« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

02 Eyl

2010

RAMAZAN DÜŞÜNCELERİ

02 Eylül 2010

Abdülhak Şinasi Hisar, Fahim Bey ve Biz romanının bir yerinde İstanbul'un temmuz sıcağını şöyle anlatır:

"Gayet bunaltıcı bir temmuz günü, babam, ben ve dışı beyaz, içi yeşil ipek şemsiyesiyle eniştem, köprünün üstünden, sanki kapısı açık bir fırının önünden geçiyor gibi, yana, terleye geçiyorduk. Yeryüzüne güneşten ışık değil de ateş dökülmüş gibi, gûya yalnız insanlar değil, hava ve her şey yanıyor, sanki yalnız insanlar değil, bacalar, dumanlar ve sesler bile terliyordu. Uzaktan Fahim Bey görününce eniştem 'Neyse, Fahim Bey sökün etti. Memuldur ki âdeti veçhile gelir, bir soğukluk yapar!' dedi ve bize sözünün beğenilmesini bekleyen müşfik bir tebessümle baktı. Babam ise 'A birader! Soğukluk istiyorsanız niye başkasından beklersiniz? İnsan kendi işini kendi yapmalı!' diye cevap vermişti."

Galata Köprüsü'nü kızgın bir fırına çeviren, sanki güneşten ateş dökülmüş gibi her şeyi yakan, yalnız bedenleri değil sesleri bile terleten dehşetli sıcaklık tasviri, günümüzdeki küresel ısınma tehditlerinden çok daha önce de kavurucu yazlar yaşandığını bildiriyor. Maddi çevre nisbeten daha ferah iken, asfalt henüz toprağı boğmamış, zehirli gazlar, egsoz dumanları havayı kirletmemiş, beton bloklar sokakları hava cereyanından mahrum bırakmamış, nefes alıp veren ahşap evler, ağaçlar, bahçeler, yeşillikler yok edilmemişken sıcağın yine sıcak olduğunu, adı üstünde güneşlik manasına gelen şemsiyenin güneşten korunmak maksadıyla kullanılmasının tuhaf karşılanmadığı, elde rengârenk ipek şemsiyeler, allı morlu feraceler, setre pantalonlar giyildiği zamanlarda da insanların sıcaktan muzdarip olduğunu anlıyoruz. Modern soğutma vasıtalarından mahrum olan eski zaman insanları serinleme çarelerini de nüktede arıyorlar. Ramazan olsaydı, enişte bey hiç hoşlanmadığı Fahim Beye bu derece tahammül gösterebilir miydi, orası şüpheli.

İstanbul bu yaz da cidden çok sıcak. Kış mevsiminin bu kadar özlendiği bir yaz nadir yaşanmıştır. Daha sabah dışarı adım atmadan ter basıyor ve her daim serin rüzgârın eksik olmadığı boğaz dahi harareti kesmiyor.

Otuz, otuzbeş yıl önce de Ramazanlar yaz aylarına denk gelirdi. Amerikalısı, yerlisi, şalvarlısı, cüppelisi, cüppesizi, sosyetiği, bediüzzamanı, hocaefendisi, gavsı, seydası, nurcusu, ışıkçısı, mehdi geçineni, zürriyet kanunlara aykırı olduğu halde nasıl mümkün oluyorsa hem seyyid hem şerif hem de kürdüm diye şişineni, horoz kurban edilmesine icazet vereni, radikali, ılımlısı, modernisti, reformisti ve daha envai çeşit bilmem nesi türememişken Türk Milleti yine halis Müslümandı ve maneviyat dünyasını kirletmekten başka işe yaramayan bu halitadan hiçbirine ihtiyacı bulunmuyordu.

Şahit olduğumuz yaz Ramazanları, pek öyle folklor kitaplarında yazılan, iftar programlarında anlatılan, direklerarası eğlencelerin yaşandığı, meddahların seyredildiği, ziyafetlerin tertip edildiği masal günleri gibi renkli geçmezdi. Ramazan sadece mübarek Ramazan'dı. Ramazan olduğu manevi bir sükûnetten anlaşılırdı. Çiftte çubukta, tarlada, harmanda, dağda sabahtan akşama kadar bütün gün bezginlik, yorgunluk ve asabiyet emaresi göstermeden tırpan sallayan, ekin biçen, döven süren, tınaz savuran, tomruk yükleyen, kütük taşıyan ve ne kadar sevap kazandığını, cennetin neresini parsellediğini hesaplamayı aklına bile getirmeyen mütevekkil insanların dudaklarındaki beyazlık ele vermese oruçlu oldukları fark edilmezdi bile. Orucun tek imtiyazı iftardan yarım saat önce çocukların Bey suyu önünde sıraya girip doldurduğu bir testi soğuk su olurdu. İftarda, verilen nimetlere şükürler eşliğinde tarhana çorbasına, bulgur pilavına sallanan tahta kaşıklar, teravih namazları, oruca hevesli küçük çocukları uyandırmaktan çekinen sessiz tıpırtılı ve mütevazı sahurlar. Yalan ve riyanın girmediği samimi Ramazan günleri…

