« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

25 Eyl

2023

TÜRKEŞ’İN ÇİLESİ (6)

25 Eylül 2023

Sazlıdere barajında, büyük Türk milletinin göç yönlerine nazaran hacı diyerek muhabbet duyduğu, Ulubat gölünde bir kayıkçının balıkla besleyerek aralarında ahbaplık kurulan yaren isimli bir tanesini tekrar görebilmek için her sene yolunu gözlediği, muhtemelen dinen de yenilmesi caiz olmayan hacı leylekleri, uzun namlulu tüfeklerle avlayıp arabalarının bagajına dolduran, biri dazlak kafalı, fırça sakallı, diğeri avcı şapkalı iki vicdansız yabancı uyruklu kaçak avcı, piknik yapan vatandaşların ihbarı üzerine yakalanmış... Yakalanmış da ne olmuş, gerisini bilmiyoruz. Muhacir denilerek Türk milletinin başına bela edilen ve aslında bu çapulcu sürüsünün aynı adla anılması suretiyle kendilerine en büyük hakaretin yapıldığı o bir avuç gerçek İslam muhaciri, herhalde misafir oldukları ensar diyarında böyle terbiyesizlikler yapmıyor, ok ve yaylarını leylek avlamak yerine, tez zamanda vatanlarına geri dönerek kutlu fetihlere girişmek için hazırlıyorlardı. Leylekle Türkeş’in ne ilgisi var. Var! Milli kültür ve medeniyet binlerce yılda nesilden nesile aktarılarak oluşur, fakat kültürel yozlaşmanın ise o kadar uzun zamana ihtiyacı yoktur. Türk milliyetçileri bu memleketin bütün meseleleriyle alakadar olmak durumundadır.

Üstüne vazife olsun olmasın, lüzumlu lüzumsuz her işe müdahil olduğu halde, soysuz mağara adamlarının, kırk asırlık Türk yurdunda istilacı ve işgalci gibi pervasızca cirit atmasını alık alık seyreden sözde milliyetçilerin; soysuzların bitmek tükenmek bilmeyen hücumları karşısında en sonunda patlayarak; evet Turancıyız, ne olacak, diye haykıran Atsız’ın ve arkasında ne parti kalabalığı, ne teşkilat gücü, ne basın desteği, ne şu, ne de bu olmaksızın dalga dalga gelen taarruzları tek başına göğüsleyerek, her şey Türk için Türk’e göre Türk tarafından şiarını yüz binlere telkin eden yegâne lider Başbuğ Alparslan Türkeş’in cesaretinden, celadetinden, asalet ve haysiyetinden bir nebze daha nasiplenmeleri temenni olunur.

Bu mülahazayla bu bölüm oldukça uzun tutulmuştur. Bilhassa Başbuğun Yeni İstanbul gazetesinde çıkan röportajı başka bir yerde yayınlanmadığı ve her kelimesi ayrı bir ders niteliğinde kıymet taşıdığı için tam metin halinde verilmiştir. Yeni Delhi’ye giden gazetecinin ilk intiba ve duygularını anlattığı satırlar, sanki binlerce ülkücünün, uğruna can ve baş koydukları liderlerini ilk gördükleri anda hissettiklerini, henüz Başbuğ unvanını almadığı erken dönemlerde, ilk defa yansıtması bakımından dikkate değerdir. Yine kendisinin kitap ve hatıralarında genel olarak bahsettiği iftira ve tezviratlar, ancak bire bir görüldüğünde daha iyi anlaşılacağından dolayı aynen nakledilmiştir.

1962 yılında Türkeş’e saldıranların arasına; Babıâlinin Bab-ı âdi cephesinde, Dünya isimli, çöp tenekesi boyunda bir kulübeye sığınmış bir “köpek” de katılır. Ve adı Bediî Faik’tir. Bu kaba, fakat muhatabına müstehak olduğu sıfatı tam layığıyla veren muhteşem tabir, Necip Fazıl’a aittir. Türkeş’in en rahatsız olduğu konulardan biri DP’lilere düşük, ailelerine ve taraftarlarına kuyruk denilmesidir. Bunun şampiyonluğu Bediî Faik’e aittir. Beri taraftan, bazıları da, biti kanlanınca, yani meclise kapağı atınca, kuyruk yok gövde var, vs. diyerek bunları daha da tahrik etmektedir. Bediî Faik isimli bu edepsiz zât, kalemini bilhassa savunmasız kesimlere yöneltmekte, rencide edici, tepeden bakan, pervasızca hakaret eden ve bundan zevk alan tarzda yazılar yazmaktadır. Amansız ve merhametsiz bir DP düşmanıdır, onların kendilerince hak arayan eşlerine; “zalimlerle çiftleşmekten başka meziyetleri olmayan kahpeler” diyecek kadar namerttir.

Bir buçuk yıl hapis yattıktan sonra nihayet Ocak 1962 ayında köşe yazmaya başlayan Necip Fazıl’a da, henüz ilk yazılarındaki bir konudan dolayı çatmak gafletini gösterince, ağzının payını alır. “Babıâlinin Bab-ı âdi cephesinde, Dünya isimli, çöp tenekesi boyunda bir kulübeye sığınmış bir köpek vardır ve adı Bediî Faik’tir. Dökük kıllarının her kökünde uyuz kabartıları zıpzıplaşan ve ruhundaki cerahat ağzından dökülen ve hokkasını dolduran bu âdi hayvan, kalemini işte her gün bu hokkaya daldırıp ulvî mânalara mikrop aşılar. Fikir adına, hiçbir mahalle itinin tenezzül etmeyeceği küfürlere kadar düşer ve devamlı bir can çekişme içinde ulviliklere karşı ulur. …”

Bunun doğrudan Türkeş ve Atsız’ı muhatap alan seviyesiz yazısı, dikkatten kaçmamasını teminen, ait olduğu kalabalık konu içeriğinden ayrılarak önce verilmiştir. Atsız’a, Türk edebiyatında sümüklüböcek kadar izi belli olmayan bir kalem, diyen bu ruh hastası, 11 Aralık 1975 tarihinde Atsız’ın tabutu ardında kaç profesör, münevver ve ilim adamının yürüdüğünü saymış mıdır acaba.

TÜRKEŞ BALONU

Dünya, Bediî Faik, 18 Şubat 1962.

“Türkeş balonu!

Alparslan Türkeş, Türkiye’deki <<Beğ>> kardeşlerinin aracılığı ile bir takım hâtıralar yayınlıyor. Maksadı, kaçırdığı fırsatı ve mevkii bu yoldan tekrar ele geçirmekse, kendisine, artık içinde ne nisbette bir cevher olduğu pek bilinen başını, Hind mabetlerinden en yakınının taşlarına vurmasını tavsiye ederiz.

