadına da yeni simgesel ve toplumsal roller biçilmiştir.  “Eski 
kadın”ın yerini artık “yeni kadın” alacaktır.      
2.  “Yeni Kadın”ın Özellikleri
Yeni devletin asker-sivil bürokrat yeni elit erkekleri, 19. yüzyıldan bu yana 
Batıdaki kadın hareketi ile bağları bulunan ve kadın hakları için savaşmış olan 
kadınları dışarıda tutarak, yeni asker-sivil bürokrat ailelere mensup kadınlardan 
“yeni kadın”ın örneği ve yol göstericisi olmalarını istemişlerdir.  Yaprak Zihnioğlu 
Kadınsız İnkılâp’ta “yeni kadın”ın kadınlık idealini gerçekleştirmek için yarım asır 
boyunca çalışan Osmanlı-Türk kadınlarını  ve İstanbul’un aristokrat kökenli aydın 
kadınlarını ne kavram ne de kişi olarak içerdiğini belirtmektedir (228).   
Elit erkekler “yeni bir kadın” tanımlamaktadırlar.  O gün için modern olan 
“yeni kadın” anlayışı, aslında bugünden geriye bakıldığında ataerkil bir anlayış
olarak görülebilir.  Belma Tokuroğlu’nın Özgürleşemeyen Kadın’da belirttiğine 19 
göre erkek-aydın-bürokrat-askeri iktidar “yeni kadın”ı ataerkil cinsellik kalıpları
içinde tanımlar: 
Cumhuriyeti kuran ve yeni bir ulus-devlet oluşumunu sağlamaya 
çalışan erkek-aydın-bürokrat-askeri iktidar, batıdaki erkek 
egemen düzenden aldığı örnekle, kendi denetiminde, eski ataerkil 
ideolojiyi yeni koşullara uygun biçimde yeniden üreterek, “yeni 
kadın” imgesini oluşturmaya çalışmıştır.  Cumhuriyet dönemi 
aydınları arasında, doğuculuk-batıcılık konularında görüş
ayrılıkları bulunmasına rağmen, buluştukları ortak nokta; ataerkil 
cinsellik kalıpları içersinde oluşan kadınlık ve erkeklik 
oluşumlarının yeniden üretilmesidir.  Diğer bir deyişle, istenen 
değişimin değişmeyen yüzlerinden bir tanesi, toplumsal cinsiyet 
anlayışıdır. (80)  
Cumhuriyet iktidarı, modernleşme projesi çerçevesinde  “muasır medeniyet 
seviyesine” ulaşabilmek için kadına yeni simgesel ve toplumsal roller biçmiştir.  İşe 
de kadının çağdaşlık sınırlarını belirlemekle başlamıştır.  Milliyetçi anlayışla bir 
yandan kadınlar “ulusal aktörler olarak ön plâna çıkarılırken, diğer yandan ataerkil 
ideoloji içinde tanımlanarak” geri plâna itilmişlerdir.  Deniz Kandiyoti, Cariyeler 
Bacılar Yurttaşlar adlı kitabındaki “Kimlik Kavramı ve Yetersizlikleri: Kadınlar ve 
Ulus” başlıklı yazısında milliyetçi hareketlerin kadına karşı gösterdiği çelişkili 
yaklaşımı dile getirir:  
Milliyetçi hareketler bir yandan kadınları “ulusal” aktörler; anneler, 
eğitimciler, işçiler, hatta savaşçılar olarak toplum hayatına daha fazla 
katılmaya davet ederler.  Öte yandan kültürel olarak kabul edilebilir 
kadın davranışlarının sınırlarını tayin eder ve kadınları kendi 20 
çıkarlarını milliyetçi söylem tarafından belirlenen terimler 
çerçevesinde ifade etmeye zorlarlar.  Feminizm özerk değil, onu 
üreten ulusal bağlamın anlam çerçevesine bağlıdır. ( 154) 
Nilüfer Göle Modern Mahrem’de aydınlanma çağı fikirleri ve sanayi 
medeniyetinin uzantısında biçimlenen Batı modernizminin rasyonalist ve pozitivist 
değerlerin yanı sıra bireye dayalı liberal değerleri de oluşturarak, dinsel ve 
geleneksel inançların yoğurduğu cemaat ilişkilerini dönüştürdüğünü, daha 
heterojen, farklılaşmış, çoğulcu bir toplumsal yapıya ulaştırdığını buna karşın devlet 
dışında bireye, sivil topluma, piyasaya özerk alan tanımayan Türk modernizminin 
ise medeniyetçilik ve milliyetçilik ilkeleri üzerine inşa edildiğini  belirtmektedir 
(171).                                                                     Bağımsızlık savaşının verildiği, bir 
ulus yaratmak ve yaşatmak istenildiği bu dönemde milliyetçilik düşüncesinin 
yükselişe geçmesi kaçınılmaz görünmektedir.   
 Modernleşme projesi çerçevesinde “yeni kadın” geleneksel din 
kurumlarının,                                                                                                                                           
istenmeyen evliliklerin, çok eşliliğin, tek taraflı boşanmanın kurbanı olmaktan 
kurtulmuştur.  Ancak Cumhuriyet aydınları toplumun Batılılaşmasını isterken, “yeni 
kadın”ın “aşırı Batılılaşarak” ailenin ve ulusun manevi kişiliğini zedelemesinden 
çekinmişlerdir.  Cumhuriyet aydınları da Tanzimat aydınları gibi kadının “aşırı
Batılılaşma”sından korkmuşlardır.  Meyda Yeğenoğlu “Batılılaşma arzusu” ile 
“aşırı Batılılaşma korkusu” arasında sıkışan aydınların kaygısını Sömürgeci 
Fantaziler adlı yapıtında dile getirir: 
Ulusu modernleştirme ve Batılılaştırma arzularına rağmen, “aşırı” 
Batılılaşmaya karşı  bir endişe duyulmaktaydı.  Batılılaşmanın 
kadının evdeki konumuna dokunmadan, ailenin manevi değerlerini 21 
ve tüm toplumun ahlâki dokusunu bozmadan uygulanmasının 
gerekliliği vurgulanmaktaydı. (166) 
“Yeni kadın” seçme ve seçilme hakkını elde ederek siyasal alana katılma 
olanağına kavuşmuştur.  Kadınlara oy hakkı verilmesi Şirin Tekeli’ye göre İtalya ve 
Almanya’daki faşist partilerin aksine, Atatürk’ün tek parti rejiminin altında 
Türkiye’nin demokratikleştiğinin dünyaya  gösterilmesinin bir “araç”ıdır (Baykan 
“Nezihe Muhittin’de Feminizmin Düşünsel Kökenleri” 37).  Tekeli’nin bu görüşüne 
karşı çıkan Baykan’a göre ise kadınlara oy hakkı verilmesi demokratikleşmenin 
yalnızca bir “araç”ı değil, aynı zamanda bir “kanıt”ıdır (37-38).  Hasan Bülent 
Kahraman da 29 Ekim 2004 tarihli Radikal gazetesinde yer alan “Demokrasiyi 
Cumhuriyet’te Aramak” adlı yazısında “Demokrasi boyutunun eksik olması 1923 
için anlaşılabilirdi.  [….]  Çünkü 1945 sonrasına kadar Anglosakson sosyopolitik 
kültürü dışında demokrasi kimsenin sorunu değildi” demektedir (11).   
“Yeni kadın” her istediği mesleğe girme ve iktisadi özgürlüğünü sağlama 
hakkına sahiptir.  Ancak kendisine daha ziyade öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik 
gibi belli  mesleklerin uygun görüldüğü de bir gerçektir. 
“Yeni kadın” her  şeyden önce “fedakâr eş”, “kutsal anne” ve “çalışkan ev 
kadını” olmak zorundadır.   
“Yeni kadın” iyi bir eş ve anne olmanın yanı  sıra toplumsal kişiliğinde de  
“vatansever bir yurttaş” olma görevini yerine getirmelidir.  Bu vatansever-yurttaş
kadın Meyda Yeğenoğlu’nun  Sömürgeci Fantaziler’de belirttiği gibi “tüm 
cinselliğinden arındırılmıştı[r]; erdemli, iffetli ve onur sahibi[dir]” (174). 
 “Yeni kadın”ın cinsel kimliği neredeyse yok sayılmıştır.  Bu yok saymanın 
amacı kadın özgürlüğünün sınırlarını çizmektir.  Aslında kadının kendini 
geliştirmesi için değil, ulusal amaçlar için özgürleşmesi hedeflenmektedir.  Nilüfer 22 
Göle kadının özgürleşmesi ve bağımsızlaşmasının önündeki engelleri Modern 
Mahrem’de ortaya koyar:  
Kadının millî aile ya da ulus gibi bir asil amaç için özgürleştirilmesi 
kadının erdemiyle ters düşmeyecektir.  Kadın ne alafranga tüketen 
süs bebeği gibi, ne de sürekli fitne unsuru olarak tanımlanacak, 
cinsiyet yüklü kimliğinden sıyrılarak “milleti” için “halkının” 
yanında, erkeğinin “yoldaşı” olarak yer alacaktır. (80) 
“Yeni kadın”ın çarşaflı bir görüntüye değil, Batılı bir görüntüye sahip 
olması istenir.  1925’de tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış ve burada bulunan din 
görevlilerinin cüppe ve benzeri kıyafetler giymeleri yasaklanmış, aynı yıl şapka 
giyilmesi hakkında kanun çıkarılmıştır.  Mustafa Kemal Atatürk kadının eski-kılıkla 
dolaşmasını hem kadına karşı bir hakaret, hem de  lâik ve uygar rejime karşı bir 
tavır olarak görmüştür.  Buna rağmen kadınların çarşafları konusunda herhangi bir 
zorlama getirmediği halde kadınlar haklara ve özgürlüklere kavuştukça 
çarşaflarından çıkmışlardır.  Nilüfer Göle Modern Mahrem’de doğu güzellik 
anlayışının yerini ecnebi güzellik anlayışına bıraktığını belirtmektedir: “Yüzyıllar 
boyu süren beyazlık, yuvarlaklık, yavaşlık, uzun saç, sürme üzerine kurulu doğu 
güzellik anlayışı yerini zayıf, enerjik, korseli, kısa saçlı ‘ecnebi güzelliğine’ 
bırakmaktaydı” (93). 
“Yeni kadın” ecnebi güzelliğini üzerinde süssüz bir biçimde taşımalıdır.  
Deniz Kandiyoti Kadın Bakış Açısından Kadınlar adlı kitaptaki “Ataerkil Örüntüler: 
Türk Toplumunda Erkek Egemenliğinin Çözümlenmesine Yönelik Notlar” başlıklı
yazısında “yeni kadın”ın süssüz görüntüsüne dikkat çeker:  
Cumhuriyetin peçesiz “yeni kadın”ı, kimliğine yeni sınırlar çizen 
davranış kuralları benimsedi: Koyu renkli kostüm, kısa saç ve 23 
makyajsız yüz.  Bu yalnız kendilerini çalışma hayatına adamış
kadınların süse ayıracak zamanlarının olmadığını göstermekle 
kalmıyor, aynı zamanda güçlü bir sembolik zırh görevi de görüyordu. 
(381) 
   Ayşe Kadıoğlu, 29 Ekim 2004 tarihli Radikal gazetesinin eki 
Cumhuriyet’te yer alan  “Kostüm Modernliği” adlı yazısında “Özellikle 
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Türkiye’de içerikten ziyade görüntüye vurgu yapan, 
‘kostüm modernliği’ni teşvik eden bir Batılılaşma projesi vardı” (11) demektedir.  
Bu bağlamda Türkiye’deki Batılılaşma sürecinin hiper-gerçekçi ya da foto-gerçekçi 
sanat akımını andırdığını söylemektedir:  
Bu akımda üretilen bir iş bir insan figürü ise, sahiden insan figürüne 
çok benziyor, neredeyse sizinle konuşacak gibi görünüyor.  Eğer bir 
sokak resmedilmiş ise, içinde yürüyebileceğiniz hissine 
kapılıyorsunuz, ancak çok yakınına gelince, gerçek değil “yapma” 
olduğunu görüyorsunuz.  Türk modernleşmesinin ürettiği görüntüler 
de çok sahici gibi görünüyor ancak aynı zamanda da çok yapma 
olarak karşımıza çıkıyor. (11-12) 
Cumhuriyet’in Batıcılık anlayışının yalnızca görüntüye vurgu yaptığını söylemek 
Bernard Caporal’un Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını’nında  
belirttiği gibi indirgemeci bir yaklaşımdır (200).  Zihinsel devrimi gerçekleştirmek 
amacıyla modern siyasal kurumlardan yargı örgütüne, kamu yaşamının yeniden 
düzenlenmesinden milâdi takvimin kabulüne kadar yapılan birçok reformu yok 
saymak mümkün değildir.     24 
 “Yeni kadın”ların çoğu kent mekânlarında erkeklerle bir arada toplumsal 
yaşama katılmakta, karı-koca birlikte gezmelere gitmekte, balolar tertip etmekte, 
pasta salonlarında oturmaktadır (Göle 92).   
Cumhuriyet’in elit erkekleri “yeni kadın” rolünü Cumhuriyet’in elit 
kadınlarına vermişlerdir.  Belma Tokuroğlu’nun  Özgürleşemeyen Kadın’da 
belirttiği gibi yaratılan “yeni kadın” imgesine hayat üfleyecek olan belli bir azınlık 
kadın grubudur: 
Şehirli,varlıklı, bürokrat ailelerde yer alan belli bir azınlık kadın 
grubu, devlet elitlerinin hazırladığı projelerin sahiplenicisi ve 
uygulayıcısı olmuşlardır.  Aile ve kadın konusunda alınan tüm 
kararlar ve çıkarılan yasalar tüm Türk kadınları “homojen ve 
sınıfsız” gibi düşünülerek hazırlanmıştır.  Aynı şekilde kadınlardan 
gelen talepler, sadece sesini duyurabilen belli bir azınlık kadın 
nüfusuna ait olmasına rağmen –ki bu seslerde genellikle aykırılık 
olmamış, tam tersine iktidarın verdiği ve istediği ile hem-fikirlik 
vardır, karşı çıkan sesler ise bastırılmış veya tarih içerisinde 
görmezden gelinmiştir- tüm kadınların talepleriymiş gibi kabul 
edilmiş ve değerlendirilmiştir. (64) 
İlkel tarım ekonomisinde köylerde yaşayan, okuma-yazma bilmeyen, geleneksel 
düşünceyle yetişen kadınların çoğunlukta olduğu Cumhuriyet’in ilk yıllarında, 
şehirli-varlıklı-bürokrat ailelerde yer alan belli bir azınlık kadın grubunun “yeni 
kadın”lık görevini üstlenmesi kaçınılmazdır.  Kadın hakları için mücadele etmiş
Osmanlı kadınları da üst sınıf ailelerin eş ve kızlarıdır.   
Üst sınıf erkeklerin “yeni kadın” imgesi eğitimli, meslek sahibi, sade ve 
temiz giyimli, cinsel kimliğinden arınmış, iffetli ve faziletli ataerkil anlayışa sahip 25 
erkeğin isteklerine uygun iyi bir “eş”, “anne” ve “ev kadını”dır.  Üst sınıf kadınlar 
genel olarak üst sınıf erkeklerin “yeni kadın” imgesini benimsemiş ve “yeni 
kadın”ın temsilcisi olma görevini üstlenmişlerdir.  Ancak “yeni kadın” imgesine 
bazı bakımlardan itiraz eden kadınlar da olmamış değildir.  Örneğin Nezihe 
Muhittin 1931’de yayımladığı Türk Kadını adlı kitabında “yeni kadın”ın erkeğe 
benzeyen yaşama eğilimi göstermesine karşı çıkmıştır: “Fakat  kadının yükselmesi, 
erkeğe benzemesi, aradaki farkların kalkması demek değildir.  Bilâkis aradaki 
farkların düzeltilmesi ve terbiyesidir (Baykan ve Ötüş-Baskett, Nezihe Muhittin ve 
Türk Kadını 74). 
Ulusal devlet yaratma süreci içersinde kadın haklarının 1926 tarihli Medeni 
Kanun’la yeniden düzenlenmesi kadınların özgürleşmesini sağlayamamıştır.  
Kadınlar yasal düzeyde haklar elde ederken, toplumsal düzeyde geleneksel yapıların 
engelleriyle karşılaşmışlardır.  Çünkü toplumda ataerkil sistem egemendir.  Ataerkil 
sistem, erkek egemenliğini, erkeğin kadına egemen olduğu güç ilişkilerini ve çeşitli 
yollardan kadınların ikincil bir konumda tutulduğunu ifade eder.  Erkekler ailenin 
içinde kadınların üretimini, doğurganlığını, cinselliğini, hareket özgürlüğünü, 
mülkiyet ve diğer ekonomik kaynaklarını ailesel, toplumsal, kültürel ve dinsel 
davranış kurallarıyla denetlerler.  Bu bakımdan kadınların tümü yasal haklar elde 
etse bile ailesel, toplumsal ve ekonomik engeller nedeniyle hepsi özgürlüğünü 
kazanamamıştır.  
Özetle “yeni kadın” evlilikte, boşanmada ve mirasta erkekle eşit haklara 
sahip olmuş, peçe ve çarşafını çıkarmış, eğitim görme ve meslek edinme 
özgürlüğüne kavuşmuş, seçme ve seçilme hakkını elde etmiştir.  Ancak o günkü 
koşullar nedeniyle bu haklardan daha ziyade varlıklı-askeri-sivil-bürokrat ailelere 
mensup kadınlar faydalanmıştır.  Milliyetçi bir anlayışla kadının kendi kimliğini 26 
kazanmasından ziyade ulusal idealler nedeniyle özgürleşmesi istenmiş, ataerkil 
cinsellik kalıpları içersinde kadından her şeyden önce iyi bir “eş”, “anne” ve “ev 
kadını” olması beklenmiştir.  Üst sınıf kadınlar “yeni kadın”ın temsilcisi ve 
sürdürücüsü olma görevini çoğunlukla ağırbaşlı ve alçakgönüllü bir biçimde yerine 
getirmişlerdir.   
Böyle bir ortamda, bu toplumsal değişimleri birebir yaşamış, bu değişimlere 
katılmış  ve katkıda bulunmuş bir kişi olan Şükûfe Nihal’in “yeni kadın” olarak 
toplumdaki yeri dikkate değerdir.                 
B.  “Yeni Kadın” Olarak Şükûfe Nihal’in Toplumsal Etkinlikleri 
Şükûfe Nihal, Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli toplumsal 
değişmeler geçirdiği bir dönem olan 1919-1960 yılları arasında şiir, öykü ve 
romanlarını yayımlamıştır.  Bu dönemde özellikle üst sınıf eğitimli kadınlar 
toplumsal değişmenin hem öznesi hem nesnesi olmuşlardır.  Nihal de birçok kadın 
derneğinde aktif görev almış, “edebiyat çevresinin toplantı”larına sahiplik yapmış, 
gazete ve dergilerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmış, öykü ve romanlarında 
kadın kahramanları öne çıkarmış, şiirlerinde “kadın sesi”ni duyurmaya çalışmıştır.  
Böylelikle “yeni kadın” için iyi bir örnek ve yol gösterici olmuştur.  Ayrıca İnas 
Darülfünunu’nun ilk öğrencilerinden, mezunlarından ve  lise öğretmenlerinden 
birisidir.  Evliliğin devamına engel teşkil ettiği gerekçesiyle Darülfünun’a kaydı
yapılmadığından ilk eşi Mithat Sadullah Beyden
4
 ayrılmıştır.  Bu da kendisinin daha 
hayatının başında “iyi eş” anlayışından kaçarak toplumsal kişiliği seçtiğini 
göstermektedir. 
                                                
4
 Hülya Argunşah’ın Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal’de belirttiğine göre Mithat Sadullah 
Sander, okullarda okutulmak üzere hazırladığı Türkçe ve dilbilgisi ders kitaplarıyla Türk kültürüne 
katkıda bulunmuştur.  Kitapları arasında Seçkin Edebiyatçılarımızın Biyografileri (1943), Edebiyat 
Dersleri (1945), Yeni İmlâ Kılavuzu (1948), Yeni Terimlerle Yurt Bilgisi Özü (1948) vardır (30). 27 
1.  Sanat Çevresindeki Etkinlikleri
Salon, yazar, heykeltıraş, ressam ve sahne sanatçılarını da kapsayan soylu ve 
entelektüellerin sosyal toplantı yeridir.  Salonlar hususi evlerde tutulurdu ve 
özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda Fransa’da popülerdi.  Madame de Rambouillet 1610 
yılında Fransız sarayının o zamanki kabalıklarına karşı bir tepki olarak ilk salonu 
kurdu.  Diğer ünlü salonlara Mme de Stael, Mme de Recamier ve Madeleine de 
Scudery sahipti. (Merriam Webster’s Encyclopedia of Literature 987) 
Nazan Bekiroğlu’nun Şair Nigâr Hanım adlı kitabında belirttiğine göre 
bizde ilk “edebî salon”u tesis eden Nigâr Hanımdır.  Ondan çok daha önce yine bir 
divan şairi olan Mihrî’nin de evinde kadın-erkek konuklarını kabul ederek, sanatedebiyat meclisleri düzenlediği bilinmekte ise de bu dönemi içinde bir istisna olarak 
kalmaktadır (177).  Nigâr Hanımın Nişantaşı’ndaki taş konağında düzenlediği “Salı
Kabulleri” ise kendi çevresi kadar değişen toplumsal yaşantının bir yansıması
olarak değerlendirilebilir (178). 
Zehra Toska Nisan 1994 tarihli Tarih ve Toplum dergisinde yer alan 
“Çağdaş Türk Kadını Kimliğinin Oluşumunda İlk Aşama Tanzimat Kadını” adlı
yazısında Nigâr Hanımınki kadar geniş bir çevreyi toplamasa da “salon” sahibi 
olarak onun geleneğini sürdüren şairin İhsan Raif Hanım (1877-1926) olduğunu 
belirtir.  Bestekâr ve dönemin şairleri arasında hece vezniyle şiir yazan ilk şair İhsan 
Raif Hanımın konağının devrin isim yapmış şair ve yazarlarının toplandığı bir yer 
olduğunu ifade eder (12). 
Adile Ayda Böyle İdiler Yaşarken adlı kitabında Şükûfe Nihal’in evde 
düzenlediği “edebî toplantı”ları eşi Ahmet Hamdi Başar’dan
5
 ayrıldıktan sonra 
                                                
