« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

26 Eki

2023

TÜRKEŞ’İN ÇİLESİ (9)

26 Ekim 2023

SAĞ DENİLEN MEZELLET

1962 yılında Türkeş hakkında yazıp çizen mahut taifenin arasına, milliyetçi muhafazakâr cenahtan Kadircan Kaflı da katılır ve aleyhtarlıkta neredeyse düşmanları da geride bırakır. Bir dönemi bütünüyle yansıtmaya imkân verdiği için, yazı külliyatına bu bölüm müstakilen tahsis edilmiştir. Kaflı, sevilen, milli ve manevi konularda hassas, kendi vadisinde mücadeleci ve gözüpek bir şahsiyettir. Yazıları da, Vâlâ Nureddin, Peyami Safa ve hatta Necip Fazıl’la cedelleşecek kadar keskin, sağlam ve vurucudur. Giriştikleri sert tartışmalarda, kendisine, ‘rakı içtiği halde bir din mücahidi şöhreti elde etmeye çalışan arkadaş’ diye hitab etmiş bulunan Peyami Safa vefat ettiğinde kaleme almış olduğu güzel ve duygulu yazı, kadirşinaslığına da delalet edebilir. Kendisinin ardından yazılanlar da, takdir ve sevgi ifadeleriyle doludur.

Buradaki tahlil şahsıyat olmayıp, Türkeş aleyhtarlığının tutarsızlığını izhar ve solun yanı sıra, sağ denilen kaypak zümreye de asla güvenilmemesi gerektiğini, hiç olmazsa, geleceğin şuurlu Türkçülerine ihtar mahiyetindedir. Bugün artık geçmek üzeredir; en güçlü fikir olan milliyetçilik ideolojisinin yerli ve milli olmayan zihniyetlerin ardına takılması şeklinde tezahür eden arızi ve garabet durum için, yapılacak fazla bir şey bulunmamaktadır.

Evvelâ Türkçülüğün kalelerinden büyük Türkçü Nejdet Sançar’ın, “Türkeş Hakkında” başlıklı asalet şahikası verilmiştir ki, Türkeş ismi bir kere zihinlerde yerli yerine otursun. “Alparslan Türkeş, her şeyden önce bir milliyetçi, bir Türk milliyetçisidir. Fakat bu milliyetçilik, bizde örneği çok görülen şekilde, mânâ ve şuur kazanmamış bir milliyetçilik değildir. Türkeş’in milliyetçiliği sağlam ve ilmî temellere dayanan şuurlu bir milliyetçiliktir. Yani, fikir tarihimizdeki adı ile, Türkçülüktür. Bu sebepten, bütün gerçek Türk milliyetçileri gibi, Türkeş de, Türkçülüğün büyük menfaatlarını her şeyin üstünde tutan bir yaratılıştır.”

Bir milliyetçinin, hasımları tarafından, Türkçü, Irkçı, Turancı olarak yaftalanmadığı sürece, mana ve şuur bakımından pek işe yarar bir kıvama gelmediğini yakın tarih apaçık gözler önüne sermiştir. Bu memlekette kim Irkçı Turancı damgası yemişse makbul adamdır, değilse, geç gitsin… Bugün de mecliste, politikada, televizyonda, şurada burada bolca örnekleri bulunan tatlı su milliyetçilerinin, milliyetçilikten geçinmek dışında, Türk milletinin refahı, huzuru ve mutluluğu yönünde hayırhah bir gayreti görülmemektedir.

1933’ten 1968’e kadar çeşitli gazetelerde binlerce yazı kaleme alan Kadircan Kaflı, çok uzun yıllar Tercüman’da, Türkeş dostu Ahmet Kabaklı ile köşe komşuluğu yapmış, 1960-1966 yılları arasında on iki kez Türkeş’i köşesinde konu etmiştir. Bu sayı az uz değildir. Hem kararlılığı, hem sebat ve inadı gösterir. İlerleyen bölümlerde karşılaşacağımız, bir başka sağ denaet Son Havadis’te karı koca Fenikler’in denî yazıları -M.Faik Fenik iki dönem eski DP mebusu-, yine Son Havadis demirbaşı, önce CHP sonra AP mebusu Orhan Seyfi Orhon’un sevimli, şairane ve fakat bir çoğunun içi boş yazıları, Zafer’in Fatin Fuad’ı ile 1970’lerden sonra, solcu bir iki yazar, ancak bu düzeye erişebilecektir.

Söz konusu on iki yazının tarih ve başlıkları şöyledir:

27.10.1960 Türkeş ve Bursa konuşması…
02.08.1962 On Dörtler!..
09.05.1963 Ondörtler var mı?..
11.05.1963 Üçten dokuza!..
09.01.1964 CKMP ve Türkeş
24.01.1964 Türkeş ve Arkadaşları…
01.03.1964 CKMP Büyük Kongresi
31.07.1965 Fuzulî İnkılâp Bekçiliği
02.08.1965 Dokuz Işık
06.06.1966 Gerçek ve Efsane…
12.06.1966 Gerçek ve Kaflı…
18.06.1966 Arslanlar!.. Kaplanlar!..

Bunlardan ilki, Türkeş Başbakanlık Müsteşarı iken, yani ihtilâlin kudretli albayı iken yazılmış bir övgü yazısıdır. Sonraları aleyhe döner ve bu tutumunu ısrarla sürdürür. En sonunda, CKMP Genel Sekreteri Mustafa Kaplan “Gerçek ve Kaflı” başlıklı sert bir mektup gönderir. O, yine pes etmez; arslanlar, kaplanlar diye güya nükteli, fakat seviyesiz bir yazıyla cevap verir. Yazıların tam metinleri aşağıdadır. Araya Ahmet Kabaklı’nın aynı gazetede ,26 Mayıs 1966 tarihinde çıkan “Politikamızda Namuslu Bir Ses” isimli yazısı konularak, aradaki farka dikkat çekilmiştir.

Pekiy, diğerleri neyse de, milliyetçi muhafazakâr Kadircan Kaflı’nın Türkeş’le ne alıp veremediği vardır. Genel sekreterin mektubundaki satır aralarından, Ondörtlerin karşısındaki gruptan birinin bacanağı olduğu anlaşılmaktadır. Hasımlıkta, belki bu hısımlık kısmen müessir olmuştur. Belki Kafkasyalılık, en kahraman benim, özgüvenini de kazandırmış olabilir.

Mesele siyasi ihtilaftır. 1961 yılında CKMP milletvekili seçilen Kaflı, Türkeş’in bu partiye genel başkan olmasına karşıdır, partiye önce nefer olarak girmesini dilemektedir. Türkeş genel başkan olunca partisinden istifa ederek AP saflarına katılır.

İlk bakışta haklı gibi görünen neferlik mevzuunda şu kadarını belirtmek yeterli olacaktır; 1899 doğumlu Kaflı’nın, 1948’lerde, yani elli yaşlarında iken, tarihin en meşhur zamparası Kazanova’nın Aşk Maceraları’nı neşretmekle meşgul olduğu zamanlardan dört yıl önce, onun yarı yaşındaki 1917 doğumlu Alparslan Türkeş yirmi yedi yaşında henüz genç bir üsteğmen iken tabutluklarda Türklük için çile çekiyordu. Yani neferliği çoktan geride bırakmış, Türkçülük rütbelerinin en yükseğini kazanmıştı.

Kaflı’nın “Türkeş 1944 de, 1960 da, 1963 de büyük hendekleri atlayacağına pek güvenmişti. Ama atlayamamıştı. Dokuz Işık yeni bir hendek atlamak içinse daha dikkatli olmalı, yoksa hendekte kalmak ihtimâli de vardır.” sözleriyle istihza ettiği 1944 Milliyetçilik olayları, Türkçülük mücadelelerinin şahikasıdır.

Türkeş, Türkçülük ve milliyetçilik sebebiyle üç kez hapse girip beraat etmiş; adı geçen muhterem ise bir kez bir bono davasından tevkif olunup muhakemeden sonra beraat etmiş, bir kez de müstehcen roman meselesinden bir aya mahkûm edilmiştir. İsnat edilen suçların nev’i, neferlik ve rütbe mukayesesi açısından daha fazla söze mahal bırakmamaktadır.

Yazılardaki bir kaç hususun tahlili:

a) 18 Haziran 1966 tarihli yazısında, Türkeş’in adındaki Arslan’ı ve genel sekreterin soyadındaki Kaplan’ı telmihen, insanların niçin hayvan ismi aldıklarını anlayamadığını söylemektedir. Birkaç tarihi romanı, tarihle ilgili yüzlerce yazısı bulunan bir münevver, siyaset hırs ve öfkesiyle sözün nerelere varacağını hesaplayamamış; aynı şanlı isimleri taşıyan büyük ve şerefli Türk hakanları Alparslanlara, Kılıçaslanlara, büyük Türk kahramanı Kurtoğlulara da farkında olmadan ayıp etmiştir. Kendisinin asıl ismi Abdulkadir’dir, Kadircan’ı kullanmayı tercih etmiştir.

b) 6 Haziran 1966 tarihli yazısında, Abdi İpekçi ile Ömer Sami Coşar’ın İhtilâlin İçyüzü isimli kitabına atfen, daima İnönü’ye karşı olduğunu söyleyen Türkeş’in, 27 Mayısın ilk günü İnönü’yü ziyaret ederek elini öptüğünü yazıyor. Böylece bir tutarsızlık yakalamış oluyor!

CKMP Genel Sekreteri Mustafa Kaplan bu ithamı şöyle cevaplıyor: “27 Mayıs sabahı Türkeş’in İnönü’nün elini öptüğüne dair beyanınız diğer iftiralardan daha küçük değildir. Yazınıza aktardığınız bu kısım, o kitabın neşri sırasında hakşinas bir subayın şahadetiyle tekzip edilmiştir. Bunu siz de biliyorsunuz. Buna rağmen bundaki ısrarınızın mânasını anlamak güçlüğünde değiliz.”

Adı geçen kitap Milliyet’te tefrika halinde yayınlanmakta iken, 1 Mart 1965 nüshasında, Türkeş bir bölük alıp İnönü’yü korumaya koşmuştu, başlığıyla bahse konu olay anlatılır. 21 Mart nüshasında, İnönü’nün evini emniyet altına almakla vazifeli Salih Yakar isimli yarbayın gönderdiği açıklamada, Türkeş’in olayla hiçbir ilgisinin olmadığı belirtilir. 29 Mart nüshasında da emekli kıdemli albay Mücteba Özden’in bunu teyid eden açıklamaları yer almıştır. Kitabın bazı açıklamaları içeren ekler kısmında bu mektuplara yer verilmemiştir.