Bugüne kadar, ne sebepten olursa olsun, nihayet vatan dışında mecburi ikamete zorlanmış bir vatandaşımızdır diyerek susmakta idik. Ama o, bütün Türk çocuklarının bu anlayışlı sükûtunu, terbiyelerine, merhametlerine ve nihayet kendisini önemsiz bulmalarına verecek yerde, kudretinin eseri saymak gibi bir ham hayale düştü ve Menderes’ten arda kalmış bir kuyruğu kendi benliğine ekliyebilmek tamahına kapıldı.

Şimdi işte bu tamahkârlık içinde ve hâtıra namı altında atıp tutarak o kuyruk ekleme işini taa Hind diyarından uzattığı elleriyle yapmağa çabalıyor. Ama gözden kaçırdığı bir nokta var: Böylece bugüne kadar susmuş olan ağızlar da kendisi hakkında pekâlâ açılabilecektir. Ve aslâ hatırlamadığı bir cihet ortada: Bu sayede, bir dergi tarafından vaktiyle kendisine takılan <<ihtilalin kudretli albayı>> unvanının kendisi ne kadar benimserse benimsesin mesnetsiz ve tamamen kof olduğu meydana vurulacaktır.

Meselâ ilk olarak biz, şöyle ucundan başlayıverelim.

Alparslan Türkeş 1332 [1917] yılında Lefkoşede doğmuştur. Asker ocağına girdiği tarihten itibaren de ırkçı ve Turancıdır. 1944 yılında tevkif edildiği zaman verdiği ifadede aynen şöyle diyordu.

<<Türkiye’de yalnız Türk soyundan gelenler yaşamalıdır. Bilhassa devlet mekanizmasına kat’iyyen karışık ırklar getirilmemelidir. Karışıklar çıkınca çok az kalacağımızdan Asyadaki Türklerle birleşmemiz zaruridir.>>

Evvelâ kafa bu! <<Karışıklar ayıklanınca çok az kalacağımızdan..>> Adam Türkiye halkını armut seçer gibi ayıklıyacak ve üstelik kendi ölçüsüne göre o kadar çok fire ayıracak ki <<çok az kalacağımızdan>> Asyadan insan ithal edeceğiz! Evet, kafa bu, zira hoca da şu: Bakınız 4.4.1944 tarihinde Nihal Atsız’a yazdığı mektupta aynen ne diyor:

<<Milletin içinde bulunduğu tehlikelerden kurtulması mümkündür. Atsız’ın kılıçtan keskin olan kalemi, bu işi herhalde muvaffakiyetlendirecektir. Kalem kifayet etmezse o zaman iş silâhlara bırakacağız. Irkçılık, Turancılık yolunda ruhumuz, yüreğimiz, kılıçlarımız seninle beraberdir.>>

Bırakınız Atsız gibi Türk edebiyatında bir sümüklü böcek izi kadar dahi belli olmıyan bir kalemi <<kılıçtan keskin>> sayacak kadar gülünç inanışları, fakat lütfen bu mektubun yazıldığı 1944 yılını düşününüz. Memleket henüz ikinci dünya savaşının ateşleri arasındadır ve Türkiyeyi harbe sokmamak için didinilmektedir. Tam böyle bir devrede Alparslan bey ise Nihal Atsız’ın peşinde ve memleketi ele geçirme hülyasında. Hem de ne için. <<Milleti içinde bulunduğu tehlikelerden sıyırmak için>> yani. Nasyonal sosyalizmin yanında harbe girmemek gibi bir felâketi (!) önlemek için!..

Evet kafa o, hoca bu!.. Daha ne beklenir?.. Ama aynı <<kalemi kılıçtan keskin>> hocanın, bu açık ağızlı hayranı için ırkçılar dâvası dolayısiyle verdiği ifadedeki fikirleri ise, aynı nisbette muhabbetle dolu sayılamaz. Yalnız hiç şüphesiz yüzde yüz isabetlidir. Bakınız meşhur dâva dosyasının 258. sayfasında Bay Atsız, tilmizi Bay Türkeş için ne diyor:

<<Alparslan’ı Harb Okulunda iken tanıdım. Maltepe atış okuluna subay olarak geldi. Ben ona ırkçılık Turancılık hakkındaki görüşlerimi söyledim. İtimat ettiğim için Meclis ve hükûmet hakkındaki isnatlarımı da söylemişimdir. O da benim bütün sözlerime iştirak ediyordu. Tamamen Turancı ve ırkçıdır. Bana tehlikeli addedilebilecek, yani hükûmetin mevcudiyeti ila alâkadar elfazı havi mektuplar yazdı. Fikirlerini arkadaşları arasında yaydığını da mektupla bildirmişti.>>

İşte ihtilâlin kudretli Albayının hâlâ şişirilmeğe çalışılan çoktaan patlamış balonundan size bazı parçalar. Bu devirde bu kafada insanları, milletler, değil ortaya çıkarıp durmaksızın şişirip parlatmak, bilâkis <<aman kimse görmesin ve duymasın da hakkımızda yanlış hüküm verilmesin>> diyerek bir tesbih böceği gibi üstüne kapanıp saklarlar!..”


NECİP FAZIL VE DP’LİLER

Bu meyanda, her ne kadar kendisi de onlarla düşüp kalkmış, aynı kaptan yemiş içmiş olsa da, Necip Fazıl’ın Babıâli eserindeki, Balmumcu’da, tutuklu DP’lilerle ilgili müşahedeleri dikkate değerdir. Bunların karakter düşüklüğü zaten bilinen bir husustur. Nefret edenlerin öfkeleri büsbütün sebepsiz değildir. Menderes’i asamazlar diye diye asılmasına sebep olanlar da bunlardır. Yine de topyekûn bir düşmanlığı ve alenen hakareti haketmemektedirler. Sonradan gelenlerin onları mumla arattığı da acı bir hakikattir.

“Sabık şair birbuçuk yıl yatmak üzere yine Toptaşı Cezaevini boylamıştır. Bu cezaevinde çektiği çile destanlık ve hikâyesi başka bir eserinde… Balmumcu garnizonunda, tüccarı, valisi, gazetecisi, şusu ve busu ile Demokrat Parti yârânı olarak gördüğü sefil manzara, aynı yerde tutuklu Sinan Omur’a, söylediği sözde:

- Şu gömlekleri, donları ve bütün nikapları düşmüş, telâş ve korku içinde adamlara bak ve hükmünü ver. On yıl süreyle ve ideal idare edasıyle bizi idare edenler bunlar mıydı?..

Fakat sonradan gelenler ve zindan denilen kimya kâğıdiyle muayeneye tâbi tutulmadıkları için mahiyetleri gizli kalanlar, onları mumla aratacaktır.

