« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

01 Oca

2018

KORKU

01 Ocak 2018

Altı yaşlarındaydım, muhtemelen muhtıra zamanları. Köyden kasabaya geleli bir sene kadar olmuş. Kendimiz gelmişiz ama gönlümüz doğduğumuz yerde. Küçük dünyamdaki tek fark, köydeki oyuncaklarımız hep ağaçtan iken burada plastikten küçük bir kamyonumun olması. Ona annemin soyduğu patlıcan kabuklarını özenle yükler, bizim dağlardan kütük indirirmiş gibi kendi kendime oynardım. Bazen de yeni muhitin kibar çocukları gayrıihtiyari kullandığım bazı mahalli kelimelerle ince ince eğlenirlerdi. Bunun kusur olmadığını, bilakis Türk fonetiği ve gramerine gayet uygun olduğunu öğrenmek zaman aldı.

Büyükbabam geldiğinde dünyalar benim olurdu. Deniz kıyısına, kahveye, camiye nereye gitse sırtından inmezdim. Bir gün belediye meydanından mavi renkli bir pikaba bindiğimizi hatırlıyorum. Nereye gittiğimiz konusunda fikrim olmasa da arabada seyahat keyifliydi. Eski yoldan epeyce gittik. Neden sonra araba bizi bir yerde indirdi, eğri eğri yoluna devam etti. Dede torun, tatlı meyilli çayırda biraz yürüdükten sonra durduk. Dedem, sen burada otur oğlum, benim az işim var, birazdan gelirim, dedi. Aşağıya doğru yürüdü, yeşilliklerde kayboldu. Bir ara karşıdaki ulu ağaçların arasında görür gibi oldum, sonra gözden kaybettim. Biraz zaman geçti, aklıma köyde babaannemin anlattığı “tın tın eden kabacık, bizi koyup giden babacık” hikâyesi gelmeye başladı. Hain baba üvey annenin iğfaliyle çocuklarını ormanda terk edip gitmişti. Ama dedem beni asla bırakmaz. Az daha geçti, gelen giden yok. Birdenbire gökgürültüsünü andırır bir sesle irkildim. Havada bir jet uçağı. Yaklaştıkça sesi daha da artıyor. Ne olduğunu anlayamadan ardında beyaz bir iz bırakarak geçip gitti.

Şaşkınlığım az çok geçmişken tepemde gümbür gümbür sesiyle yeri göğü birbirine katan bir uçak daha belirdi. Herhalde ilk defa uçak görüyorum. Sonradan yorumlayabildiğim kadarıyla bunlar kasabadaki hava üssünden havalanmışlar. O müthiş ses bu defa beni iyice korkuttu. Yerimden kalktım, dedemin gittiği tarafa doğru seğirttim. Önüme bir çay çıktı. Üvezli Çayı imiş. Bizim Araç Çayı gibi geniş bir adada akmıyor. Tek koldan. Adam boyu değil ama ben yaşta bir çocuğu rahatça aparır. Karşı kıyıya köprü niyetine boydan boya bir taban atmışlar, bel hizasına da germeçten daha ince iğreti bir tutamak çakmışlar. Tabanın üstüne çıktım. Altımda dere akıyor. Tutamaktan tuttum, yanuç gibi yan yan yarım adım atarak köprüyü geçtim. Seslenmeye başladım. Öteden dedem göründü. Elinde uzun, ince çubuklar. Bunları köye götürüp ürgendere yapacakmış. Sanki koskoca Kastamonu’da ağaç bitmiş gibi. Demek ki bu cinsi yok. İnce, uzun, düzgün ve sağlam.

Beni görünce büyükbabamın yüzü kireç gibi oldu. Kekeleyerek; oğlum sen bu tarafa nasıl geçtin, dedi. Köprüden geçtim, deminki seslerden korktum, dedim. Onlar uçak oğlum, uçaktan korkulur mu, ya ayağın kaysaydı, ya taban dönüverse dereye düşseydin biz ne yapardık, dedi. Bana bir sarıldı ki, o şefkati hâlâ hissederim.

Eve geldik, hadiseyi anlattı. Ben uçaktan korkmuş diye anamla babamın diline düşeceğimi zannederken bizim hikâye kahramanlık destanına dönüştü. “Hadi bakalım köprüden nasıl geçtin bir göster” dediklerinde hiç nazlanmadan havaya girer, ayağımı sağlamca tabana basarak göğüs hizamdaki hayali tutamağa yapışıp yan yan adımlarla dereyi geçerdim.

Şayet o uçaklar üzerimize bomba atsaydı, ateş açsalardı muhakkak ki korku nedir bilmeyen büyükler de korkardı.

***

Zamanlar geçti. Şairin dediği gibi; bâğ-ı dehrin hem hazânı hem bahârı, gâmın da neşâtın da rüzgârı geldi geçti. Aradan geçen kırk beş senede korktuğumuz da oldu, korkmadığımız da. Hangisinin ağır bastığı mühim ve elzem bir konu değil. Ancak benimsemiş olduğumuz dünya görüşünün korkuyla telif-i kabil olmayacağı malumdur. Ve geçmişte din ve diyanete saldırılırken etliye sütlüye bulaşmayan bugünün muktedirlerinin, dünün kurnaz tatlısu mücahitlerinin de cesaret iddiasında bulunabilecek en son zümre olacağında herkes müttefiktir.

