« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

M. METİN KAPLAN

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

01 Eyl

2025

Bir savcının portresi

Abbas Bilgili 01 Ocak 1970

Victor Hugo’nun “pespaye”, Le-Bon’un “uğursuz”, Emile Zola’nın “budala”, Bahadır Dülger’in “sirk maymunu”, John Russel’ın “ahmak”, Samet Ağaoğlu’nun “korkunç”, Süreyya Ağaoğlu’nun “Neron” dediği savcılar aslında aynı tipler, aynı portrelerdir. Bu sebeple bunların sayısını dörtle sınırlamak isabetli olmaz. Siyasetin hukukun önüne geçtiği dönemlerde, muktedirlerin bir aparat olarak kullandığı savcıların tamamı aynı portredir.
Yargı faaliyetinin üç ayağından biri olan savcı (diğerleri yargıç ve avukat) kamu adına soruşturma yapıp, tarafsızlığı gereğince sanık lehine ve aleyhine olan delilleri değerlendirip, suç unsuru tespit etmiş ise iddialarını mahkemeye taşır ve yargılama anında iddia makamında bulunur. Tarafsız, bağımsız ve yetkin biri olması gereken savcının özellikle olağanüstü dönemlerde ve siyasi yönü ağır basan davalarda bu özelliklerini koruyabilmesi önemli bir meziyettir. Çünkü böyle dönemlerde genellikle otoritenin istediği doğrultuda eğilip bükülen savcılar hukuk tarihinin en olumsuz portresini oluşturmuştur. Burada bazı savcı portreleri üzerinden konuyu izah etmeye çalışacağız.

VİCTOR HUGO, SAVCI PESPAYENİN TEKİDİR DİYOR
Öncelikle 1789 Fransız Devrimi’nin terör dönemi olarak bilinen 1793-1795 yıllarında ünlü Devrim Mahkemesi’nin savcısı Fouquier-Tinville’den (1746-1795) bahsetmek istiyoruz. Anatole France, Tanrılar Susamışlardı isimli romanında terör dönemi için “giyotinler işliyordu… Tanrılar susamışlardı” diyor. Sadece devrim karşıtlarını değil, ılımlılardan başlayıp, önüne gelenlerin çoğunu, kendi yandaşlarını dahi giyotine gönderen bir savcı tam da bu dönemin adamıydı. Devrim Mahkemesi’ndeyken iki bin civarında insanın kafasının giyotine kesilmesini sağlamıştı. Devrimin tarihini yazan bir tarihçi onun için “Fouquier, işbaşında ıhlayıp puflayan bir adam değildi: Zanaatı kelle istemekti, o da istiyordu. Ne kadar çok kelle olursa o kadar iyiydi” diyor. Ünlü düşünür Gustave Le-Bon “Devrim Mahkemesi’nin savcısı olan Fouquier-Tinville, ardından en uğursuz anılar bırakanlardan biriydi. (…) Önüne getirilen bütün şüphelileri idama gönderdi” diyor.

Bu başsavcının marifetlerini Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’nde de görmek mümkün. Devrim için olumlu şeyler de söyleyen dünyaca ünlü Fransız yazar Victor Hugo’nun Sefiller’de “Fouquier-Tinville pespayenin tekidir” demiş olmasının önemi inkar edilemez. Devrimin önderi Robespierre dahil, dönemin bir çok ünlüsünün kellesini giyotine göndermekte tereddüt etmeyen bu “pespaye” savcı, o kadar ileri gitti ki, sonuçta kendisi de tutuklandı. Savunmasında idamlara karar verirken bir gün önce Robespierre ile görüşerek karar verdiğini söyledi ve “Buraya getirilmesi gereken ben değilim, emirlerini yerine getirdiğim liderlerdir. Ben yalnızca tüm yetkilere sahip bir Konvansiyon tarafından çıkarılan yasalara uygun hareket ettim” demişti. “Ben itaat ettim” diyerek kendini savundu. Ama kimse onu kurtarmak için çaba sarf etmedi ve kafasını giyotinde kaybetti.