Bu yârân sınıfı, orada, muhafızlarıyla birlikte, havyarına kadar yer, şampanyasına kadar içer ve iki rejim şaklabanı Bal Mahmud’un esprilerini dinlerken, Sabık Şair, asker karavanasından yemekte, terkos suyu içmekte ve er sigarası tüttürmektedir. Şiltesi de, içi makara, tel, postal eskisi, teneke parçası ve kırpıntı dolu bir iğneli fıçı…Fakat namaz üstüne namazla duraksız gözyaşlarının his iptali içindeki adamı bunlar rahatsız edemez.”


DÜŞÜK

Bediî Faik de, Dünya gazetesindeki 8 Haziran 1961 tarihli yazısında üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söylemektedir. Ancak bunda gözlem değil, insani duyguları aşan bir kin ve nefret vardır.

“Düşük!..

Tam on yıl, bütün ikballerin ve istikballerini, Menderese yapışmakta görenler, şimdi tek kurtuluş yolunu ondan uzak durduklarını göstermekte buluyorlar. 27 Mayısa kadar hemen bütün DP liler nazarında bir kurtarıcı olan Menderes, şimdi bir batırıcıdır.

Aslına bakılırsa, görünüş tam tencere- kapak hikâyesi. Liderleri de düne kadar, partisi, arkadaşları ve grupu uğruna yapmıyacağı olmıyan bir fedakâr rolünde idi. Hırsıza kanat gerer, uğursuza kol verir ve hangisi tenkid edilse, ben varım, diye ortaya atılırdı. Yassıada’da ise, verseniz eline kibriti, arkadaşlarını teker teker tutuşturacak!.. …

On yıl memleket mukadderatının bu karakterler ve tıynetler elinde kaldığı düşünülünce, insanın ürpertiler içinde, gene ucuz kurtulmuşuz, diye şükretmemesi kaabil değil. Topuna birden <<düşük>> sıfatını ilk kim yakıştırmışsa, dili ve kalemi dert görmesin!.. Hiçbir kelime, onları bunun kadar etraflı olarak, anlatamazdı!.. ..”


GENEL HAVA

Türkeş, işte bu idareyi devirmiştir. Fakat, bunların zulme uğramasına da razı değildir. Etrafındaki arkadaşları kendisine ayak uyduramadığı için tasfiyeye uğrayınca, Türk unsuru partiyi bir defa daha kaybeder. Onların yerine konanlar, ihtilâlin başarılmasında pek büyük pay sahibi olmamalarına karşın, var güçleriyle ihtilâli sahiplenirler ve eski iktidar mensuplarına zulmederler. Sonra da, ömür boyu tabii senatör seçilerek kendilerini garantiye alırlar. Dönemin üç beş magazin haberi bunların dar görüşlülüğü ve memleketin içinde bulunduğu dehşet ortamı hakkında fikir verecektir. Beş on kişinin kazma kürekle denizin altından Yanikapı’dan Yassıada’ya kadar tünel kazabileceğine inanacak kadar kafası işlemeyen, tek başına bir köylüden bir fabrikatöre, bir ses sanatçısının söylediği şarkıdan bir yorgancının astığı resme kadar her şeyden işkillenen bu ufuksuz kadronun hürriyet adı altında nasıl karanlık bir ara rejim yaşattıkları ortadadır.


YENİKAPI’DAN YASSIADA’YA TÜNEL KAZAN DP’LİLER!

Hür Vatan, 22 Şubat 1962 - Yenikapı’dan Yassıada’ya tünel kazacaklarmış. Yassıada duruşmaları sırasında sâkıt iktidar mensuplarını kurtarmak için, Yenikapı’dan Yassıada’ya tünel kazmak istedikleri iddia olunan yirmi eski DP linin ifadesi dün Sorgu Yargıçlığınca alınmıştır. Yirmi kişi Örfi İdarece nezaret altına alınmış ve seksen gün tutuklu kalmıştır. Ancak neticede Yenikapı’dan Yassıada’ya tüzel kazılamayacağını anlayan Örfî İdare, sanıkları serbest bırakmış ve dosyalarını da normal mahkemelere göndermiştir.


DEVRİM DÜŞMANI KÖYLÜ

Son Havadis, 1 Eylül 1960 - Şile’de bir devrim düşmanı tevkif edildi. Şilenin Hacıllı köyünde çiftçilik yapan Mahmut Koca cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak devletin bir tek fert veya zümre tarafından idare edilmesi yolunda propaganda yaparken yakalanmış, sanık ifadesi alındıktan sonra cezaevine gönderilmiştir.


GASKONYALI TOMA’NIN MEYHANESİNDE MİLYONERLER

Gece Postası, 3 Nisan 1961 - Beyoğlu’ndaki Gaskonyalılar Toma meyhanesini nümayiş yerine çevirip gençlik temsilcileriyle bir Kurucu Meclis üyesini döven altı zengin işadamı Örfi İdarece nezaret altına alınmıştır. Olay gece yarısına yakın bir saatte cereyan etmiş, Vedat Eczacıbaşı, Burhan Toprak, Tüzün Kızılcan, Hasan Tugay, Erdoğan Esen ve Baha Ertan’ın grubunun bulunduğu masadan yüksek sesle konuşmağa başlamışlardır. Bu gruptan fazla alkollü birisi ayağa kalkmış ve meyhanede bulunanlara dönerek: “Burada bulunan herkes Adnan Menderes’in şerefine kadeh kaldıracaktır” demiştir. Daha sonra bu şahıslar Milli İnkılâp Hükûmeti aleyhinde konuşmaya ve devlet büyüklerine hakarette bulunmağa başlamışlardır. O sırada Gaskonyalılarda bulunan gençlik temsilcilerinden Nurettin Sözen, Ömer Öztarhan, Sedat Atman ile bir Kurucu Meclis üyesi duruma müdahale etmek istemişlerdir. Gazinoyu nümayiş yerine çeviren altı içkili şahıs bu defa gençlik temsilcileri ile Kurucu Meclis üyesinin üzerine yürümüşlerdir. Nurettin Sözen ve arkadaşlarını hırpalayıp döven Vedat Eczacıbaşı’nın grubu ancak Beyoğlu Emniyet Amirliğinden gelen bir ekip tarafından yakalanabilmiştir. İnkılâp aleyhinde propaganda yapıp Devlet büyüklerine hakaretten sanık olan Vedat Eczacıbaşı ve arkadaşları Örfî İdare makamlarınca nezaret altına alınmışlardır. Bu sabah gazetemize özel bir beyanat veren Örfî İdare Kumandanlığı Kurmay Başkanı: “Gazinoyu nümayiş yerine çevirip inkılâp aleyhinde bulunan altı kişi nezaret altına alındı, tahkikat devam etmektedir.” demiştir.