Ziyareti Türkeş şöyle anlatıyor: “Bizi arayan kişi önemli bir haberi veriyordu. Buna göre büyük bir kalabalık İsmet İnönü’nün evini sarmış, acele önlem alınması gerekiyormuş. Çevrede kimseyi bulamadım. Bir tank takımı ve piyade bölüğü ile İnönü’nün evine gittim. Bölük komutanından, evin çevresinde güvenlik önlemleri alınmasını emrettim. İnönü’nün evine gelirken Muzaffer Karan da bana katılmıştı. Ben odaya girince, İnönü ayağa kalkarak elimi sıktı ve beni tebrik etti. Ben de kendisine, ordunun idareye el koyduğunu, parti çalışmalarının bir süre için durdurulduğunu, asayişin normal olduğunu, sokağa çıkma yasağı bulunduğunu, bu ana kadar hiç kan dökülmediğini bildirdim. Bu sözlerim üzerine İnönü, beni kucakladı ve tekrar tebriklerini sundu. Muzaffer Karan, İnönü’nün elini öpüp, kendisine bir takım iltifatlarda bulundu.”

Faraza, Türkeş, İnönü’nün elini öpmüş olsun, bundan ne çıkar? Bir insanın kendisinden otuz üç yaş büyük bir milli mücadele cephe komutanının ve ikinci cumhurbaşkanının elini öpmesinde ne beis vardır? Siyasî rekabet ayrı, beşerî nezaket ve edeb ayrı bir konudur.

Akis dergisinin 3 Ağustos 1960 tarih ve 311 sayılı nüshasında anlatılan tevatür başka türlüdür ve tamamen aksi mahiyettedir. “Sahte milliyetçiler taraftarlarına cesaret vermek için başkentte şimdi nüfuz sahibi bir hakikî milliyetçinin müzaheretine sahip bulunduklarını evvela imâ yoluyla, sonra açık açık yaymaktan çekinmediler. Fısıltı gazetesi bu şahıs hakkında hikâyeler imal ediyordu. Efendim, Ankara’da hava bilindiği gibi değildi. Meselâ kudret sahibi biri vardı ki CHP devrinde Turancı diye hapse atılmış, işkence görmüştü. Hattâ etinin tırnaklarını sökmüşlerdi. İnönü Cemal Gürsel’i görmeye geldiğinde kendisini o zat karşılamış, tırnaksız parmaklarını göstererek “Biz sizi de biliriz, Paşam. İşte, sizin devriniz!” demişti. Başka bir hikâyeye göre İnönü elini uzatmış, fakat o sıkmamıştı. Daha başka bir hikâye ise aslında kudretin onun elinde bulunduğunu anlatıyor, onun Cemal Gürsel’e İnönü’yü kabul ettirmediğini, red cevabı verdirdiğini naklediyordu. İsmi istismar vesilesi olan albay, Albay Alparslan Türkeş’tir ve bazı şiirlerinden dolayı vaktiyle hakkında takibat yapıldığı, mahkemeye verildiği ve beraat ettiğinden gayrı bütün hikâyeler uydurmadır. Yeni idarecilerin en mümtazlarından biri olan kültürlü, idealist, vatanperver Albay küçük hesapların çok üstündedir.”

c) 27 Ekim 1960 tarihli övgü yazısı da hatalıdır. “Milli Birlik Komitesi üyelerinden Kurmay Albay Alparslan Türkeş, tek parti devrinin cefasını fazlasiyle çekmiş bir adamdır. 1944 senesinde Ankarada komünistler aleyhinde yapılan gösteride: “Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın İnönü!..” diye bağıranlar arasında bulunmuştur.”

Türkeş 1944 olayları sırasında Ankara’da değil, Erdek’te üsteğmendir.

d) Yazılarında genellikle Türkeş’i diktatörlük yanlısı, kendisini de demokrat gösteriyor. 27 Mayıs ihtilâlinin hemen sonrasında kaleme aldığı yazıların başlıkları, her zaman demokrat olmadığına dair fikir veriyor.

28.05.1960 Milli İrade Gerçekleşti…
02.06.1960 Bir Gazâ Kıldın ki…
04.06.1960 Yağma!..
05.06.1960 Hesap Sorulmalıdır…
10.06.1960 İnkilâp Meşrûdur…
14.06 1960 Kimlerden Hesap Sormalı?

e) Necip Fazıl’la polemiklerinden birinin mevzuu, Kaflı’nın 23 Nisan 1959 tarihinde İnönü lehinde yazmış olduğu bir yazıdır. 1 Mayıs 1959 tarihi Büyük Doğu’nun 9. sayısında; “Geçenlerde İnönü’yü metheden ve gafil halk tarafından Müslümanlığı tuttuğu sanılan ve tutulan muharririn kim olduğunu görünüz.” açıklamasıyla Kazanova’nın Aşk Maceraları kitabının Cumhuriyet gazetesinde çıkan reklamının klişesi verilir.

Kaflı da onun kadınlarla ilgili eski şiirlerinden bahsederek cevap verir.

Necip Fazıl, Kazanova konusunu daha önce de işaret etmiştir. “Bu klişeye dikkatle bakınız! Bundan 7-8 yıl evvel Cumhuriyet gazetesinde neşredilmiş bir ilân.. Ve hâdise üzerinde ibretle düşününüz!” Büyük Doğu, 4 Haziran 1954, sayı 5.

Cumhuriyet gazetesindeki reklam klişesi şudur:

“Tarihin en meşhur zamparası KAZANOVA’ nın Aşk Maceraları
Kadircan KAFLI
Milyonlar harcanarak beşinci defa filme çekilen hakikî aşk, çapkınlık ve heyecan eseri. Üç renkli kapak, tablolar, büyük boy, forması 25 Krş. Birinci forması çıktı. Bayilerden isteyiniz. İstanbul Yayınevi.” (Cumhuriyet, 6 Şubat 1948 ve 19 Şubat 1948)

f) Kaflı, 2 Ağustos 1962 tarihli aleyhteki ilk makalesini, Yeni İstiklal gazetesinde Zümrüdüanka mahlaslı bir şairin şu latifeli dizelerine istinad ederek bağlıyor.

Yurda toptan dönüyor Ondörtler,
Eyleyip kepçe küçük bir kaşığı,
Olsalar hepsi de ondördü ayın,
Bunların kendine yetmez ışığı..

Yeni İstiklal’in Zümrüdüanka’sı, Ondörtlerin ışığını nasıl ölçmüştür, onlarla ne derdi vardır, bilinmez. Belki, onların dışında savunmasız bir zümre bulup hicvedemediği içindir. Gazetede, Mayın Tarlası başlığı altında, daldan dala gezinen diğer mısraları, bu aktüel konuya da lâf olsun diye temas ettiği intibaını veriyor.

Lâf olsun diye yazılmıştır, çünkü Yeni İstiklal’in iki sayı önceki nüshasında, Türkeş’in “Kırk Kahramanlar ve Kürşad” isimli eski bir makalesi yayınlanmıştır. Yayın heyeti Türkeş’e aleyhdar olsa, makalesini yayınlamaz. Zümrüdüanka’nın yazdıklarını önemsese, bu şiirimsi şeyi koydurmaz. Her neyse… Sosyal medyada rastlanan bilgilerde, Abdullah Öztemiz adlı bir doktor şairin, Mayın Tarlası adı altında Zümrüdüanka mahlasıyla manzum hicivler yazdığı belirtiliyor. Böylece, aynı gazetede şiirleri yayınlanan Arif Nihat Asya veya Cemal Oğuz Öcal zan altında kalmaktan kurtulmuş oluyor. Zaten onlar, 1944 Türkçülük davasındaki bir arkadaşları için böyle boşboğazlık yapmazlar.


Kaflı hakkında etraflı bir doktora tezi yapılmış, eserleri, tefrikaları ve Yeni Sabah ile Tercüman’daki makaleleri döküm halinde verilmiştir. Bazı yazıların tarihlerinde birkaç günlük kaymalar tarzında küçük hatalar mevcuttur. Ayrıca, 1961 yılının Ağustos ayında Tercüman’daki yazıları devam etmekte iken, aynı esnada Kudret gazetesinde çıkan otuz civarındaki farklı köşe yazısı gözden kaçmıştır.

---


NEJDET SANÇAR

Ötüken, Nejdet Sançar, 24 Eylül 1965, sayı 21.

TÜRKEŞ HAKKINDA

27 Mayıs hareketine kadar yalnız dostları, arkadaşları ve yakınları tarafından tanınan Alparslan Türkeş, bu tarihten sonra Türkiye’nin sayılı şöhretleri arasına girdi. Bu şöhretin lehte ve aleyhte olmak üzere iki yönlü olduğu bir gerçektir.

Sayısı hiç de az olmayan bir kütle için Türkeş, kendisinden bir şeyler beklenen bir insandır. Anadolu’da, Türkeş adı etrafında âdeta menkıbeler meydana gelmesinin bir sebebi de budur. Ancak, bu lehteki hüküm, aynı fikrin ve inancın ürünü değildir. Birbirinden az veya çok farklı hareket noktalarına dayanmaktadır. Bunların içinde en mânâlısı elbette ki, milliyetçi zümrenin ve bilhassa gençliğinkidir. Hayatta, Türk ülküsünün üstünde bir dâvâ tanımayan milliyetçilerin ve gençlerin, Türkeş adında, bu büyük dâvâ ile ilgili şeyler aradıkları bir gerçektir.

Diğer yandan, Türkiye’de, yine azımsanamayacak bir kütle için de Türkeş, çekinilecek ve hattâ korkulacak bir addır. Bu hükümde birleşenler için Türkeş, âdeta bir umacıdır.

Bir insan, bir memleket için hem bir ümit kaynağı, hem de korkulacak bir varlık olabilir mi?

Türkeş hakkındaki bu birbirine çok aykırı hükümler, bir yandan kendisinin gerçek kişiliği ile bilinmemesinden, diğer yandan da aleyhindeki aleyhindeki kasıtlı propagandalardan ileri gelmektedir. Bu yanlıştan kurtulmanın tek yolu, menkıbelerle iftiraları bir yana itip, katı gerçeği öğrenmektir.

Türkeş’in gerçek karakteri nedir?

Kendisiyle yakınlığı bilinenler, bilhassa gençler, bu soruyu bana sıkı sık sormaktadırlar. Bir nice zamandan beri, küçük gruplara ağızdan nakletmekte olduğun gerçeği, yazı ile de tesbit etmem hususunda eskiden beri tekrarlanan istekler, son zamanlarda daha da artmış bulunuyor. Yakın günlerin Türkeş hakkındaki sistemli iftiralarını da dikkate alınca bu isteği yerine getirmek, artık, bir zaruret haline gelmiş oluyor.