5
 Ahmet Hamdi Başar (1897-1971): Limancı Hamdi diye de bilinir.  İstanbul Üniversitesi Edebiyat 
Fakültesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi.  Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında eşi Şükûfe Nihal ile birlikte 
Ankara hükümetine istihbarat sağlamada yardımcı oldu.  1923’de İstanbul Liman Şirketi’ni kurdu ve 
1934’e kadar bu şirketin yönetim kurulu başkanlığını yaptı.  1930-1934 yılları arasında Atatürk’ün 28 
Hilton’daki Lâlezar Salonu’nunda  sürdürdüğünü belirtir (108).  Üç-dört yıl süren 
toplantılar önce her Çarşamba sonra her Cuma en sonunda da ayda bir yapılmıştır 
(109).  Toplantılara Behçet Kemal Çağlar (1908-1969), Faruk Nafiz Çamlıbel 
(1898-1973), Asaf Hâlet Çelebi (1907-1958), Abdülhak Şinasi Hisar (1888-1963), 
Refik Halit Karay (1888-1965), Mithat Cemal Kuntay (1885-1956) ve Müfide Ferit 
Tek (1892-1971) gibi dönemin tanınmış simaları katılmıştır.  
2. Dernek Çalışmaları
 Özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra üst sınıf eğitimli kadınlar kendilerini 
dernekler aracılığıyla kamusal alanda görünür kılmışlardır.  Şükûfe Nihal de 
Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti, Asri Kadınlar Cemiyeti, Türk 
Kadınlar Birliği gibi birçok dernekte aktif olarak görev almıştır.    Çünkü kendisi bir 
ulusun medeniyet seviyesini gösteren ölçütlerinden birinin sahip olduğu dernek 
sayısı olduğunu düşünür.  12 Temmuz 1948 tarihli Kadın Gazetesi’nde yayımladığı
“Gösteriş Değil, Vazife Vardır” başlıklı yazısında da derneklerin önemine ve 
gerekliliğine değinir:   
Tabiat ve cemiyet, herkese doğumundan ölümüne kadar rahat bir 
hayat dekoru hazırlamaz.  Bakımsız yavru, kimsesiz, fakir 
ihtiyar, hasta genç ekmeğini taştan çıkaramaz.  Rahat yaşama 
vasıtalarına malik olan herkes gibi, hiç şüphe yok, onların da, bir 
dereceye kadar olsun, bu imkânlara sahip olması gerektir.  
Tabiatın, kaderin ve daha birçok şeylerin gadrine uğrayan bu 
                                                                                                                                         