Son Saat, 3 Nisan 1962 - Bu arada kendileri ile konuştuğumuz ve nezarete alınan Vedat Eczacıbaşı’nın biraderi Nejat Eczacıbaşı, olayı yeni öğrendiğini, Vedat’ın kardeşleri olduğunu fakat bu bağın senelerdir zayıf olduğu gibi ilâç fabrikalarında hiçbir alâkası ve hissesi bulunmadığını bildirmiştir.

Ulus, 4 Nisan 1962 – Kuyruklar dün gece yeni bir hâdise daha çıkarmışlar ve Toma meyhanesinde düşük Menderes’in şerefine kadeh kaldırmışlardır.


ZEKİ MÜREN

Kudret, 22 Mayıs 1961 - Zeki Müren’in ifadesi alındı. Levent’teki bir pavyonda söylediği şarkı yüzünden Zeki Müren’in Örfi İdare makamlarınca ifadesi alınmıştır. Gece yarısından sonra gittiği bir pavyonda Yassıada’daki sanıkları hatırlatacak şekilde şarkı söylediği ileri sürülen Zeki Müren’in ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştır. Olayın soruşturmasına devam etmekte olan Örfi İdare makamları Pazartesi günü pavyon müstahdemlerinin ve alâkalıların ifadesini alacaktır. Olay Örfi İdare makamları ve Zeki Müren tarafından doğrulanmıştır. Adı geçen pavyon, Belediye tarafından yapılan bir kontrolden sonra kapatılmıştır.


YORGANCI

Zafer, 3 Ağustos 1962.

Dokuz gün önce Karagümrük’teki yorgancı dükkânına Adnan Menderes’in resmini asan Hamdi., resmi indirmek isteyen polislere mukavemet suçundan dün nöbetçi İkinci Asliye Ceza Mahkemesine verilmiştir. Duruşmada Hamdi tahliye edilmiştir. Tahliye için Sultanahmet Cezaevine götürülen Hamdi, burada yakınları tarafından tezahüratla karşılanmıştır. Akrabaları Hamdi’yi marşlar söyleyerek alıp götürmüşlerdir.


Zafer, Fatin Fuad, 6 Ağustos 1962.

“Hallaç Hamdi Efendi

Hallaç Hamdi efendinin tahliye edilmiş olması, bazı siyasîlerimizde ve münevverlerimizde mevcut ve politika pespayeliğine mütemayil zihniyeti terkedip, haysiyetli ve edepli yolları tercih etmeleri için kazaî bir ikâz mahiyetindedir.

Fikhakika politikada insanı muvaffakiyete eriştirecek, haysiyetli, edepli, şerefli ve insancıl yollar da vardır amma, bu bizim politika erbabına ve onların müstahdemi mevkiinde bulunan münevverlerce nedense iltifata şayan görülmemektedir.

Hallaç Hamdi efendi, şu geçende dükkânına Adnan Menderes’in resmini asan, bu yüzden ticarethanesi gayretkeş ve büyüklere arzı ubudiyet ve sadakat için fırsatçı bir iki polisin tecavüzüne uğrayıp, camı çerçevesi alaşağı edilen, bu da yetmezmiş gibi sille tokat yerlerde sürüklenen yorgancıdır.

Evet, Hallaç Hamdi efendi, Adnan Menderes’in resmini astığı için değil; çünkü merhumun resminin asılmasını men eden bir kanun çıkartmak her nasılsa unutulmuştur, dükkânı basıldığı, cam çerçeve kırılıp maddî zarara mâruz bırakıldığı ve sonra da dayak yediği için olacak ki, tevkif edilip üç dört gün müddetle hapiste kalmıştır!

Bir polis memuru, bir devirde; Hükûmete karşı düzenlenen nümayişe karşı geldiğinden ötürü, Anayasayı tağyir etmek suçu ile müebbet küreğe mahkûm olur, müteakip devirde bir diğer meslektaşı, dükkân basıp, cam çerçeve indirmek, yok yere bir vatandaşı maddî manevî tazyiklere mâruz bırakmak gibi ne insan haklarına, ne mesken masuniyetine, ne şahıs hukuku ve hürriyetine, netice itibariyle ne de Anayasa’ya uygun düşecek bir çeşit karmanyola tecavüzünün faili olduğu halde taltif görürse: bu derece ehemmiyet taşıyan hukuk telâkkilerinin bile, dünden bugüne tam zıddına kavuşacak kadar itibarî bir mahiyet arzedişi karşısında pes etmekten başka yapılacak hareket bulmak mümkün olmaz.

Bir yankesicinin karakolda suratına vurulan bir tokat dahi, matbuatımızda günlerce, polis adam dövüyor vaveylâlarına mevzu teşkil eder de, maddî görünüşünden daha çok, mânevî tezahür ve ifadesi feci böyle bir hâdise muvacehesinde kalemlerin sükûtu, ayrıca ibretle ve hayretle müşahede edilmesi gereken bir husustur.

Artık, katiyetle anlaşılmaktadır ki, bizlerde bir dâva ve ideal samimiyeti yoktur. Dâva ve ideal: şahısları bertaraf etmek, eğer içimizde şu kişiye veya bu zümreye karşı bir hınç taşıyorsak onu tatmine kavuşturmak için, dışı yaldızlı, içi kuru birer bahâneden ibârettir. Maksat tahassül ettiği anda da, artık ortada ne dâva, ne de ideal kalır; ilerde lüzum hâsıl olursa, tekrar kullanılmak üzere naftalinlenip bohçalanarak raflara kaldırılır.

Bugün şükürler olsun ki, Hallaç Hamdi efendi tahliye olunmuştur. Kendisine geçmiş olsun derim. Evet, Hallaç Hamdi efendi tahliye olunmuştur. Olunmuştur ama, memlekette saf fikir ve ideal olarak ne varsa, ne kadar ulvî mefhum mevcutsa hepsi içerdedir ve hepsinin mevkufiyet hâli de henüz devam etmektedir.”


Son Posta, 11 Eylül 1962.

Hamdi. hakkında açılan dâvanın konusu millî menfaatlere aykırı davranış. Dükkânına eski Başbakan Menderes’in resmini astığı için polisler tarafından karakola götürülmek istenen ve çıkan münakaşa sırasında vazifeli memurları döğdüğü iddia olunan Hamdi adlı yorgancının duruşmasına dün İkinci Asliye Ceza Mahkemesinde devam edilmiştir.


Hürriyet, 30 Aralık 1962 - Menderes’in resmini duvara asan yorgancı dün beraat etti.