* * *
Alparslan Türkeş ile yirmi yılı aşan bir zamandanberi sürüp gelen bir arkadaşlığımız var. Bu başlangıç tarihi 1944 tür. Türk milliyetçiliğinin o büyük ihanete uğradığı ve Türk milliyetçilerinden bir grubun hürriyetlerinin ellerinden alındığı, işkenceler ve zulümlerle dolu o uğursuz ve Türk tarihi için kapkara leke olan yıl..

Türkeş’i o tarihe kadar görmüş değildim. Sadece ateşli bir Türk subayı olarak adını duymuştum. O hürriyetsizlik günlerinde tanıştığımız zaman, henüz üsteğmendi. Tophane’deki askerî cezaevinde geçirdiğimiz uzun aylar, bizlere birbirimizi yakından tanıma imkânını vermişti. İşte, Türkeş ile arkadaşlığımızın ve dostluğumuzun temelleri o zaman atıldı. Bizi, birbirimize kopmaz bağlarla bağlayan, temeli Türklük sevgisi olan büyük fikir idi. Bu sebeple, arkadaşlarımız ve dostluğumuz, tek parti diktatörlüğü devrinde Türk milliyetçili suçu (!) ile yargılandığımız askerî mahkemede beraat ettikten sonra da devam etti.

Aşağıdaki satırlar, işte bu yirmi yılı aşan arkadaşlığın ve dostluğun hükümleridir.

Alparslan Türkeş, her şeyden önce bir milliyetçi, bir Türk milliyetçisidir. Fakat bu milliyetçilik, bizde örneği çok görülen şekilde, mânâ ve şuur kazanmamış bir milliyetçilik değildir. Türkeş’in milliyetçiliği sağlam ve ilmî temellere dayanan şuurlu bir milliyetçiliktir. Yani, fikir tarihimizdeki adı ile, Türkçülüktür. Bu sebepten, bütün gerçek Türk milliyetçileri gibi, Türkeş de, Türkçülüğün büyük menfaatlarını her şeyin üstünde tutan bir yaratılıştır.

Alparslan Türkeş, köklü bir kültür sahibidir. Bilhassa millî kültür bakımından örnek bir Türk aydınıdır. Bizde, mesleklerinde değer sahibi pek çok kimsenin dahi, millî kültür bakımından ne kadar yavan ve fakir oldukları malûmdur. Türkeş, iyi bir Türk subayı olarak yetişmeye çalıştığı yıllarda, bu çalışmayı sadece askerlik çerçevesi içinde bırakmamış, millî kültürün, insanı insan yapan hazinelerine de inmiştir. Samimî ve sağlam bir milliyetçi olmasında, bu köklü millî kültürün payı da büyüktür.

Alparslan Türkeş, kelimenin mutlak mânâsıyla bir asker ve onun da üstünde bir Türk askeridir. Askerliğe bütün varlığı ile bağlı olmasının ve Türk ordusunu bütün kalbiyle sevmesinin sebebi budur. Türkeş, Türk askerliğinin tarihî vasıflarına sahiptir. Akademiye giriş, akademiyi bitiriş imtihanlarında ve askerlikle ilgili başka sınavlarda daima üstün ve en üstün dereceler kazanmış olmasında, bu vasfının rolü büyüktür.

Alparslan Türkeş, parlak bir zekâya sahiptir. Meslek hayatındaki başarılarında bu parlak zekânın payı da mühimdir. Türkeş’in zekâsının asıl beğenilecek yönü, onun, en çok Türklüğün faydası yönünde işlemesidir. Yani bu, bizde örnekleri bol olan şahsî çıkarcı ve tilki kurnazlığı seviyesinde bir zekâ değildir. Toplumun ve milletin faydasını araştıran gerçek zekâdır.

Alparslan Türkeş, cesur bir yaratılıştır. Be cesaretin gerçek derecesi, savaş sınavlarında mihenk taşına vurulup da ölçülmüş değildir. Fakat, kendisini yakından tanıyanlar, Türklüğün büyük menfaatları gerektirdiği takdirde, Türkeş’in bu karakterinin hakkını verebilecek bir Türk oğlu olduğunda birleşmektedirler.

Alparslan Türkeş, dinî inançları sağlam bir insandır. Çocuklarının yalnız millî şuur ve terbiye ile değil, dinî inanç sahibi olarak da yetişmelerine gayret göstermesi, bundandır.

Alparslan Türkeş, daha bir çok insanlık vasıflarını şahsında toplamıştır. Şahsiyet sahibidir, olgundur, karakterlidir, iyi huyludur, naziktir, kibardır. Kaynağını Türklükten ve Türkçülükten alan şahsiyet ile kendisini tanıyanlar üzerinde büyük tesir bırakır. Millî davalarda arkadaş ve dostlarının kendisine karşı besledikleri büyük inanç, karakterinin kayalar gibi sağlam oluşundandır. Örnek bir aile reisi oluşu, dış çevrelerle olan münasebetlerinde dahi insanlık terbiyesinin gerekli kıldığı en küçük hususlara bile büyük dikkatle riayet etmesi de bundandır.

Ve nihayet Alparslan Türkeş, tam bir ülkü adamıdır. Onun, çok genç yaşlarında gönül verdiği ülkü, Türklük ülküsüdür. Milletimizin bütün gerçek ve samimî milliyetçileri gibi, Türkeş de, Türklük ülküsü ne hiçbir karşılık beklemeden hizmeti, hayatın tek ve en büyük mânâsı olarak bilir.

* * *
Türkeş hakkında tarafsız ve doğru bir hükme varmak isteyenler, kendisini bu açıdan ve bu gerçek vasıflarıyla değerlendirmeye çalışmalıdırlar. Çünkü, insanlar hakkındaki hükümler, hiçbir ciddî esasa dayanmayan menkıbelere veya iftiralara değil, onların karakterlerine, inançlarına, fikirlerine ve dâvâlarına dayanılarak verilir.

Türkeş konusunda gerçekle taban tabana zıt fikirlere sahip olanlar, onu, parti çıkarları gibi dar bir açıdan ele alanlar, yahut hakkındaki kasıtlı yalan ve iftiraları, akıl ve mantık süzgecinden geçirmek gibi bir insanî davranışa dahi lüzum görmeden kabul edenlerdir.

Milletlerini sevenler ve bilhassa gençler için şunu önemle belirtmek isterim ki mahiyetleri henüz iyice bilinmeyen bazı olaylar dolayısıyla veya Türklüğün büyük menfaatları yanında hiçbir değeri olamayan küçük çıkarlar öne sürülerek, kendisinde bir takım kusurlar ve hattâ suçlar bulmaya çalışanlara rağmen, Alparslan Türkeş, birer ferdi olmakla övündüğümüz büyük millete, büyük hizmetler edebilecek bir Türk oğludur.



ÖTÜKEN DERGİSİ

Ötüken, 24 Eylül 1965, Sayı 21.

Kaflı’nın Gafları

Kadircan Kaflı, bilinmez neden, Türkeş’in aleyhindedir. Her insanın her insanı sevmesi ve beğenmesi mecburiyeti yoktur ama, aynı fikrin ve inancın yolcuları, birbirlerini sevmeseler veya beğenmeseler bile, hiç olmazsa uluorta birbirlerinin aleyhinde bulunmamalıdırlar.

Kaflı, eskiden beri, millî ve dinî konularda yazılar yazar. Bu bakımdan, kendisini tanıyanlar için milliyetçi bir kalemdir.

Türkeş de bir milliyetçidir. Artık bundan şüphe etmek de, meselâ Hz. Muhammed’in İslâmlığından şüphe etmek gibi bir şeydir. Bu bakımdan nasıl kızıllar birbirini tutuyor, biraderler birbirlerine sırt veriyorlarsa, milliyetçilerin de aynı yolda olmaları gerekmez mi? Öyleyse Kadircan Kaflı niçin Türkeş aleyhine yazı yazar.

Artık şu husus, herkes tarafından bilinmeli: Türkeş, milliyetçilik bayrağını bugün havaya kaldırmak imkânında olan Türk oğludur. Bu sebepten ona saldıranlar sadece çetinler, metinler filân gibi yaratıklar olmalıdır.

Acaba Kaflı da o kategoride mi yer almak niyetinde.

---


KADİRCAN KAFLI

1

Tercüman, Kadircan Kaflı, 27 Ekim 1960.

Türkeş ve Bursa konuşması…

Milli Birlik Komitesi üyelerinden Kurmay Albay Alparslan Türkeş, tek parti devrinin cefasını fazlasiyle çekmiş bir adamdır. 1944 senesinde Ankarada komünistler aleyhinde yapılan gösteride:

- Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın İnönü!..

Diye bağıranlar arasında bulunmuştur, fakat komünistleri himaye ettikleri daha sonra, muhakeme sırasında meydana çıkmış olanların tahrik ve iftiraları yüzünden hâdise tersine çevrilmiş, yirmibeş kadar milliyetçi ile birlikte tabutluklarda işkence çekmiştir. Hattâ o zamanın devlet reisi aynı senenin 19 Mayıs bayramında bir nutuk vererek o milliyetçileri vatan haini diye teşhir ve itham etmiş, en basit hukuk kurallarının bile hâkim olmadığı bir memlekette imişiz gibi sanıklar muhakemeleri bitmemişken devlet reisi tarafından mahkûm edilmişlerdir, halbuki basının bile sanıklar hakkında yorumlar yapması kanunen yasaktı. Bu yasağa herkesten önce devlet reisinin riayet etmesi gerekirdi.

Bereket versin ki Türkiyede kanuna ve vicdana saygılı hâkimler vardı. Alparslan Türkeş ve arkadaşları beraet ettiler. Devlet Reisinin onları, hiçbir selâhiyeti olmaksızın mahkûm eden nutku okul kitaplarında bir müddet daha kaldı. Bu hâdise demokrasi tarihimize kara bir leke olarak geçecektir.

Alparslan Türkeş’in hukuk devletini kurmak maksadiyle millet yolunda harekete geçenler arasına katılmasında hiç şüphesiz 1944 hâdiselerinin acı hâtırası mühim tesirler yapmıştır.