yurtiçi gezilerine danışman olarak katıldı.  Liman Şirketi’nden ayrılınca ticaretle uğraştı.  1946’da 
Demokrat Parti’nin kuruluş çalışmalarına katıldı.  Aynı yıl Barış Dünyası adıyla bir dergi çıkarmaya 
başladı ve ölümüne dek bu derginin yayımını sürdürdü.  1950-1954 seçim döneminde Demokrat 
Parti’den milletvekili seçildi ve seçildiği yıl anlaşmazlık nedeniyle bu partiden ayrıldı.  Bu arada 
çeşitli kitaplar yayımladı:İktisadi Devletçilik (1934-1942),  Değişen Dünya (1941), Davalarımız
(1943), Türkiye ve Yeni Dünya (1943), Demokrasi Buhranları (1956), Demokrasi Yolunda Nereye 
Gidiyoruz? (1959) (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi 3: 1375).  29 
zavallılar, ne yaşamak hakkından, ne de insanlık hakkından 
mahrum kalırlar.  Onlara bakmak, rahatlarını sağlamak, 
cemiyetin vazifesidir.  […]  Bütün medeni, olgun cemiyetler, 
milletler fertlerinin sefaletten uzak kalması için, medeniyet 
olgunluk derecelerinin yüksekliğine göre bu teşekküllere sahiptir. 
(3)    
   Şükûfe Nihal, Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti’nin (Osmanlı
Kadınının Hukukunu Savunma Derneği)  yönetim kurulu üyelerinden birisi 
olmuştur.  Serpil Çakır Osmanlı Kadın Hareketi’nde 1913’te kurulan ve Kadınlar 
Dünyası adlı bir yayın organı da olan derneğin amacının kadınları kuşatan 
geleneklere, hukuksuzluğa ve eğitimsizliğe karşı mücadele etmek olduğunu belirtir 
(57-58).  Dernek yurtiçinde etkili olmakla kalmamış yurtdışında da ilgi 
uyandırmıştır (63).  Bu ilgide Kadınlar Dünyası’nın bazı sayılarının Fransızca 
çıkmasının yanı sıra, çeşitli milletlerden kadın gazetecilerin derneğe üye 
olmalarının da payı büyüktür (63-64). 
Şükûfe Nihal 1918’de Asri Kadınlar Cemiyeti’ne (Modern Kadınlar 
Derneği) üye olmuştur.  Dernek vatanın kurtarılması için orduya giyecek 
sağlamaktan memleketteki yabancı işgâlini protesto etmek amacıyla yurt çapında 
mitingler düzenlemeye kadar birçok faaliyette bulunmuştur.  Leyla Kırkpınar 
Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın’da 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgâl 
edilmesinden sonra İstanbul’da düzenlenen mitinglerin arttığını belirtmektedir 
(137).  19 Mayıs 1919’da Fatih’te, 20 Mayıs 1919’da Üsküdar Doğancılar’da, 22 
Mayıs 1919’da Kadıköy’de, 23 Mayıs 1919’da Sultanahmet’te ve 30 Mayıs 1919’da 
ikinci kez Sultanahmet’te mitingler düzenlenmiştir (137-38).  Bu mitinglerde Halide 
Edip Adıvar, Sebahat Hanım, Naciye Hanım, Zeliha Hanım ve Münevver Saime 30 
Hanım dinleyicilere seslenmiştir (138).  30 Mayıs 1919’da gerçekleştirilen İkinci 
Sultanahmet mitingindeki  konuşmacılardan birisi de Şükûfe Nihal’dir (138). 
  Kadının sosyal, iktisadi ve siyasi haklarını sağlamak amacıyla 15 Haziran 
1923’te, Nezihe Muhittin başkanlığında Kadınlar Halk Fırkası kurulmuştur.  
Partinin genel sekreterliğine ise Şükûfe Nihal getirilmiştir.  Ancak partinin yasal 
geçerlilik kazanması için vilâyetten izin alması gerektiği halde, 1923’te kabul edilen 
seçim kanununa göre her Türk erkek seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu için, 
bu izin alınamamıştır (76).  Programındaki bütün siyasal içerikli maddeler 
çıkarılarak, 1924’te partinin yerine Türk Kadınlar Birliği adıyla bir dernek 
kurulmuştur (76).  Dernek kadınların siyasal haklarını kazanmasında önemli bir role 
sahip olmuştur.  Nezihe Muhittin, Türk Kadını adlı kitabında Türk Kadınlar 
Birliği’ni kurduğu sırada kendisine destek olan arkadaşlarının adlarını anar (118).  
Bu adlardan birisi de Şükûfe Nihal’dir.    
3.  Anadolu Gezileri 
İstanbul Halkevi’nin Köycülük Şubesi’ne üye olan Şükûfe Nihal, bu şubenin 
düzenlendiği gezi programlarına katılarak Anadolu’ya yolculuklar yapmıştır.  Yazı
ve şiirlerinden anlaşıldığına göre Adana, Bursa, Elazığ, Erzincan, Erzurum, İzmir, 
Kütahya ve Şile’ye gitmiştir.  Gezi yazılarında özellikle çocuk, eş, ev ve tarla 
arasında yaşam mücadelesi veren Anadolu kadınına dikkat çekmiştir.  Bu yazılar 
arasında “Erkmen Kadınları”, “Erzurum’lu Nine”, “Palo’da Kadın” ve “Zaza 
Kadını” vardır.  Nihal Anadolu kadınlarını yalnız yazılarında değil, aynı zamanda 
“Anadolu Kadınlarına” (Gayya 12-13), “Çoban Nine” (Sabah Kuşları 35) ve “Şile 
Kadını” (Şile Yolları 10-11) gibi birçok şiirinde de anlatmıştır. 31 
BÖLÜM II 
AYDIN KADIN
Zavallı sevgili arkadaşım, onun hazin ve feci akıbeti, o vakitler düşünülebilir 
miydi?  Ne kadar güzel, ne kadar zarif, ne kadar iyi kalpli, ne kadar şairdi.  Herkes 
tarafından sevilir, sayılırdı.  Asil ailesi içinde küçük yaşından beri böyle sevilmiş, 
şımartılmıştı.  Etrafında daima bir hayranlar halkası bulunurdu; refah içindeydi, 
fakat Şükûfe Nihal hiçbir gün mesut olmadı, olamadı.  Onu kimse tanımadı, 
tanıyamadı.
   Halide Nusret Zorlutuna (Bir Devrin Romanı 126) 
A.  Şükûfe Nihal’in Kültür Evreni 
Şükûfe Nihal, özel okul ve özel öğretmenlerden Arapça, Farsça ve Fransızca 
dersleri almış, İnas Darülfünunu’ndan mezun olmuş, İstanbul’un çeşitli liselerinde 
coğrafya ve edebiyat öğretmenliği yapmış kültürlü bir kadındır.  Şiirlerine 
bakıldığında Doğu ve Batı şiiri hakkında bilgi sahibi olduğu görülür.   
Şükûfe Nihal, Yerden Göğe’deki “Çöl Yolcuları” adlı şiirinde kendisine 
yakın hissettiği yerli ve yabancı şairlerin adlarını anar: “Bu Fikret, Bu Şeyh Galip, / 
Mevlâna, Fuzulî’dir; / Bu, Edgar Poe, Bu İkbâl, / Bu, Yunus, Nailî’dir” (6).  
“Davamız” adlı şiirinin başında da Firdevsi’den bir epilog vardır (37).  “Duyuşlar” 
adlı şiirine Yahya Kemal Beyatlı’nın Kendi Gök Kubbemiz adlı kitabında yer alan 
“Deniz Türküsü” adlı şiirindeki “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar” dizesini 
alır (38). “Mermer Kapı” adlı şiirinde ise Râbia Hatun’un aynı adlı kitapta yer alan 32 
“IV” numaralı şiirindeki “Pâyın sedâsı, gelse de sen hiç gelmesen” dizesini alıntılar 
(134).  Şair ayrıca “üç büyük ozan” dediği Abdülhak Hamit (1852-1937), Namık 
Kemal (1840-1888) ve Tevfik Fikret’e (1867-1915) şiirler ithaf etmiştir.  Şile 
Yolları’ndaki “Hamit” adlı şiirinde Abdülhak Hamit’in şiirini, “Namık Kemal” adlı
şiirinde Namık Kemal’in ahlâkını ve “Fikret” adlı şiirinde Tevfik Fikret’in şiirini ve 
ahlâkını öne çıkarmıştır.   
Bütün bu şairler arasında Şükûfe Nihal için Tevfik Fikret’in ayrı bir yeri 
vardır.  Şairin ilk kitabından son kitabına kadar bütün yapıtlarında Fikret’in izlerini 
bulmak mümkündür.  Yıldızlar ve Gölgeler’deki “Hicran” adlı şiirin başında 
“Fikret’in ruhuna” (8), Hazân Rüzgârları’ndaki “Şüphe” adlı şiirin başında “Büyük 
Fikret’in ruhuna” (60) ifadeleri bulunur.  Su’da yer alan “Tevfik Fikret” adlı
şiirindeki “ ‘Kaç temiz alın vardır?’ diye sorsun, gürlesin!” dizesiyle Fikret’in 
Rübâb-ı Şikeste’sinde yer alan “Sis” adlı şiirindeki “Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü 
dirahşân?” dizesine gönderme yapar (44).  Bu şiir Su’dan daha sonra yayınlanan 
Şile Yolları’nda da “Fikret” adıyla yer alır (36-38).  Yerden Göğe’de ise “Çöl 
Yolcuları” adlı şiirinde andığı şairler arasında Tevfik Fikret de vardır (6).  Şükûfe 
Nihal Gayya ve Sabah Kuşları adlı kitaplarında Fikret’in adını doğrudan anmaz.  
Ancak Gayya’daki aynı adlı şiiri Fikret’in Rübâb-ı Şikeste’deki “Gayya-yı Vucud” 
şiirini, Sabah Kuşları’ndaki “Gece Treni” adlı şiirindeki “ ‘Promete’  işte böyle 
bağırdı,” dizesi Fikret’in Halûk’un Defteri’ndeki “Promete” şiirini çağrıştırır (21).    
Şükûfe Nihal, Tevfik Fikret’in “ahlâkçılık” ve “Batıcılığı”na hayrandır.  
Fikret’in Rübab-ı Şikeste’de bulunan “Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer;” 
dizesiyle veciz bir biçimde dile getirdiği kadının toplumdaki yerinin yükseltilmesi 
gerektiği düşüncesi de bu yolda çaba sarf etmiş olan Nihal’i etkilemiştir.  İki şair 33 
arasında başka bir ortak yan ise hem Nihal’in hem de Fikret’in şiirlerindeki “marazi 
ruh hali” olsa gerektir.  
Şükûfe Nihal’in Mustafa Kemal Atatürk sevgisi özellikle Hazân 
Rüzgârları’ndaki “İnsanlığa” (57-59), Şile Yolları’ndaki “Bizim Destanımız” (24-
28) ve Sabah Kuşları’ndaki “Yoldayız” (36-37),  adlı şiirlerinde ortaya çıkar.  
Mustafa Kemal Atatürk’ün ise Tevfik Fikret’e hayran olduğu ve özellikle şairin
Halûk’un Defteri’nde bulunan “Ferda” adlı şiirini sevdiği bir gerçektir.  Atatürk 
Fikret’e olan sevgisini şu sözlerle dile getirmiştir: “Onu biz mektep sıralarında 
okurduk.  Ondaki heybet, ondaki vakar, ahenk hiçbir şairimizde yok…  Sonra da en 
sevdiğim şiiridir deyip “Ferda”yı okur” (alıntılayan Ongun 2).      
B.  Şükûfe Nihal’in Vatan Sevgisi  
Şükûfe Nihal dönemin yaygın vatansever ve idealist aydın çizgisinde bir 
şairdir.  Kendisinin vatan sevgisi Hazân Rüzgârları’ndaki “Mudanya Zaferinde” 
(32-33), “Son Dua” (34-35), “Bayrağıma” (36-37), “Zehirli Sisler” (38-39), 
“Arıburnu Şehitlerine” (40-41) adlı şiirlerde; Şile Yolları’ndaki  “Bizim 
Destanımız” (24-28), “Kurtuluş Gününün Onuncu Yılında” (29-30) adlı şiirlerinde; 
Sabah Kuşları’ndaki  “Yoldayız” (36-37) ve “Dumlupınar Şehitlerine” (42-43) adlı
şiirlerinde açıkça görülür.  Şair bu şiirlerinde yokluk, hastalık ve kıtlık içinde 
Kurtuluş Savaşı vermiş halkının acılarını anlatır. Mustafa Kemal Atatürk sevgisini 
ve hayranlığını dile getirir.  “Bizim Destanımız” adlı şiirinde Atatürk’e “ulu 
başkan” diye seslenir: “Bu kutlu yolda bize ön olan ulu Başkan! / Varlığın 
Türkeline ölçüsüz bir armağan…” (Şile Yolları 27).  “Yoldayız” adlı şiirinde yurdun 
temellerinin Atatürk tarafından atıldığını belirtir: “Ata’nın yasasıdır yurdun 
temellerinde;” (Sabah Kuşları 37).  “İnsanlığa” adlı şiirinde ise ona suikast 34 
girişiminde bulunan kişiye isyan eder: “Yıkıldı son desteğim, /  Kırıldı son 
imanım… / Sönmeyecek bir şeyle / Sana karşı isyanım…” (Hazân Rüzgârları 58).              
C.  Şükûfe Nihal’in Aydın Sorumluluğu 
Şükûfe Nihal yurt sorunlarına karşı aydın sorumluluğu duyan bir şairdir. 
Şile Yolları’nın başındaki şiirinde de “Ve ağlayan yurdumun derdi oldu öz 
derdim!..” (3) demektedir.  Hem edebî yapıtlarında hem de gazete ve dergi 
yazılarında özellikle vatanın geri kalmışlık ve kadın sorununa dikkat çekmiştir.   
1.  Vatanın Geri Kalmışlığı
Şükûfe Nihal’in dönemin yaygın idealist aydın anlayışıyla toplumsal içerikli 
şiirlerinde işlediği temel konulardan biri vatanın geri kalmışlığıdır.  Döneminin 
aydınlarının  genel söyleminden farklı olmayan idealist bir bakış açısıyla toplumsal 
sorunlara yaklaşır.  Bu nedenle çalışma, dayanışma ve liyakatle sıkıntıların 
aşılacağını inanır.  Bu “Türk, öğün, çalış, güven!” düsturu bağlamında bir 
söylemdir. 
Şükûfe Nihal, Yerden Göğe’deki “Mermer Kapı”da idealinin vatanın geri 
kalmışlık sorununu çözmek olduğunu ortaya koyar: “Kurtarmak insanlığı, / En yüce 
ülkümüzdü… / Yurdun perişanlığı, / Bir acı türkümüzdü…” (49).  Ancak bu 
sorunun çözülmesini engelleyen birçok neden vardır.                                                                            
Bunlar “Mermer Kapı”da vazife ve sorumluluk duygusunun yeterince 
gelişmemesidir: “Cehlindir bütün kurum, / Bilgiye nerde saygı? / Ne şefkat ne de 
sorum, / Ne vazifede kaygı…” (48).  “Davamız”da idealist insanlara gereken 
değerin verilmemesidir: “Sesi kısık cüceler başvurdu yaygaraya, / Davamız sine 
kaldı, gittiyse de araya, / Gönlümüzün ömrümce susmaz rübabı vardır…”  (37).  35 
Gayya’daki “Açlar”da toplumsal dayanışma içinde olmamaktır: “Ey, yarını
omzunda taşıyacak yavrunun / İskelet kollarından mesul olan, kimsin? Çık! / Bu 
mezar yolcuları bu ölüm yağmurunun / Altında bekleyemez seni böyle aç, açık!..” 
(7).  Nihal’e göre bu toplumda en çok ezilenler çocuklardır.  Bu nedenle ülkenin 
geleceği olduğunu düşündüğü sahipsiz, kimsesiz ve yoksul çocuklar konusunu 
birçok şiirinde işler: “Muhacir Çocuklarına” (Hazân Rüzgârları 38-39), “Açlar” 
(Gayya 7),  “Kaldırımdakiler” (Gayya 8-9), “Yarın” (Gayya 14-15), “Cevap Ver” 
(Su 58-60), “Unuttuklarımız” (Şile Yolları 47-51), “Gecelerim” (Yerden Göğe 19).  
Örneğin “Kaldırımdakiler” adlı şiirinde sahipsiz bırakılmış çocukları anlatır: 
“Değilsiniz evlâdı sanki siz bu toprağın, / Sürünen yavrusuna kördür şefkatin kalbi; 
/ Düşmana kapatılmış kale kapısı gibi / Gözü kapalı size her evin, her konağın…” 
(Gayya 8). 
Şair vatan sevgisiyle dolu bir idealisttir.  Bu duygusal idealistlik onu 
yalnızca kendi ulusunun sorunlarına karşı değil, bütün dünyanın sorunlarına karşı
duyarlı kılar.  Örneğin “Zavallı İnsanlık” adlı şiirinde toplumların birbirine olan 
düşmanlığını eleştirir: “Varsın, yansın lâmbalar, yanabileceği kadar… / (Doğu, Batı, 
Rusya, biz…) / Dostluklar, birleşmeler…  hey, zavallı insanlık, / Sana mı
güvenimiz?..” (Yerden Göğe 8).  
2.  Kadın Sorunu 
Şükûfe Nihal’in kadına bakışını anlayabilmek için edebiyat repertuarındaki 
“şehirli kadın”dan “köylü kadın”a, “duyarlı kadın”dan “umursamaz kadın”a, 
“çalışan kadın”dan “düşmüş kadın”a kadar birçok kadın portresine bakmak gerekir.  
Şair, bu kadınlar içinde  “köylü kadın”ı kocasına iffetli bir eş, çocuğuna şefkatli bir 36 
anne, evinde fedakâr bir kadın ve tarlasında çalışkan bir işçi olması nedeniyle öne 
çıkarmıştır.   
“Köylü kadın” portresinin adı “Ayşe”dir.  Şükûfe Nihal’in 2 Ocak 1950 
tarihli Kadın Gazetesi’nde yer alan “Köylü Kız Kardeş” başlıklı yazısından “Ayşe” 
adının “köylü kadın”ı sembolize ettiği anlaşılmaktadır:
Bu akşam, birkaç dakika içinde, ben, köylü kız kardeşten bizim 
saf, nazlı Ayşe’mizden söz açmak istiyorum.  Büyük şehirlerden 
köylere, kırlara doğru açılınca; kızgın yaz güneşinin altında iki 
büklüm toprağa eğilip çalışan o fedakâr, kahraman kadını
tanımayan var mıdır?  Boyunca serpilmiş başaklar, çevresinde 
onu bir altından ağ gibi sarar.  O, bütün ömrünce bu altın ağdan 
kurtulamaz, durmadan didinir, çalışır; fakat asla şikâyet etmez.  
Onun evine, ateşine, çocuğuna, yurduna karşı yapılacak ödevi 
vardır.  O bu ödevi ödemeyi bir fazilet bilir. (7)  
Hülya Argunşah da Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal adlı kitabında “Ayşe” 
adının bütün “köylü kadınları” özellikle “köylü genç kızları” sembolize ettiğini 
ifade eder: 
Ayşe isminin Cumhuriyet’in ilk yıllarında çağrıştırdığı anlamlar 
önemlidir.  Bu isim, bütün köy kadınlarını özellikle de köylü genç 
kızları sembolize ediyor olmalıdır.  Çünkü Faruk Nafiz bu yıllarda 
Ayşe isminin kullanıldığı köylü kızlara hitap eden şiirler yazar.  
Halide Nusret ise Ayşe isimli bir mecmua çıkarır. (151-52) 
Şükûfe Nihal, Gayya’daki “Anadolu Kadınlarına” (12-13); Şile 
Yolları’ndaki “Şile Kadını” (10-11), “Ayşe Kız, Sen Hoşça Kal!” (20-21), 
”Mudanya Zaferinde”  37 
( 22-23), “Bizim Destanımız” (24-28), “Ayşe 1” (30-31), “Ayşe 2” (31), “Ayşe 3” 
(32), “Ayşe 4” (32-33), “Köy Kızlarına” (34), “Çoban Nine” (35), “Uludağ’ın 
Çobanları 1” (38), “Uludağ’ın Çobanları 2” (39), “Uludağ’ın Çobanları 3” (40) adlı
şiirlerinde köylü kadını, diğer bir deyişle “Ayşe”yi işler.  “Bizim Destanımız” adlı
şiirinde Kurtuluş Savaşı’nda cephaneye silah taşıyan “Ayşe”yi betimler: “Silah, 
kurşun taşıdı omzunda neferine…” (Şile Yolları 26).  “Ayşe 1” adlı şiirinde eşinin, 
çocuğunun, evinin ve tarlasının yükünü omuzlarında taşıyan “Ayşe”yi anlatır: 
“Erine eş olan sen, yurda evlât veren, sen; / Hamurunu pişiren, ekinini deren, sen;” 
(Sabah Kuşları 80).  “Ayşe 4” adlı şiirinde ise “köylü kadın”la “şehirli kadın”ı
karşılaştırıp “Ayşe”yi yüceltir: “Kâşâneler onların rahat ve zevk onların; / ‘Miras’ 
denen vergisi şuursuz kanunların!.. / Sana da sonsuz ün kaldı soyundan, Ayşe; / 
Tarih senin önünde baş eğer, inan, Ayşe” (Sabah Kuşları 33).   
“Köylü kadın”ın temel özelliği çocuğunun ve eşinin bakımını, evinin ve 
tarlasının işlerini üstlenmesidir.  “Köylü kadın”ın bu özelliğini Şükûfe Nihal 
Domaniç Dağlarının Yolcusu adlı seyahat kitabında da ortaya koyar:   
Hem o kadın ki, köyde erkekten fazla çalışır, kendisine de, 
çocuğuna da hatta erkeğine de bakan odur; gün doğmadan tarlaya 
çıkıp gün battıktan sonra dönen; evinde o yorgunlukla yiyecek 
hazırlayan; kışları yün, iplik büküp eğiren, dokuyan, […] türlü 
çileye katlanan hep o kadındır. (48)   
Nihal’ın anlattığı “köylü kadın”, Mustafa Kemal Atatürk’ün 23 Mart 1923’deki 
“Konya Kadınları İle Konuşma”sında işaret ettiği “Anadolu kadını”ndan başkası
değildir: 
Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren, 
mahsulâtı pazara götürerek paraya kalbeden, aile ocaklarının 38 
dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber, sırtıyla, kağnısıyla, 
kucağında yavrusuyla, yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip 
cephenin mühimmatını taşıyan hep onlar, hep o ulvi, o fedakâr, o 
ilâhi Anadolu kadınları olmuştur. (148) 
Mustafa Kemal Atatürk, bu konuşmasında, geleneksel düşüncenin yok saydığı
“Anadolu kadını”nın varolduğuna dikkat çekmiştir.  Nilüfer Göle Modern 
Mahrem’de Kemalist kadın hareketinin “kozmopolit Osmanlı kadını”na karşı
“Anadolu kadını”nı yüceltildiğini belirtir: “ ‘Koket, halkına yabancı Osmanlı
kadını’ ya da ‘taassup altında, medeniyete yabancı Müslüman kadını’ karşısına 
‘Anadolu kadını’ çıkarılmaktadır” (91). 
Şükûfe Nihal kadının çalışmasından yanadır. “Şile Kadını” adlı şiirinde 
“çalışan kadın”ı överken, başkasının sırtından geçinen “asalak kadın”ı yerer: “El 
emeğin yüklüdür sırtındaki kamburda, / İstanbul yollarında her zaman 
görünürsün… / Çalışanlar sırtından geçinen kadın, burada / Sedirler çürütürken, sen 
böyle sürünürdün!..” (Şile Yolları 11).  14 Haziran 1939 tarihli Tan gazetesinde 
yayımlanan “Eski Hikâye” başlıklı yazısında çalışan kadının yaşam yükünü 
artırdığını, ama geleceğini güvence altına aldığını belirtir: “Dışarıda çalışmak, kadın 
için belki daha yorucu, daha yıpratıcı, daha mütevazı bir hayat temin eden, lâkin 
herhalde daha şerefli ve sigortalı bir şeydi. Bugün kâşanelerin sultanı iken yarın 
erkeğin bir kaprisi yüzünden kırılmak, ortada kalmak tehlikesi yoktu.” (5).  Nihal, 
Çöl Güneşi adlı romanında da kahramanın ağzından “yeni zaman hanımı[nın] erkek 
gibi çalışma”sı gerektiğini savunur (21).  Kadının çalışmasını savunmakla birlikte 
evini ihmâl etmemesi gerektiğini düşünür.  15 Mart 1948 tarihli Kadın Gazetesi’nde 
yayımladığı “Bir Duruşma” başlıklı yazısında da dikiş, yemek, örgü yapan eğitimli 
kadınlarla iftihar eder: 39 
Bunlar, birbirleriyle yarış edercesine yeni yeni yemekler 
öğreniyorlar; sofralarına sürprizler hazırlamaya çalışıyorlardı.  
Birçokları ellerinde modeller mini mini yavrularına en güzel 
şekilde elbiseler, yün örgüler yapmayı düşünüyorlar.  Bu hususta 
birbirlerinin fikirlerini soruyorlardı.  Birçokları ne yapıp yapıp 
akşam sanat mekteplerine gidiyorlar, çiçeklerini, gatolarını
kendileri hazırlamaya uğraşıyorlardı ve bunların hepsi de yüksek 
tahsilli idiler. (3) 
“Çalışan kadın”ın yalnızca iyi bir ev kadını değil, aynı zamanda iyi bir anne olması
gerektiğini düşünür.  3 Mayıs 1948 tarihli Kadın Gazetesi’nde çıkan “Monden 
Cemiyetin Çocukları” adlı yazısında çocukları yetiştirme işinin dadı ya da 
mürebbiyeye bırakılmasının doğru  olmadığını belirtir: 
Seni belki dadı diye bir cahil kadının eline bıraktılar; yahut 
mürebbiye diye ne senden, ne bizden, ne de bu topraktan anlayan 
bir yabancı kadına teslim ettiler.  Sen onlardan ne öğrendin, ne 
işittin, senin ruhuna o cahil dadı, o yabancı mürebbiye zehirli 
tırnaklarıyla acaba neler işliyor. (3)  
Kadın ev, iş, çocuk arasında koştururken erkeğe de görev düştüğünü belirtir.  27 
Aralık 1948 tarihli Kadın Gazetesi’ndeki “Erkeğin Evdeki Vazifeleri” adlı yazısında 
“küçük bir tamir işi”nin erkeğin evdeki vazifeleri, “yemek, ortalık, dikiş, ütü, 
çocuğuna bakma, kocasına bakma, onlara neşe ve saadet sağlama”nın ise “kadınlık 
vazifesi” olduğunu söyler (3).  “Erkeğin vazifeleri”nin yalnızca bir işe, “kadınlık 
vazife”sinin birçok işe karşılık gelmesi bir yana, kadının “çocuğuna ve eşine saadet 
sağlama” görevi oldukça anlamlıdır.  Nilüfer Göle Modern Mahrem adlı yapıtında 
Şirin Tekeli’nin “devlet feminizmi”nin “şizofrenik kimliğe” yol açtığını söyleyerek, 40 
ilk dönem Cumhuriyet kadınlarının kendi kişisel isteklerini bastırmak pahasına, 
yaşamlarını devlet tarafından kendilerine atfedilen vazife duygusu ve ulusal idealler 
çerçevesinde tanımladıklarına işaret ettiğini belirtir (111). 
Şükûfe Nihal “yeni kadın”ın bir temsilcisi olarak bir yandan kadının iş
hayatına katılarak özgürleşmesini savunurken, diğer yandan “annelik”, “ev 
kadınlığı” ve “kadınlık” görevlerini en iyi biçimde yerine getirmesini bekler.  Bu 
nedenle de “köy kadını”nı idealize eder.  İç dünyasında  “geleneksel ben”iyle 
“modern ben”i çatışır.
Şükûfe Nihal, kadının meslek sahibi olmasını isterken kadınların evliliği bir 
meslek olarak görmesine karşıdır.  Evlilik konusundaki düşüncelerini roman 
düzleminde anlattığı Çöl Güneşi’nde de bir kadının evlenmesini doğru bulurken, 
evliliği bir geçim kaynağı olarak görmesini yanlış bulduğunu roman kahramanı
vasıtasıyla dile getirir: “Mümkünse bir yuva kurmak bir kadın için en doğru 
harekettir.  Lâkin o yuvanın içinde ağzını açıp da yem beklemek!  İşte bunu aklım 
almıyor…” (55).  Kadının eşine bir kalp ve fikir arkadaşı olması gerektiğine inanır: 
“Yalnız bir kalp ve fikir arkadaşı.  Yoksa o, her gün fikren, ilmen yükselirken, 
bildiğini de ocak başında küllendiren ve zaman geçtikçe seviyece ondan ayrı düşen 
manasız ve zavallı bir arkadaş değil!” (57).  Evlilik için bu süreçte çıkması
muhtemel sorunları ve çözüm önerilerini içeren bir “”evlilik mukavelesi” önerir.  
Mukavelede evlilik hayatıyla ilgili çocuktan hastalığa, ekonomiden ayrılığa birçok 
konudaki kararlar yer alır.  Bu kararlar roman kahramanının yazdığı mektup 
vasıtasıyla sıralanır:  
Öyle güzel, mantıklı bir evlenme mukavelesi yaptık ki herkes hayran 
oldu.  [….]  İkimiz de çalışacağız, evimizin masrafını beraber 
göreceğiz.  Birimiz hasta olursa, çalışamazsa, çalışabilen ona, bu 41 
hastalık bütün hayatında devam etse bile, şikâyet etmeden bakmaya 
mecbur olacak.  Çocuğumuz olursa, doğum ve bakım zamanında ben 
fazla çalışmayacağım için, kocam bana yardım edecek, 
çocuğumuzun masrafını gene beraber yapacağız.  Beraber yaşarken, 
birbirimize hıyanet etmemeye bütün mukaddes tanıdığımız şeyler 
üzerine titreyerek yemin ettik.  İkimizden biri herhangi bir sebeple bu 
izdivacı bozmak isterse öteki taraf  kabul edecek.  Böylece, hayatı, 
birbirimizin üzerine çekilmez bir yük gibi bırakmayacağız…  Yalnız, 
çocuğun mektep zamanına kadar birbirimizle iyi, dost geçinmeye 
mecbur olacağız.  Böylece çocuğun, ortada, bakımsız kalmasına 
mâni olacağız. (83-84)  
Şükûfe Nihal “çalışan kadın”ı “çalışmayan kadın”a tercih ederken, “duyarlı
kadın”ı da toplumsal sorunlara karşı duyarsız davranan ve süsten başka bir şey 
düşünmeyen “umursamaz kadın”a tercih eder.  Gayya’daki “Duymayan Kadına” 
(16-17) adlı şiirinde tüller ve parıltılar içinde barlarda zaman öldüren kadınları
yerer: “Süzülerek çıkarken bir barın kapısından, / Haberin yok yurdunun eleminden, 
yasından… / Köşede kar içinde can veren çocuklar var…” (17).  Aynı kitaptaki 
“Sıcak  Odaların Azabı” adlı şiirinde ise beyaz örtüler ve yumuşak yastıklar 
arasında sıcak odalarda, toplumsal sorunların farkında olmayan ya da bu sorunlara 
ilgisiz kalan kadınları eleştirir: “Bu yumuşak yastıklar bana taştan da katı! / Kefen 
soğukluğu var beyaz örtülerimde…” (19).  Ne evin içine çekilmiş uyuşuk ve miskin 
kadını, ne de evin dışına çıkmış toplumsal sorunlara karşı duyarsız davranan ve 
süsten başka bir şey düşünmeyen “umursamaz kadın”ı onaylar.  22 Mart 1948 
tarihli Kadın Gazetesi’nde çıkan “Milletvekili Bayanlarımızdan Bir İstek” adlı
yazısında da toplumsal sorunlara duyarsız kalan kadınları olumsuzlar: 42 
Bu memleket kadını metresi 100 liraya değil 80 liraya 70 liraya bile 
kumaş alamaz.  Almamalıdır.  Çünkü bu memlekette fantezi 
zevklerimize harcayacağımız paranın harcanması gereken daha 
önemli yerler vardır.  Her ne müşkülde olursa olsun; bu fiyatlarla 
giyinmek imkânını bulanlar var, onlara hatırlatalım ki bu memleketin 
hastaları hastanesiz, bu memleketin çocukları yuvasız, bu 
memleketin ihtiyarları bakımsızdır.  Gözlerimizi bir renkli tülle 
örterek acıları görmemek, ihtiyaçları sezmemek, yalnız kendi 
zevkimiz için yaşamak, bizi güzelleştireceği yerde çirkinleştirir. (3)  
Şükûfe Nihal çocuğuna, eşine ve yurduna karşı duyarsız davranan ve süsten 
başka bir şey düşünmeyen kadınları “süs bebekleri” olarak görür.  “Süs 
bebekleri”nin başlıca özellikleri Çöl Güneşi adlı romanında, kahramanın yazdığı
mektup vasıtasıyla ortaya koyar:    
Siz, kadın diye, kırık dökük tavırlı, sürmeli gözlü, süzgün bakışlı, 
cilveli bir mahlûk düşünüyorsunuz.  Bu kadın, düşünen, emniyet 
edilen, erkeğe fikir, ruh, hayat arkadaşı olabilen kadın değildir.  Bu 
kadın, gününü nasıl geçireceğini, vaktini öldürmek için ne yapacağını
bilmeyen serseri ruhlu bir kadındır.  Bu kadın, akşama eve gelecek 
kocasına, yahut kendisi ile meşgul olan herhangi bir erkeğe kendisini 
beğendirmek için gününün yarı zamanını ayna karşısında geçiren, 
manen esir bir kadındır.  Bu kadın, her gün birbirine benzeyen 
saatlerden usanç getiren, karşısına bir yenilik çıkmışsa sinir nöbetine 
tutulan bir kadındır.  Bu kadın, ruhunu, kafasını dolduracak ciddi bir 
gayeye, bir işe bağlı olmadığı için bunların yerine dedikodu 43 
hastalığına tutulan her insanın, her ailenin hususiyetlerine dil 
uzatarak muhitini karmakarışık eden muzır bir kadındır. (70) 
29 Temmuz 1939 tarihli Tan gazetesinde yayımlanan “Genç Kızlara 
Dikkat!” adlı yazınsında süslenmeyi modernleşme zanneden anne ve kızları uyarır: 
“Eğer genç kızlar ve anneleri bu vakitsiz ve alabildiğine süslenip boyanmayı bir 
yeni terbiye, yeni hayat imtiyazı, bir garplılık lüzumu sanıyorlarsa aldanıyorlar” (5). 
Finlandiya adlı seyahat kitabında da temiz ve sade giyinen Finlandiyalı kadınları
över: “Giyimleri kıvrak, temiz, gösterişsiz, yüzlerinde, dudaklarında bir boya lekesi 
yok.  Annelerin boyanmadığı bir yerde genç kızlar elbet boyanmaz” (16).  Hem 
modernleşmekten Frenkleşmeyi anlayan “serbest kadın”a, hem de kafesler 
arkasında esir kalan “geleneksel kadın”a karşıdır.  Yalnız Dönüyorum adlı
romanında da “esir ya da serbest kadın”ı roman kişisi vasıtasıyla eleştirir: “Kadına 
serbestlik veren ailelerde şuur yoktu.  Bunların çoğu milli duygulardan uzaklaşmış, 
Frenkleşmeye mütemayil insanlardı.  Bazı ailelerde de kadın hâlâ kafesinin, 
peçesinin altında esirdi” (52). 
Şükûfe Nihal’in kadın kahramanları arasında “düşmüş kadın” da yer alır. 
Gayya’da bulunan “Monmartr’ın Kadınına” adlı şiirinde Montmartre’de yaşayan 
“düşmüş kadın”ın hayatını gözler önüne serer: “-Ey karanlık gecenin ey 
Monmartr’ın / Kaldırıma düşen çamur kadını! / Ruhun donuyorsa rüzgâra sarın, / 
Unutsun bu yollar artık adını!..” (21).   
Lisa Davidson ve Elizabeth Ayre’ın Paris adlı rehber kitapta belirttiklerine 
göre bir tepede bulunan Montmartre, hem Pigalle’in neon ışıkları ve dolambaçlı
sokaklarıyla, hem de birkaç adım ötedeki sevimli evleriyle eşsiz bir köy atmosferine 
sahiptir.  Eski çağlardan beri Montmartre Tepesi bir ibadet yeri olmuştur: Druid 
Rahipleri törenlerini burada yapmışlardır.  St.Denis Kraliyet Manastırı Sacre-Coeur 44 
Bazilikası ve St. Pierre de Montmartre Kilisesi buradadır.  19. yüzyıl sonunda yeni 
heyecanlar arayan sanatçı, yazar ve Paris’li burjuvaları kendine çeken birçok 
kabare, genelev ve yeraltı dünyası faaliyetleri Montmartre’a kötü bir ün 
kazandırmıştır.  Eugene Delacroix, Hector Berlioz ve Vincent Van Gogh’dan 
çağdaş ressamlara kadar birçok sanatçı burada yaşamıştır.  Montmartre’da bugün de 
her zaman olduğu gibi şiir, seks ve ticaret ne ararsanız bulunur (186-87).                
Paris’e hiç gitmemiş Cahit Külebi’den, uzun süre Paris’te yaşamış Attila 
İlhan’a kadar bu şehrin,  birçok Türk edebiyatçısına esin kaynağı olduğu bir 
gerçektir.  Cahit Külebi, Yeşeren Otlar adlı kitabında yer alan “Paris” adlı şiirinde 
Paris’teki bir kabare şarkıcısını bir kadın hayali                                                                
olarak gözümüzde canlandırır (127).  Şükûfe Nihal ise “Monmartr’ın Kadınına” adlı
şiirinde Montmartre’da yaşayan  bir kabare şarkıcısını “düşmüş kadın” olarak 
anlatır.  Şarap, cazbant ve sigara imgeleriyle bir kabare resmi çizer.  Kabare hem 
içki içilen hem müzik dinlenilen, dans edilen ya da çeşitli varyete gösterileri 
düzenlenen bir eğlence yeridir.  Nihal, Montmartre simgesiyle hayallerdeki kadını
değil “düşmüş kadın”ı betimler.  Şair, erkek egemen düşünce klişesiyle kadınları
“namuslu” ve “düşmüş” diye ikiye ayırır.  Fatmagül Berktay, Kadınların Gündemi
adlı kitapta yer alan “Tanımlanması ‘Serbest’ Bir Nesne: Kadın” adlı yazısında  
kadınların kendilerini nasıl ataerkil düşüncenin tuzağına düşerek çarpıtılmış imgeler 
olarak algıladıklarını ortaya koyar: 
Erkeklerin belirleyip dayattığı kalıplar, bunlar ister kadınları
aşağılasın, isterse yüceltsinler kadınları sahiden oldukları gibi 
yansıtmayan, onların bireyliklerini silip geçen donmuş klişelerdir.  
Bu klişeler içine hapsolmayı kabullenip kendilerini erkeğin bakışının 
prizmasından geçerek çarpıtılmış imgeler olarak algılamaya devam 45 
etmeleri, kadınların, özerk insan varlıkları haline gelme ve özneleşme 
olanağını yok eder.  “Şeytan” ya da “cadı” değil de “melek”, “fahişe” 
değil de “namuslu bütün eş”, “isyankâr feminist” değil de “munis” ve 
“tatlı kadın” olarak adlandırılmak, kadının nesne olarak algılanması
gerçeğini değiştirmiyor. (97) 
Sonuç olarak Şükûfe Nihal toplumsal sorunlara karşı duyarsız davranan ve 
süsten başka bir şey düşünmeyen “umursamaz kadın”a karşı çalışkan ve aynı
zamanda ezilmiş olan “Anadolu kadını”nı savunur.  Şehirli ve eğitimli üst sınıfa 
mensup bir kadın olarak kendini sorunsallaştırdığı, ancak “şehirli kadın” adına bir 
söylem görülmeyen şiirlerinde aile ve çevre baskısı nedeniyle aşkını özgürce 
yaşayamamış bir kadının sesi duyulur.  Feminist bakış açısına sahip olmayan bu 
kadın “geleneksel ben”iyle “modern ben”i arasına sıkışmıştır. 
D.  Şükûfe Nihal’in Kendi Dünyası
Şükûfe Nihal’in şiirlerine kendi dünyası iki boyutlu olarak yansır.  Birinde 
kendi gözüyle kendisini anlatırken, diğerinde başkasının gözüyle kendisini anlatır. 
Diğer bir deyişle ilkinde bir “iç-bakış”, ikincisinde bir “dış-bakış” söz konusudur.    
 Başkasının gözüyle kendisini anlattığı şiirlerinde “erkek göz”üyle bir kadına 
bakar.  Bu göz kadını pek anlayamaz.  Bu nedenle kadın “Neyiz?”de “Bu kitabı
hangi kâhin okusun?” (Sabah Kuşları 13) sorusunu sorar.  “Kadın Sen Nesin?”de 
ise kendisini anlayacak bir eş bulunmayacağını düşünür:      
    İşte sana çılgın bir çocuk dediler, 
    İşte sana neşesiz, soğuk dediler… 
  Sana dalgın ve hissiz, aptal dediler… 
  Bir nefeste kırılır bir dal dediler, 46 
  Sana hem güzel hem de çirkin dediler, 
  Sana bazı genç, bazı geçkin dediler… 
  Sana çapkın, sana şuh, olgun dediler, 
  Kalbi bin bir aşk ile dolgun dediler… 
Dediler, hep dediler, diyecekler de, 
Seni kim anlayacak, ah, o eş nerde? (Gayya 61) 
Kendisini anlayamayan “erkek göz” “Size Ne?”de onu değişken olmakla 
suçlayacaktır: “Nihal günde yüz renge girecektir, size ne? / Berrak, beyaz renginden 
sanki kimler anladı?” (Gayya 68).       
Şükûfe Nihal’in kendi gözüyle kendi dünyasını anlattığı şiirlerinde ise 
“kadın göz”üyle bir kadına (kendisine) bakar.  Bu kadın “Söndürün”de kendisine 
yabancılaşmıştır: “Söndürün karşımda yanan ateşi; / Kalbimin dört yanı buzla 
örtülü. / Bakışlarım ölü, şuurum ölü…” (Gayya 47).  “Mermer Dünya”da yalnızca 
kendisine değil topluma da yabancılaşmıştır: “Soğuktur mermer kadar / Nereye 
dokunsanız. / Lahzada sönersiniz, / Mermere dönersiniz” (Gayya 76).  “Taş Gibi”de 
ise bir mermer gibi soğuk ve katı dünyada taşlaşmıştır: “Ben bu gece ruhumu elimle 
boğacağım, / Yarına bir kaskatı taş gibi doğacağım…” (Su 52).  “Heykel”de 
taşlaşan ruhu heykele dönüşmüştür: “Gece bir heykeldir o, oyulmuş sarı taştan, / 
Ruhunun son bağları kopmuş eşten, yoldaştan…” (Su 45).  Kadının 
yabancılaşmasının nedeni hayatın katılığıdır.  Bu katılık kadının aile baskısı ve 
çevrenin dedikoduları nedeniyle aşkını özgürce yaşayamamasından kaynaklanır.  
Her ne kadar aydın bir kadın olsa da pratikte “geleneksel ben”iyle “modern ben”i 
arasında bocalar, sıkışır ve bunalır.  Bu nedenle “Durmayan Çark”ta mutsuzdur: 
“Çiçek bahçelerimiz canavarlar diyarı… / Saadet Anka kuşu, yaşar efsanelerde… / 
Ben nasıl gülebilir, mest olurum bu yerde?..” (Yerden Göğe18).  Duyarlı ve içli bir 47 
kişiliğe sahip olan bu kadının toplumla uyuşması mümkün olmaz.  Duyarlı kişiliği 
özellikle Gayya’daki “Bozma Odanı” (28-29), “Kardeşimin Hediyesi” (30), 
“Gecelik” (69-70), “Kır Çiçekleri” (71-72); Sabah Kuşları’ndaki “Neme Yetmez?” 
(5); Yerden Göğe’deki  “Bir Elbiseme” (20), “Kırılan Kadehim” (22), “Duvardaki 
Resmime” (27) adlı şiirlerinde ortaya çıkar. Gündelik hayatın değil, inceliklerin 
insanıdır.  Bir ayrıntı, örneğin bir kardeşinden hatıra tespih, bir kadeh, bir elbise, bir 
çiçek, bir resim, bir kitap, bir kandil onda derin bir üzüntüye ya da büyük bir 
sevince yol açabilir.  Bunlar aynı zamanda onun kadın dünyasını da ele veren 
nesnelerdir.  Örneğin “Gecelik”te içli bir kadın konuşur: “Eskidin, ne yazık, güzel 
gecelik… / Gülen renklerine hiç doyamadım!.. / Yırtıldın, oldun da sen delik deşik, 
/ Yine diktim seni, yine yamadım…” (Gayya 69).  48 
BÖLÜM III 
ÂŞIK KADIN
Şükûfe Nihal, hemen her görenin âşık ya da hayran olduğu kadınlardandı.  
“Güzel” denemezdi pek.  Gözleri çukurda ve ufaktı.  Boyu hiç uzun değildi.  Beden 
çizgileri dikkati çekmekten uzaktı.  Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı.  
Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı.  Onu bu kadar 
çekici yapan da, bu “dünyaya metelik vermeyen” haliydi.  Ve de o sıralar, “hayran 
olunacak kadın” sayısı da çok değil miydi?..  Ya da nitelikleri mi farklıydı.  
Sanırım biraz öyle.
İsmet Kür (Yarısı Roman 35)
A.  Kadın “Aşk” Temasını Şiirde Nasıl İşler? 
Laurent Mignon Çağdaş Türk Şiirinde Aşk, Âşıklar, Mekânlar adlı kitabında 
aşkı bir insanın çoğu zaman karşı cinsten başka bir insanla birlikte olma arzusu 
olarak tanımlar.  Bu tanımın düşsel aşktan cinsel arzuya kadar geniş bir kapsamı
olduğunu ifade eder.  Aşk şiirinin bu arzunun herhangi bir yönünden  söz eden bir 
şiir olarak kabul edilebileceğini belirtir (10-11).  
Tarih boyunca karşı cins olarak onlarca aşk şiirinin konusu olan kadının aşk 
şiiri yazması ise pek doğal karşılanmamıştır.  Hatta Jean Jacques Rousseau (1712-
1778) kadınların aşktaki duyarlılığı ve aşkı betimlemek için gereken yaratıcı güce 49 
sahip olmadığını, bu nedenle Guilleragues’in
6
  (1628-1685) 1669’da yayımlanan 
Portekiz Mektupları’nın bir erkek tarafından yazılmış olabileceğini belirtir 
(alıntılayan Gür 6-7).  Oysa kadınlar aşkı anlatacak yaratıcı güce sahip olmasalardı, 
Colette “Aşk konusu hayatımın ve kalemimin ekmeğiydi” diyemezdi (Akgün 9).  
Toplumsal tabuların kırılmasıyla kişiliği kabul edilmiş ve kendi bilinçlenmesinin 
mücadelesini vermiş kadının aşk üzerine yazması için aşması gereken pek çok 
engelin olduğu da bir gerçektir.   
Erkekler kadar özgür olamayan kadınların aşk duygularını dile 
getiremedikleri için edebiyatta geç yer aldıkları düşünülebilir.  Nitekim Trabzonlu 
Şair Fıtnat Hanım, Ahmet Mithat Efendi’ye yazdığı 1878 tarihli mektupta 
kadınların aşklarını gizlemeye çalıştıklarını ifade eder: “Ebnâ-yı cinsimiz 
kalplerinde cisimlerini yakmakta olan ateş-i arzuyu setretmek, göstermemek 
isterler, ezilirler, büzülürler.” (Us 71).  Bu mektuptan yüz yirmi iki yıl sonra
Papirüs dergisinin Haziran 2 000 tarihli sayısında Macit Ünal’ın Ayten Mutlu ile 
yaptığı “Kadın Şair Kendi İçinden Çıkmaya Çalışıyor” başlıklı söyleşide Mutlu, 
kadın şairlerin aşkın cinsel boyutunu dile getirirken çekingen davrandıklarını
belirtir: “Kendi cinsel dürtülerini ve bu anlamda yaşadıklarını daha üstü kapalı ifade 
ediyorlar…” (12). 
Elbette aşk üzerine yazan kadın edebiyatçıların tutuk davranmalarının çeşitli 
nedenleri ve dereceleri vardır.  Bu kadınlar öncelikle aile, akraba ve edebiyat 
çevrelerinin tepkilerini çekmişlerdir.  Ellen Moers Literary Women’da (Edebiyat 
Kadınları) kadınlara özellikle aşk edebiyatı konusunda birçok öğüt verildiğini 
belirtir: 
                                                