Yüksek Adalet Divanı karariyle İmralı’da idam olunan eski Başvekil Adnan Menderes’in portresini dükkânına astığı için mahkemeye verilen yorgancı Hamdi dün beraat etmiştir. Hamdi, üç ay kadar önce, Karagümrük Dökümcüler Caddesindeki yorgancı dükkânına Menderes’in portresini astığı için yakalanmış ve 12 gün nezaret altında kalmıştı. Mahkeme, Menderes’in portresinin de Hamdi’ye iadesine karar vermiştir. Hamdi, Adliye koridorunda portreyi yeniden dükkânına asacağını söylemiştir.


Adalet, 4 Ocak 1963.

Eski Başvekil merhum Adnan Menderes’in resmini dükkânına astığı için tevkif edilen ve birkaç gün evvel beraat eden yorgancı Hamdi’ye dün imzasız bir tehdit mektubu gönderilmiştir. Bu mektupta aynen şöyle denilmektedir:

“Devletin en büyük mahkemesi tarafından mahkûm edilen ve milleti yağma eden bir çetenin başı olan Adnan Menderes’in resmini dükkânına asmışsın. Mahkeme sana beraat kararı verdikten sonra bu portreyi gene de dükkânına asacağını adliye koridorlarında söylediğini gazetelerde okudum. Ulan yobaz, Ticani hayvan, sen o resmi bir daha dükkânına as da görelim. Bak o zaman senin dükkânın nasıl başına yıkılacak. Bu memleketin ilerlemesine, terakki etmesine hep sizin gibi hayvanlar mâni olmaktadır. Sizin topunuz birden temizlenmeden bu vatana rahat yok. Yobazlara, gericilere ölüm. Sizleri Allah kahr ismiyle kahreylesin alçaklar.”

Yorgancı Hamdi bu mektubu aldıktan sonra şunları söylemiştir: “Halen Adliye emanetinde bulunan rahmetli Menderes’in resmini teslim alır almaz tekrar eski yerine asacağım.”


Adalet, 12 Ocak 1963.

Yorgancı Hamdi dün Menderes’in resmini geri aldı. Resmin alınması sırasında, CHP li bazı şahıslarla Hamdi’yi sevenler arasında müessif hadiseler oldu. Yorgancı Hamdi bugün öğleden sonra Adliye’ye gelerek doğru emanet memurluğuna gitmiş ve mahkeme kararı ile iade edilen merhum Adnan Menderes’in resmini almıştır. Resmin teslimi sırasında bazı müessif olaylar cereyan etmiştir. Bazı CHP’li şahıslarla yorgancıyı seven ve tutan şahıslar arasında itişmeler olmuş, bu arada diğer bir grub CHP’li de resim çekmemeleri için gazetecilere hücum etmişlerdir. Yorgancı Hamdi kalabalık bir grubun tezahüratı arasında elinde Menderes’in resmi olduğu halde otomobile binmiş ve dükkânına gelerek Karagümrüklülerin sevgi tezahüratları arasında, hayatımın en mesut anını yaşıyorum, diyerek resmi yerine asmıştır.


Adalet, 13 Ocak 1963 - Yorgancı Hamdi şimdi saadet içinde.

İncecikten bir yağmur yağıyordu. Yorgancı Hamdi’nin Karagümrük Dökümcüler Caddesindeki dükkânının önünü kalabalık bir halk doldurmuştu. Her kafadan bir ses çıkıyor, hallerinden birini bekledikleri anlaşılıyordu. Giyinişinden işçi olduğu anlaşılan biri yanındakinin kulağına fısıldadı.

- Şimdi neredeyse gelir. Saat dörtte muhakkak dükkânda olacağını söyledi.

Öteki şüpheli gözlerle şöyle bir etrafına bakındı, konuşmağa başladı:

- Sus. Konuşup da başımızı belâya sokmayalım. Belki kalabalıkta siviller vardır.

Tam bu sırada kalabalıkta bir dalgalanma oldu, yüzlerce kişi otomobilden inen yorgancı Hamdi’nin üzerine hücum ettiler. Herkes, geçmiş olsun diyor, sonra da yorgancının elindeki resme bakıyordu. Manzara karşısında yorgancı da müteessir olmuştu. Kendi kendine içinden bir şeyler konuştuğu titreyen dudaklarından anlaşılıyordu. Kalabalığın arasından ihtiyar bir adamın sesi duyuldu: “Allah aşkına şu resmi yukarıya kaldırın. Biz de görelim.”

İhtiyar adamın sözleri tesirini gösterdi ve yorgancı Hamdi bir anda omuzlar üstüne alındı. Şimdi bine yakın Karagümrüklü yekvücut olmuş, Yorgancı Hamdi’yi çılgınca alkışlıyorlardı. Nihayet yorgancı yarım saat sonra dükkânına girebildi. Fakat halk dükkânın önünden ayrılmıyor, resmi as, resmi as, diye tezahürat yapıyordu. Yorgancının ağlamak geldi içinden. Ah, bir ağlayabilse, içindeki acıyı dökebilseydi. Kendisine yapılan işkenceleri bir türlü unutamıyor, unutsa bile, o feci anlar rüyalarına giriyordu. Hele hele, dükkânına gelen o polisi ve resmin indirilişini bir türlü unutamıyordu. Olaylar gözlerinin önünden bir sinema şeridi gibi süratle geçiyor, her şey birbirine bağlanıyordu.

NASIL OLMUŞTU? Temmuz ayında bir Pazartesi sabahıydı. Dükkânını açmış, sonra da çay içmek için yandaki kahveye gitmişti. Yanına tanımadığı bir adam gelmiş, bir işimiz var, bir dakika dükkâna gidelim demişti. Beraber dükkâna geldiklerinde dükkânda tanımadığı şişman bir adamla karşılaşmıştı. Şişman adam ki, sonradan Fatih Emniyet Amirliğinde Necmettin adında sivil polis olduğunu öğrenmişti, ayağa kalkarak gürlemişti:

- Bu domuzun resmini buraya niçin astın?
- Resim asmak için de sizden izin mi alacağız? Sevmek, inanmak suç mu? diye cevap vermişti.

Sonra şişman polis sandalyaya çıkmış, resmi indirirken yorgancı belinden tutarak polisi aşağıya çekmişti. Bir anda iki polis yorgancıya saldırmışlar, ölesiye dayak atmağa başlamışlardı. Dükkânın camı, camekânı aşağıya inmiş, iki polis halkın yuhaları arasında yorgancıyı bir otomobile paket gibi koyarak Fatih Emniyet Amirliğine getirmişlerdi. Burada komada olan yorgancıya bir kova soğuk su dökülmüş, eline copu alan şişman polis: “Ulan eşşekoğlu eşşek şimdi de söylensene” demişti. Yorgancı da: “Ne söyleyeceğim? Bana düşman muamelesi yaptınız. Sizin bu yaptığınızı engizisyonda bile yapmazlar” diyerek cevap vermişti.