1944 de Devlet Reisliği yapmış olan zat veya onu putlaştırmağa çalışanlar o büyük hatayı unutmamış olacaklar ki bir mukabele görmek kuruntusuyla bazı CHP li dergiler ve gazeteler Alparslan Türkeş aleyhine bir tezvir kampanyası açtılar; lâkin bu çirkin hareket onlara fayda değil zarar vermiştir. Alparslan Türkeş Milli Birlik Komitesindeki vazifesine pek tabiî olarak devam ediyor. Diğer arkadaşları gibi memleket meselelerinde faal bir rol oynamaktadır. Nitekim evvelki gün Bursada Türk Kültür Dernekleri Şubesini açmış, bu münasebetle güzel bir konuşma yapmıştır.

Milli Şef devrinde politikacılar birer kul durumunda idiler, <<halka rağmen halk için>> deniliyordu, bu ise Cumhuriyete ve demokrasiye aykırıydı, diktatörlüğün ta kendisiydi.

Halbuki Alparslan Türkeş, şüphesiz Milli Birlik Komitesine tercüman olarak: <<İnsanlar için en büyük yüz karası insanlara köle olmaktır. Prensibimiz, halkla beraber halk için ve halka doğrudur>> diyor.

İşte gerçek demokrasinin bir tarifi de budur; devlet reisi bile her şeyden önce vatandaştır, yaptığı iş herhangi bir vatandaşın yaptığı iş gibi halka hizmettir, <<imtiyazsız ve sınıfsız millet>> diye marşlar söylerken imtiyazların hüküm sürdüğü ve sınıfların teşekkül ettiği sahte demokrasi devrine artık son verilmiştir.

Tek parti devrinde Halkevleri vardı, bunlar güya millî kültürü geliştirecekti, fakat hakikatte CHP nin tapulu kültür şubelerinden başka bir şey değildi, asıl gayesi yeni nesilleri bir tarikat zihniyeti ile Halk Partisinin dervişleri haline getirmekti. Nasıl dervişler şeyhe körü körüne itaatli olurlarsa onlar da partinin şefine öyle bağlanacaklardı. Bu gidiş tam mânasiyle içtimaî, kültürel ve siyasî bir irtica idi.

Türk Kültür Dernekleri hakkında Alparslan Türkeş: <<Bu derneklerin politika ile hiçbir ilgisi olmayacaktır. Böylece geçmişte misalini gördüğümüz gibi politika değişikliklerinde partilerin hışmına uğramak âkibetinden uzak kalacaktır.>> diyor. Fakat şunu söyliyelim ki şimdiden bir çok derneklere, kulüplere, içtimaî teşekküllere sızmış olan CHP bugün iktidara gelirse Türk Kültür Derneklerini de ele geçirmeğe çalışacaktır. Buna tedbir almak gerekir.

Alparslan Türkeş cehaletle mücadelenin ilk millî dava olarak ele alındığını bir defa daha belirtiyor. Demokrasiye candan saygılı olanlar için en büyük dâvâ gerçekten budur. Fakat bir mesele daha var ki, daha az mühim değildir, o da bilhassa politikacı aydınlardan bazılarının sağduyudan mahrum olmalarıdır; iktidara gelmek için gayet doğru ve iyi fikirler ileri sürmek, fakat iktidara geldikten sonra hiç utanmaksızın aksini yapmak o gibiler için marifet sayılıyor. Bununla da mücadele lazım değil mi?

Evet. Alparslan Türkeş’in dediği gibi <<şahısları putlaştırmaktan kurtulmalıyız>>. Kula kul olmak insanı ancak alçaltır.

Hoşça kalınız!


2

Tercüman, Kadircan Kaflı, 2 Ağustos1962.

On Dörtler!..

Otuz sekiz kişiydiler. Hepsi aynı okuldan yetişmişlerdi, hepsi aynı meslektendiler, hepsi aynı terbiyeyi görmüşlerdi. Bir ihtilâl yapıp siyaset sahnesinde söz sahibi olunca ayrılık belirdi. Biri bir kazaya uğradı, otuzyedi kaldılar. Ondördü bir tarafta, yirmiüçü bir tarafta. Ondörtler yirmiüçleri uzaklaştırıp intikal devresini en az dört sene uzatmak istediler. İktidara gelen kolay kolay gider mi? Haydi dört sene daha!... Lütfen hizmete devam kararı ve dört seneler birbirini kovalar! Ve nihayet ihtilâl kadroları bir de bakarsınız ikiye, hattâ bire kadar iner. Netice: Diktatörlük!

Yirmiüçler ondörtleri bir gecede derleyiverdiler, sekizer veya onarbin lira aylıkla dünyanın dünyanın birer bucağına yolladılar. Onların kaderlerine az mı imrenen oldu?

Yirmiüçlerden biri istifa etti; geriye yirmiiki kaldı ve iktidarı bırakıp devleti milletin iradesiyle sorumluluk yüklenenlere teslim ettiler. İktidara gelip kendiliklerinden gidenler de olurmuş demek! Tarihimizde bir feragat örneği.. Ama temelli senatör olmuşlar mış? O kadarını da hoş gör.

Ama Ondörtler durmuyorlar. Temsilcileri vatana izinli geldiler, kahramanca konuştular, gazetecilerle görüştüler, büyük büyük lâflar ettiler. Sonra hepsi Brüksel’de toplanmışlar. Orada neler konuştuklarını bilmiyoruz.

Bir de yirmiiki Şubatçılar var. Büyük Millet Meclisinin millet adına lütfen affettiği âsi subaylar. Ondörtlerin mümessilleriyle pek can ciğer oldular. Kahramanlar buluşması gibi bir şey. Bizde kahraman çoktur! Tevekkeli <<her gönülde bir arslan yatar>> derler. Yatmasına yatsın, bir diyeceğimiz yok, fakat aman kalkmasın. Arslan zannettiklerimiz başka şey oluyor. Osmanlı devletini o arslanlar batırmışlardı; az daha Türk milleti de yok oluyordu. Bereket versin ki gerçek arslanlar şahlandılar da ölümden kurtulduk.

Asıl şaşılacak şey nedir biliyor musunuz?

Emekli İnkılâp Subayları Derneği Başkanı bir emekli general de Ondörtlerle görüşmek üzere Brüksel’e gitmiş.

Emekli İnkılâp Subayları Millî Birlik Komitesinden şikâyetçi. İyi ama, onların ansızın emekliye ayrılmalarında o zaman Millî Birlik Komitesi üyesi olan Ondörtlerin tesiri daha fazla olmadı mı? Bunlar mağdur olduklarını söylüyorlar. İddia doğru ise Ondörtler gaddar demektir. Mağdurların gaddarlara el vermesi ne dereceye kadar yararlıdır? Hata varsa Büyük Millet Meclisi düzeltir. Büyük Millet Meclisi ise Brüksel’de değildir.

Siyasî bir teşekküle mensup olmayanlarımız arasında siyasetle meşgul olanların çoğu işsizlerdir; bu sebeple siyaset en çok kahvehanelerdedir. Galiba Ondörtlerin de işleri pek yok.

Yeni İstiklal gazetesinde Zümrüdüanka lâtife ediyor.

Yurda toptan dönüyor Ondörtler,
Eyleyip kepçe küçük bir kaşığı,
Olsalar hepsi de ondördü ayın,
Bunların kendine yetmez ışığı..

Dev aynasını ciddiye almanın aldanmak olduğunu bilmek gerekmez mi?

Hoşça kalınız!

(Son Posta gazetesinde iktibas, 5.8.1962)



3

Tercüman, Kadircan Kaflı, 9 Mayıs 1963.

Ondörtler var mı?..

Milletin şahıslara bel bağlayacağını sananlar ancak kendilerini aldatan tatlı bir kuruntu içindedirler. Fakat bu türlü kuruntular artık hüsranla bitmeğe mahkûmdur, çünkü bu millet eski millet değildir, yalnız kendi iradesinin yürürlükte olması halinde selâmette olacağını yeter derecede anlamış bulunuyor.

Adı etrafında çok şeyler söylenen Alparslan Türkeş nihayet konuştu. Bu konuşmaya güya Başbakan İsmet İnönü’nün parti grubunda Ondörtleri itham etmesi bahane tutuldu. Halbuki böyle bir itham olmadığını Başbakanlık resmen bildirdi. Hal böyle olunca itham vaki değildir, vaki olmayan bir hal ise sebep değil ancak bahane olabilir.

Türkeş’e göre siyasî buhran vardır. Çünkü politikacıların bir kısmı 27 Mayıstan intikam almak hevesindedirler, bir kısmı ise 27 Mayısı istismar etmektedirler; milletin kaderinden sorumlu olanlar ise onun istek ve ıstıraplarına karşı ilgisizdirler!..

27 Mayıs’ın intikamcıları Meclisteki son genel görüşmedenberi perişandırlar, 27 Mayıs’ı istismar edenler arasında ise acaba Türkeş ve arkadaşları da yok mudurlar? Çünkü 27 Mayıs artık tarih olmuştur; Ondörtler değil ama onları bir tarafa koyan 23 ler yeminlerinde durmuşlar, yeni Anayasa rejimini kurmuşlar, idareyi millî iradeye devretmişlerdir. Ondörtlere kalsaydı bu işi 1961 de değil 1965 de tasarlamışlardı, o zamana kadar ısındıkları koltuklardan ve iktidar zevkinden feragat edecekleri ise pek uzak bir ihtimaldi.

Türkeş Ondörtler adına konuşuyor. Halbuki Ondörtler kaldı mı? Dokuzu herkes yeni Anayasa nizamının yürümesine yardım etmeli diyerek politikayı bıraktılar. Türkeş’in liderlik ettiği beşten de ancak üçü sahnededir. Bu itibarla kendinden ve arkadaşlarından Beşler veya Üçler diye bahsetmesi gerekmez mi?

İki Bakan onlarla görüşüyormuş. Olabilir, maksatlarını öğrenmek istemişlerdir; siyaset adamları icabedince yabancı ve düşman diplomatlarla da görüşürler. Siyaset adamları şunlarla görüşürler, fakat bunlarla görüşemezler diye bir usul mü vardır?

Türkeş’e göre iktidar çevreleri bir suçlu psikolojisi içinde imişler; kendilerini tarihin aynasında 27 Mayısa ve dolayısiyle millete karşı ağır suç işlemiş insanların şaşkınlığı, vicdan azabı ve bunaltısı içinde görüyorlarmış.

Yeni Anayasa nizamı içinde bir suç gizli kalmaz ve hiçbir suç hakkında itham ve iddiada bulunmak için engel yoktur. Meclisin murakabesi tam ve serbesttir, zira şahıslar yok, millî irade vardır. Bu hale göre iktidar hakkındaki ithamlar havada laf olmaktan öte gidebiliyor mu?