6
Portekiz Mektupları’nı Türkçeye çeviren Ayşen Gür’ün “Sunuş”  yazısında belirttiğine göre 
Guilleragues vikontu Jacques de Lavergne, Fransa’nın soylu ailelerinden birinin çocuğu olarak 
1628’de Bordeaux’da doğdu.  Kendisi Paris salonlarının gözdelerinden biriydi.  1668’de de salon 
edebiyatının en güzel örneklerinden biri olan “Valentin”leri yazdı.  1677’de vikont, Kral XIV. 
Louis’nin elçisi olarak İstanbul’a gönderildi.  1685 yılında burada öldü (8-9).  50 
Edebiyatın hiçbir alanında kadın yazarlar aşk edebiyatında 
olduğu kadar samimi, yoğun ve aykırı nasihatlere maruz 
kalmamışlardır.  Tutkulu oldukları her zaman söylendi, bu 
nedenle aşkın onların doğal konusu olduğu...  Ancak bu konuda 
yazmamalıydılar.  Aşkı yok saydıklarında önemsiz, erkeklerden 
daha değersiz, her zaman söylendiği gibi soğuk, dar ve çocuksu 
oldular.  Aşk ile ilgilendiklerinde ise bir kadından beklenenin en 
kötüsünü yapmış oldular; başka bir şey düşünemeyen aptal, 
duygusal, isterik yaratıklar.  Ve solumdaki hanımlar, radikal 
feministler, kendi cinslerine ihanet ederek, onları azarlayarak, 
aşkın kadınları erkeklerin kölesi yapan bir tuzak olduğunu 
söylediler. (143) 
  Kadın edebiyatçılar aşk üzerine yazdıkları için çoğu kez aşağılama, alay 
ve taşlamalarla karşılaşmışlardır. Ellen Moers da aşkı dile getiren kadın 
edebiyatçıların ataerkil anlayışla yargılandıklarını ortaya koyar: 
Aşkı samimi şekilde yazan kadınlar yaşıyorsa aşağılayan 
dedikodulara, kaba tekliflere ve müstehcen telefonlara açıktılar.  
Eğer ölüyse saygın başlıklar altında en kötü skandalların ortaya 
konacağı edebî araştırmalara konu olurlardı: Tanınan bir âşığının 
olmaması lezbiyenliğinin, yakışıklı genç bir adamın varlığı
yırtıcılığının, kendinden daha yaşlı bir erkekle birlikteliği 
nevrotikliğinin kanıtıdır.  Yalnız erken yaşlarda kendi yaşına 
yakın, uygun bir adamla yapılan ve bitmeyen bir evlilik onu 
skandaldan korur.  Ancak bu kez de bu sıkıcı ve ilginç olmaktan 
uzak kadının edebiyatla ne işi olabilir.  (Aslında her iki cinsten 51 
yazarların hayatında da mutlu evlilik sayısının son derece az 
olması konuya gizem katıyor).  Eğer o George Sand ise ve bir 
çok sevgiliyi elde edip gönderme işini büyük bir maharetle 
hallediyorsa “travesti” olarak kınanır ve “oyun oynama 
teknikleri”ne saldırılır.(144-45)  
Aile ve edebiyat çevrelerinin kadın üzerinde oluşturduğu baskı nedeniyle 
kadınlar aşk üzerine yazarken dış sansürden daha önce oto sansürleriyle baş etmek 
zorunda kalmışlardır.  Virginia Woolf, “ ‘Ev Meleği’ni  Öldürmek” adlı yazısında 
kadın edebiyatçıların aşk konusunda karşılaştıkları en büyük engelin kendileri 
olduğunu belirtir: “Dışarıdan bakıldığında, kitap yazmaktan daha kolay ne olabilir 
ki?  Bir erkekten ziyade bir kadının karşısında ne gibi engeller vardır?  İçeriden 
bakıldığında ise sanırım, durum çok farklı; kadının savaşması gereken birçok 
hayalet, üstesinden gelmesi gereken birçok önyargı var.” (5). 
Bütün engellere rağmen kadınlar aşkı yazmaktan vazgeçmemişlerdir.  Ancak 
aşkı farklı biçimlerde dile getirmenin yollarını aramışlardır.  Ellen Moers’a göre 
kadınlar aşk şiirlerinde daha çok sevgililerinden değil kendilerinden söz ederler:  
Kadınların aşk şiirleri bana Ben-O şiirinden çok, Ben-Sen şiiri olarak 
görünür; bir kadının sevdiği belli bir erkeğe -o erkek hakkında değil, o erkeğe- 
yazdığı koşuk mektuplardır; kadın şairler onun gözlerini, saçını, gülüşünü övmez, 
çoğunlukla Ben hakkında yazarlar.  Şans eseri olarak, bu durum belli bir 
gerçekçiliğe sebep olur: Sevilen gerçek bir erkektir, o Sen’dir; ki biz bu durumu, 
kadınların şiirlerinde çok duygusal, kendi duygularıyla çok uyumlu (bunu da sadece 
şiirlerinden çıkarırız) olduğunu söyleyerek aleyhte kullanırız.  Diğer yandan, erkek 
aşk şiirini soyut ve geleneksel buluruz: Beatrica ya da Laura her kadını
anlatabilecek, ışıldayan gözler, sırma saçlar, ak gerdanlar, al yanaklara sahiptir; 52 
erkek şiirindeki aşk gerçekmiş hissini vermez. (167-68) 
Kadın şairler için aşk bir şikâyet konusu değil, övünç konusudur.  Ellen 
Moers kadın şairlerin aşktan kıvançla söz ettiğini belirtir: “Aşkın gücünden, Eros’un 
okundaki zehirden şikâyet etmez. Aksine, aşk onlara coşku verir, Kate Chopin’in 
‘uyanış’ Emiliy Dickinson’ın ‘görkemli, muhteşem, diriliş, benim olan tanrısal’ 
diye adlandırdığı kendilerindeki değişikliklerle övünürler” (168). 
Kadın şairlerin aşk şiirlerinde ateş ve ateşi çağrıştıran yangın, cehennem, 
volkan, şimşek, köz, kül gibi imgelerin önemli bir yeri vardır.  Ellen Moers kadın 
aşk şiirindeki ateş simgesine dikkat çeker:  
Kadın aşk şiirinde buzdan çok ateş var gibi görünüyor.  Erkekler, 
şiirlerinde anlattıkları temel durumlar olan sevgililerinin direnmeleri, 
inkârları ve ihanetleri yüzünden soğuk bir imaj sergilerler.  Ancak, 
şimşeklerin çakması ve volkanların patlaması Jane Eyre’e olduğu 
kadar Emily Dickinson için de iyidir; Edna Milay sigara ve mum 
yakmayı akıllıca kullanır; Sonnets from the Portuguese’de 
(Portekizceden Çevrilen  Soneleri) saf ateş, hayatın aşktan önceki 
küllerini tutkunun kızıl alevleriyle canlandırır.  Elizabeth Barret 
âşığının ayaklarına ölü külü kavanozunu devirmeyi imgeler. (168) 
  
Kadın şairlerde seven ile sevilenin sınıf farklılığını ortadan kaldıran aşk 
şiirleri örneklerine rastlanır.  Ellen Moers kadın şairlerin üst sınıftan olan sevilenle 
alt sınıftan olan seveni “özel bir yaratıcılık”la  eşit seviyede getiren şiirler yazdığını
ifade eder: “Kadın aşk şiirinde, erkek şiirinde olduğu gibi, sevilenin sevenden 
yukarıda tutulma geleneği vardır: İlâhî veya üst sınıflara ait kraliyet nesnesi.  Ancak 
kadın şairler sevilenleri yüksek-alçak ve aynı anda eşit seviyelerde imgeleyen özel 
bir yaratıcılık gösterdiler” (169). 53 
Kadınların aşk şiirlerinde melekler özel bir yere sahiptir.  Gülseli İnal,
Sombahar dergisinin Ocak-Nisan 1994 tarihli sayısında yayımlanan “Alice 
Harikalar Ülkesinde” başlıklı yazısında meleklerin kadın şairlerin aradığı “derindeki 
haz”za işaret ettiğini belirtir: 
Kadın dünyasındaki tüm kötülüklerle baş edebilir, kadın gerçekte 
hemen ulaşılabilecek hazzı aramaz, o daha derinlerde tadabileceği 
hazzın ardındadır.  Uzaktaki pek uzaktaki onu ilgilendirir ve tadın, 
isteğin şiire yayılışı da şiddetli değil, ancak meleksi bir tonlamayı
içerir.  Şeytandan ürker ama şeytanı yazmaz, meleği arzular ama 
onun omuzlarının üzerinde taşıdığı kanatlarının dokunmasını
imrenerek seyreder.  Sezgileriyle taradığı gökyüzünde yeni bir sema 
açar, yani gökyüzü tabakaları kat kat.  Korkular içindeki varlık, istek 
içindeki varlık, dizginlenemeyen arzular onda dinginleşir. (11) 
Ellen Moers da Literary Women’da (Edebiyat Kadınları) kadın aşk şiirindeki melek 
imgesinin “dokunma duygusu”yla olan ilişkisini ortaya koyar: “Kadın aşk şiirinde 
vücutsuz meleklere düşkünlük, fiziksellikten kaçınıldığını göstermez, aksine; erkek 
şiirinde bir nazar yüceltilirken, kadın aşk şiiri dokunmayı, hatta bazen şiddetle 
dokunmayı seçer” (169). 
 Kadınların aşk şiirlerinde daha çok düşsel bir atmosfer vardır.  Bu nedenle 
Günseli İnal şair kadınları “bir güzellik düşçüsü” olarak adlandırır: 
Kadın şairlerde dilin belli bir sakınımla kullanıldığı, cinsiyetini dile 
aktarırken vakarla ve ağırbaşlılıkla yazdığı ve hep bir güzellik 
düşçüsü olduğu unutulmamalı.  Kadın şair şiirini kurarken dünya 
ötesi garip, çekici ve lezzetli başka bir âlemin kapılarını açar, bin bir 
gece masallarının nesneleriyle dolu duygu ve renk dünyasında 54 
dolaşır, ancak nesneler ve ilişkiler ezici değil olsa olsa yücelticidir.  
Kadın şairin müzikalitesinde serzenişler bir masalın nağmelerini 
andırabilir.  Onun düşlediği dünya sezgileriyle vardığı yerdir ve geniş
tabanlı ince döşemeli bir alana çıkar insan.  (Erkeksi tavrı ve üslûbu 
benimsemiş kadın şairlerin dışında). (11) 
B. Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde Aşk Teması
1.  Gerçek Hayatının Aşk Şiirlerindeki İzdüşümleri 
Ataerkil toplumun parçası olan aile ve çevre baskısı altında âşık ve şair 
olarak Şükûfe Nihal edebiyat yoluyla hem aşkını dile getirme cesaretini gösterir, 
hem de erkek çevresinin geliştirdiği sanat ortamında sanatçı kişiliğini kabul ettirir.  
Hayatında bilinen iki büyük aşk yaşar: Osman Fahri ve Faruk Nafiz Çamlıbel.   
Şükûfe Nihal’in ilk aşkı Osman Fahri’dir.  Adile Ayda da Böyle İdiler 
Yaşarken adlı kitabında Nihal’in hayatta tek sevdiği kişinin Cenap Şahabettin’in 
(1871-1934) anne bir, baba ayrı kardeşi Osman Fahri
7
 (1890-1920) olduğunu ifade 
eder.  Şairin kendisine “Zaten insan hayatında bir defa sever.  Gerisi kapılış, aldanış.  
Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım.  Hep onu anlattım, ona seslendim” 
(105) dediğini belirtir.  İsmet Kür, Yarısı Roman adlı yapıtında Ayda’yla aynı
görüşü paylaşır ve şairin ağzından şu sözleri aktarır: “Tek aşkım odur.  Beni tek 
seven de odur.  Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı.” (37).  Şükûfe Nihal gerek Adile 
Ayda’ya gerekse İsmet Kür’e tek aşkının Osman Fahri olduğunu söylese de bu aşkı
başlangıçta uçarı bir biçimde yaşamıştır.  Şairin özellikle Yerden Göğe adlı
                                                
7
 Osman Fahri: 1890’da İstanbul’da doğdu.  Şair Cenap Şahabettin ve şair Ali Nusret’in anne bir, baba 
ayrı kardeşidir.  Darülfünûn Edebiyat Şubesi’ni bitirdi.  Mithat Sadullah Sander ile birlikte  Arkadaş
adlı bir çocuk dergisi çıkardı.  Bir bunalım anında kafasına kurşun sıkarak intihar etmek istedi.  
Kurşun beyninde kaldı ve dört ay sonra İstanbul Fransız La Paix Hastanesi’nde 1920 yılında öldü.  
Terbiye ve Oyun, Türk Kadını, Talebe Defteri, Sırat-ı Müstakim, İçtihat gibi dergilerde yazı ve şiirler 
yayımladı.  1913 yılında Mersiyeler adlı bir şiir kitabını çıkardı (Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar 
Ansiklopedisi 632). 55 
kitabında yer alan “Mermer Kapı” adlı uzun şiirinde Osman Fahri’nin izlerine 
rastlanır.  Osman Fahri de “İhtizâz-i Leyal”, “Ah Keşke”, “Son Emelim”, “Elem 
Saadettir”, “Şiir-i Teselli”, “Vefasız Mehtap” ve “5” adlı şiirlerini Şükûfe Nihal’den 
aldığı ilhamla yazmıştır.  “Elem Saadettir” şiirini kendisine ithaf etmiş, “5” adlı
şiirinde ise Nihal’in adını doğrudan zikretmiştir.  
Şükûfe Nihal, “Mermer Kapı”da Osman Fahri ile aşkını bir oyun olarak 
yaşadığını ve bu sırada on yedi yaşlarında olduğunu belirtir: “Bir on yedi bahar ki 
nankör, çılgın, zalimdi, /  Seven de reddeden de o şımarık kalbimdi… / Sensiz 
kalmak muhâlken, hayır, aldandın, derdim!.. /  Sanırdım ki bu oyun ömrümce 
sürecektir…” (Yerden Göğe 94).  Aşkı bir oyun olarak yaşasa bile şiir onları
buluşturan çok önemli bir paylaşımdır.  Nihal, Neriman Malkoç Öztürkmen ile 
yaptığı söyleşide de Osman Fahri’den aruz veznini öğrendiğini belirtir (Edibeler, 
Sefireler, Hanımefendiler: İlk Nesil Cumhuriyet Kadınlarıyla Söyleşiler 25).   
“Mermer Kapı”da yer alan dizelerinde ise Osman Fahri’nin kendisine şiirler 
yazdığını ifade eder
8
: “Bir damla gözyaşıma / Kaç mısra dökülürdü / Kaleminin 
ucundan, / Kim bilir?” (Yerden Göğe 88).  Şükûfe Nihal, Osman Fahri’yle bu aşkı
yaşadığı sırada Mithat Sadullah Sander ile evlidir.  Onunla 1912’de ailesinin 
isteğiyle evlenmiştir.  Oysa 4 Ocak 1933 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “30 
Güzide Arasında Bir Anket”te Cevat Fehmi’nin izdivaçta aşk lâzım mıdır?” 
sorusuna kendisi “İzdivaçta aşk birinci şarttır” diye yanıt verecektir (4).  Evlilikte 
aşkı birinci şart olarak gören Nihal, Sander’le evliliğinde aradığı aşkı bulamayınca 
Osman Fahri’ye karşı ilgisiz kalamaz.  Bu yasak aşkını Yakut Kayalar’da 
somutlaştıran Nihal, ideal erkek imgesini romanda şöyle anlatır: “O, benim için 
                                                
8
 Zeynep Kerman’ın Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’nde yer alan  “Şiir-i Teselli” adlı şiir Osman 
Fahri’nin Şükûfe Nihal’den aldığı ilhamla şiirler yazdığını ortaya koyar: “Ellerimde hayalet-i destin / 
Bana her şiiri yazdıran sensin / Sen de arzularım, sen de fikrim / Seni ben olmasan da hissederim” 
(199)  56 
ideal bir insandı.  Bütün eksik yaratılmışların arasında, o, kafası, kalbi, duyguları, 
sanatı, mantığı, ilmi, güzelliği ve gururuyla tam bir insandı” (67).  Osman Fahri, 
Şükûfe Nihal için ideal bir erkek olmasına karşın Hülya Argunşah’ın Bir 
Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal’de belirttiği gibi o Mithat Sadullah Sander ile 
yakın arkadaştır ve birlikte Arkadaş adlı bir çocuk dergisi çıkarmaktadırlar.  
Arkadaşının karısına âşık olmayı kendisine yakıştıramayan Osman Fahri, tayinini 
İstanbul’dan Elazığ’a aldırır (34-35).  Nihal’in Sander’le evliliği boşanmayla 
noktalansa bile kendisi Osman Fahri’yle bir daha bir araya gelmez.  Osman 
Fahri’nin ise Nihal’i unutması mümkün olmaz.  Zeynep Kerman, Osman Fahri: 
Hayatı ve Şiirleri’nde Osman Fahri’nin Elazığ’da buhranlı günler geçirdiğini belirtir 
(14).  Bir buhran sırasında kafasına kurşun sıkarak intihar girişiminde bulunur.  
Beyninde kurşun kalan Osman Fahri İstanbul’a getirilerek Fransız La Paix 
hastanesine yatırılır ve bir süre sonra burada çıldırarak ölür (15).  Şükûfe Nihal 
“Mermer Kapı” da Osman Fahri’nin cinnetine şöyle telmih yapar: “Sana Mecnun 
dediler, / Mukaddestir gözümde  /  Cinnet o günden beri…” (Yerden Göğe 67).   
Zeynep Kerman, Osman Fahri’nin Faruk Nafiz Çamlıbel’den önce 
Anadolu’nun ıstırabını dile getiren ilk şairlerimizden biri olacakken, yapıtlarını
zamanında bastıramamış olması nedeniyle  edebiyat tarihimize geçemeden 
unutulmuş bir kişi olduğunu belirtir (20).  Bu iki şairi buluşturan yalnız Anadolu’yu 
anlatmaları değil, aynı zamanda Şükûfe Nihal’in halesine kapılmış  
olmalarıdır.
9
  Şükûfe Nihal, Gayya’da bulunan “”Senden Sonra”, “Köy 
Arkadaşlarıma”, “Son Hatıra” gibi birçok şiirini Çamlıbel’den aldığı esinle kaleme 
almıştır.  Faruk Nafiz Çamlıbel’in de “Gurbet”, “Firarî”, “Kıskanç”, “Yolcu ile 
                                                