Sonra mahkemeye çıkarmışlardı. Hâkim sormuştu:
- Resmi niçin astın?
- Çok seviyordum..

Hâkim:
- Çok mu seviyordun?
- Evet Hâkim bey. Çok seviyordum. Ben daima sevdiklerimin resmini asarım. Fevzi Çakmak ile Namık Kemal’in de resimleri asılıdır. Menderes’i de seviyorum, onun için astım. Sevmek, inanmak suç mu hâkim bey.

Neticede hâkim tevkifine karar vermiş, Sultanahmet cezaevine sevkedilmişti. Orada on iki gün yattıktan sonra tekrar aynı hâkimin huzuruna çıkmış, bu sefer tahliye edilmişti. Artık o sıkıntılı günler geçmiş, yorgancı Hamdi seviyorum dediği insanın resmine tekrar kavuşmuştu. Durmadan resmi öpüyor, hıçkırıyor, sonra da yakınlarının kulaklarına fısıldıyordu.

- Bu gece sevinçli ve rahat bir uyku uyuyacağım.


5 YIL SONRA GAZETELER

Bu inanmış yorgancının adı, 1967 yılının son günlerinde ve 1968’in ilk haftasında, Sultanahmet Cezaevinden kaçtıktan sonra bir hafta boyunca bucak bucak aranan, sonunda polislerle çarpışarak can veren ünlü gangster İrfan Vural olayına karışmıştır. Kaçak tabanca temin ettiği belirtilen yorgancı, İrfan Vural ve arkadaşlarına da tabanca tedarik ettiği iddiasıyla gözaltına alınmış, serbest bırakılmış ve sonra tekrar tevkif edilmiştir. Gazetelerde, evinde yapılan aramada başka tabancalar da çıktığı belirtmiştir.



1962 YILI

1962 yılının ilk çeyreği de basında yoğun Türkeş ve Ondörtler gündemiyle doludur. En önemli konular Türkeş’le yapılan mülakat ve Mecliste Atsız ve Türkeş’le ilgili tartışmalardır. Tahkikat, soruşturma, ifade, istifa, görevden alınma, geri dön emri… Hatta, 21 Şubat birinci Talat Aydemir ihtilal teşebbüsüyle irtibatlandıranlar dahi çıkacaktır Cumhurbaşkanı Gürsel, ikinci MBK’nın ömür boyu tabii senatör seçilen üyeleri, Başbakan İnönü, Dışişleri Bakanlığı, hükümet, hemen herkes Ondörtler konusunda kaypak bir tutum izlemektedir. Ondörtler tabiriyle kastın Türkeş olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Sonraları iki Orhan; Orhan Kabibay ve Orhan Erkanlı liderliğini pek kabullenmek istemeseler de fiili lider Türkeş’tir. Muvazzaf subay iken içlerinde en yüksek rütbede olan Türkeş’tir. Hedefte olan Türkeş’tir. Umut bağlanan yine Türkeş’tir.


BEDİÎ FAİK FASLI

TEVİK İLERİ’NİN CENAZESİ

Eski DP’li bakanlardan Tevfik İleri, Kayseri cezaevinden nakledildiği Ankara hastanesinde 1961 yılının son günü vefat eder. Milliyetçi camiada sevilen bir isim olan merhumun cenazesi kaldırılırken hadiseler çıkar. Tabutu bayrağa sarılır. Bayrağa saranlar tevkif edilir, daha sonra bunlara para cezası verilir vs. Bediî Faik, İleri’ye vatan haini damgasını basar ve aynı yazıda kahpeler tabirini kullanır. Dünya, 7 Ocak 1962.

“YETER ARTIK!

Eğer bir memlekette vatan hainlerinin tabutları bayrağa sarılarak merasimle gömülüyorsa:

Eğer bir memlekette asılmış vatan hainlerine rahmetli ve şehit deniyor, milletini ve memleketini soyan şakiye ve hayduta destanlar yazılıyorsa;

Eğer bir memlekette zâlim uşakları melek kılığına bürünüp, hürriyet ilâhını bir besleme gibi kullanıyorsa;

Eğer bir memlekette demokrasinin ırzına geçmiş olanlar, ona utanmadan kardeşlik ve saygı iddiasında bulunuyorsa;

Eğer bir memlekette soysuzlar ve şirretler âbidelerin mermerlerini binek taşı gibi kullanarak, namusa ve şerefe saldırmak için şerre ve iftiraya binip sokak sokak geziyorlarsa;

Eğer bir memlekette fazilet taşlanıp, haysiyet karalanırken, fesat pohpohlanıyor ve kin yağlanıyorsa;

Eğer bir memlekette zalimlerle çiftleşmekten başka meziyetleri olmayan kahpeler yumruklarını sıkıp iffetin bağrını dövüyorlarsa;

Eğer bir memlekette alçaklar bir seviye iddiasına, haramîler ve korkaklar, bir cür’et ve cesaret hamlesine kalkışmış bulunuyorsa;

Ve eğer o memleketin adı Türkiye ise, o memlekette bütün bu karanlık sürünün karşısına dikilip, hepsini son kırıntılarına kadar tüketecek bütün kuvvetlerin saati çalmış demektir. Bir bükülmez bilek o bayrağı, sarıldığı tabutun kokmuş tahtaları üzerinden hemen çekip alır ve gönderine çeker.

Bir demir yumruk, zalim yardakçılarının enselerine, bir şimşekli kol fazilet kundakçılarının suratlarına iner.

Bunun aksini ummak ve on yıllık dolandırıcılığın ağız şapırtıları içinde hâlâ eski günlerin geleceğini sanmak için insanın bir Menderes âşıkı, bir Bayar uşağı olması dahi fazladır.

Hayır, <<bu vatan hepimizindir>> sözünden, alçaklara ve Bayar – Menderes taifesine hiçbir hisse düşmez. Bu vatan faziletindir, iffetindir, celâdetindir, haysiyetindir. Ama, asla kahpenin, alçağın, zalimin ve şirretin değildir!

Sen ey Hürriyet Meydanında zulmün ateşine göğüs germiş körpe fidan! Sen ey bir Mayıs sabahı, satılmışı yanılmış, kahpeyi şaşırmış ve sinsiyi düzelmiş sayarak hiç birine dokunmağa kıyamıyan temiz yürek! Sen ey ehli vatan, gün görmüş başını kaldır ve iyi bak: Vatanda hortlak var hortlak!.. Kirli kefenine yapışmış bir alçaklar sürüsünü peşinden sürükliyerek gönül bulandırıcı bir iskelet dansının takırtılarıyla kulaklarımızı tırmalayan bu uğursuzu, lâyık olduğu cehenneme yollayalım!..”