Hoşça kalınız!


4

Tercüman, Kadircan Kaflı, 11 Mayıs 1963.

Üçten dokuza!..

1908 inkılâbını yapanların üç umdesi vardı, her fırsatta haykırdılar, her imkândan faydalanarak başkalarına da tekrarlattılar. Hürriyet, Adalet, Müsavat…

Bu üç ayak üzerinde vatan mamur olacak, millet saadete erecek, devlet büyüyecek ve kuvvetlenecekti.

Fakat üç umdeyi ortaya koyanlar vakit vakit üçünü de çiğnediler, vatan parça parça yabancılara geçti, millet sefil oldu, devlet yıkıldı.

Demek ki parlak fikirler ve umdeler ortaya atmakla iş bitmiyormuş, kelimelerde keramet yoktur.

Cumhuriyetle beraber Halk Partisinin altı umdesi dillere destan oldu: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Lâiklik, İnkılâpçılık..

Bunlara altı ok da deniliyordu ve Halk Partisinin bayrağında hâlâ görülmektedir.

Altı ok sayesinde vatan mamur olacak, millet refaha erecek, devlet büyüyecek ve kuvvetlenecekti.

Büsbütün verimsiz olmadı, bunu da Atatürk gibi bir büyük adamın başta bulunması sağladı. Fakat umduklarımız ve hattâ o prensipleri koyanların umdukları gerçekleşmedi. Sebep ne? Atatürkün ölümünden sonra umdeler âdeta unutuldu, idare şeklinin yalnız adı Cumhuriyetti, milliyetçiliği inkâr eden hâdiselerle karşılaştık, hükûmet halka uzak kaldı, devletçilik bütçeye ve dolayısiyle millete yük oldu. Lâikliğin dinsizlik mânasına alındığını gördük, inkılâpçılık hemen hemen gösterişten ibaret gibiydi. Altı umdenin verimsiz kaldığının en belirli delili milletin Halk Partisini ilk fırsatta rafa kaldırması değil midir?

Şimdi Alparslan Türkeş üç fazlasiyle dokuz umde sunuyor; buna dokuz ok da diyebiliriz.

Dokuz sayısının seçilmesi dikkatimi çekti, bu sayı eski Türkler tarafından uğurlu sayılırdı, hattâ hükümdarlar birbirlerine hediye sunarlarken sayılarının dokuz olmasına önem verirlerdi. Dokuz at, dokuz köle, dokuz cariye, dokuz tepsi dolusu altın, dokuz top kumaş gibi…

Hem bu umdeler, dokuz sayısı doldurulmak için şişirilmiş hissini vermektedir. Milliyetçilik, ülkücülük, ilimcilik, toplumculuk, köycülük, halkçılık, gelişmecilik ve hürriyetçilik, ahlakçılık, teknikçilik ve endüstricilik..

Milliyetçilik ülkücülüktür; halkçılığın içinde köycülük ve toplumculuk vardır. İlimcilikle teknikçilik ayrı sayılamaz, endüstricilik ise teknikçiliğin tabiî neticesidir. Hattâ ahlâkçılığı milliyetçilikten ayıramazsınız, zira ahlâksız milliyetçilik ve ülkücülük olmaz. İlimci elbet gelişmecidir.

Bunların hepsi yeni Anayasada var, hem de fazlasiyle. Anayasacı olmak, demokratik rejime bağlanmak yeter de artar bile. O halde dokuz ok neye? Kaldı ki millet hâlâ altı oktan bile hoşlanmıyor. Kitap yazacaklarmış, anlatacaklarmış, hele görelim.

Hoşça kalınız!


5

Tercüman, Kadircan Kaflı, 9 Ocak 1964.

CKMP ve Türkeş

27 Mayıs İhtilâlini o sabah gür bir ses haber veriyordu, o sesin Alparslan Türkeş adında bir albaya ait olduğu söylediler.

Sonra bu ihtilâlci albayı İhtilâl Hükûmetinin Başkanı ve Başbakanı Sayın Cemal Gürsel’in müsteşarı olarak gördük, birkaç ay geçince de onüç arkadaşıyla beraber evinden alındığını, uçağa bindirilerek Hindistana gönderildiğini öğrendik.

İhtilâl Hükûmetinin Meclisi olan Millî Birlik Komitesinin yirmi üç üyesi ile on dört üyesi arasında anlaşmazlık çıkmış, yirmi üçler on dörtleri yabancı memleketteki Türkiye büyükelçiliklerine müşavir yapmışlardı. On dörtler oraya gönüllü gitmemişlerdi, bir sene kadar sonra çoğu döndüler. Alparslan Türkeş onlardan biriydi.

Türkeş 21 Mayıs ihtilâli teşebbüsünden sonra tevkif edilerek Askerî mahkemeye verildi. İhtilâlci olmadığı, hatta ihtilâl teşebbüsünü birkaç saat önce hükûmetin sorumlu bir şahsiyetine haber verdiği anlaşıldı, beraet etti.

Millî Birlik Komitesi üyeleri arasında, istifa ederek çekilen, bir parti kurmak isteyen veya kuran oldu, çoğu ise Cumhuriyet Senatosunda tabiî Senatör olarak vazife görüyorlar.

Alparslan Türkeş ve 6 arkadaşının millet ve memleket için bazı fikir ve prensipleri vardır. Böyle fikir ve prensip sahipleri ise demokratik rejimde ya bir siyasî parti kurarlar, yahut mevcut partilerden birine girerler.

Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının önce bir dernek kuracaklarını, sonra bu derneği siyasî parti haline koyacaklarını duymuştuk. Şimdi ise, Cumhuriyetçi Millet Partisine girmek istediklerini öğreniyoruz. Demek ki bu partinin programı ve prensipleri onlarca münasip görülmüştür. Alparslan Türkeş ve arkadaşları daha önce dokuz umde tesbit etmişlerdi:

- Programa bu umdelerin alınmasını isteyebiliriz.

Demiş. Partiye girmeden önce böyle bir istekte bulunmak normal değildir, bir partiye bir yakım fikirler empoze ederek hem düşünülemez hem de böyle bir hareketin verimli olması teknik bakımdan mümkün değildir. Lâkin partiye girdikten sonra her partili her teklifi yapabilir; zaten 22 Şubatta yapılacak büyük kongrede bu partinin tüzük ve programı yeniden ele alınacaktır.

Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine girmeleri herhangi bir vatandaşın girmesi gibi değildir. Zira bu insanlar herhangi bir vatandaş değillerdir, şimdiden tarihe geçmişlerdir. Lehlerinde ve aleyhlerinde çok şeyler söylenmiştir ve söylenebilir. CKMP Genel Başkanı Hasan Dinçer’in <<müracaat ederse program ve prensiplerimizi kabul etmiş demektir>> sözü doğrudur; fakat <<her vatandaş>> tâbiri üzerinde durmak gerektiğini söyleyenler var. Bununla beraber herhangi bir partiye girmek için bütün niteliklere sahiptirler.

Hoşça kalınız!


6

Tercüman, Kadircan Kaflı, 24 Ocak 1964.

Türkeş ve Arkadaşları…

Onbeş gündenberi, politikacılar, gazeteciler ve politika ile ilgilenen vatandaşlar arasında bir merak var. Bana da sordular:

- Alparslan Türkeş ve altı arkadaşı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine giriyorlarmış, doğru mu?
- Böyle bir istekleri varmış!
- Parti onları davet etmiş diyorlar!
- Resmî bir davet yok. Onların CKMP yi ötedenberi beğendikleri, karakter ve fikir bakımından kendilerine yakın buldukları bilinmektedir. Bu partiden bazıları onlara, politikada arkadaşlık etmişler. Onlar da bu teklifi sevimli bulmuşlar.
- Parti ile onlar arasında müzakereler yapılıyormuş.
- Bazı partililer, onlardan bazılariyle görüşmüş olabilirler.
- Pazarlık halinde imişsiniz!
- Türkeş ve arkadaşları siyasî ve sosyal bir teşekkül halinde değildirler, CKMP ise gelenekleri ve tarihi olan, programındaki prensipleri yeni devlete temel yapan bir siyasî teşekküldür. Şahıslarla böyle bir teşekkül arasında pazarlık bahis konusu olamaz.
- Fakat onların da bazı prensipleri varmış ve onların programınıza alınması istiyorlarmış!
- Böyle bir dilekleri olabilir, fakat partiye girmek için şart olarak ileri sürdüklerine ihtimal vermiyorum.
- Onların dokuz prensiplerinden bahsediliyor.
- Okudum, bilinen şeylerdir. Anayasamızda, hemen hemen bütün partilerin programlarında, bilhassa bizim programımızda olan şeylerdir.
- Bunu biraz açıklamak mümkün mü?
- Niçin olmasın? Milliyetçiyiz diyorlar, biz de milliyetçiyiz; ahlâkçıyız diyorlar, biz bunu hareketlerimizle de ispat ettik. Hürriyetçiyiz diyorlar, hürriyet için az mı savaştık? Gelişmeciyiz diyorlar, böyle olmamak tabiata aykırıdır. İlimciyiz diyorlar, ilimsiz hiçbir şey yapılamaz. Halkçıyız diyorlar, halkın içinden çıkıp halkı ihmal etmek namuslu insanlara yakışmaz. Toplumcuyuz diyorlar, bunun aksi, millet anlamını inkâr olur. Köylücüyüz diyorlar, köy bizim toplumumuzun yüzde yetmişidir. Endüstri ve sanayiciyiz, diyorlar, tarımın bile makineleştiği bu devirde sanayici olmamak sanayici milletlerin ırgadı olmaktır.
- İyi ama, onlar milliyetçiliği başka türlü anlıyorlarmış!
- Ne gibi?
- Meselâ, onlara kafatasçı diyorlar. Milliyeti kafatası ile tespit ediyorlarmış!
- Bunlar safsata… Bütün dünyadaki insanlar, kafatası bakımından dolikosefal ve brakisefal diye iki kısma ayrılır, bütün dünyada iki ırk mı vardır? Kafatasçı tâbiri, komünistlerin milliyetçilere iftirasıdır.
- Doğrusu nedir?
- Türkeş ve arkadaşları, milliyetçilik görüşlerini şöyle açıklıyorlar: <<Türk milliyetçiliği Türk milletine, Türk kültürüne, Türk devletine sevgi, bağlılık ve hizmet ülküsüdür.>> Çağdaş milliyetçilik anlayışına tamamiyle uygun. Kafatasçılık, faşistlik bunun neresinde?
- Türkeş’i lider yapacakmışsınız.
- Bizde lider yoktur, Genel Başkan vardır ve her büyük kongrede değişebilir. Liderlik taslayanlar ya ihanet etmişlerdir yahut gitmişlerdir. Herkes Genel Başkan olabilir. O da, partiye girerse,, uzunca bir zaman çalışıp teşkilâtın güvenini kazanabilirler. Genel Başkan olması mümkündür.
- Diğer siyasî partilerin hepsi Türkeş ve arkadaşlarının CKMP ye girmesinin aleyhindeler, âdeta telâş ediyorlar! Buna ne mâna verirsiniz?
- Onlar bizim yok olmamızı isterler, demek ki dostlarımız değillerdir. Dost olmayanların istemedikleri bizim için hayırlı demektir, bu ölçü pek az aldatır.