9
  İsmet Kür’ün Yarısı Roman’da belirttiğine göre Şükûfe Nihal’e yalnız Osman Fahri ve Faruk Nafiz 
Çamlıbel değil, başka şairler de aşık olmuştur.  Bu âşıklardan birisi Nâzım Hikmet’tir.  Hikmet, Yatar 
Bursa Kalesinde’ki “İtizârname-i Nâzım” (11) ve  Gece Gelen Telgraf’taki “Bir Ayrılış Hikâyesi” adlı
şiirlerini Şükûfe Nihal için yazmıştır (35-37).   57 
Arabacı”, “Kadın”  gibi birçok şiirinde Nihal’in izleri vardır.  1928’de yayımlanan 
Suda Halkalar adlı şiir kitabında ise Nihal’in adı açıkça geçer.  İki şair arasındaki 
aşkın izlerine ayrıca Şükûfe Nihal’in Yalnız Dönüyorum ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in 
Yıldız Yağmuru adlı romanlarında rastlanır.  Selim İleri’nin Mavi Kanatlarınla 
Yalnız Benim Olsaydın adlı romanı da bu iki şairin aşkı üzerine kurulmuştur.  
Şükûfe Nihal, Kurtuluş Savaşı (1919-1922) yıllarında Ahmet Hamdi 
Başar’la ikinci evliliğini yapmıştır.  Kendisi Neriman Malkoç Öztürkmen ile yaptığı
söyleşide Başar’la evlenmesinin nedenini şöyle açıklar: “Çok zeki ve heyecanlı bir 
gençti.  Bende olan memleket davacılığı onun içine de sinmişti.  Benimle çok 
alâkadar oluyor ve çocuğuma karşı fevkalâde müşfik ve anlayışlı davranıyordu” 
(26).  Ancak şair bu evlilikte de aradığı aşkı bulamaz ve Faruk Nafiz Çamlıbel ile 
ikinci büyük aşkını yaşar.  Halil Soyuer’in Şair Dostlarım adlı kitabında belirttiğine 
göre Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973), Şükûfe Nihal (1896-1973), İffet Halim 
Oruz (1904-?), Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984) birbirlerini mütareke 
yıllarından beri tanıyan ve aralarında samimi bağlar bulunan yakın arkadaştırlar.  
Yazları İffet Halim Oruz’un Erenköy’de bulunan bahçe içindeki köşkünde buluşur, 
sanat ve edebiyat üzerine sohbet ederler.  Halide Nusret Zorlutuna da Aralık 1973 
tarihli Hisar dergisinde yer alan “İki Büyük Şair” adlı yazısında “İffet’in 
Erenköy’deki köşkünde, çamların altında ya da deniz kenarında veya sandalda […] 
şiir dolu mehtap sefaları…” yaptıklarını anlatır.  Ancak 1922 yılında Çamlıbel’in 
Kayseri Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmesi hepsini, özellikle de Şükûfe 
Nihal ve Faruk Nafiz Çamlıbel’i birbirlerinden ayrılacakları için üzer.  Nihal, 
Gayya’daki “Son Hatıra” adlı şiirinde ayrılık acısını şöyle dile getirir: “Dalgalar, 
sürükleyin beni de enginlere, / Kumların arasında ben de bir parça taşım!.. / 58 
‘Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere!’ / Derken bıraktı gitti elimi arkadaşım…”
10
(40).  “Senden Sonra” adlı şiirinde Çamlıbel’in gitmesinden dolayı duyduğu derin 
üzüntüyü abartma sanatına başvurarak ortaya koyar: “Buradan gittin gideli nasıl 
içliyiz, bilsen! / Göklerin gözü yaşlı, kırlar hazin, ben hasta, / Sensiz  geçecek 
günler için bütün köy yasta… / Gelsen de bir gün olsun göz yaşımızı silsen!..” 
(Gayya 33).  “Köy Arkadaşlarıma” adlı şiirinde ise bu ayrılıktan sonraki ruh 
durumunu köyü kişileştirerek anlatır: “Gezdiğimiz yerleri bir hayal gibi gezdim, / 
Köyün ruhunda siyah bir hicran rengi sezdim: / Her taraf derdimizle harap, bitkin, 
perişan, / Hâlâ şifa bulmamış belli bu ayrılıktan…” (Gayya 37).   
  Hülya Argunşah’ın Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal’de belirttiği gibi 
Nihal önce Çamlıbel’in “şiirlerine hayranlık duymuş olmalıdır” (46).  Gerçekten de 
Şükûfe Nihal, Hikmet Feridun Es’le yaptığı bir söyleşide bir şair olarak 
Çamlıbel’den övgüyle söz eder: “Bence en kuvvetli şair Faruk Nafiz’dir.  Hatta 
diyebilirim ki mazide nasıl bir Fuzulî, Nedim devri varsa bu devir de Faruk devridir.  
Faruk Nafiz hislerin daha keşfedilmemiş köşelerindeki telleri bulup ihtizâza getiren 
bir sanatkârdır.” (Bugün de Diyorlar ki 147).  Neriman Malkoç Öztürkmen ile 
yaptığı söyleşide de sevdiği şairleri sayarken Çamlıbel’i anmadan geçmez  (28).     
Halil Soyuer, Şükûfe Nihal ile Faruk Nafiz Çamlıbel arasında önceleri 
gizliden gizliye sonraları açıktan açığa sürüp giden aşkın zaman zaman gazetelerin 
dedikodu sayfalarına taşındığını belirtir (222).  Nihal, kızı Günay’ı babasız 
bırakmamak için Çamlıbel’in ısrarlarına rağmen eşinden boşanıp onunla evlenmez.  
Bunun üzerine Çamlıbel 1932 yılında bir başkasıyla evlenir.  Bu evlilik Nihal’in 
Çamlıbel’e karşı duyduğu sevgiyi nefrete dönüştürür.  İsmet Kür, Nihal’in nefretini 
                                                
10
 Faruk Nafiz Çamlıbel ayrılık hüznünü Han Duvarları adlı kitabında bulunan 1923 tarihli “Gurbet” 
adlı şiirinde şöyle anlatır: “Kaç yıl geçecek böyle hazin, böyle habersiz, / Sen Marmara’nın göl gibi 
durgun bir ucunda, / Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda, / Sen benden uzak, ben sana hasret” 
(148). 59 
onun ağzından şöyle anlatır: “Bugün İsmail Habib’i (Sevük) görmeye gittiğimde, 
bana kapıyı kim açtı, biliyor musun?..  Faruk açtı.  Aman Allah’ım, insan ancak bu 
kadar çirkinleşir, bu kadar anlamsızlaşabilir…  İnanır mısın, birden tanıyamadım.  
Ve ‘Bu mahalle kasabının İsmail Habib’in evinde ne işi var?’ diye düşündüm.” 
(34).  Nihal’in Çamlıbel’e duyduğu aşk nefrete dönüşse de ölüm onları tekrar 
buluşturur.  Nihal öldükten yaklaşık bir buçuk ay sonra Çamlıbel yaşama veda eder.  
  Şükufe Nihal 1950’lerin sonlarında ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar’dan 
ayrılır.  Bu ayrılığın nedenini Adnan Giz, Bir Zamanlar Kadıköy (1900-1950) adlı
kitabında şöyle yorumlar: “Hamdi Bey, Şükûfe Hanımdan ayrı yaratılışta, maddi 
değerlere düşkün bir hayat adamıydı ve evlilikleri anlaşmazlıklarla sürecek ve bir 
gün kopacaktı.” (190).  İkinci eşinden de ayrılıktan sonra daha çok içine kapanan 
şair, tekrar hayatta olmayan Osman Fahri’ye sığınacaktır.  Hatta bir zamanlar 
Osman Fahri’nin yaşadığı Elazığ’a gidecek ve burada onun yakın dostu olmuş
Mehmet Mevlüt ile tanışacaktır.
11
  Zeynep Kerman’ın Osman Fahri: Hayatı ve 
Şiirleri’nde belirttiğine göre onun vasıtasıyla Osman Fahri’nin yaşadığı eve gidecek 
ve saçından kestiği bir tutamı onun evinin bulunduğu bahçeye gömdürecektir (15).  
Şair bu bahçeyi “Mermer Kapı”da şöyle betimler:  
Yolunmuş sarmaşıklar,   
Söndürülmüş ışıklar,   
Bir türbe şimdi balkon…   
Diyorlar: ‘Orda en son,     
                                                
11
Zeynep Kerman’ın Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’nde belirttiğine göre Osman Fahri’nin 
Elazığ’da kalan evrakını yakın arkadaşı Mehmet Mevlüt saklar.  Ancak çıkan bir yangında evrakın bir 
kısmı yok olur.  Mehmet Mevlüt,  Şükûfe Nihal’e yazdığı 10 Haziran 1942 tarihli mektupta bu 
hadiseyi anlatır ve yangından kurtarılmış olan evrakı kendisine postalar (15).60 
Seni sormuştu bize,     
Sarılıp elimize…     
Seni beklemiştik hep…    
Gelmedin neydi sebep
12
?..  (Yerden Göğe 82-83)  
Osman Fahri yaşarken Elazığ’a gitmediği için suçluluk duyan Nihal, “Mermer 
Kapı”da ondan af diler: “O gurbet illerinde hep anmışsın adımı… /  Gelemedim, 
affeyle, kırdılar kanadımı!..”  (Yerden Göğe 111).  Ancak kendisinin Osman 
Fahri’ye karşı duyduğu aşk zamanla marazî bir hal alır.  Artık hayattaki tek isteği 
ona kavuşmaktır: “Yedi kat yeri delebilsem de, / İzini bulup gelebilsem de, / En son 
zerremle kavuşsam sana,” (Yerden Göğe 96).   
Şükûfe Nihal otobiyografik özellikler taşıyan Yakut Kayalar romanını da 
Osman Fahri’yle yaşadığı aşk üzerine kurmuştur.  Romanda idealist bir genç kadın 
kendisi gibi toplumsal sorunlara ve sanata karşı duyarlı bir erkekle bir aşk yaşarken, 
ailesinin ve toplumun değer yargılarına uygun “zengin bir koca”yla evlenmeye 
zorlanınca erkeklere ve topluma isyan eder.  Sevdiği adam ise tıpkı Osman Fahri 
gibi cinnet geçirir ve ölür.  Başlangıçta onun cinnetine ve ölümüne kayıtsız kalan 
genç kadın, bir gün duyduğu bir ney sesiyle bu aşkın içinde yeniden canlandığını
fark eder. Ancak kendisine kara taşları, toprakları “yakut kayalar” olarak gösteren 
aşkını artık kaybetmiştir: “Ve anladım ki, dünyanın kara taşlarını, topraklarını bana 
‘yakut kayalar’ şeklinde gösteren füsûnu, ben artık kaybetmişim!..” (82).  
Şükûfe Nihal’in aşk temasını işlediği şiirlerinde ve romanlarında hem 
Osman Fahri’nin hem de Faruk Nafiz Çamlıbel’in izlerine rastlanır.  Bu aşkları
                                                