MENDERES’İN NAAŞI

Medeniyet, 7 Ocak 1962 - Menderes ailesi Adnan Menderes’in naşının kendilerine iade edilmesini istiyor. Yassıada duruşmalarında idama mahkûm edilerek hükmü İmralı’da infaz olunan eski Başbakan Adnan Menderes’in naaşı ailesi tarafından istenmiş, verilmediği takdirde İmralı’da yattığı yerin gösterilmesi talep olunmuştur.


Bedii Faik bu konuda da 9 Ocak 1962 tarihli Dünya’da haddi aşan çirkin bir yazı yazar.

“İSTEDİ !

- Menderes’in nâşını isteriz!

Emredersiniz ama, bir değil, beş değil ki mübarek, hangisini verelim? Daha doğrusu verdik de.. Ama anlaşılan doyuramamışız!..

Hukukçu nâşını mı istersiniz? İşte Burhan Apaydın! Kabadayı nâşı mı? İşte Gökhan bilmem ne oğlu.. İşte Reşit Özarda.. İşte Ertuğrul Akça.. Yalancı dolancı, demagog nâşı ise aman efendim her partiye tümen tümen serpilmiştir. Elinizi daldırmanız yeter. Dinci nâşı derseniz, rica ederim Başgil’den âlâsı mı olurmuş!

Menderes’in nâşı ha? Ayol siz çıldırdınız mı? Bir araya toplamak kaabil mi onu? Aslında bu, nasılsa çıkmış olduğu irtifadan bir sille ile itilip düşürülmüş ve bin parça olmuş bir ceset!.. Her bir parçası Demokrasi adına yurda çoktaan dağıtıldı. Bakınız şu içtimaî klüpteki palavracı kumarbaza! Menderes’in nâşıdır o!.. Bakınız şuradaki düzenbaza, mübareğin bir nâşı da işte bu!. İleri’nin tabutuna kimler bayrak sardı zannediyorsunuz? Hepsi Menderes’in nâşıdırlar. Siyah başlıklı gerici paçavraya kimler yazı döktürüyor sanıyorsunuz? Hepsi hepsi birer Menderes nâşıdırlar!..

Ermişler gökteki kırklara karışırlar. Bu uçak kazası evliyası ise, yerdeki yüzlere, binlere karışmıştır. Bir cesedi yok artık, yüz cesedi, bin cesedi var!..”


GÖKHAN EVLİYAOĞLU’NUN CEVABI

Yeni İstanbul, 12 Ocak 1962.

“Bedenini, sahte şöhretine bağlı haram paraların desteği ile bilmiyoruz daha ne kadar zaman ayakta tutabileceksin? Bir gübre yığınında eşelenir gibi üstünde horozlandığın servetinin, Yüksek Soruşturma Kurulu misilli bir ateş çemberinde elenmesini ilk defa sırf senin için temenni ediyoruz. Tekrar edelim, bilmiyoruz bu kokmuş servet, İngiltere’den getirttiğin çamaşırların içindeki kırk derecelik hasta bedenini daha ne kadar zaman ayakta tutacak? Ama ruhunu kurtaramıyorsun. Basil de koh, bir hayli zamandır, ruhunu kemiriyor, artık bunu önliyemiyeceksin. … Şerefli insanların, kendi aile tarihlerine dâir çok şerefli hâtıralar taşıyan “soyadları” ile uğraşma, ayıptır, kepaze oluyorsun. Buradaki kompleksini de bilmek isterdik, utanılacak bir soyadın var da onun için küçük isminle yaşıyorsun, sana bir soyadı bulabiliriz. İster misin? Yo korkma, hem de soyunu kurcalamadan sana uygun bir soyadı ararız. Ne de zor, ne de zor…”


BASINDA TEPKİLER

Büyük Zafer, 10 Ocak 1962.

Bediî Faik’in yazıları nefret uyandırıyor.

Ankara’da bir vatandaş Başvekil’e telle müracaat etti. Bir diğer şahıs da Bediî Faik’e mektupla cevap verdi. Bediî Faik Akın’ın Dünya gazetesinde yazdığı makale, vatandaşlar tarafından üzüntü ile karşılanmıştır. Bir çok kimse, Bediî Faik hakkında dâva açmak üzere harekete geçmiştir.

Dün de Ali Nemli isminde bir vatandaş Başvekil’e aşağıdaki telgrafı çekmiştir: “Memleketimizde kardeşlik sevgisinin millî menfaatlarımızı bozmaya kalkışanlara artık tahammülümüz kalmadı. Bu vatanda bulanık sularda balık avlamak zamanına paydos. Aziz Vatanın öz çocukları olarak siz büyüklerime hitap etmeyi müsaadenize arzederim. 7 Ocak tarihli Bediî Faik’in makalesini okudum. Kanaatime göre millî bütünlüğü bozmaya, memlekette anarşi yaratmak cüretinden çekinmeyen yazısını teessürle okudum. Sizler de bu yazıyı okuyup aynı kanaatte olduğunuzu hiç şüphe etmiyorum. Şu vatan aşkı ile olan hislerime sizlere tercüman olmak isterim. Ben vatandaş olarak Anayasanın teminatına bağlı olduğum için Türk Adliyesinde dâva açacağımı ayrıca arzederim. Bu yazının bir suretinin Büyük Zafer gazetesi Yazıişleri Müdürlüğüne verilmesini ayrıca rica ederim. En derin saygılarımla. Ali Nemli.”

Gerek Başvekilin ve gerekse İstanbul Savcılığının suç teşkil eden bu yazı hakkında hiçbir harekete geçmeyişi hayretle karşılanmıştır.

Diğer taraftan Şükrü Akgül isminde bir vatandaş da Bediî Faik’e bir mektupla bu yazısı hakkında cevap vermiştir.


Son Havadis, 12 Ocak 1962.

Bediî Faik’in tahrikleri.
Süreyya Ağaoğlu [Eski Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu’nun kızkardeşi] Savcılığa bir telgraf gönderdi.

Dünya gazetesinde Bediî Faik imzasiyle “Yeter artık” başlığıyla çıkan ve baştanbaşa tehditlerle dolu yazının doğurduğu infial devam etmektedir. Avukat Süreyya Ağaoğlu bu yazıdan dolayı İstanbul Cumhuriyet Savcılığına şu telgrafı çekmiştir.