Fahim bey gibi hoşlanmadığınız birine kırk yılda bir rastlarsınız, o da gelir geçer. Fakat sabah akşam oruç kafayla sevmediğiniz ve mütemadiyen yalan söyleyen bir sesi dinlemeye mecbur kalmak katlanılır şey değil. İskelenin köşesini işgal etmiş afişlerle kaplı karavanda, yaptığı hizmet karşılığında iktidardan iş veya ekmek uman birkaç zavallı ve samimi taraftar düğmeye basıyor ve yalancı ses başlıyor propagandaya. Mehape'li kardeşim diyor, akla mantığa aykırı bir sürü vaadlerde bulunuyor ve evet oyu istiyor. Alemi kör, herkesi sersem sanan uyanık kardeş, biz ne zaman kardeş olduk? Hani ırkçı ve kafatasçıydık! Hoş, serde eskisi kadar particilik kalmadı, ancak yeni bir Türkeşçi Türk Milliyetçiliği rüzgârına kadar, esmezse estiren çıkar elbet, mecburen Mhp'liyiz, çağrı bizi de muhatap alıyor. Üstelik bu mecburi muhataplık, siyaset icabı bugün hasım görünüp yarın dost olmaktan geri durmayacak ve dolayısıyla evet'i de, hayır'ı da samimiyetten ve muhakemeden uzak, dostluğuna da düşmanlığına da güvenilmez, şapşapçı eski ve yeni Mhp'lilerden daha çok zora gidiyor. Herkes sizinle kardeş olsa, bizim Türk Milletinin düşmanlarıyla kardeş olmamız mümkün değil.

Anayasa değişikliğine evet deyince demokrasi gelecekmiş, refah gelecekmiş, huzur, adalet, barış, kardeşlik ve dahi dünyada iyi ve güzel ne varsa hepsi gelecekmiş.

Yalan... Baştan sona yalan. Yalanı essah gibi söylüyorlar. Yalanı aşkla söylüyorlar. Yalanı çok kolay söylüyorlar. Yalanı çok basit görüyorlar. Yalanın münafıklık alameti olduğunu unutuyorlar. Doğruyu haykıran gür bir ses çıkmayınca devasa yalan yurt sathına yayılıyor. Yalanın bu derece büyüğü sıcaktan daha çok bunaltıyor, oruca tahammül gücünü de zorluyor.

Bir iki esere göz atıp dinimizde yalancılığın hükmü neymiş hatırlamakta fayda var. Yalanın tarifi ve mahiyeti yalancı çobanın masum kurt şakalarından ibaret kalsa kitapta bu kadar yer teşkil etmezdi.

İlmihal, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi İstanbul 1999, yalan ile ilgili bahisler:

Doğruluk ve dürüstlüğün böylesine önemli olması, kişinin kendi şahsına karşı tutumundan başlamak üzere, ilişkili olduğu bütün kişilere ve çevrelere karşı tutum ve davranışlarını ilgilendiren, ticarî faaliyetlerden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında ve bütün mesleklerde aranan bir erdem olmasından ileri gelir.

Kur'an ve hadislere göre yalan bir münafıklık alâmetidir (en-Nisâ 4/145; el-Münâfikun 63/1; Buhârî, "İmân, 24; Müslim, "İmân", 107). Hz. Peygamber, "Size doğru olmanızı emrederim. Çünkü doğruluk iyi olmaya, iyilik de cennete götürür. İnsan doğrulukta sebat ederek nihayet Allah katında 'sıddik' diye yazılır. Sizi yalan söylemekten de menederim. Çünkü yalan kötülük işmeye, kötülük de cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye sonunda Allah katında 'kezzâb' diye yazılır" (Buhârî, "Edeb", 69; Müslim, "Birr", 102-105) buyurmuştur. İslâm ahlâkında doğruluğun bütün iyiliklerin temeli, yalanın ise bütün kötülüklerin anası olması telakkisi, Kur'an ve hadislerde ortaya konan bu anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Münafık: Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve onun, Allah'tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, Müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselere münafık denir. Münafıkların içi başka dışı başkadır. Sözü özüne uygun değildir. Bir âyette şöyle buyrulur: "İnsanlardan bazıları vardır ki, inanmadıkları halde 'Allah'a ve âhiret gününe inandık' derler (el-Bakara 2/8). Münafıkların gerçekte kâfir oldukları bir başka âyette şöyle ifade edilir: "Onların Allah yolundan sapmalarının sebebi, önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar" (el-Münâfikun 63/3).