12
 Zeynep Kermen’ın Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri kitabında bulunan “İhtizaz-ı leyal” adlı
şiirinden Osman Fahri’nin Şükûfe Nihal’in Elazığ’a gelmesini beklediği anlaşılmaktadır: “Gece, her 
yer sükûta müstağrak / Sana ruhum gelirse ağlayarak: / Onu bir lahza dinle, sonra uyu: / O senin şimdi 
bekliyor yolunu…” (169). 
  61 
dedikodu sayfalarına konu olacak “gönül macerası”ndan çok, “sanat tutkusu” 
çerçevesinde değerlendirmek daha doğru olacaktır.  Edebiyatçılar arasındaki 
arkadaşlık, dostluk ve aşkların onların sanatlarını besledikleri bir gerçektir.  Ayrıca 
ilk nesil Cumhuriyet edebiyatçılarının kadın-erkek ilişkilerindeki eşitlikçi tutumu 
dikkat çekicidir.  Edebiyatçılar arasındaki bu kadın-erkek arkadaşlığı Cumhuriyet 
elitlerinin kadın-erkek eşitliğini sağlama konusunda, belli bir çevrede de olsa, 
başarılı olduğunun bir göstergesidir.  Ellen Moers Literary Women’da (Edebiyat 
Kadınları)  edebî hayatın alışverişlerinin edebiyatı nasıl beslediğini, bu alışverişin 
dışında bırakılan kadın edebiyatçıların nasıl acı çektiklerini şöyle anlatır: 
Erkek yazarlar işlerini üniversitede veya kahvelerde yapma, 
kendilerini bir harekete veya gruba dahil etme, çağdaşlarıyla işbirliği 
ya da kavga etme şansına sahipti.  Ancak kadınlar, özellikle de 19. 
yüzyılın neredeyse tamamı, üniversitelerden uzak, kendi evlerinde 
kapalı, yalnız seyahatlerine izin verilmemiş, dostlukları acı verecek 
kadar kontrollü ve kısıtlanmıştır.  Edebiyat hayatının alış verişleri 
onlara kapalıydı. (42-43) 
Sonuç olarak zengin koca ile sanatçı-aydın sevgili arasında kalan Şükûfe 
Nihal, zengin koca ile tatmin, sanatçı-aydın sevgiliyle aile ve edebiyat çevresinin 
baskısı nedeniyle mutlu olamaz.  Bu nedenle aşk temasını işlediği şiirlerinde daha 
ziyade marazî bir yakınma vardır. 62 
2.  Aşk Şiirlerindeki Kadının Anlattıkları  
Şükûfe Nihal’in aşk şiirlerinde âşıkların birbirlerine nasıl seslendiklerinden 
hangi eşyaları fetişleştirdiklerine, birlikte neleri paylaştıklarından hangi mekânlarda 
gezdiklerine kadar birçok sorunun yanıtı bulunabilir.  
Şükûfe Nihal âşık olduğu erkeğin fiziksel ve ruhsal özelliklerini “Mermer 
Kapı” adlı şiirinde ortaya koyar.  Bu erkek sanatçı ruhlu, vicdan sahibi, şefkatli ve 
zeki bir güzellik heykelidir: 
Fikir, zekâ, deha, sen 
  Sende şefkatle vicdan… 
  Seni bir kere görenler 
  Olmaz gayriye hayran… 
Sen güzellik heykeli, 
  Sen, güzellik yaratan… 
  Sen, sanatın sırrına… 
    Ermiş adsız kahraman... (Yerden Göğe 50)     
Şükûfe Nihal aşk şiirlerinde sevgilisine değişik biçimlerde seslenir.  Sevgili, 
Yerden Göğe’de yer alan “Mermer Kapı”da büyüklerin büyüğüdür: “Sen büyüktün, 
büyüklerin büyüğü,” (46); mürşiddir: “Mürşidimi kaybettim,” (51); sevgilidir: 
“Nerde kaldı yasemin bahçeleri, sevgili?” (55); delidir: “Sen deli, ben zır deli!..” 
(55); kardeş, eş, dosttur: “Ey sevgili kardeş, / Sevgili eş, / Sevgili dostum;” (59); 
yârdır: “Haşra kadar yârindir” (61); dindir: “Sen bir (hüsn-i ezel) din…” (65); 
ışıktır; “Ardından koştuğum nur;” (73); âşık, Hâlik’tir: “Âşıkım sen, eşim sen, / 
Hâlik’im, kardeşim sen…” (92); şahika, ufuk, gün, güneştir: “Sen, ey yüce şahikam, 
ufkum, günüm, güneşim,”; ruh kardeşi, ruh eşidir: “Kara baht oyun etti, / Benim tek 63 
ruh kardeşim!.. / Yaşasan da, yansan da, / Toprakla tek ruh eşim!..” (117); hayaldir: 
“Sen göklerde bir hayal;” (132); vahadır: “Akşam esintisiyle yanan kalbe, vaha, 
sen…” (134) ; zirvedir: “Sen...  Erişemediğim zirvem, gökler boyunca…” (136); 
yıldızdır: “Sen, ey görünmeyen yıldız,” (137); şahtır: “Tahtınla cihan da çöktü ey 
şah!..” (150). 
Şükûfe Nihal şiirlerinde sevgilisini yüceltmekle birlikte, kendisini de 
sevgilisiyle aynı seviyede konumlandırır.  Kendisi Yerden Göğe’de yer alan 
“Mermer Kapı”da deli divane, harap ve viranedir: “Ben de öyle harabım, deliyim 
divaneyim; / Kubbesinde baykuşlar çığrışan viraneyim!..” (75); yasemin yüzlü 
kadındır; “Nerde kaldı şiirinle başına taç ördüğün / ‘Yasemin yüzlü’ kadın?” (77); 
Venüs’tür: “Elbiseler örerdin, / Sazlardan, Venüs’üne…” (84); ruhtur: “Başka 
gözlerde şekil, / Sende ruh olan Nihal,” (87); Nihal’dir: “ (Nihal Nihal…) diyerek, / 
Senin dudaklarında musikileşir adım,” (92); serseridir: “Nihal, yerde serseri!..” 
(132); perişan, derbeder, hederdir: “Perişanım, derbederim, / Varlık içinde 
hederim!...” (137).    
Sevgililerin her ikisi de şehirli, üst sınıfa mensup ve eğitimli kişilerdir.  
“Mermer Kapı”daki dizeler sanat ve edebiyatla iç içe yaşadıklarını gösterir: 
“Elimde, dudağımda söyleyecek mısralar… / Sormak isterim: (ya sen? sen ne 
yazdın bu akşam? / Hangi tabloyu çizdin, şiirin oldu mu tamam?..)” (Yerden Göğe 
108). 
Şükûfe Nihal’in şiirlerinde aşkın mekânları kapalı mekânlardan daha çok 
açık mekânlardır.  Buraları bağ, bahçe, orman gibi alanlardır. “Mermer kapı”da 
bahçedir: “Nerde kaldı yasemin bahçeleri, sevgili?” (Yerden Göğe 55); bağdır: 
“Bağlarda ne gül kaldı, ne çemen ve ne de saz…” (Yerden Göğe 70); “Senden 
Sonra”da kırdır: “Buradan gittin gideli nasıl içliyiz, bilsen! / Göklerin gözü yaşlı, 64 
kırlar hazin, ben hasta, / Sensiz geçecek günler için bütün köy yasta…” (Gayya 33); 
“Yollar Bozuldu”da denizdir, sahildir: “Mavi deniz coşarak altın kumlara taştı…” 
(Su 37).        
Sevgililer şiir okur, müzik dinler, sohbet eder ve kırlarda gezerler.  Ancak 
daha önemlisi duygu ve düşüncelerini paylaşırlar.  Şair, “Mermer Kapı”da da aşkın 
onları nasıl bütünleştirdiğini anlatır: 
Konuşmasak da olurdu, gülmesek de, sevgilim; 
Kalbimiz bir tek dilim, 
Paylaşılmış ortadan… 
    Her düşünüş ve her duyuş, her neşe, her heyecan, 
  Bir sihirli, altın telle geçerdi birbirine… (Yerden Göğe 121) 
Sevgililerin çeşitli fetiş nesneleri vardır.  Bunlar rübap, mendil, gül ve 
resimdir.  “Mermer Kapı”da bir rübaptır: “Senden kalan hatıra, / Bir kırık rebap 
oldu… (Yerden Göğe 87); “Ebediyet Bizim”de bir mendildir: “Ufuk kıpkırmızı, 
sular kırmızı, / Bir ipek mendilin kıvrımlarına / Bıraktık ayrılan ruhlarımızı…” 
(Gayya 35); “Son Gül”de adından da anlaşılacağı gibi bir güldür: “Gelme, görme 
sakın, ruhun içlidir, / Yaz, bitmemiş san bu güle bak da… / Hatıralar bir ömre 
tesellidir, / Onunla oyalan sen de uzakta…” (Gayya 52); “Niçin”de ise bir resimdir: 
“Lâmbamı yaktım, / Resmine baktım… / Ve gördüm ki hissen / Senden uzaktım…” 
(Hazân Rüzgârları 26). 
Şükûfe Nihal’in şiirlerindeki ateş ve ateşi çağrıştıran alev, kıvılcım, volkan, 
lav, şimşek, yıldırım, cehennem gibi simgeler sevgiliyi temsil eder.  Aşkın cinsellik 
boyutuna gönderme yapar.  Ahmet Rasim’in Muharrir, Şair, Edip adlı kitabındaki 
“İstibdad-ı Edebî’de Kadınlar” başlıklı yazısında belirttiğine göre istibdat 65 
döneminde (18 78-1908) kadın şairlerin zalim, yâr, gönül, aşk, muhabbet, sevda, 
nefret, uykusuzluk, hicran, figan, nağme, gözyaşları vb. sözcükleri kullanmaları
açık saçık kabul edilirdi (193).  Böyle bir gelenekten gelen Şükûfe Nihal şiirlerinde 
aşk konusunu özellikle son kitabında olabildiğince cesur bir biçimde işlemiştir.  Aşk 
simgeleri Yerden Göğe’deki “Mermer Kapı”da volkandır: “Bir damla gülün ruhuna 
volkan gibi aktın…” (58); alevdir: “Alevler içerimde, / Yanmaktasın derimde…” 
(60); ateştir: Bende sönmez çırağlar yakan bir ateşti o…” (103); cehennemdir: 
“Alevler asi coşkun, / Alevler bir cehennem!..” (126); lavdır: “Sende sönen 
volkanın / Lavları kanımdadır…” (140); Hazân Rüzgârları’nda yer alan “Çaldın”da 
kıvılcımdır: “İsmin dudaklarıma / Düşmüş bir kıvılcımdı. / Bir humma aleviyle / 
Kaç kere çıldırdımdı…” (21).   
Şükûfe Nihal’in aşk şiirlerinde ateş ve ateşi çağrıştıran simgeler sevgiliyi 
temsil ederken, kuş ve gül simgeleri kendisini temsil eder.  Halit Fahri Ozansoy da 
Edebiyatçılar Çevremde adlı kitabında kendisinden “kuşlar, yıldızlar ve çiçekler 
şairi” olarak söz eder (218).  Elen Moers’un Literary Women’da (Edebiyat 
Kadınları) belirttiği gibi “Kuşlar yumuşak, atik oldukları, ruhu okşadıkları, avucun 
içindeki hareketleri yürek çarpıntılarına benzediği ve özellikle şakıdıkları için, aşkın 
evrensel simgesidirler” (245).  Şükûfe Nihal de şiirlerinde kuşlarla özdeşleşir.  
Sabah Kuşları adlı kitabında yer alan aynı adlı şiirinde gönlündeki sevdalı kuşları
uçurur: “Hangi rüya size açtı bu yolu?  /  Uçun uçun, gökler altın buğulu…  /  Bir 
böyle uçuşun hasreti dolu  /  Benim de gönlümde, sevdalı kuşlar” (3).     
Kuşlar edebiyatta bu âlemle öteki âlem arasında gidip gelme özelliğine 
sahiptirler.  Ellen Moers kuşların cennete uçabilme yetenekleri olduğunu ifade eder: 
“Bütün yaratıklar arasında sadece kuşlar -kafeslenmedikleri sürece- cennete / 66 
gökyüzüne uçabilirler” (250).  Nihal de Su’da yer alan “Ömrümce Beklediğim” adlı
şiirinde kuş olup, cennete uçar: 
Kuşlar kadar pervasız yükseldim fezasına…    
Erişilmez cennetler sundu kevserlerini;    
Başıma, şulesinden, yıldızlar çelenk ördü…     
Yırtarak asırların sevda eserlerini,     
Efsaneler devrinden gökler bir sahne gördü…” (40).   
Kuşlar öteki âleme gidip gelebildikleri için iki âlem arasında iletişim sağlarlar.  
Sabah Kuşları’ndaki “Mavi Bahar” şiirindeki kuşlar da öteki âlemin habercisidirler: 
Kuşlar; sarışın, mavi, siyah nağmeli kuşlar 
  Kimler bize bir gizli şifa vermeli, kuşlar? 
  Enginlere yol düşse de sonsuzluğa doğru, 
  Gözlerde o sır âleminin ince gururu, 
    Çıksak göğe ta, kavs-i kuzahlar gibi yansak; 
  Toprakları bir korkulu rüya gibi ansak… (6) 
Şair, 27 Eylül 1948 tarihli Kadın gazetesindeki “Ağaç ve Hayat” adlı yazısında 
kuşların öteki âlemle ilişkisi üzerinde durur: 
Kuş!..  Sevimliliği, saffeti, musikisiyle bize şiir ve hayat getiren 
küçük gök mahlûkları!  Onların geçtiği, uçtuğu yerlerde mutlak ince 
düşünceler, masum rüyalar uyanır.  Başımızda ürperen bir kanat 
çırpıntısı bizi bazen uzak, çok uzak ülkelere sürükler; bize, göklerin 
ötesindeki âlemlerin hülyâsını getirir.  Onların zarif musikisiyle 
gönüllerimizdeki ince teller yankılanır, biz, kara toprakların çocuğu 
olduğumuzu unutarak yükseklere doğru kanat açarız. (3)  67 
Şair, “Ne Gam Bana?” adlı şiirinde kuş olup görünen âlemin ötesine gider: 
“Bir nağmeden kanatla gezerim maverayı, / Bu ruha kafes olmaz hükümdarlar 
sarayı” (Sabah Kuşları 16).  Öteki âlem sevgilinin bulunduğu yerdir.  Şair ya kuş
olup öteki âleme uçar ya da kuşlar aracılığıyla öteki âlemde bulunan sevgilisiyle 
iletişim kurar.  “Mermer Kapı”da kuşa sevgilisinden şöyle haber sorar: “Dallarda 
öten kuşa: / ‘Bir haber var mı?’ derim, / Hâlâ mucize gibi, / Yollarını gözlerim!..” 
(Yerden Göğe 128). 
Şükûfe Nihal’in aşk şiirlerinde kuşlar kadar çiçekler de önemli bir yer tutar.  
Şairin çiçekleri lâle, sümbül, mine, manolya, menekşe, yasemin, leylâk, şebnem, 
karanfil, papatya, gelincik ve güldür.  Bu çiçekler arasında özellikle kızıl güller öne 
çıkar.  Örneğin Sabah Kuşları’ndaki “Ne Oldu?” şiirinde de kızıl güller vardır: 
“Kızıl güller ki el değmeden soldu, / Ömrümüz yetmedi hicranlarına” (20).  
Edebiyatın vazgeçilmez aşk çiçeği “gül”ün Yunan ve Roma mitolojisinde aşk 
tanrıçası Aphrodite’i (Venüs) çağrıştırdığını düşünebiliriz.  Çünkü kırmızı güller 
Aphrodite’in damlayan kanlarından açmıştır. 68 
BÖLÜM IV 
ŞAİR KADIN 
O, denilebilir ki, şiir için doğmuş ve son anına kadar şiir ve şairlik için yaşamıştır.
    Sadi Irmak  ( “Şükûfe Nihal İçin” 11) 
A.  Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde Özgül Kadın “Mit”leri 
“Mit” (mitos, efsane, söylence) sözcüğü Yunan dilinde  hikâye anlamına 
gelir.  Behçet Necatigil,100 Soruda Mitologya adlı kitabında “mit”ler ilkel insan 
topluluklarının evreni, dünyayı ve doğa olaylarını kişileştirerek yorumlamak, henüz 
sırrını çözemedikleri hayatın ve evrenin çeşitli görüntülerini bir anlam kolaylığına 
bağlamak ihtiyacından doğmuş hikâyelerdir, demektedir (7).  “Mitoloji” 
(söylencebilim) sözcüğü ise Yunanca bir çeşit hikâye demek olan “mythos” ile söz 
anlamına gelen “logos” sözcüklerinden yapılmıştır.  Necatigil, “mitoloji”nin mitler 
bilgisi ve mitlerin sistemli bir toplamı olduğunu söylemektedir (7).   
Behçet Necatigil’in belirttiği gibi tabiatüstü ve fizikötesi kuvvetler yanı sıra, 
tabiat kuvvetleriyle savaşa girmiş, onları yenmiş ya da yenmemiş ilk kahramanların 
kimlik ve kişiliklerini belirtmesiyle de mitler destanlara (epos) konu olurlar.  Mitler 
tabiat kuvvetlerinin kişileştirilmesi, canlı varlıklar ya da ölümsüz tanrılar halinde 
tasarlanması iken, destanlar tarihten önceki insan topluluklarının ilkel tarihleridir 
(7). 69 
Mitoloji sembolik bir dildir ve bu dili anlayabilmek için sembolleri 
çözümlemek gerekir.  Erich Fromm, Rüyalar, Masallar, Mitoslar adlı kitabında 
sembol dilinin konuşma dilinden farklı bir mantığa sahip olduğunu ifade eder: 
Sembol dilinin temelinde, kişisel tecrübe, his ve düşüncelerin sanki 
çevremizde oluşan olaylar ve bunların algılanmasıymış gibi olması
yatar.  Sembol dili, gün boyu kullandığımız konuşma dilinden çok 
farklı bir mantığa sahiptir.  Bu dilin mantığında önemli olan zaman ve 
mekân değil, yoğunluk, anlam ve çağrışımdır.  Sembol dili insanlığın 
geliştirdiği tek evrensel dildir ve tarihin akışı içinde oluşan tüm 
kültürler için aynıdır.  Kendine has bir dilbilgisi ve cümle yapısı olan 
mitosların, masalların ve rüyaların dilini anlayabilmek için, ilk önce 
bu sembol dilinin özelliklerini çözmemiz gerekir. (19)   
Joseph Campbell’in İlkel Mitoloji: Tanrının Maskeleri’nde belirttiğine göre 
Carl Gustav Jung, sembolik dilin “bireysel bilinçdışı”ndan daha ziyade “kolektif 
bilinçdışı”nı açığa çıkardığını belirtir.  Jung, kişisel deneyimlerden çıkan unutulmuş, 
göz ardı edilmiş ya da bastırılmış anılar bağlamında ortaya çıkan tepkileri “kişisel 
bilinçdışı”, irsi güçlerle şekillenmiş belli bir psişik yatkınlıkla ortaya çıkan tepkileri 
“kolektif bilinçdışı” olarak adlandırır.  Kolektif bilinçdışının içeriklerine “arketip” 
adını veren Jung, mitlerin insanlığın kolektif bilinçdışının anlatımı olduğunu, değişik 
zaman ve değişik yerlerde benzer biçimde bulunabileceklerini savunur.  Rüyalar 
aracılığıyla kişinin bilinçdışına inilebildiği gibi mitler ve masallar aracılığıyla da 
toplumların oluşturdukları ortak bilinçdışına inilebileceğini ortaya koyar
,
 (42). 
Mitoloji, ilk sözlü edebiyat ürünlerinden modern şiire kadar şairlere esin 
kaynağı olmuştur.  Şiirin kökeninin büyüye/mite dayanması ve imgesel düşünme 
şiirle mitolojinin bağını oluşturur.  Christopher Caudwell,Yanılsama ve Gerçeklik70 
adlı kitabında şiirle mitler arasındaki benzerlikle ilgili şöyle bir saptama yapar: 
“Mitoloji, ilkel insandan mantıksız şeylere inanmasını ister.  […]  Ama yirminci 
yüzyıl insanı da şiir ve edebiyat ürünlerine aynı mantık dışı kabulü göstermektedir.  
Hamlet, yaşamaktadır onun için.  Furyler de.  İnferno da.” (47).     
Tanrıça mitolojisi, dişilik arketiplerinin bir ifadesidir.  Dişilik arketipleri 
yoluyla kadın edebiyatçıları  anlamak daha kolay olacaktır.  Manuela Dunn Mascetti 
İçimizdeki Tanrıça: Kadınlığın Mitolojisi adlı kitabında tanrıça mitolojisinin 
kadınları anlamak için bir fırsat yarattığını belirtir: 
Kadın psikolojisinin temel yönlerini temsil eden mitolojik öyküleri 
öğrenmek, kadın bedeni ve onun işlevleriyle tanrıça ve onun 
simgeleri arasındaki bağı anlamak, kadınlığa özgü ve eril 
“weltanschauung”la (dünya görüşü) asla karşılaştırılamayacak bir 
bütünlüğü yeniden keşfetmek için bir fırsat var önümüzde. (23) 
 Mascetti, kadın arketiplerini bakire, yaratıcı ve yok edici,  âşık ve baştan 
çıkarıcı, rahibe ve bilge, anne ve Musa arketipi biçiminde sınıflandırır (27).  Örneğin 
bakire arketipi mitolojideki bakire tanrıçalardan biri olarak bilinen Artemis ile ilgili 
mitler aracığıyla anlaşılabilir.   
Şükûfe Nihal’in şiirlerinde mitsel öğeleri açık ya da örtük bir biçimde 
kullandığını görürüz.  Promete ve Orpheus hariç mit kahramanları kadınlardır.  Mit 
kahramanı bir tanrıça, bir kâhin ya da bir peri olabilir:  Umay, Sibylle, Nymphe gibi. 
Şükûfe Nihal’in şiirlerinde karşımıza çıkan tanrıçalardan biri Umay’dır.  
Şair, Sabah Kuşları adlı kitabında yer alan “Ayşe 1” başlıklı şiirinde köylü kadın ve 
kızların bir sembolü olan Ayşe’yi tanrıça Umay’a benzetir: “Toprağa ‘Umay’ gibi 
kanadını geren sen; / Umut gibi her yerde kalbe dolarsın, Ayşe…” (80).  Murat 
Uraz, Türk Mitolojisi’nde Umay’ın “çocukları, hayvan yavrularını koruyan büyük 71 
bir tanrıça” olduğunu ifade eder (81).  Celal Beydili ise Türk Mitolojisi:
Ansiklopedik Sözlük’ünde Teleutlar, Sayan ve Altaylar, Umay’ı gümüş saçlı genç ve 
güzel bir kadın olarak betimlerken, Hakaslar, beyaz bir kuş olarak betimler, 
demektedir (581).  
Şiir kitaplarından birinin adı Sabah Kuşları olan Şükûfe Nihal’de kuşlar 
önemli bir yere sahiptir.  Ruhsal yeniden doğum tanrıçasının sembollerinden biri 
kuştur.  Joseph Campbell’in İlkel Mitoloji: Tanrının Maskeleri’nde belirttiğine göre 
Mal’ta örenindeki raşitik çocuk mezarında yirmi kadın heykelciği ve dişten yapılmış
bir plakette, bir yanda spiral desen öbür yanda üç kobra benzeri yılan bulunmuştur.  
Bir başka spiral dişten bir balığın yanına noktalarla hakkedilmiştir.  Mezarda dişten 
yapılma kuşlar da vardır.  Ruhsal yeniden doğumun tanrıçası daha sonra İştarAfrodit neolitik kültürün simgeleriyle ilişkilendirilmiştir: Labirent, balık, yılan ve 
kuşlar (411).   
Şükûfe Nihal’in Yıldızlar ve Gölgeler’de yer alan “Yavru Kuş” adlı şiirinde 
şairin ruh hali ile kuşun ruh hali arasında paralellik vardır.  Bir yanda şair kırgın, 
kederli ağlar: “Penceremden ölen çiçeklerimin / Renk-i yeisiyle münkesir, mağmûm 
/ Düşünürken elemli, pek nermin, / İnce bir sesle titredi ruhum!” (34).  Diğer yanda 
kuşun kalbi yıkık bir sığınak gibi inler: “Buzlu bir dalda nazlı bir yavru / Ağlıyor 
ruhunun enîniyle… / Sanki donmuş gözünde bir şule; / Küçücük kalbi bir yıkık 
bârû!” (35).   
Birçok ülkede ruh kuş olarak resmedilmiştir ve genellikle ruhsal habercidir 
(Campbell 278).  James George Frazer de Altın Dal’da ruhun genellikle uçup 
kaçmaya hazır bir kuş olarak görüldüğünü belirtir (174).  Şükûfe Nihal, Yerden 
Göğe’deki “Küçük Kuşum” adlı şiirinde ruhun uçuşunu şöyle anlatır. “Semalara çık, 
dolaş, / Ve bir gün batısında, / Cıvılda son besteni;” (29).   72 
Kuşlar yalnız ruhu değil, aynı zamanda meleği de simgeler.  Melekler 
biçimleri değişime uğramış kuşlardır (Campbell 278).  Şükûfe Nihal, Gaya’daki 
“Mukaddes Uçuş” adlı şiirinde melekleri şöyle anlatır: “Efsaneler devrinde imanlı
gözlerimiz / Göklerde milyonlarca müphem kanat sezerdi. / Yolunda ne bir ufak 
çırpınış ne de bir iz / Bırakmayan varlığa insanlar ‘melek’ derdi…” (73).   
Şükufe Nihal’de kuş, Su’daki “Ömrümce Beklediğim” adlı şiirinde olduğu 
gibi Anka kuşu da olabilir: “Dünyayı temelinden sarsan koca ejderi / Fırlattım Kaf 
dağına!.. / İsteyerek düşmüştüm çünkü bir gün ağına; / Kilitledim kalbimde şimdi 
verdiğim yeri…” (40).  Anka kuşu gözle görülemeyecek yükseklerde uçar,  
Kafdağı’nın tepesinde yaşar, avladığı ejderhaları buraya götürür (Uraz, Türk 
Mitolojisi 158).  Ömer Ceylân, Kuş Cenneti Şiirimiz adlı kitabında Anka’nın dişi 
olduğunun rivayet edildiğini belirtir (35). 
Şükûfe Nihal’in şiirlerinde Umay’dan başka tanrıça Venüs de görülür.  
Yerden Göğe’deki “Mermer Kapı” adlı şiirinde kendisini aşk ve güzellik tanrıçası
Venüs’e benzetir: “Elbiseler örerdin, / Sazlardan Venüs’üne / Kıyıdan derlediğin / 
Kabukları getirir / Derdin: (Yeter süsüne.)” (84).  “Titanlar Gibi” adlı şiirinde ise 
Titan olur: “Tanrım, bu suç senindir: / Dokuz katlı gökleri sezdirmek, neden, bana? / 
Affeyle, benziyorsam, / Yerlerde sürünmeye isyan eden Titan’a…” (10).  Behçet 
Necatigil’in 100 Soruda Mitologya’da belirttiğine göre Uranos (gökyüzü), asi 
oğulları Kiklopsları yer altı dünyasındaki Tartaros adlı kasvetli yere attıktan sonra 
Gaia’yı (yeryüzü) dölleyerek Titanların
13
 babası olur.  (Şairin kitabının adının 
Yerden Göğe olması bu bağlamda anlamlıdır.)  Ancak Uranos bütün çocuklarını
anneleri Gaia’nın karnında saklar, onları gün ışığına çıkartıp göstermez.  Buna kızan 
                                                
13
 Yıldız Cıbıroğlu’nun Kadının Yazısız Tarihi’nde belirttiğine göre Titanlar, Gaia (toprak, yeryüzü) 
ile Uranos’tan (gökyüzü) doğan altı erkek ve altı kız evladın ortak adıdır.  Gaia, Titanlar’dan başka 
Delphoi’deki bütün tanrıların, Olymposlu tanrıların, yüz kollu devlerin, Uranos ve Pontos’un, 
kısacası her şeyin ilk ondan çıktığı bir tanrı anadır ve Delphoi’deki tapınağı bir bilicilik merkezidir 
(269).      73 
Gaia da intikam almak için Titanları babalarına saldırmaya ikna eder.  Böylece 
Titanlar, anneleri Gaia’nın bir orakla silahlandırdığı en gençleri Kronos’un 
önderliğinde Uranos’a saldırırlar.  Kronos sol eliyle Uranos’un üreme organlarını
tutarak onu hadım eder.  Sonra Uranos’un cinsel organlarını ve orağı denize atar (15-
16).  Böylelikle Gaia çocuklarını göstermeyerek kendisine acı çektiren kocasından 
intikamını almış olur.  Oğlu Kronos’la işbirliği yaparak kocasının iktidarına son 
verirken, oğlunu iktidara taşıması Gaia’nın paradoksudur.   
Homeros’un “Afrodit İlahi”sinden esinlenen Floransalı şair Angelo Poliziano 
(1454-1494) aşk tanrıçası için şiirler yazmıştır.  Bu şiirler de Sandro Botticelli’nin 
(1446-1510) Venüs’ün Doğuşu adlı ünlü tablosuna ilham kaynağı olmuştur.  
Poliziano’nun mitolojik şiirinde Uranos’un tohumları denize düşer, bu sırada çıkan 
rüzgâr yılana dönüşür, doğurgan dalgalarla birleşerek aşk ve güzellik tanrıçası
Afrodit’i (Roma mitolojisinde Venüs’ü) doğurur (Mascetti 116).   
Şükûfe Nihal’in şiir kitaplarından birinin adını Su olarak koyması bir 
rastlantı olabilir mi?  Çünkü birçok coğrafyada mitsel öyküler kadınla su özdeşliğini 
gösterir.  Mitolojik hikâyelerde, Venüs’ün köpüklerden doğması gibi, kadının sudan 
doğması motifine sıklıkla rastlanır.  Kadın bir bilici gibi suya yazılanı da okur.  
James George Frazer, Altın Dal’da eski Almanların inançlarına göre bilici kadınlar 
“anaforlanan nehirlere bakarlar, suların şırıltısını ya da kükreyişini dinlerler, 
gördüklerinden ve işittiklerinden gelecekte ne olacağını söylerlerdi”  demektedir 
(118).  Nihal de Su’daki aynı adlı şiirinde sudaki yazıyı okuyan bir bilici gibidir: “O 
su, bir sır gibi mırıldanırdı; / Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı / Bizi Leyla ile Mecnun 
sanırdı / Gamlı yolumuzda ağlayan o su…” (7).  Yıldız Cıbıroğlu, Kadının Yazısız 
Tarihi’nde kadının suyla olan ilişkisi üzerinde durur: 74 
Gökyüzünde ay büyüyüp küçülerek, bulutların ardına gizlenerek ve 
ortaya çıkarak nasıl konuşuyorsa su da böyle konuşuyor, yansımalarla 
ve biçimden biçime, renkten renge girerek, işaretlerle.  Hareket 
ediyorlar, ses çıkarıyorlar.  Doğadaki varlıklar böyle konuşuyorlar, 
onların dilinden anlayan, işaretleri yorumlayan tanrı-ana.  Doğanın 
işaret dilini taklit eden ve bu işaretlerle bir büyü dili geliştiren de o.  
Dağları, gökyüzünü, kuşları, ağaçları, bulutları yansımayla içine 
alarak, her şeyin kendisinden çıktığını anlatıyor su (191-92).   
Şükûfe Nihal’in “Ufka Karşı” adlı şiirinde kadın su halini alır: “Sararmış
rüyası kırık dalların; / Öten kuşlar ile dün ne mesuttu… / Sular, henüz ölen taze bir 
kadın; / Dün ona tapanlar bugün unuttu…” (Su 30).  Yunan mitolojisinde tanrıların 
saldırısına uğrayan Nympheler ortadan yok oluverir ve pınara, akarsuya dönüşürler.   
Yani su kadının içinde, kadın suyun içindedir ve amnios
14
 sıvısının normal rengi 
pınar suyu gibidir (Cıbıroğlu 190).   
Şairin “Su” adlı şiirinde ortaya koyduğu gibi su yalnızca hayat vermez, aynı
zamanda hayat da alır: “Şimdi ne akşam var, ne ses, ne dere; / Yolumuz ayrıldı
başka ellere; / Benzetti bizi bir kırık mermere / Ruha zehir gibi damlayan su…” (Su 
8).  Mitolojide kuyuların, su yollarının, insana gençlik aşılayan kaplıcaların 
koruyucusu olarak sık sık karşımıza çıkan tanrıçalar, Sirenler, deniz kızları, su 
perileri suyun hayat veren yönü kadar, hayatı tehdit eden yönünü de temsil eder 
(Mascetti 44). 
Periler,  Şefik Can’ın Klasik Yunan Mitolojisi’nde belirttiği gibi dağlarda, 
ormanlarda, derelerde, nehirlerde, çeşmelerin, kaynakların başında yaşar (453).  Bu 
nedenle Şükûfe Nihal, Gayya’da yer alan “Yaz Sonu” adlı şiirinde sevgilisinin periyi 
                                                
14
 Sürüngenlerde, kuşlarda ve memelilerde bulunan amnios, amnios sıvısıyla dolu bir kese oluşturur 
ve embriyonun sıvı bir ortamda gelişmesini sağlar ( Büyük Larousse: Sözlük ve Ansiklopedi 2: 550-
51)  75 
dalgalarda aramasını ister:  “Söyleyiniz, periyi arasın dalgalarda!..” (64).  Aynı
şiirdeki “Peri örttü mavi tül örtüsünü başına,” (63) dizesindeki peri ise Nihal’in 
perisinden başkası değildir.  Çünkü Türk inançlarına göre her insanın hayvanın, 
eşyanın ve evin bir perisi vardır (Uraz, Türk Mitolojisi 111).   
Şükûfe Nihal, Yerden Göğe’de bulunan “Dalgalar” adlı şiirinde kadın kâhin 
“Sibylle’in korkunç sesi”yle  fırtınayı haber verir : “Ümit, ışık, neşe, aşk, / Kiminin 
dünyasında, / (Sibylle)in korkunç sesi, / Kiminin rüyasında…” (17).  Sibylle, 
felâketler bildiren geleceği kendisine bir şey sorulmadan açığa vurur (Necatigil 64).  
Edith Hamilton’un Mitologya’da belirttiğine göre Aineias Sibylle’nin refakatinde 
yeraltına yolculuk yaparken sevgilisi Dido’yla karşılaşınca, Dido “mermer bir 
heykel kadar sessiz” kalır (171).  Çünkü daha önce Aineias Zeus’un buyruğuyla yeni 
bir vatan kurmak için sevgilisini terk etmiş, bunun üzerine Dido kendisini 
öldürmüştür (170).  Şair de Su’daki “Taş Gibi” adlı şiirinde kraliçe Dido’ya telmih 
yapar: “İhtiyacım yok sana, kardeş ol, sevgili ol, / Git, durma, artık sakın, açık 
kalbimdeki yol / Ben bu gece ruhumu elimle boğacağım, / Yarına bir kaskatı taş gibi 
doğacağım…” (52).    
Şükûfe Nihal, Su’daki “Taş Gibi” adlı şiirinde Dido’yla özdeşleşirken, 
“Kimbilir?” adlı şiirinde Eurydike ile özdeşleşir: “Yalvarmadım; ‘gitme kal!’ bile 
demedim sana; / Bu yalvarışı sen de bekledin mi, kim bilir? / Yarı yoldan dönerek 
hiç baktın mı arkana; / Adımı son bir defa söyledin mi kim bilir?” (13).  Mitolojiye 
göre Apollon şair Orpheus’a bir lir verir, şair bu liri çaldıkça bütün doğa kendinden 
geçer, karısı Eurydike bir yılanın sokmasıyla ölünce Orpheus yer altı ülkesine iner, 
lirinin nağmeleri gölge ruhlara bile dokunduğundan ölüler ülkesinin tanrıçası
Persephone kendisine acır, yeryüzüne çıkana kadar şairin arkasına bakmaması
şartıyla karısını geri vermeye razı olur, ancak Orpheus’un yolda dayanamayarak 76 
Eurydike’nin gerçekten gelip gelmediğini anlamak için geri bakar ve karısını
sonsuza dek kaybeder (Necatigil 100). 
Şükûfe Nihal’in Sabah Kuşları’nda yer alan “Yazık Oldu” adlı şiirindeki mit 
kahramanı da Orpheus’tur: “Şimdi her fani gibi, alnımızda çizgiler; / Son yılları
sayarız ürkerek birer birer… / Ebediyet yolundan İlâhlar kovdu bizi; / Orfe gibi 
kaybettik göklerde izimizi…” (15).  Orpheus şiir ve müziğin simgesidir.  Babası
Trakya Kralı Oiagros, annesi epik şiirin Musa’sı Kalliope’dir. (Necatigil 100).  
Çalmaya ve söylemeye başladığında, başının üzerinde kuşlar uçan Orpheus tipik bir 
erkek değildir.  Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar’da bulunan “Birlik” 
adlı yazısında onun bir kadın olduğunu söyler: “Orpheus, yumuşak mı yumuşak, bir 
kadından başka bir şey değildi ve tanrılar kendisini kadınlara öldürttüler (206).  
Şükûfe Nihal’in şiirlerinde Orpheus’dan başka erkek olan diğer mit 
kahramanı Prometheus’dur.  Şairin Sabah Kuşları’ndaki “Gece Treni” adlı şiirinde 
Prometheus
15
 bağırır: “Toprağın yarası derin, ağırdı; / ‘Promete’ işte böyle bağırdı, / 
Böyle acı güldü çıldıran bir dev…” (21).  Şair, çok sevdiği Tevfik Fikret’in 
“Promete” adlı şiirinden esinlenerek bu şiiri yazmış olsa gerektir.  Prometheus’un 
erkek olmasına karşın dişil öğeyi temsil ettiğini belirtmek gerekir.   Çünkü o dişil 
öğeyi temsil eden özelliğiyle insanı yaratmış ve eril öğeyi temsil eden Zeus’a 
başkaldırmıştır.  İsmail Gezgin, İlkay Gezgin ve Nazım Çokişler de Mitoloji (Mitos 
ve Logos): Hayatımıza Yön Veren Söylenceler adlı ortak çalışmalarında 
Prometheus’un dişil öğeyi temsil ettiğini ortaya koyarlar: 
                                                