SAVCI NE KADAR AHMAK VE HUKUKTAN HABERSİZ
1894 yılında Fransa’da casusluk suçundan ömür boyu sürgün cezasına gönderilen Yüzbaşı Dreyfus’un masum olduğu yönünde önemli deliller ortaya çıkınca 1899’da yeniden yargılandı. Mahkeme ve savcı, gerçeğe ulaşmaktan çok, dönemin otoritesi doğrultusunda Dreyfus’u yine suçlu çıkarma peşindeydiler. İddianameyi okuyan savcının tavrı ilginçtir. Bahadır Dülger’in Dreyfus Davası ile ilgili kitabında yazılanlara göre, savcı Carrier bir adamdan ziyade bir maymuna, bir sirk palyaçosuna benziyordu. Çirkin ve çatlak sesiyle bir şeyler söylüyor, garip eğlendirici jestler yapıyordu. Söylediklerinin en mühimi son cümleleriydi. Suçluluğunu ispat edemediği Dreyfus için ceza kanununun 76. maddesinin uygulanmasını, yani vatana ihanetten ölüm cezasına çarptırılmasını istiyordu.

Dreyfus Davası’nı izleyen İngiliz Lordlar Kamarası Reisi ve bu sıfatı ile adalet işlerinin başı olan Lord John Russel, savcının tavrı için şu cümleleri kullanmıştı: “İddianamesini okuduğum savcı ne kadar ahmak, hukuktan ne kadar habersiz bir adam. Bu kadar ehemmiyetli bir dava bu kadar cahil ve gülünç bir adama nasıl tevdi edilir? Bütün dünyanın Dreyfüs meselisini dikkatle takip ettiğinden Fransa’nın haberi yok mu acaba?” Aydın duyarlılığıyla Dreyfus Davası’nı dünyaya duyuran ünlü yazar Emile Zola da savcı için “Bir garip savcılık ki, budalalığın sınırlarını alabildiğince genişletti” diyor.

SAVCI NERON’A BENZİYORDU
Biraz da bizden örnek verelim. 27 Mayıs darbecilerinin kurduğu Yassıada Mahkemesi’nin Başsavcısı Altay Ömer Egesel de yukarıda örneklerini verdiğimiz Fransız meslektaşlarından farksız ve hatta daha ileri derecede anormal bir savcıydı. Onu göreve getirenler bile bu görevlendirmenin isabetli olmadığını sonradan yazdıkları anılarında belirtmişlerdir.

Bu savcının daha Yassıada’daki göreve atanmadan önceki davranışları da ilginçtir. 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin ertesi günü ilginç bir şekilde Yargıtay savcılığından İzmir Başsavcılığına getirilmişti. Darbeyi yapan askerler henüz MBK üyelerini belirlememişlerdi ama savcı Egesel, İzmir’de göreve başlayınca çevresine kendisinin MBK’nın sivil üyesi olduğunu yaymaya çalışmıştı. Bu konuda savcı Berin Taşan ve gazeteci Doğan Özgüden’in anılarına bakılabilir. O günlerde basına açıklama yapmayı seven Başsavcı, darbecilerin ve destekçisi basının körüklediği havaya uygun olarak gerçekle ilgisi olmayan müthiş (!) haberleri açıklıyordu. Darbeciler, DP’nin taraftarlarını silahlandırdığını iddia ediyorlardı. Savcı da bu yalan haberlere uygun olarak Menderes iktidarının 5 bin mavzer ile bir milyon merminin İzmir İkinci Yurtiçi Bölge Komutanlığı’ndan alınarak Orman Bölge Teşkilatı’na verildiğine dair önemli bir yazıyı ele geçirdiğini açıklıyordu. Haber yalandı ve halkı silahlandırmakla ilgili de değildi.

İzmir Başsavcısını darbeden bir ay sonra DP’lilerle ilgili Soruşturma Kurulu üyesi, beş ay sonra ise Yassıada Başsavcısı olarak görüyoruz.

Demokrat Parti düşmanı bu darbeci savcının soruşturma ve duruşmalardaki tavrı hakkında o kadar çok malzeme var ki, saymakla bitmez. Birkaç örnekle yetinelim. Darbe öncesinde İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde öğrenciler iktidarı protesto ederken polisle çatışmışlardı. Bu olaylar Yassıada Mahkemesi’nde Ankara-İstanbul Olayları Davası olarak yer aldı. Altay Ömer Egesel’in, darbeyi destekleyen gençlik önderlerinin ifadesini nasıl aldığı konusunda ilginç bilgilere rastlıyoruz. Dönemin gençlik önderlerinden Dr. Memduh Eren’in anılarını okuyunca insan hayretler içinde kalıyor. Savcı, ifadesi alınacak kişinin ifadesini önceden kafasına göre yazıyor ve ifade sahibini çağırıp Hukuk Fakültesi Dekanının odasında imzalatıyor. Darbeyi destekleyen bu gençlik önderleri de savcının önceden yazdığı ifade zaptının altını imzalıyorlar. Gençlik Önderlerinden Ayhan Soysal, savcının tanıkları yönlendirdiğini açıkça belirtiyor. Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı Öztürk Akınver de dekanın odasına çağrıldığını, Egesel ile tanıştırıldığını, önceden hazırlanmış ifadenin altına imza atmasını istediklerini, imzalamayınca savcı ile tartıştığını, savcının kendisini tehdit ettiğini, buna rağmen imza atmadığını ve kendisinin bu sebeple mahkemeye çağrılmadığını, ama dönemin gençlik önderlerinin bu zabıtları imzaladığını mahkemeye de tanık olarak çağrıldıklarını belirtmektedir.