Aslının faslının ne olduğu meçhul kalan o meşum gecede de uçaklar tepemizde yeri göğü sarsarak uçtular. Tedirgin olduk. Altı yaşında olsaydım korkardım. Kendim ve ailem doğrudan hedef olsaydı yine korkardım. Yirmi milyonluk şehirde atacağı bombalar beni mi bulacak diye düşünmeme rağmen tedirgin olmaktan da kendimi alamadım. Oğlancık on altı yaşında, serde biraz ülkücülük de var, arkadaşlarıyla yazışıyor, köprüye gideceğim diye tutturdu. Oğlum dedim, köprüde topu topu on tane asker var. Koskoca birinci ordunun hadiseye karşı olduğu açıklandı. Selimiye kışlası köprüye beş dakika mesafede. Bir bölük asker gönderirler, isyancıları derdest ederler, sen müsterih ol.

Millet böyle helecan içindeyken kesin hedef olduğu ifade edilen süper kahraman ise tıraşını olmuş, kıravatını takmış, havaalanında açıklama yapıyor. Avanesi sırıtıyor, kendisi sakin, yüzünde pek korku emaresi yok. Tebrike şayan... Şayet uçakların gürültü çıkaracağını önceden bilmiyorsa adam benden, bizden, hepimizden, herkesten kat kat daha cesur çıktı. Ne yalan söyliyeyim, ülkücü olarak bu da içime dert oldu. Fakat Nasrettin Hocanın kedi ciğer meselesi gibi bu işte bir muamma var. Bu bu kadar cesursa niçin geçeği yollara binlerce polis diziliyor. Bu kadar cesur değilse nasıl olmuş da kendisini hedef alan jet uçaklarından korkmamış.

Geçenlerde koruma ordusunu aşan ve ardından mutemelen bir araba sopa yiyen sersem bir vatandaş aşırı sevgi gösterisiyle süper kahramana aniden sarıldı. Bizim kahramanda bir korku, bir korku. Nerede o uçaklara kafa atan, göklerden gelen sesle tehlikeleri bertaraf eden aslan yürekli, nerede bu muvazenesini kaybetmiş, öfkeli, hiddetli adam. Abidin görüntülere bakarak pekala dağları saran korkunun resmini çizebilirdi. Oysa bunlar olağan işlerdir. Babanın da şapkasını kapmaya kalkarlardı, o ise gülerek şapkasını kaçırmaya çalışırdı. Çok mu cesurdu. Değildi. Ama herhalde normal bir insandı ki suratı kapkara olmazdı. Elbette ani harekete maruz kalan insan irkilir, ürker, hatta korkar da. Ancak kefenini cebinde taşıyan, ona buna afra tafra yapan kardeşlerin biraz daha mütevekkil, metanetli, soğukkanlı ve hoşgörülü olması gerekmez mi. En azından ilk şaşkınlık geçtikten sonra durumu toparlayıcı bir yüz ifadesi ve tutum takınamaz mıydı. Vicdanı temiz, halkına güvenen, hizmet için yola çıkmış liderlerden beklenen budur. Herhalde başka hiç kimse o ahmak vatandaşın yaptığı hamleden bu kadar korkmazdı.

Netice itibariyle bir buçuk yıldır içimi kemiren dert sona erdi. Gölgesinden korkan ödlek biriyle mukayeseye girmek tam anlamıyla abesle iştigalmiş. Zaten korkak oldukları için korkutuyorlar, tedbir üstüne tedbir alıyorlar. Yalan imparatorluğunun en büyük sermayesi korku salmak. Üç asır önce şair böylelerinin akıbetini ihtar etmiş.

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz

Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz

Top-ı âh-ı inkisâra pây-dâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz

Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz

Bir hadeng-i cân-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz

Bir gün eyler dest-beste pây-gâhı cây-gâh
Bî-aded mağrûrun sadr-ı i’tibârın görmüşüz

Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin Nâbîyâ çok bâde-hârın görmüşüz

Açıklama:

Zaman bağının baharını da gördük güzünü de; neşenin gamın da rüzgârını gördük.

Çok mağrur olma, zîrâ böyle mest olup sabah olunca da baş ağrısı çeken binlercesini gördük

Gönlü kırık olanın atıverdiği âh topunun nice sultanların kalelerini yıktığını biliriz.

Derd ehlinin döktüğü gözyaşı seli önünde nice kâşâneler, mâlikâneler yerle bir olmuştur.

O garipler ki, silahları bir âhtan ibarettir ama, onunla nice hızlı süvarilerin vurulup yere serildiklerini gördük.

Sadarette itibar üzere oturan nicelerini gördük ki; gün geldi de el pençe vaziyette pabuçluğu mekân tuttular (hizmetçi oldular).

O elinde gururla kaldırıp içtiğin kadeh gün gelir de dilenci çanağına döner; benzerlerini çok gördük.

Urfalı Şair Nâbi

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,00 M - Bugn : 25143

ulkucudunya@ulkucudunya.com