15
 Behçet Necatigil’in 100 Soruda Mitologya’da belirttiğine göre Prometheus Titan İapetos’un oğlu, 
insanların dostu ve Zeus’un düşmanıdır.  Mekone’deki kurban töreninde Prometheus, Zeus’u 
aldatmaya kalkar.  Etlerin iyi parçalarını işkembeye kemik kısımlarını ise ince yağ zarına sarar.  Zeus 
bile bile kötü kısımları seçer.  Ceza olarak da insanların elinden ateşi alır.  Prometheus ateşi çalıp 
insanlara geri verir.  Bu sefer Zeus insanları Pandora ile cezalandırır.  Prometheus ise bir kayaya 
bağlanır.  Bir kartal karaciğerini yer, ciğer her gece yeniden büyür.  Uzun zaman sonra Herakles 
kartalı öldürerek Prometheus’u bu işkenceden kurtarır (37). 77 
Zeus’la giriştiği mücadelede kullandığı yöntemler nedeniyle, 
Prometheus, büyük savaşı kaybeden dişil öğeyi temsil eder 
görünmektedir.  Dikkat ederseniz, Prometheus, her şeyden önce dişil 
ilkenin en önemli özelliği ve gücü olan “yaratma” motifiyle, eril 
ilkeyi temsil eden Zeus’un karşısına dikilmektedir.  […]  Dişil ilke, 
eril iktidarın sınırlayıcı olmaya başlamasıyla, yarattıkları yoluyla 
iktidarı belirleme veya ona karşı koyma özelliğine sahiptir.  
Prometheus’un bu mücadelede Zeus’u tahtından ederek iktidara 
gelmek gibi bir amacı olmadığını baştan ifade etmek gerekir.  Bu 
anlamda bakıldığında açıkça görülmektedir ki, Prometheus, Zeus’un 
elinde tuttuğu eril iktidara karşı, kendi yarattığı ve tanrıların 
görüntüsünü verdiği insanı ileri sürmektedir. (138) 
Şükûfe Nihal’in şiirlerinde tanrıça olarak Umay ve Venüs’ten başka Artemis 
de vardır.  Şairin Yıldızlar ve Gölgeler’deki “Sevgili Kamere” adlı şiirinde ay, 
elemlerini gizleyen bir kadındır
16
: “Kaldı kalbimde.  Sanki sen nâkâm / Bir kadındın, 
şifası pek mevhûm; / Ruh safında titreyen âlâm / Anlaşılmaz, müebbeden 
mektûm…” (20).  Bu kadın, yayı aydan yapılmış ve kendisini ifade etme biçimi ay 
gibi gizemli ve sezgisel olan av tanrıçası Artemis’i hatırlatır (Mascetti 69).  Şairin 
Hazân Rüzgârları’ndaki “Başka Ay” adlı şiirinde de ay sevgilisini kaybetmiş, yaslı
bir kadındır: 
Yıllar geçti. Güzel ay;   
Yine mavi bir saray  
                                                
16
  Ayın her yirmi sekiz günde bir dünya etrafında dönmesi, kadının yirmi sekiz günde bir regl olması
ve on dördüncü günde yumurtlaması yüz yıllardır ay ile kadın arasında benzerlik kurulmasına neden 
olmuştur.  Bu benzerliğe “hâle” sözcüğü vasıtasıyla da ulaşmak mümkündür.  Ferit Devellioğlu, 
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ında “güzel he” harfi ile yazılan “hâle”yi ayın etrafında 
görülen parlak daire olarak tanımlarken, “hı” harfi ile yazılan “hâle”yi kadın memesinin çevresinde 
bulunan koyu renkli daire olarak tanımlar (316). 78 
İçinde, haşmetinle,  
Neşenle karşımdasın;  
Geçmiş demek ki, yasın. (13) 
“İçinde mavi bir saray” olan kadın bir Musa’dır.  Şairlerin ilham kaynağı Musalar, 
soluk benizli, kırmızı dudaklı, masmavi gözlü, sapsarı saçlı genç ve güzel bir kadın 
olarak resmedilirler (Mascetti 219).  Musaların simgesi ise insanın korku ve 
arzularının bir aynası olan aydan başkası değildir (233).  Sevgilisini kaybettiği için 
elemli olan ve bu elemini içinde bir sır olarak saklayan şair de ay gibi yas içinde 
yıllarını geçirecektir.  Bu nedenle Su’daki “Ömrümce Beklediğim” adlı şiirinde ay 
gibi solacağını ifade eder: 
    Doğan, batan güneşe bir zaman esir oldum; 
  Solgun aya dalarak yıllarca ben de soldum; 
  Sakin bir göl başından atıldım ummanlara; 
    Boş kırlardan çekildim kökü yok ormanlara…  
  Ne oradaki sükûnet, ne buradaki azamet 
  Kâfi geldi ruhuma; 
  Beynimde hep o ateş, hep o acayip humma. (39) 
Tanrıça Artemis, gökte Selene, yeryüzünde Artemis, yeraltında Hekate’dir 
(Hamilton 18).  Tapınağı tarihin en eski mermer kentlerinden biri olan 
Lagina’dadır.
17
  Titan Perses’in kızı Hekate  yer altı ülkesinden hortlaklar, hayaletler 
yollar, yanında sürü sürü ölülerin ruhları, geceleri yol kavşaklarında mezarlıklarda 
görülür (Necatigil 63).  Şükûfe Nihal de Hekate gibi ölülerin ruhlarıyla dolaşır.  
Sabah Kuşları’ndaki “Bu Gece” adlı şiirinde mermer ölümü simgeler: “Alnım bir 
sararmış mermer bu gece.../ Kitabesi silik bir mezar taşı! / ‘Ölüm’ dudağımda son iki 
                                                
17
 Lagina Anadolu’nun güney batısında, Karia bölgesinde kutsal alandır ve kalıntıları Muğla’nın 
Yatağan ilçesine bağlı Turgut bucağının yakınındadır (Büyük Larousse: Sözlük ve Ansiklopedi 14: 
7320) 79 
hece, / Ruhumun âlemle bitti savaşı…” (20).  Su’daki “Ufka Karşı” adlı şiirinde de 
beyaz mermer ölümü çağrıştırır: “Çok sürmez bu dertli yüzü mevsimin; / Bir beyaz 
mermere dönünce toprak… / Ararsanız yarın, bulunmaz, bilin; / O yeşil bahardan bir 
kuru yaprak…” (31).  Gayya’daki “Mermer Dünya” adlı şirinde ise mermer soğuk 
ve donukluğa işaret eder: “Soğuktur mermer kadar / Nereye dokunsanız. / Lahzada 
sönersiniz, / Mermere dönersiniz / Her nereye konsanız…” (76).  Bu donukluk 
Roland Barthes’ın ifadeyle bir “dilsizlik durumu”dur (“Anlam Bağışıklığı” 124).  
Kadının “dilsizlik durumu”.  Bu bakımdan Yerden Göğe’nin ikinci bölümünün 
adının “Mermer Kapı” olması oldukça anlamlıdır. 
B.  Şükûfe Nihal’in Şiirlerinde Özgül Kadın “Tarz”ı
Ayırıcı özelliği  korku-kasvetin karanlık atmosferine ve korkunç-esrarengiz 
olayların ortaçağa özgü mekânlarına başvurmak olan “gotik”, 18. yüzyılın sonları ve 
19. yüzyılın başlarındaki bir yapıntı tarzıdır.  Bir edebiyat tarzı ya da başlıca 
özellikleri grotesk
18
, korkunç, fantastik olaylar ya da akıldışı şiddet, perişanlık ve 
çürüme olan bu tür bir tarzın örneğidir (Merriam Webster’s Encyclopedia of 
Literature 480). 
 Ellen Moers  Literary Women’da (Edebiyat Kadınları) 18. yüzyıldan beri 
kadın edebiyatçıların gerçekleştirdiği edebiyat tarzını “kadın gotiği” olarak tanımlar.  
                                                
18
 Güven Turan’ın Yordam dergisinin Kış 1967 tarihli 13. sayısında yer alan “Eleştirme Sözlüğü”nde 
belirttiğine göre “grotesk”, çağlar boyunca sanat ve edebiyat terimi olarak değişik anlamlar taşımıştır.  
19. yüzyılın ortalarına dek sanat terimi olarak kullanılmıştır.  Bu ad ilk önce Roma duvar 
süslemelerinde abartılı, çevreleri büyük yapraklarla süslü yarı insan yarı hayvan figürlerine 
verilmiştir.  Sonraları bu türlü resimler gotik çağı süslemeciliğinde de yer almıştır.  Daha sonra bir 
sanat türünün özel adı olmaktan çıkarak uyumsuz, gülünç, çarpıtılmış, aşırı çirkin, korkutucu, tuhaf, 
doğal olmayan gibi anlamlar taşımaya başlamıştır.  Giderek grotesk aşırı fantastik anlamını da 
yüklenmiştir.  Çağımızda birçok yazarda grotesk özelliğe rastlansa da daha çok dadacı ve 
gerçeküstücü yazarlar groteskten yararlanmıştır.  Bu yazarlar groteski alaya iyiden iyiye 
yaklaştırmışlardır.  Bugün kara alay denilen tür groteskle alayın bileşimidir.  Ayrıca grotesk sözcüğü 
çoğunlukla sıfat olarak kullanıldığı halde bu özelliklerin yoğunlaştığı yazıların kendisine de grotesk 
adı verilir.  Grotesk özelliklerden yararlanan yazarlar arasında Andre Breton, Edgar Allan Poe, 
Moliere, William Blake sayılabilir (33).   80 
Gotiğin korku sözcüğü olmaksızın kolaylıkla açıklanamayacağını ve gotik 
yazarlarda gerçekten çok düşün, normalden çok acayipin, doğaldan çok doğaüstünün  
olduğunu belirtir (90). 
Şükûfe Nihal’in daha ziyade benliğini aradığı ve kendisiyle hesaplaştığı
şiirlerinde gotik  öğelere rastlanır.  Bu tarz şiirlerinde kendi içindeki çelişkilerini, 
saplantılarını, açmazlarını ya da toplum içindeki uyumsuzluğunu, çaresizliğini, 
korkularını dile getirir.  Ellen Moers Literary Women’da (Edebiyat Kadınları) kadın 
edebiyatçıların gotik tarzda yazma nedenlerini anksiyetiye ile açıklar:     
Kendinden iğrenme, nefret etme, ve kendini yok etme dürtüleri 20. 
yüzyıl kadın yazınında gittikçe daha çok göze çarpan temalardır. 
Umutsuzluk bizim yaşımızda her cins ve sınıfın özel alanıdır ancak, 
korkuya görünür bir biçim vermek, anksiyeteyi gotik imgelem 
aynasına tutmak kadın yazarlarda erkek yazarlarda olduğundan daha 
yaygın. Bunu istatistiksel olarak kanıtlayamadığım için, bir sebep 
sunabilirim: Hiçbir şey kendini hayalinde canlandırma dürtüsüyle 
karşılaşmada kadın deneyimini erkek deneyiminden daha kesin ve 
erken ayıramaz. (108) 
Gotik tarzda korkulu, gizemli ve gerilimli bir ortam yaratmak için hayalet, 
hortlak, dev ve canavar gibi yaratıklara başvurulur.  Ellen Moers Literary Women’da 
(Edebiyat Kadınları) kadın edebiyatçıların önemli yaratıklarını sıralar: “Bunlar 
çoğunlukla devler, hayvanlara benzeyen insanlar, iğrenç şekil bozuklukları olan 
yaratıklar veya çift cinsiyetlilerdi. ‘Hilkat garibesi’ modern kadın gotik yaratıklarını
canavardan daha iyi açıklar. T.S Eliot’un deyimiyle ‘korkunç bir yaratıklar gösterisi’ 
” (108).  Bilinçdışının yaşattığı canavarlar mitik zamandan gelmiş olmalılar.   
Herhalde en ünlü gotik yaratık Mary Shelley’in Frankenstein adlı romanının aynı81 
adlı kahramanı tarafından yaratılan canavardır.  Ellen Moers’a göre bu canavar 
kadının korkularının cisimleşmesinden başka bir şey değildir: 
Mary Shelley’nin mitindeki marifet aklının parlaklığı ve öğrenme 
becerisi olduğu gibi aynı zamanda genç bir yazar olarak içinde 
hareket ettiği çemberin de etkisidir. Ama Frankenstein, bir canavar 
yaratığın yaratıcısıyla savaşımı konusundaki tehlikeli zıtlıklarla 
dramatize ediliş biçimiyle çok orijinaldir. Gotik kavrayış kaynakları
hâlâ “kanını dondurmak ve kalp atışlarını hızlandırmak” gibi kız 
evlat, metres ve anne olan ölümün taşıyıcısı kadının korkularıdır. (98) 
Mary Shelley gerçekten de bir ölü taşıyıcısıdır.  Annesi feminizmin ünlü kitabı
Vindication of the Rights of Women’ın (Kadın Haklarının Savunması) yazarı Mary 
Wollstonecraft’tır (1759-1797) ve kendisini doğururken ölmüştür.  Shelley’nin ilk 
çocuğu prematüre doğmuş ve çok yaşamamış daha sonra doğan iki çocuğunu da 
kaybetmiştir.  Aklın sınırlarında dolaşmış ve genç yaşta intihar etmiş olan  Sylvia 
Plath ise gotik edebiyata cesetleri hediye etmiştir.  Ellen Moers’a göre Plath 
yapıtlarında terörü yaratan, yaşayan cesetlerdir:  
Kendinden nefret etme sanatını, dişil gotiğin grotesk geleneğini, o 
enfes gözleriyle şairler (Anne Sexton, Adrienne Rich, Erica Jong ve 
birçok diğeri) için yenileyen Plath’ın kendisiydi. Onun terörü 
canavar, gulyabani veya hilkat garibesinden değil yaşayan cesetlerden 
geliyordu. (109-10)   
Şükûfe Nihal’in şiirlerinde hayaletler, canavarlar, şekilsiz kara devler, 
iskeletler, şeytanlar gibi çeşitli yaratıklar vardır:  Şair Yerden Göğe’deki “Durmayan 
Çark”ta canavarlar aracılığıyla kendisine ve topluma yabancılaşmasını anlatır: 
“Çiçek bahçelerimiz canavarlar diyârı… / Saadet Anka kuşu, yaşar efsanelerde… / 82 
Ben nasıl gülebilir, mest olurum bu yerde?..” (18).  Sabah Kuşları’ndaki “İskelet” 
adlı şiirinde varoluşunu sorgular: “Karanlık iki çukur hakikatin aynası… / Baktıkça 
silinmekte varlığımızın pası… / Yokluk, bir cinnet gibi uğuldar başımızda…” (33). 
Su’daki “Kızıl Şeytan”da ise içinde ukde kalmış aşkı nedeniyle hüzünlenir: “Derdik 
ki: ‘Bir yuvamız olmasa bu toprakta, / Sarar vücudumuzu birkaç kuru yaprak da…’ / 
Sonra… bir kızıl şeytan rübabımızı çaldı; / Ve dudaklarımızda besteler yarım 
kaldı…” (20).   
Manastırlar, kaleler ve şatolar belli başlı gotik mekânlardır.  Ellen Moers 
Literary Women’da (Edebiyat Kadınları) kadın edebiyatçıların en korkunç gotik 
mekânlarından birinin tımarhaneler olduğunu ifade eder:    
Gotik kahramanlık en güçlü haliyle hâlâ kapalı mekan ayarlamalarda 
yaşamakta, kızlar okulundan daha korkunç, şatolardan daha gerçek: 
tımarhane. Üç yetenekli yazardan söylemi farklı ama akademik 
mekanda geçen ve delilikle ilgili üç romanın neredeyse aynı zamanda 
çıkması 1960’ların başında edebî feminizm fenomeni oldu: Sylvia 
Plath’ın  The Bell Jar’ı (Sırça Fanus) Hannah Green’in I Never 
Promised You a Rose Garden’ı (Sana Gül Bahçesi Vadetmedim), 
Yeni Zelanda’lı romancı Janet Frame’in Faces in the Water’ı.  
(Sudaki Yüzler). (132-33) 
Ellen Moers’a göre kadın edebiyatçılar tımarhaneler aracılığıyla kadınların da 
erkekler gibi delirebileceğine dikkat çekmişlerdir:   
Kadınların da erkekler gibi delirdiği ve onlar gibi intihara teşebbüs 
ettiği ne yazık ki feministlerin ortaya koyduğu bir şey oldu. Ama bu 
üç romandan burada bahsetmemizin asıl nedeni geçtikleri yerdi. 
Tımarhane, bu üç yazar için işlenmiş, kapatılmış, alışılmışın dışında 83 
dişiliğin test edildiği bir yer olmuştur. Kocaman, geniş alanlara 
kurulu, esrarengiz biçimde karmaşık binalar, gaddar güvenlikçi 
adamlar, tuhaf kurallar, dehşete düşmüş hastalar, mahrumiyet, 
sınırlamalar, sorgular, iyi niyetli ancak şüphesiz büyük bir işkence 
olan elektrik şok tedavisi. Sonuncusu Anne Sexson’un 1960’da 
yayınlanan şiir kitabını anımsattı: To Bedlam and Part Way Back
(Tımarhaneye Giderken ve Dönerken) adlı benzer bir hastane 
deneyimi. (132-33)  
Şükûfe Nihal’in başlıca gotik mekânları gayya, mezar ve hastanedir.  Şair, 
Gayya’daki aynı adlı şiirde “cehennemin en aşağı bölümünde yanacakların kan ve 
irinleriyle dolu derin kuyu”nun adı olan gayya simgesiyle iç hesaplaşmasını alegorik 
bir biçimde ortaya koyar: “İnce, dar bir merdiven, bir daha ve bir daha; / İndikçe 
derinleşen, koyulan bir karaltı; / Girinti çıkıntılar, derinden homurtular; / Burası bir 
yer altı, burası bir yer altı!.. (5). Aynı kitaptaki “Uğuldama Rüzgâr” adlı şiirindeki 
mezar simgesiyle de ölüm korkusunu dile getirir: “Gece etrafımda uçurum, mezar, / 
Sinmiş kâinatı simsiyah bir kan, / Sarardım: ‘Acaba ben miyim kurban?...’ ”  Sabah 
Kuşları’ndaki “Hastanenin Saati” adlı şiirindeki hastane simgesiyle ise buhranını
anlatır: “Arzular uzandı kemikten ellerle; / Arzular sarıldı bir uçan kanada; / Arzular 
silindi karanlık sellerle; / Doğan gün, bir ürkek ışıkla duada…” (28).  Şükûfe 
Nihal’in Yakut Kayalar adlı romanında da kadın kahraman kendini hastaneye 
kapatır:  
Şehrin bir ucundaki hastane köşesine...  Orada istediğimi yaptılar, 
beni oraya bir hemşire diye aldılar.  Kefenlere bürünür gibi 
baştanaşağı beyazlara sarıldım.  Ben bir günahkârsam burada 84 
günahlarımı ödeyeceğim.  Son dakikama kadar, burada, onun gibi 
sesine cevap gelmeyenlerin ıstırabını dinleyeceğim. (80)   
Şükûfe Nihal Yıldızlar ve Gölgeler’deki “Sustum” adlı şiirinde “geriyedönüş” (flashback) yaparak gülüp-koşup-oynadığı çocukluk günlerine döner: “On yıl 
evveldi; tıpkı bir kelebek / Gibi cevvâl, şendim… eğlenmek” (38-39).  Ama artık bir 
kadın olmuştur ve yasaklarla karşı karşıyadır.  Toplum tarafından “kendi” olması
değil, “hanım hanımcık” olması dayatılır.  Gülmesi, hareketleri, konuşması kontrol 
altında tutulur: “Sustum anne, müebbeden sustum; / Her taraf sis..  Boğuldu bak 
ruhum…” (40).   85 
SONUÇ 
            “Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri” adlı bu tezde Şükûfe 
Nihal’in bir kadın olarak şair kimliği ve şiirlerindeki kadın teması incelenmiştir.  
Nihal, Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli toplumsal değişimler geçirdiği 
bir dönemde (1919-1960) yapıtlarını yayımlamıştır.  Batılı, lâik, ulusçu modele 
dayalı yeni ulus-devletin “yeni kadın”ı olarak birçok kadın derneğinde aktif görev 
almış, gazete ve dergilerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmış, hikâye ve 
romanlarında kadın kahramanları öne çıkarmış ve şiirlerinde “kadın sesi”ni 
duyurmaya çalışmıştır.   
“Yeni kadın” olarak kadının eğitim görmesini, iş yaşamına katılmasını ve 
Batılılaşmasını isteyen Şükûfe Nihal, öncelikle “annelik”, “eşlik” ve “ev kadınlığı” 
görevini yerine getirmesini beklemiştir.  Bu nedenle şiirlerinde toplumsal sorunlara 
karşı duyarsız davranan ve süsten başka bir şey düşünmeyen “umursamaz kadın”ı
yermiş, çalışkan ve ezilmiş olan “Anadolu kadını”nı yüceltmiştir.  Çünkü bu kadın  
hem çocuğuna ve eşine karşı görevlerini yerine getirmekte, hem de evinde ve 
tarlasında çalışmaktadır.  
“Anadolu kadını”nı yücelten Nihal’in şiirlerinde “şehirli kadın” adına bir 
söylem görülmez.  Şehirli ve eğitimli üst sınıfa mensup bir kadın olarak kendisini 
sorunsallaştırmıştır.  Bu sorunsal da aşk duygusuyla sınırlı kalmıştır.  Yaşam 
hikâyesinden iki eşinden de ayrıldığını bildiğimiz şairin “zengin koca” ile hayatta 
aradığını bulamaması, “aydın-sanatçı sevgili” ile aile ve edebiyat çevresinin baskısı
nedeniyle yaşadığı umutsuz aşkı onun şiirlerinde “âşık kadın”ın marazî yakınmaları86 
olmaktan öte değildir.  Böyle olmakla birlikte “kadın sesi”ni şiirlerine yansıtmış, 
aşkıyla varolduğunu ve sevgilisinin onun dünyasındaki yerini kendi döneminin 
koşullarında özgürce dile getirmiştir.
“Aydın kadın” olarak Şükûfe Nihal şiirlerinde “kadın sorunu” karşısında 
duyarsız kalmamıştır.  Ancak dönemin yaygın aydın tavrının dışına çıkmamış, 
ataerkil değer yargılarının cinsellik kalıplarını bir anlamda yeniden üretmiştir.  Bir 
yandan çalışma ve öğretim hakkını savunarak kadının kamusal alana çıkmasını
istemiş, diğer yandan asıl görevinin “annelik”, “eşlik” ve “ev kadınlığı” olduğunu 
öne çıkararak, kadını her iki rolden sorumlu görmüştür.  Bu çıkmazda feminist bir 
bakış açısına sahip olmayan bu “Cumhuriyet kızı”nın aslında “geleneksel ben”iyle  
“modern ben”i çatışmıştır.  Henüz böyle bir bilinçlenmenin oluşmadığı bu dönemde 
onun şiirlerinde “geleneksel” ve “modern” bu iki kimlik arasında sıkışmış olarak, 
başlangıçta umutlu ama zamanla ulaşılmayan sevgiliye hasret ve bunun verdiği 
ıstırap, pişmanlık ve yakınma ile bunalan “kadın sesi”ni duymak mümkündür.  
Ayrıca “şair kadın” olarak Şükûfe Nihal’in  şiirlerinde görülen tanrıça, kâhin 
ve peri gibi mitsel dişil kahramanlar onun “kadın sesi”ni pekiştirmiştir.  Bu mitsel 
kahramanlar içinde yalnız Orpheus ve Prometheus erkek olmasına karşın birincisi 
yumuşaklığı ikincisi ise yaratıcılığı ile dişil öğeyi temsil etmektedir.    
Şükûfe Nihal “kadın kimliği”ni daha da belirgin kılmak için yalnızca tanrıça 
simgelerini kullanmamış, aynı zamanda  canavar, iskelet, şeytan gibi gotik 
yaratıklar ve gayya, mezar, hastane gibi gotik mekânlar aracılığıyla “kadın 
gotiği”nin olanaklarından da yararlanmıştır.   
Sonuç olarak “Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri” adlı bu tezde 
Şükûfe Nihal’in “kadın kimliği”, “yeni kadın”, “aydın kadın”, “âşık kadın” ve “şair 
kadın” olarak irdelenmeye çalışılmıştır.  Şiirlerinde yer yer Tevfik Fikret’in ve Beş87 
Hececiler’in etkisi hissedilse bile Nihal, ilk şiir kitabından itibaren her şiir kitabında 
daha da gürleşecek olan “kadın sesi”ni duyurmayı başarmıştır.  
   