Hoşça kalınız!


7

Tercüman, Kadircan Kaflı, 1 Mart 1964.

CKMP Büyük Kongresi

Arkadaşımız Suna San uzaktan ve görmeden yazdı. Kongre eğleniyor dedi.

Ben içinde bulundum, eğlenceli bir tarafını göremedim, her kongre gibi, biraz ateşli, biraz çekişmeli, biraz entrikalı, fakat büyük ölçüde ciddî vakur ve başarılı geçti.

Bölükbaşının bir takım arkadaşlarını alarak gitmesinden ve bıraktığı partiyi yıkmak için insafsızca iki sene uğraşmasından sonra Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin sona geldiğini sananlar vardı, mahalli seçimlerde eskiye nisbetle az oy alması üzerine bu zan âdeta kanaat halini almıştı. Bu sebeple:

- CKMP büyük kongresini yapamaz. Beş on kişi ya gelir, ya gelmez, bu bir kongre değil cenaze töreni olacaktır!

Diyenlerle karşılaştık.

Fakat gerçek hiç de öyle belirmedi. Sıkıyönetime, kışa ve kara, mesafelerin uzunluğuna, yolların bir çok yerlerde kesilmiş bulunmasına rağmen sekizyüz delegeden altiyüz kadarı Ankarada bulundu ve kongre iki gün ayni ilgi ile devam etti.

Son aylarda partiye girecekleri söylenen Alparslan Türkeş ve dört beş arkadaşı da kongreyi izlediler. Türkeş her iki gün bir iki saat oturdu. Geldiği ve gittiği sırada kırk elli kişi tarafından alkışlandı. Konuşması için önerge verenler bulundu, fakat buna imkân yoktu, zira delege ve partili olmayan hiç kimse konuşamazdı. Türkeş ve arkadaşları da ne delege ne de partili idiler.

Kongrede Alparslan Türkeş’in genel başkan olmasını isteyenler bile vardı, bu arzularını aylardanberi açıklıyorlardı. Onda bir büyük kuvvet, âdeta keramet umuyorlardı.

Partilerde rütbe yoktur, vazife vardır, vazife ise liyakatlarını çalışmalariyle ispat etmiş olanlara emanet edilir. Parti öyle bir teşekküldür ki er olarak girilir, lâyıksa mareşal olunur, başarılı olmayınca da erliğe dönülür. Partiye girenin her şeyden evvel bunu bilmesi, bilhassa erlikten başlaması gerekir. Yunanlıların Alman asıllı İngiliz krallık sülâlesinden kral ısmarlaması gibi olmaz. Buna rağmen Türkeş partiye girmiş bulunsaydı Genel İdare Kuruluna seçilirdi, bu hesapça otobüsü kaçırmış demektir.

Bununla beraber Türkeş ve arkadaşları arasında da CKMP ye girmek ve girmemek hususunda anlaşmazlık vardır, gecikme veya bu işin olmaması bu yüzdendir.

Son aylarda Türkeş’in CKMP ye Genel Başkan için müzakereler yaptığı söyleniyordu, bunda gerçeğin payı vardır.

CKMP büyük kongresine onbirler diye meşhur olan emekli birkaç subayla 22 Şubatcılardan bir iki emekli subay da geldiler, bir müddet müzakereleri izlediler. Bu münasebetle yarı şaka:

- Burası ihtilâlciler karargâhı mıdır?

Diyenler bulundu. Bu bir yanlış soruydu. Aslında ise onlar hukuk devleti nizamı içinde politika hayatına atılmak istiyorlardı, diğer partilere giremezlerdi, yeni parti kurmak zordu, <<acaba CKMP ye girmek münasip mi?>> diye iskandil ediyorlardı.

Bütün bu olaylar eğlenceli sayılıyorsa Suna San’ın Kongre Eğleniyor diye yazması bir dereceye kadar doğru sayılmak gerekmez mi?

Hoşça kalınız!


8

Tercüman, Kadircan Kaflı, 31 Temmuz 1965.

Fuzulî İnkılâp Bekçiliği

Küçük ve tecrübesiz bir partiye girer girmez orası da karıştı, seçim devresinde hizmet arzı ve millet gözünde daha fazla itibar kazanmak için çalışmak gerekirken lüzumsuz ve dikkatsiz bir Fevkâlade Kongre ile uğraşılıyor, bir iç çekişmedir gidiyor. Maksat birkaç ay önce partiye giren henüz denenmemiş olan bir eski ihtilâlciyi Genel Başkan yapmak, Genel İdare Kurulunu da onun arkadaşlarından mürekkep olarak kurmaktır. Böylece zaten kıt olan kuvvet ve para israf edilmektedir. Milletin partilere verdiği paraların bu şekilde israfı da ayrı bir üzüntü, hatta faciadır.

Bu küçük partiye Genel Başkan olmak için uğraşan eski ihtilâlci ile arkadaşları hakkında bazı gazeteler bazı neşriyatlar yaptılar ve yapıyorlar. Demokratik, hür ve açık rejimde bu pek tabiî bir şeydir. Hele siyâsete giren herkes hakkında böyle şeyler yazarlar. Lehte olursa hoşlanırlar, aleyhte olursa pişkinler aldırmazlar veya cevap verirler, pişkin olmayanlar kızarlar. Bunu da tabiî görmek gerek, çünkü siyâset bir hamam gibidir. Usulüne göre hareket eden temizlenir, usûl bilmeyen ve dikkatli olmayan kirlenir. Asıl olan ise terlemektir. Nitekim meşhur sözdür: Hamama giren terler.

O küçük ve bahtsız partinin yeni Genel Başkan adayı olan eski ihtilâlci ise kendisinin hep öğülmesini istiyor. Mustafa Kemal’in bile aleyhinde söyleyenler ve yazanlar olmamış mıdır?

Bu Genel Başkan adayı, kendisi ve arkadaşları hakkında yanlış ve hakaret dolu neşriyat yapılıyorsa şikâyet için müesseseler ve kanun yolları vardır; o ise Cumhurbaşkanına bir mektup gönderiyor ve bu mektubu basına veriyor.

Milleti ikiye bölüyorlarmış, Silâhlı Kuvvetlere hakaret ediliyormuş, Anayasaya ve Yüksek Adâlet Divanına tecavüzler oluyormuş, Cumhurbaşkanına, sağlık durumu dolayısiyle sataşılıyormuş!.. Bunları Adalet Partisi liderleri teşvik ediyorlarmış, bu hareketlere ayni liderler yardımda bulunuyorlarmış!

Daha neler de neler!..

Millet ölçüsünde etkisi olan olaylar hakkında yazı yazdırmamak nesilleri karanlıkta bırakır, yanlış inançlara sebep olur, nitekim 1908 inkılâbı, Cumhuriyet inkılâbı bu hava içinde geçmiştir ve millet tarafından gerçek olarak bilinmemektedir; bu yüzden de yeni hatâlar olmuştur ve olacaktır. Şimdi 27 Mayıs inkılâbı hakkındaki neşriyat münasebetiyle ayni hatâ işlenmektedir. Bu inkılâp Anayasanın teminatı altındadır. Şunun bunun fuzulî bekçiliğine ihtiyaç yoktur. Kaldı ki bahiskonusu kişi ve arkadaşları, 27 Mayıs inkılâbını gayesinden saptırmak istedikleri için memlekette kalmaları zararlı görüldüğünden bizzat ihtilâl idaresi tarafından zorla dış memleketlere gönderilmişlerdir.

Mektupta, Devlet Başkanını ve Silâhlı Kuvvetleri demokrasi aleyhine tahrik gayreti vardır, tamamiyle özel olan bir veya birkaç gazetenin neşriyatı Adalet Partisine maledilmek istenmektedir. Adalet Partisinin gazetesi yoktur. Tecavüze uğradığı iddia olunan Yüksek Adalet Divanı ise tarihe karışmıştır. Var değildir. Kaldı ki mektup sahibinin ve arkadaşlarının fikirlerini neşreden bir gazete vardır ve bu gazetecik yalan ve iftira yağdırmaktadır.


9

Tercüman, Kadircan Kaflı, 2 Ağustos 1965.

Dokuz Işık

Son bir iki aydanberi Alparslan Türkeş adı gazetelerde çok yazıldı.

Galiba henüz elli yaşında bile yok. Fakat hayatı maceralarla geçmiş. Hapse girmiş çıkmış, ihtilâle karışmış, kısa bir zaman âdeta Başbakanlık etmiş, zararlı görülerek Hindistana sürülmüş, oradan da nice ihtilâl teşebbüslerine adı karışmış, tutuklanmış, muhakeme edilmiş, beraet etmiş, daha bir çok olaylarla beraber anılmış.

Kafatasçı dediler, faşist dediler, nazi dediler, milliyetçi sosyalist dediler, şu dediler, bu dediler. Aslında ise ne olduğunu anlamak âdeta imkânsız.

Herneyse, bu zâtın çok geniş ve derin memleket görüşleri, çok taze ve dikkate lâyık fikirleri olduğunu iddia edenlere de tesadüf ediyorduk. Fakat eseri yoktu.

Dokuz Işık diye birşeylerden bahsetmişti, soranlara: “Bunları sonra açıklarım!” cevabını vermişti. Halbuki iki sene önce bu fikirleri teksir makinesiyle basılan üç dört perişan sahife halinde görmüş, tenkid etmiştim. Aynı fikirleri bu defa onaltı sahifelik bir broşür halinde bastırdı. İki senede üç dört sahifeden onaltı sahifeye kadar genişlemek az ilerleme değildir!

Hiç değilse artık: “Eseri yok!” demezler.

Bir sürpriz yapmak maksadile gizlenen bu dokuz ışık şunlardır: Milliyetçilik, ülkücülük, ahlâkçılık, toplumculuk, ilimcilik, hürriyetçilik, köycülük, gelişmecilik ve halkcılık, endüstricilik ve teknikcilik.