Savcının önemli bir tanığı da, sonradan “Telefoncu Ayten” olarak adlandırılan İzmir PTT’de çalışan Ayten isimli bir memure idi. Demokrat İzmir Davası’nda ifade veren bu memure hanım, Adnan Menderes’in İzmir Valisi ile telefon görüşmelerini dinlediğini söyleyerek DP’lileri suçlayan ifade vermişti. Sonradan ortaya çıktı ki, bu kadın Yassıada’da yargılamalar devam ederken savcı ile gönül ilişkisine girmişti ve savcının yönlendirdiği bir tanıktı.

Savcı, yargılanan 592 kişiden 228 kişinin idamını istiyordu. Samet Ağaoğlu savcı için “korkunç” ibaresini kullanırken, avukatı ve kardeşi Süreyya Ağaoğlu “savcı Neron’a benziyordu” diyor. Bu savcının, Menderes’i belki affedebilirler düşüncesiyle acele edip öğle saatlerinde idam edilmesini sağlayanlardan biri olduğu da biliniyor. Yassıada Mahkemesi sonrasında Yargıtay’da önemli görevlere getirilse de hiçbir zaman halktan itibar görmedi.

VE ZEKERİYA ÖZ
Yakın tarihin Ergenekon ve Balyoz davalarını hatırlayın. Bu davaların öne çıkan bir savcısı vardı ve adı da Zekeriya Öz’dü. Zamanın iktidarı tarafından zırhlı araçla korumaya alınmıştı ve şimdi de kırmızı bültenle aranıyor, çünkü yurt dışına kaçtı. Zamanın iktidarı işine geldiği sürece bu ünlü savcıyı korudu, yararlandı ve kullandı. Ne zaman ki siyaset alanında cemaat – hükümet kavgası başladı, savcı da gözden düştü, görevden alındı ve kaçtı. Zekeriya Öz’ün ünvanı savcıydı ama esasen siyasetin göbeğinde oturuyordu ve Ergenekon-Balyoz gibi siyasi davalarda düzmece delillerle iş yapıyor, dosya içeriğini yandaş basına servis ediyor, siyaseti hukukun önüne geçiriyordu. Hukuku siyaset için kullanan ve ünvanı savcı olan biriydi.

SONUÇ OLARAK
Dört ayrı savcı portresini kısaca sunmaya çalıştım. Ancak bunu dört ayrı kişi değil, tek kişi olarak anlamak gerekir. Dört portreyi üst üste koyarsanız, özelliklerin çakıştığını ve benzerliği görürsünüz. Bu sebeple de dört ayrı portre değil, tek bir savcının portresi olarak okumak lâzım. Victor Hugo’nun “pespaye”, Le-Bon’un “uğursuz”, Emile Zola’nın “budala”, Bahadır Dülger’in “sirk maymunu”, John Russel’ın “ahmak”, Samet Ağaoğlu’nun “korkunç”, Süreyya Ağaoğlu’nun “Neron” dediği savcılar aslında aynı tipler, aynı portrelerdir. Bu sebeple bunların sayısını dörtle sınırlamak isabetli olmaz. Siyasetin hukukun önüne geçtiği dönemlerde, muktedirlerin bir aparat olarak kullandığı savcıların tamamı aynı portredir. Kullanışlı aparat oldukları dönemde yıldızları parlak gibi görünse de, tarihin sayfalarında edindikleri yerin oldukça karanlık olduğu insanlık tecrübesiyle sabittir.

Ziyaret -> Toplam : 227,42 M - Bugn : 17729

ulkucudunya@ulkucudunya.com