Münafıklar İslâm toplumu için açık kâfirden daha tehlikelidirler. Çünkü onlar dıştan müslümanmış gibi gözüktüklerinden tanınmaları mümkün değildir; içten içe Müslüman toplumun huzur ve düzenini bozar, kuzu postuna bürünerek, dikkatsiz ve bilgisiz Müslümanları yanlış yönlere sürüklerler. Peygamberimiz vahiyle kimlerin münafık olduğunu bilir, bu sebeple de onlara önemli görevler vermezdi. Hz. Peygamber'den sonra insanlar için böyle bir bilgi kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından ve Müslüman olduğunu söyleyenlerin iç dünyasını araştırmak da doğru olmadığından münafık, dünyada Müslüman gibi işlem görür. Onun cezası âhirete kalmıştır. Bir âyette açıklandığı üzere cehennemin en alt tabakasında münafıklar bulunur: "Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar (derk-i esfel). Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın" (en-Nisâ 4/145).

Ebulleys Semerkandi, Tenbihül Gafilin'den:

"Münafığı şu üç şeyden tanıyınız: Konuşurken yalan söyler. Verdiği sözde durmaz. Taahhüdüne sadık kalmaz." (İbni Mesud)

Allah yalancıların, münafıkların, bölücülerin, hainlerin şerrinden Türk Milletini muhafaza buyursun, yalansız, riyasız nice Ramazanlar nasib etsin.


YURDUM İNSANI

Halkın nabzını ölçmek için muhtelif vilayetleri gezen televizyoncu parkta oturan yaşlıca bir vatandaşımıza referandum hakkında ne düşündüğünü, evet mi hayır mı yönünde oy kullanacağını soruyor. Mütebessim çehresiyle mikrofona uzanan sevimli vatandaş, kısa bir tereddütten sonra evet vereceğini söylüyor. Programcı, efendim niçin evet vereceksiniz, anayasa değişikliği paketi hakkındaki görüşlerinizi kısaca anlatır mısınız diye soruyor. Amcamız belli ki referandumun konusundan dahi haberdar olmayan yüzde yirmi oranındaki belirleyici kitleye mensup. Kısa bir an düşünüyor, bir şeyler söyleyecek oluyor, aklına bir kelime bile getiremeyince, şimdi anlatması uzun, en az bir saat sürer, boşver. Muhabir cevap alamayınca bir iki kelime koparabilmek için tekrar soruyor. Peki, hayır oyu verecekler hakkında ne düşünüyorsunuz? Sırıtınca fırlak dişi iyice öne çıkan yurdum insanı, hayırcılara metelik vermez edayla elini sallıyor ve onlar enayi, enayi diyor.

Ey yurdum insanı. İhtimaldir ki 1982 anayasasına da evet oyu verdin. O zaman da neye evet dediğinin farkında değildin. Niçin evet diye sorsalar, korkudan elbet diyecek yürekliliği gösteremeyecek, anlatması bir saat sürer cevabını verecektin. Yine ihtimaldir ki o zaman darbeye karşı tavrını göstermek için hayır oyu kullananlara enayi diyordun. Bir Karaoğlan'a, bir Baba'ya rey verip yetmişli yılları kazasız belasız geçip ihtilâle kadar geldin. Sonra Anap'a, bir ara bacıya oy verdin, sonra tekrar Ecevit'e döndün, her devirde iyi kötü geçindin gittin. Şimdi işin çok daha kolay, kafanı çalıştırmana hiç ihtiyaç duymadan gönül rahatlığıyla oy verebileceğin akça pakça bir partin var.

Sen çok yaşa yurdum insanı. Var sen kurnaz ol, biz de enayi kalalım. Parkta bir köşede hüdayi nabit gibi yaşamak ne güzel.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,05 M - Bugn : 7544

ulkucudunya@ulkucudunya.com