Kelime olarak onbir ediyor ama dört tanesi çiftleşmiş ve dokuza inmiş’

Dokuz, Türklerde uğur sayılır, galiba bunun için dokuzda kalınmış.

Bunlar yeni şeyler değil, İttihat ve Terâkki Partisinde vardı, Halk Partisinde var, Demokrat Partide vardı, şimdiki bütün partilerde de var. Yenilik sadece dokuz taneye çıkarılmasında veya indirilmesindedir.

Zaten, güneş altında söylenmedik söz yoktur, derler.

Bu kanunları daha derinleştirerek ve genişleterek onaltı sahifelik broşürü yüzaltmış, hattâ binaltıyüz sahifelik kitap haline getirmek mümkün. Belki bunun için vakti yoktur.

Broşürde bir giriş kısmı var ki orada yapılan bir açıklama üzerinde durmaktan kendimi alamadım. Deniliyor ki:

<<Bir insan bir hendeğe doğru: <<Ben bu hendeği atlayamam, gücüm yetmez, kaabiliyetim yoktur>> endişesiyle ümitsiz ve tereddütlü gelirse, o hendeği aşamaz. Bir insan kendine gücenerek <<Ben kuvvetliyim, ben kabiliyetliyim, ben bu hendeği hiç yüksünmeden atlayabilirim>> diye korkusuzca gelirse atlar.>>

Hendekten ne olacak? Belki atlanır, fakat on, yirmi, yüz metrelik uçurumdan karşıya atlamaya kalkarsa öyle bir düşer ki sağ kalmaz. Yalnız kendine güven değil, hesap da lâzım. Birinci Dünya Savaşına lüzumsuz girenler Turan olalım derken az daha Türkiye elden gidiyordu. Türkeş bile 1944 de, 1960 da, 1963 de büyük hendekleri atlayacağına pek güvenmişti. Ama atlayamamıştı. Dokuz Işık yeni bir hendek atlamak içinse daha dikkatli olmalı, yoksa hendekte kalmak ihtimâli de vardır.

(Vatan gazetesinde iktibas, 4.8.1965)



AHMET KABAKLI

Tercüman, Ahmet Kabaklı, 26 Mayıs 1966.

Politikamızda Namuslu Bir Ses

Sayın Alparslan Türkeş, politikamızda yeni bir zihniyet olarak pek alışılmadığımız, dürüst, faziletli muhalefetin örneklerini veriyor. Seçimlerde kazanılacak birkaç koltuğa değil gelecek günler için konuşuyor. Hırslı, dönek, ahlâksız ve kışkırtıcı değil. Türk halkının ağırbaşlı, ciddî, dertli edasını taşıyor:

- Bizim çok oy almakta filân gözümüz yok. Hattâ isterlerse Meclisteki sandalyalarımızı da bırakırız. Seçim Kanunu da istedikleri gibi değiştirsinler. Yeter ki milletin dertlerine dönüp baksınlar, diyor.

Gelir dengesizliği var memlekette, diyor. <<Halkın çoğunluğu yokluklar, sıkıntılar içinde çeşitli dertlerle uğraşmakta ve kendisine aydınların, özellikle devlet idaresini elinde bulunduranların el uzatmasını beklemektedir.>>

Türkeş’in çizmekte olduğu tablo dehşetli fakat gerçekçidir. Sınıfları birbirine düşürmek için söylenmiyor bu sözler ama eğer bunları düzeltmezsek başımızın her gün daha büyük belâ girdapları içinde yuvarlanacağı muhakkak:

Memlekette rüşvet alıp yürümüştür. İktisadî sıkıntıyı gölgelerde bırakan ve daha pek çok buhranlar doğurmaya namzet olan bir ahlâk bozukluğu kol gezmektedir. Türk gençleri tarihe geleneğe bağlı millî değerlere göre değil, kötülüğe, çıkarcılığa, dalkavukluğa açık bir cehalet, nemelazımcılık, yangeldimcilik, havailik içinde yetiştiriliyor.

Nesebi belirsiz kazançlar, bire bin vurmalar, Avrupa’dan gelen tarım araçlarını, yüzde üç yüz kâr ile köylüye intikal ettiren bezirgânlar sürü ile. Köylü topraksız, şehirlere göç hâdisesi, bir savaş bozgunu manzarası gösteriyor. Ziraat Bankası, fakir köylüyü bırakmış, zenginlerin keyfini yürütmekte. Aracılar ve karaborsacılar, mallarını derdest ettikleri devlet fabrikalarından fazla kazanıyorlar.

Artan nüfusu doyuracak çareler bulacağımız yerde Amerika’dan çok muhtaç olduğumuz Türk insanını azaltacak ilâçlar getirtiyoruz. İşçilerimiz boğaz tokluğuna çalışıyor, memurların yüzde sekseni de o halde.

Seçilmek şansı bile zenginlerin elinde. Büyük partilerden adaylık şansı sağlamak için, dört yıllık mebus maaşını önceden yatırmak gerekiyor. Bu yolda yapılan pazarlıklar âdi ve rezilce.

İşte Türkeş, bunları ve benzerlerini söylüyor. Jandarma dayağını, karakol zulmünü, cahil köylünün eli koynunda kalmışlığını anlatıyor. Vaktiyle Kanunî’nin, daha sonra Mustafa Kemal’in <<Efendimiz>> dediği köylü bu mudur? diye soruyor. Ve katiyyen kimseye sövmüyor, lâf ebeliği etmiyor, <<barış ve kardeşlik>> diyor. Çalışan ve çalıştıranları birbirine düşüren kimseler gibi davranmıyor. Politikada partiseverlik, şöhretseverlik, koltukseverlik geleneğinin üstünde vatanseverliğin meltemini estiriyor.

Buna karşılık ötekiler ne yapıyorlar?

<<Biz komünist değiliz>> diye bağıran fakat baştan tırnağa komünist terimleriyle, komünist seviyesizliği, komünist zehiri, komünist kini saçan birileri, memleketteki yoksullukları ve bozuk düzeni memleketi satmanın kılıfı gibi kullanmaya hazırlanıyor. Devletin, hükûmetin itibarını kırmak akşamdan sabaha bir sokak ihtilâli çıkarmak, taşlı, tabancalı tahriklere girişmek için <<Burjuva partilerine oy vermeyin>> diye yırtınıyor.

İktidarda olanlar, memleketi sarmakta olan alev yalımlarını görmezlikten gelerek bir Seçim Kanununun oltasına tutulmuşlar. Ana muhalefetle yavru muhalefet, irtica iftiraları ve bozguncu tehditler ile vakit geçiriyor. Meclisi çalıştırmamak için kürsülerden polisiye roman tefrikaları okunuyor.

Türkeş, umut verici yeni bir faziletin, millî bir politikacısı olur mu? Bunu, bütün politikacılarımızdan beklemek zevktir. Komünistlere kızan fakat yurttaki gidişten de yürekleri yanan vatanseverlerin bu sese kulak vermelerini dileriz.



10

Tercüman, Kadircan Kaflı, 6 Haziran 1966.

Gerçek ve Efsane…

27 Mayıs ihtilâlinin 14’ler denilen meşhurlarına sorunuz:

- İhtilâli beraber yaptığınız ve eski silâh arkadaşlarınız olan tabiî senatörlere niçin bu kadar çok kininiz var?

Samimî olsalar şöyle cevap verirlerdi:

- Devlet kuşunu avlamıştık, elimizden aldılar, tekrar millete verdiler de onun için…

Kıbrıslı Üniversite öğrencileri büyük tehlikeleri göze aldılar, oraya koştular; Kıbrıslı kudretli albay politika alanında at koşturmayı tercih etti.

- Türkeş adı efsaneleşmiştir, bu millet efsaneye inanır!

Dedi, ihanetlerle bücür kalmış bir partiyi, onun genel kurulundaki efsaneye inanmış bir başka ondörtlerin gafletini kullanarak ele geçirdi, doksan milletvekili çıkaracağını umdu, fakat millet efsaneye inanmadığını gösterdi, onbir milletvekili ile yüzüstü bırakıverdi. Halk Partisinin uydurması Milli Artıklar usulü olmasaydı hava alacaktı. Biz bu neticeyi önceden haber verdik ama efsanenin akıllarını başlarından aldığı zavallılar saygı ve arkadaşlık duygularını ihtiraslarının cehenneminde yakıp kül ettiler. Ayrıldık.

Kısmî Senato seçimleri kampanyası başladı, Ondörtlerin partisi bahtsız CKMP sözcüleri de, başta Genel Başkanları Türkeş bulunduğu halde, bilhassa radyoda bir yığın lâf ettiler. Fakat bu lâflar seçimle ilgili değildi, eski ihtilâl ve silâh arkadaşları olan Tabiî Senatörlere yağdırılan itham ve iftiralardı. Halbuki Tabiî Senatörlerin seçim yarışmasiyle ilgisi yoktu. Seçim konuşmaları için, fikir ve tenkid için ellerine verilen radyo mikrofonları yarım kalmış ihtirasların kamçıladığı hınçlara âlet edildi.

Bu arada farkında olmaksızın, kendi zararlı niyetlerini de itiraf ettiler; ihtilâl sabahı bizzat genel başkanlarının radyoda okuduğu beyannameye rağmen dört yıl devleti millete geri vermemek istediklerini, buna şimdiki Tabiî Senatörlerin mâni olduklarını söylediler. Birbirlerini yiyip bitirmezlerse dört yıl sekiz yıl, oniki yıl daha fazla yıl olacaktı, şahıs veya zümre saltanatı devam edip gidecekti. Millete saygı bu mudur?

İkinci Millî Birlik Komitesini kuran bugünkü Tabiî Senatörler ne yaptılar?

Yeni bir Anayasa yaptılar, hak ve hürriyetleri teminata bağladılar, serbest ve âdil bir seçimle beliren Millî İradeye devleti teslim ettiler. Onların öylelerini bilirim ki ihtilâli yaptıklarına pişmandılar, orduya dönmek istediler, fakat siyaset bulaştığı için ordu onları almadı. Birkaçı Tabiî Senatörlükten istifa etti, bir kaçı da istifa için, mümkün ve münasip şartları arıyorlar, ötekilerin ne düşündüklerini bilmem. Hâlâ Halk Partisinin dümen suyunda gitmeseler faydalı bile olabilirler.

İhtilâlle devleti ele geçirenlerin onu millete kendi istekleriyle geri verdikleri tarihte görülmemiştir, varsa bile, binlerce ihtilâlden ancak bir ikisinde görülmüştür. Bir çok kusurlarına rağmen Tabiî Senatörlerin bu faziletlerini değerlendirmek gerekmez mi?