SEÇİLMİŞ BİBLİYOGRAFYA 
Afacan, Aydın.  Şiir ve Mitologya: Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Yunan ve Latin  
Mitologyası.  İstanbul: Doruk Yayımcılık, 2003. 
Ahmet Rasim.  “ ‘İstibdad-ı Edebî’de Kadınlar”.  Muharrir, Şair, Edip.  Haz. Kâzım  
Yetiş.  İstanbul: Tercüman, 1980.   
Akay, Hasan.  Yeni Türk Şiirinin Kurucularından Tevfik Fikret.  İstanbul: Timaş  
Yayınları, 1998.    
Akgün, Müge.  “Batılı Feministlerin İkonu”.  Radikal Kitap 205 (18 Şubat 2005): 8- 
9. 
Akın, Gülten.  “Kadın Yaratıcılığında İnsanca Duyarlığa Evet”.  Şiiri Düzde  
Kuşatmak.  İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1996.  64-69.  
Arat, Necla, haz.  Her Yönüyle Türkiye’de Kadın Olgusu.  İstanbul: Say Yayınları,  
1992. 
¦¦.  Kadınların Gündemi.  İstanbul: Say Yayınları, 1997. 
Argunşah, Hülya.  Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal.  Ankara: Akçağ Yayınları,  
2002. 
Arslan, Fatih.  “Şükûfe Nihal Başar: Hayatı-Şiirleri”.  Yayımlanmamış master tezi.   
Elazığ: Fırat Üniversitesi, 1995.   
Ayaşlı, Münevver.  İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim.  İstanbul: Boğaziçi  
Yayınları, 1990. 
Ayda, Adile.  “Şükûfe Nihal”.  Böyle İdiler Yaşarken.  Ankara: Ayyıldız Matbaası,  89 
1984.  103-10. 
Aydın, Mehmet.  Ne Yazıyor Bu Kadınlar: Osmanlıdan Günümüze Örnekleriyle  
Kadın Yazar ve Şairler.  Ankara: İlke Kitabevi Yayınları, 1995.  52-54.    
Aytaç, Gürsel.  Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler.  Ankara: Gündoğan  
Yayınları, 1990.  
Barthes, Roland.  “Anlam Bağışıklığı”.  Yazı ve Yorum: Roland Barthes’dan Seçme  
Yazılar.  Haz. ve Çev. Tahsin Yücel.  İstanbul: Metis Yayınları, 1990.  122- 
24. 
¦¦.  “Birlik”.  Bir Aşk Söyleminden Parçalar.  Çev. Tahsin Yücel.  İstanbul: Metis  
Yayınları, 2000.  205-07. 
Batur, Enis, haz.  Râbia Hâtun: “Tuhaf Bir Kıyamet”, Kırkbir Şiir.  İstanbul: Yapı  
Kredi Yayınları, 2000. 
Baykan, Ayşegül.  “Nezihe Muhittin’de Feminizmin Düşünsel Kökenleri”.  Nezihe  
Muhittin ve Türk Kadını 1931.  İstanbul: İletişim Yayınları, 1999.  15-38. 
Baykan, Ayşegül ve Belma Ötüş Baskett, haz.  Nezihe Muhittin ve Türk Kadını  
1931.  İstanbul: İletişim Yayınları, 1999. 
Bekiroğlu, Nazan.  Şair Nigâr Hanım.  İstanbul: İletişim Yayınları, 1998. 
Berktay, Fatmagül.  Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak.  İstanbul: Pencere Yayınları,  
1998. 
¦¦.  Tarihin Cinsiyeti.  İstanbul: Metis Yayınları, 2003. 
¦¦.  “Tanımlanması ‘Serbest’ Bir Nesne: Kadın”.  Kadınların Gündemi.  Haz.  
Necla Arat.  İstanbul: Say Yayınları, 1997.  89-97. 
Beyatlı,Yahya Kemal.  Kendi Gök Kubbemiz.  İstanbul: Milli Eğitim 
Basımevi,1994.  90 
Beydili, Celal.  Türk Mitolojisi: Ansiklopedik Sözlük.  Çev. Eren Ercan.  Ankara:  
Yurt Kitap-Yayın, 2005. 
Blondel, Eric.  Aşk.  Çev. Esra Özdoğan.  İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2004. 
Bulut, Faik.  İttihat ve Terakki’de Milliyetçilik Din ve Kadın Tartışmaları.  İstanbul.  
Su Yayınları, 1999. 
Campbell, Joseph.  İlkel Mitoloji: Tanrının Maskeleri.  Çev. Kudret Emiroğlu,  
Ankara: İmge Kitabevi, 1992. 
Can, Şefik.  Klasik Yunan Mitolojisi.  İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1994.    
Caporal, Bernard.  Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını.  Çev. Ercan  
Eyüboğlu.  Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1982. 
Caudwell, Christopher.  Yanılsama ve Gerçeklik.  Çev. Mehmet H. Doğan.  
İstanbul:  
Payel Yayınları, 1988. 
Ceylan, Ömer.  Kuş Cenneti Şiirimiz: Klâsik Türk Şiirinde Kuşlar.  İstanbul: Filiz  
Kitabevi, 2003. 
Cıbıroğlu, Yıldız.  Kadının Yazısız Tarihi: “M” ve “N”  Sesi.  İstanbul: Payel  
Yayınları, 1996. 
Cunbur, Müjgân ve Neriman Saryal Duranoğlu, haz.  “Türk Edebiyatında Kadın  
Şairlere Toplu Bir Bakış”.  Türk Kadınının Şiiri.  Ankara: Kadının Sosyal 
Hayatını Araştırma ve İnceleme Derneği Yayınları, 1996.  10-16.
Çakır, Serpil.  Osmanlı Kadın Hareketi.  İstanbul: Metis Yayınları, 1996.    
Çamlıbel, Faruk Nafiz.  Han Duvarları.  İstanbul: Atlas Kitabevi, 1981.   
¦¦.  Yıldız Yağmuru.  İstanbul: Kanaat Kitabevi, 1936. 
Çayırlık, Nebahat.  “Şükûfe Nihal Başar’ın Hayatı, Eserleri ve Edebî Kişiliği  91 
Üzerine Bir İnceleme”.  Yayımlanmamış master tezi.  İzmir: Dokuz Eylül 
Üniversitesi, 1993. 
Çoruhlu, Yaşar.  Türk Mitolojisinin Anahtarları.  İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2000.  
Davidson, Lisa ve Elizabeth Ayre.  Paris.  Çev. Kadriye Aklan.  İstanbul: Doğuş  
Grubu İletişim Yayıncılık, 2000. 
Es, Hikmet Feridun.  “Şükûfe Nihal”.  Bugün de Diyorlar ki.  İstanbul: Remzi  
Kitaphanesi, 1932.  146-48. 
Frazer, George.  Altın Dal: Büyü ve Din Üzerine Bir Çalışma.  Çev. Mehmet H.  
Doğan.  İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2004. 
Fromm, Erich.  Rüyalar, Masallar, Mitoslar.  Çev. Aydın Arıtan ve Kaan H. Ökten.   
İstanbul: Arıtan Yayınevi, 2003. 
Furrer, Priska.  Sevgi Soysal: Bireysellikten Toplumsallığa.  Çev. Yasemin Bayer.   
İstanbul: Papirüs Yayınevi, 2004. 
Geçer, İlhan.  “Faruk Nafiz İçin”.  Hisar 120 (Aralık 1973): 12-13. 
Gezgin, İsmail, İlkay Gezgin ve Nazım Çokişler.  Mitoloji (Mitos ve Logos): 
Hayatımıza Yön Veren Söylenceler.  İstanbul: Güncel Yayıncılık, 2004. 
Giz, Adnan.  Bir Zamanlar Kadıköy (1900-1950).  İstanbul: İletişim Yayınları, 
1988. 
Göle, Nilüfer.  Modern Mahrem: Medeniyet ve Örtünme.  İstanbul: Metis Yayınları,  
2001. 
Gür, Ayşen.  “Sunuş”.  Portekiz Mektupları.  İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1993.   
5-12. 
Hamilton, Edith.  Mitologya.  Çev. Ülkü Tamer.  İstanbul: Varlık Yayınları, 1990. 
Hengirmen, Mehmet.  2000 Yılında Türk Şiiri Antolojisi I.  Ankara: Engin 
Yayınevi,  92 
2000.  67-71. 
Humm, Maggie.  Feminist Edebiyat Eleştirisi.  Haz. Gönül Bakay.  Çev. Özge 
Altay  
ve diğer.  İstanbul: Say Yayınları, 2002. 
Irmak, Sadi.  “Şükûfe Nihal İçin”.  Şiirler.  İstanbul: Sander Yayınları, 1975.  9-11. 
Irzık, Sibel ve Jale Parla, der.  Kadınlar Dile Düşünce: Edebiyat ve Toplumsal  
Cinsiyet.  İstanbul: İletişim Yayınları, 2004. 
İleri, Selim.  Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın.  İstanbul: Can  
Yayınları,1991. 
İmançer, Dilek.  “Feminizm ve Yeni Yönelimler”.  Doğu Batı 19 (Mayıs-Haziran- 
Temmuz 2002): 151-71. 
İnal, Gülseli.  “Alice Harikalar Ülkesinde”.  Sombahar 21-22 (Ocak-Nisan 1994): 
7- 
11. 
İnal, İbnülemin Mahmut Kemal.  “Şükûfe Nihal”.  Son Asır Türk Şairleri.  3. Cüz    
İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1932. 
Kadıoğlu, Ayşe.  “Kostüm Modernliği”.  Radikal (29 Ekim 2004): 11- 
12. 
Kahraman, Hasan Bülent.  “Demokrasiyi Cumhuriyette Aramak”.  Radikal (29 
Ekim  
2004): 11. 
Kandiyoti, Deniz.  Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal  
Dönüşümler.  Çev. Aksu Bora ve diğer.  İstanbul: Metis Yayınları, 1997. 
Kanık, Orhan Veli.  Bütün Şiirleri.  İstanbul: Can Yayınları, 1983. 
Kaplan, Mehmet ve diğer, haz.  Atatürk Devri Türk Edebiyatı II.  Ankara: Kültür  93 
Bakanlığı Yayınları, 1992.  672-87.
Karaalioğlu, Seyit Kemal.  Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü.  İstanbul: İnkılâp ve Aka  
Kitabevleri, 1983.  756.   
Kerman, Zeynep.  Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri.  Ankara: Kültür ve Turizm  
Bakanlığı Yayınları, 1998. 
Kırkpınar, Leyla.  Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın.  Ankara: Kültür  
Bakanlığı Yayınları, 2001. 
Kristeva, Julia.  “Kadınların Zamanı”.  Çev. İskender Savaşır.  Defter 21 (Bahar  
1994): 7-29. 
Köprülü, Mehmet Fuat.  “Yıldızlar ve Gölgeler”.  Bugünkü Edebiyat.  İstanbul:  
İkbâl Kitaphanesi, 1924.  192-94. 
Kuiper, Kathleen, ed.  Merriam Webster’s Encyclopedia of Literature.   
Massachusetts: Merriam Webster’s, 1995.   
Külebi, Cahit.  Bütün Şiirleri.  İstanbul Adam Yayınları, 2004. 
Kür, İsmet.  Yarısı Roman.  İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995. 
Mascetti, Manuela Dunn.  İçimizdeki Tanrıça: Kadınlığın Mitolojisi.  Çev. Belkıs  
Çorakçı.  İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2000. 
Mignon, Laurent.  Çağdaş Türk Şiirinde Aşk, Âşıklar, Mekânlar.  Ankara: Hece  
Yayınları, 2002.   
Moers, Ellen.  Literary Women.  New York: Doubleday ve Company, 1976. 
Moran, Berna.  Edebiyat Kuramları ve Eleştiri.  İstanbul: İletişim Yayınları, 2001. 
Mutlu, Ayten.  “Kadın Şair Kendi İçinden Çıkmaya Çalışıyor”.  Söyleşiyi Yapan:  
Macit Ünal.  Papirüs 40 (Haziran 2000): 8-12. 
Nayır, Yaşar Nabi, haz.  Tevfik Fikret: Hayatı-Sanatı-Şiirleri.  İstanbul: Milliyet- 
Varlık, 1995.   94 
Nâzım Hikmet (Ran).  Benerci Kendini Niçin Öldürdü?.  İstanbul: Adam Yayınları,  
1995. 
¦¦.  Yatar Bursa Kalesinde.  İstanbul: Adam Yayınları, 2001. 
Necatigil, Behçet.  Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü.  Haz. Hilmi Yavuz ve Enver  
Ercan.  İstanbul: Varlık Yayınları, 2002.  354.  
¦¦.  100 Soruda Mitologya.  İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1995. 
Ongun, Coşkun.  “31 Mart’ın Karanlığı, Tevfik Fikret’in Aydınlığı”.  Cumhuriyet 
(14 Nisan 2005): 2. 
Ozansoy, Halit Fahri.  “Şükûfe Nihal: Kuşlar, Yıldızlar ve Çiçekler Şairi”.  
Edebiyatçılar Çevremde.  Ankara: Sümerbank Kültür Yayınları, 1970.  219-
21. 
Öztürkmen, Neriman Malkoç.  “Şükûfe Nihal Başar”.  Edibeler, Sefireler, 
Hanımefendiler: İlk Nesil Cumhuriyet Kadınlarıyla Söyleşiler.  Y.y.y: Reyo 
Matbaacılık, 1999.  25-29. 
Refik, Mehmet.  “Klasik Mitolojide Kadın Sembolizasyonu”  Düşün 13 (Nisan  
1985): 47-55. 
Reis, Huriye.  “Adem’in Bilmediği Havva’nın Gör Dediği”: Ortaçağda Türk ve  
İngiliz Kadın Yazarlar.  Ankara: Dörtbay Yayıncılık, 2005. 
Saraçgil, Ayşe.  Bukalemun Erkek: Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye 
Cumhuriyeti’nde Ataerkil Yapılar ve Modern Edebiyat.  Çev. Sevim Aktaş.  
İstanbul: İletişim Yayınları, 2005. 
Scognamillo, Giovanni.  Türk Sinema Tarihi 1896-1959.  İstanbul: Metis Yayınları,  
1987.  
Sever, Mustafa.   Divandan Günümüze Türk Kadın Şairler Antolojisi.  İstanbul: Yön  95 
Yayıncılık, 1993.  31-34.
Soyuer, Halil.  “Aşklarında Yaşayan İki Şair: Faruk Nafiz Çamlıbel-Şükûfe Nihal”.   
Şair Dostlarım.  İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2004.  208-29. 
Şükûfe Nihal (Başar).  “Bir Duruşma”.  Kadın Gazetesi 55.  (15 Mart 1948): 3.
¦¦.  Çöl Güneşi.  İstanbul: Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, 1933. 
¦¦.  Çölde Sabah Oluyor.  İstanbul: Saray Kitabevi, 1951. 
¦¦.  Domaniç Dağlarının Yolcusu.  İstanbul: Gavsi Ozansoy Basımevi, 1946. 
¦¦.  “Erkeğin Evdeki Vazifeleri”.  Kadın Gazetesi 96 (27 Aralık 1948): 5. 
¦¦.  “Eski Hikâye”. Tan (14 Temmuz 1939): 5,11. 
¦¦.  Finlandiya.  İstanbul: Ak, 1935. 
¦¦.  Gayya.  İstanbul: Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, 1930. 
¦¦.  “Genç Kızlara Dikkat”.  Tan.  (29 Temmuz 1939): 5. 
¦¦.  “Gösteriş Değil, Vazife Vardır”.  Kadın Gazetesi 72 (12 Temmuz 1948): 3. 
¦¦.  Hazân Rüzgârları.  Y.y.y.: y.y., t.y. 
¦¦.  “Köylü Kız Kardeş”.  Kadın Gazetesi 149 (2 Ocak 1950): 1,7.  
¦¦.  “Milletvekili Bayanlarımızdan Bir İstek”.  Kadın Gazetesi 57 (22 Mart 1948):  
1,3. 
¦¦.  “Monden Cemiyetin Çocukları”.  Kadın Gazetesi 62 (3 Mayıs 1948): 3. 
¦¦.  Renksiz Istırap.  İstanbul: Suhulet Kütüphanesi, 1928. 
¦¦.  Sabah Kuşları.  İstanbul: Akbaba Yayını, 1943. 
¦¦.  Su.  İstanbul: Resimli Ay Matbaası, 1933. 
¦¦.  Şiirler.  İstanbul: Sander Yayınları, 1975. 
¦¦.  Şile Yolları.  İstanbul: Resimli Ay Basımevi, 1935. 
¦¦.  Yakut Kayalar.  İstanbul: y.y.,  1931. 
¦¦.  Yalnız Dönüyorum.  İstanbul: Kenan Basımevi, 1938. 96 
¦¦.  Yerden Göğe.  İstanbul: La Turquie Moderne Matbaası, 1960. 
¦¦.  Yıldızlar ve Gölgeler.  İstanbul: Şiir Kütüphanesi, 1919.    
Tekeli, Şirin, haz.  1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar.   
İstanbul: İletişim Yayıncılık, 1995. 
Temelkuran, Ece.  “Cumhuriyet Kızları”.  Radikal Kitap (1 Nisan 2005): 28-29. 
Tezcan, Nuran, haz.  Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri.  İstanbul: Çağdaş  
Yayınları, 1994. 
Toksa, Zehra.  “Çağdaş Türk Kadını Kimliğinin Oluşumunda İlk Aşama: Tanzimat  
Kadını”.  Tarih ve Toplum 21:124 (Nisan 1994): 5-12. 
Tokuroğlu, Belma.  Özgürleşemeyen Kadın: Tek Parti Dönemi Toplumsal Cinsiyet  
Anlayışı.  Ankara: Odak Yayın, 2004. 
Toprak, Zafer.  “1935 İstanbul Uluslar Arası ‘Feminizm Kongresi’ ve Barış”.   
Düşün 24 (Mart 1986): 24-29. 
Turan, Güven.  “Eleştirme Sözlüğü”.  Yordam (Kış 1967): 33.  
Uraz, Murat. “Kadın Şairlerimiz”.  Resimli Kadın Şair ve Muharrirlerimiz.  
İstanbul:  
Tefeyyüz Kitabevi, 1940.  3-11. 
¦¦.  Resimli Kadın Şair ve Muharrirlerimiz.  İstanbul: Tefeyyüz Kitabevi, 1940.   
148-59.  
¦¦.  Türk Mitolojisi.  Ankara: Hera Yayınları, t.y. 
Us, Hakkı Tarık, haz.  Ahmet Mithat Efendi ile Şair Fıtnat Hanım.  İstanbul: Vakit  
Matbaası, 1948.   
Woolf, Virginia.  “Ev Meleği’ni Öldürmek”.  Çev. Ümran Kartal.  Varlık 1098  
(Mart 1999): 3-5. 
Yalçın, Murat, ed.  Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi.   İstanbul:  97 
Yapı Kredi Yayınları, 2001.   
Yeğenoğlu, Meyda.  Sömürgeci Fantaziler: Oryantalist Söylemde Kültürel ve 
Cinsel 
Fark.  İstanbul: Metis Yayınları, 2003. 
Yıldırım, Tahsin.  “Hamdi Başar Bize Şükûfe Nihal’i Anlatıyor”.  Eşlerinin 
Gözüyle  
Edebiyatçılarımız.  İstanbul: Selis Kitaplar, 2003.  72-80.  
Zelal, Naime ve Leyla Ovalı.  “Cumhuriyet Döneminde Aydın Kadınların Durumu  
ve Kadın Şairler”.  Sombahar 21-22 (Ocak-Nisan 1994): 170-81. 
Zihnioğlu, Yaprak.  Kadınsız İnkılap: Nezihe Muhittin, Kadınlar Halk Fırkası,  
Kadın Birliği.  İstanbul: Metis Yayınları, 2003. 
Zorlutuna, Halide Nusret.  Bir Devrin Romanı.  İstanbul: L ve M Yayınları, 2004. 
¦¦.  “İki Büyük Şair”.  Hisar 120 (Aralık 1973): 8-9.   98