Türkeş kendisinin daima İnönü’ye karşı olduğunu da söyledi, hâlbuki ihtilalin birinci günü Muzaffer Karan’la beraber İnönü’nün evine koşup elini öpen ve onunla kucaklaşan ilk ihtilâl subayı odur. Apti İpekçi ve Ömer Sami Coşar’ın İhtilâlin İçyüzü eserinin 237, 238 sahifelerinde bu gerçek yazılıdır.

Türkeş de İsmet İnönü gibi, Başbakanla iki bakanın idamlarını önlemek istediklerini, bu maksatla Millî Birlik Komitesine mektup yazdıklarını söyleyip dururlar. İhtilâlin fahri başkanı İnönü ile fırsatçı albayı Türkeş madem ki bu kadar insaflı ve merhametli kişilerdi, niçin ihtilâl yaptılar? Her ihtilâlin can ve baş yediğini bilmeyecek kadar cahil mi idiler?

Ondörtler iktidarda temelli olmak için hazırladıkları komploda başarılı olsalardı ötekilerinin çoğunu yok edeceklerdi, ötekiler ise onların her birine sekiz onbin lira aylık bağlayarak Müşavir diye yabancı memleketlerdeki Türkiye Büyükelçiliklerine gönderdiler.

İki zümre arasındaki fark budur.

Ama Ondörtler iktidarı ele geçirselerdi Talât Aydemir gibi başka ihtilâlciler onları sağ bırakmazlardı, ihtilâller birbirini kovalar, Türkiye perişan olurdu.

Tabiî Senatörler devlet idaresinin ayrı bir sanat olduğunu anladılar, andlarının aslına bağlı kaldılar, silâhla el koydukları emaneti sahibine verdiler, hem kendilerini, hem Ondörtleri muhakkak bir felâketten kurtarmış oldular.

Gerçek budur, fazlası ise kahramanlık taslamaktır, lâftır, efsanedir.

Türk milleti efsanelere inanmaz.



CKMP GENEL SEKRETERİNİN MEKTUBU

11

Tercüman, 12 Haziran 1966.

Bu yazı CKMP Genel Sekreteri Mustafa Kaplan tarafından gazetemize gönderilmiştir.

Gerçek ve Kaflı…

Bir yazarın en büyük hususiyeti olayda gerçeği bulması kamuoyuna bu gerçeği olduğu gibi aksettirmesidir. Siz ise tamamen bunun aksini tercih etmek suretiyle yetişme şartlarınızın ve mizacınızın icabı olan yolu seçtiniz. Gerçeği inkâr pahasına kuvvete boyun eğdiğinizi sizi tanıyanlar bilirler. Daha dün Bölükbaşı’ya methiyeler yazıp hemen arkasından bunu inkâr eden yazılarınız hafızalardan silinmemiştir. Aynı şeyi sayın Türkeş için de yaptığınız kendisine hediye ettiğiniz kitaba yazdığınız lütufkâr sözlerden anlaşılmaktadır.

CKMP dediğiniz gibi ihanetlerle bücür kalmış kül olup gitmişse yeni idarecilerin elinde değil, sizlerin eli altında bulunduğu sıralarda tembel, muhteris ve akılsız tutumunuz yüzünden olmuştur. Yeni idareciler sizlerin elinden bu partinin adını ve sizin yolunuzu seçmeyen şerefli müntesiplerini kurtarabilmişlerdir. Onu yeniden kurma ve geliştirme yolundadırlar.

Kısmî Senato seçimlerinde mazi ile ilgili bazı açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamalarda bacanağınız Emanullah Çelebi de dahil Tabiî Senatörler arkadaşlarımızdan hiç birine itham ve iftirada bulunulmamıştır.

Ancak seçim bölgelerinde 27 Mayısa ait bazı vakaların millete, kasitli olarak yalan ve yanlış aksettirildiğini gördük. Bazı politika bezirgânlarının ve menfaatçilerin lâyık olmadıkları ikbâl ve istikbâllerini devam ettirmek için, bu vak’aları istismar ederek vatandaşın kulağına kin ve nifak tohumları akıttığını esefle müşahede ettik. Bunları düzeltmek ve çürütmek hem görevimiz hem de tarihî hakkımızdı. Bunu yaptık.

Mazimiz ve halimiz hakkında millete gereken hesap verilmiştir. Siyasî vecibe ifa olunmuştur.

Yapılan açıklamalar, bazı kimselerin aleyhinde oldu ise bunda bizim kastimiz ve dahlimiz yoktur. Vak’a öyle cereyan etmiştir.

Diğer hususlarda olduğu gibi bu konuda da çatıştırmayı körüklemede esas gayenizin ne olduğunu biz açıkça bilmekteyiz.

Türkeş adının efsaneleşmiş olduğunu, söylediğimizi iddia ederek ayrıca iftiradan çekinmiyorsunuz. Bizler efsane insanı değil gerçekçi insanlarız. Kendimizin ne olduğunu bildiğimiz gibi Türk milletinin efsanelerle ilgisi olmadığını bilmekteyiz. Böylesine küçük oyunlara girerek kendinizi yıpratmaya hiç de lüzum yok, Bay Kaflı.

Malûm olan dış memleketlere gidişimiz rızamızla olmamıştır. Hakkaniyete riayetkâr ve insaflı bir yazar olsaydınız, bu konunun malî yükünü bize değil, o zamanki yetkililere sormanız gerekirdi.

27 Mayıs sabahı Türkeş’in İnönü’nün elini öptüğüne dair beyanınız diğer iftiralardan daha küçük değildir. Yazınıza aktardığınız bu kısım, o kitabın neşri sırasında hakşinas bir subayın şahadetiyle tekzip edilmiştir. Bunu siz de biliyorsunuz. Buna rağmen bundaki ısrarınızın mânasını anlamak güçlüğünde değiliz.

Kıbrıs’la ilgili olarak Genel Başkan Türkeş’e sürmek istediğiniz iftira daha önce partiler tarafından ileri sürülmüş, siz o zaman CKMP de İdare Kurulu üyesi olarak buna karşı verilen cevabı hazırlayanlar arasında bulundunuz. Hattâ arkadaşların cevaplarının yumuşak olduğunu ileri sürmüş, daha sert konuşulmasını ısrarla istemiştiniz.

Gerçek budur. Aksi ise itham, iftira, ahlâksızlıktır.

Halka ve olaylara tercüman olduğuna inandığımız gazetenizin Merhaba köşesini istemiyerek işgal ettiğimizden dolayı özür dileriz.

Saygılarımızla.

Mustafa Kaplan
CKMP Genel Sekreteri


12

Tercüman, Kadircan Kaflı, 18 Haziran 1966.

Arslanlar!.. Kaplanlar!..

Bu ayın 12. günü köşeme bir <<kaplan>> girip oturmuş. Ben arslan ve yavrularından bahsettim, <<kaplan>> homurdanmasiyle karşılaştım. Şaşmadım, çünkü <<Kaplan>>dan en basit görgü kurallarına uymayı beklemek boştur. İki büyük avda da avlanamayıp <<artıklar>>la yetinmek zorunda kalan <<arslan>>ın kahramanlık taslayacak hali mi kaldı?

Arslanla kaplanın ortaklık kurdukları hiç işitilmiş değildir, çünkü mizaçları bağdaşmaz. Fakat kısmet kesilince ve çıkarlar gerektirince bu da olabilirmiş! Bununla beraber hırs bakımından ikisi de ateşlidirler, fark bu ateşin birinde pek fazla, ötekinde bir parmak az olmasından ibarettir. Menfaat bu kadarcık farkı unutturur ama ergeç çatışmaları da mukadderdir.

Arslan veya kaplan denilince insanın aklına sirk, hayvanat bahçesi veya sıcak memleketlerin ormanları gelir. Sirkte veya hayvanat bahçesinde tehlikeli olmaları önlenir ama ilk fırsatta orman kanununu uygulamaktan çekinmezler. Bu sebeplere onlara karşı çok dikkatli ve tedbirli olmak gerekir. Bir defa böyle bir felâketle karşılaşmaya ramak kalmıştı, bereket versin ki yakalanıp kafeslendiler.

Bu arslanlar ve kaplanlar gerçek arslan ve kaplan değillerdir. Öyle olsalardı hiç değilse bir sirkte işe yararlardı. Bunlar lâfta arslan ve lâfta kaplandırlar, postları bile ağır gelmiş olacak ki sadece isimlerini almakla yetinmişler.

Şu insanların niçin hayvan ismi almaktan hoşlandıklarını anlayamıyorum. Hayvanları, hele vahşi ve öldürücü olanlarını kendilerinden üstün mü sayıyorlar?

Arslan ve kaplan isimlerini almış oldukları için itibar sağlıyacaklarını sanıyorlarsa yanıldıklarını hâlâ anlıyamadılar mı? Bunda ısrar ediyorlarsa, oldu olacak, Fil Hamdi, Ayı Veli, Timsah Memiş, Fok Leylâ, Tilki Selim ve Aygır Memo gibi ne kadar iki bacaklılar varsa hepsini toplasınlar, bir daha denesinler. Ama sirk kurmak zordur, hele iflâs etmişse belini aslâ doğrultamaz.

Maksatları iyi olmıyanların ümit bağladıkları tek kurtuluş çaresi inkârdır, halbuki gerçek bir defa meydana çıkarsa, hele farkında olmaksızın itiraf edilmiş olursa bu son çare de bir teselli olmaktan ileri gidemez.

Biz insanları iyi ve doğru yolda oldukları müddetçe öğeriz, saptıkları zaman da tutumlarını açıklarız. Bazen hacıların cüppesinin altından haç çıktığı görülmemiş midir? Saf insanlar aldanabilirler, aldatanları ayıplayacak yerde aldananları ayıplamak ahlâksızlığı mârifet saymak olmaz mı?

Evet, ben bir kuvvete boyun eğdim, fakat arslanların, kaplanların, fillerin, zorbaların kuvvetine değil, milletin kuvvetine ve irâdesine boyun eğdim; biliyorum ki bu kuvvet, medenî bir toplumda Allah’tan sonra en büyük saygıya değer kuvvettir. Kaldı ki <<halkın sesi hakkın sesi>>dir. Hakkın sesini ergeç duyup onu aksettirmenin mutluluğunu yaşıyorum. Bu mutluluğa ancak <<yetişme şartları ve mizaçları>> müsbet olanlar erişebilirler.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,10 M - Bugn : 27486

ulkucudunya@ulkucudunya.com