“Dünya gazetesinin 7 Ocak tarihli nüshasında Bediî Faik imzalı “Yeter artık” namındaki yazı Ceza Kanununun 141 inci maddesine göre halkı birbiri aleyhine teşvik mahiyetinde olduğundan nazarı dikkatinizi celp eder, saygılarımı sunarım. Süreyya Ağaoğlu”


Büyük Zafer, 12 Ocak 1962.

Bediî Faik Hakkında Tahkikat Yapılıyor.

Dünya gazetesinde aylardan beri milleti ikiye bölücü yazılar yazan Bedii Faik Akın’ın seçimlerden sonra da bilhassa son günlerde bu faaliyetine hız vermesi üzerine İstanbul Savcılığı hakkında takibata geçmiştir. Ayrıca Süreyya Ağaoğlu da bir vatandaş olarak savcılığa müracaat etmiştir. Bugün kendisi ile konuştuğumuz Süreyya Ağaoğlu şunları söylemiştir: “Milletin ihtiyacı olan huzur, sükûn ve kardeşliğin tesisi için bütün milletin elele vererek gayret sarfedeceği bir devirde kin gayız tohumları saçıcı ve milletin sevgisini yok eden, halkı birbiri aleyhine düşüren bir yazıya karşı hukukî reaksiyonumdur.”

Öte yandan kendisi ile görüştüğümüz savcı yardımcılarından İsfendiyar Bey, Süreyya Ağaoğlu’nun telgrafını sabah aldıklarını fakat mezkûr yazının Dünya gazetesinde çıktığı gün muharriri hakkında derhal takibata geçildiğini bildirmiştir.


GÜRSEL’E ŞİKÂYET

Son Havadis, Kudret, Medeniyet, 13 Ocak 1962 .

Eski iktidarın yakınları Bediî Faik’i Gürsel’e şikâyet ettiler.

Pek bayağı kelimeler kullanmak suretiyle bir zamandan beri eski devlet ricali mensupları ve aileleri hakkında yazılar yayınlamakta olan Bediî Faik, bugün, eski iktidar yakınları tarafından, Cumhurbaşkanına, Başbakana, Meclis Başkan ve Adalet Bakanına şikâyet edilmiştir. Hâlen, Kayseri’de, Yüksek Adalet Divanının tesbit ettiği mahkûmiyet müddetlerini doldurmakta olan eski iktidar mensuplarının aileleri, şikâyet telgraflarında demektedirler ki:

“7 Ocak 1962 tarihli Dünya gazetesindeki Bediî Faik’in yeter artık başlıklı hezeyanına esefle muttali olmuş bulunuyoruz. Yazarın ahlâk ve fazilet anlayışına tamamen uygun olarak yazılan bu makaleden bir paragrafı ıttılanıza sunmak için hicapla aynen tekrarlıyoruz: “Eğer bir memlekette zalimlerle çiftleşmekten başka meziyetleri olmayan kahpeler yumruklarını sıkıp iffetin bağrını dövüyorlarsa” deniliyor. Namuslu ve iffetli Türk kadınının iffet ve haysiyeti kanun teminatı altında olması icap ederken bu şahsın namus ve iffetlerimizle ne zamana kadar oynanmasına müsaade edilecektir? Hukuk Devletinde yaşayan vatandaş olarak kanun teminatı altında bulunmamız en tabiî hakkımız olduğuna göre şeref ve haysiyetlerimizin adlî mekanizmaca korunup korunmayacağını merakla beklemekteyiz. Hürmetlerimizle. Ankarada bulunan eski iktidar mensuplarının eşleri”


BEDİÎ FAİK PERVASIZLIĞINI ARTTIRIYOR

Dünya, 13 Ocak 1962.

“Şikâyet etmişler!

Gazeteler haber veriyor: Düşük aileleri aralarında toplanmışlar, son günlerde yazdıklarımı incelemişler ve nihayet Cumhurbaşkanına, Başbakana, Meclis ve Senato başkanlarına birer telgraf çekerek beni şikâyet etmişler!..

Gördünüz mü başıma gelenleri? Ya şimdi Gürsel Paşa veya İsmet Paşa beni hırpalarsa.. Ya Suad Hayri Ürgüplü Senatoyu ve Fuad Sirmen parlâmentoyu başıma yıkarlarsa.. Düşük aklı bu! Onlara göre her Cumhurbaşkanı Bayar gibi, her Başbakan Menderes misillû, her Meclis başkanı da Koraltanvarî davranabilir. Ve her yazar ancak kendi beslemeleri ve çığırtkanları gibidir.

Hay akıl fıkaraları hay!.. Size demokraside, herhangi bir yazarın yazdıklarından dolayı tek bir mercie, ancak adalete şikâyet edilebileceği gerçeğini bir türlü öğretemeyecek miyiz? … Bunun dışında ne bir merci vardır, ne de bir endişe. Hepsi vız gelir ve bizleri keyiflendirmekten başka bir sonuç veremez.

İsmet Paşa düşük aileleri sel sele, sümük sümüğe ağlıyorlar diye bana <<böyle yazma>> demez, diyemez de.. Ama ben ona vatandaş kendisinden şekva etti mi, <<böyle yapma>> derim. Diyebilirim. …

Ve nihayet, aynı okurlar ve bütün vatanseverler, bir ebedi mahkûmun tabutuna Türk bayrağı saran şu benden şekvacı düşük ailelerinin küstahlığı karşısında infial içindedirler. İşte bunu da alır, hepsinin kafasına fırlatırım. Ve tekrar tekrar derim ki: <<Bunu yapan alçaktır. Bayrağa hakaret etmiştir ve hesabını vermelidir.>>

Şimdi anladınız mı hem suçlu hem güçlü olma gayretkeşleri! Oturun oturduğunuz yerde ve gece gündüz bu vatanı,, kocalarınızın, babalarınızın, kardeşlerinizin veya oğullarınızın elinden kurtaranlara teşekkür edin!.. Teneffüs ettiğiniz havayı dahi onlara borçlusunuz, bunu da asla unutmayın!..”


Son Havadis, 17 Ocak 1962.

Bediî Faik’in bir yazısı Savcılıkla inceleniyor.

Bundan bir müddet evvel Dünya gazetesinde Bediî Faik imzası ile “Yeter artık” başlığı altında intişar eden yazı Savcılık tarafından tetkik edilmektedir. Hatırlanacağı üzere bundan birkaç gün evvel Avukat Süreyya Ağaoğlu, Savcılığa bir telgraf çekerek bahis mevzuu yazının Ceza Kanunun 141 inci maddesi gereğince halkı birbiri aleyhine tahrik edici mahiyette olduğunu iddia etmiştir. Dün bu hususta kendileri ile görüştüğümüz ilgililer yazıyı tetkik ettiklerini bildirmişlerdir.


KUYRUK YOK, GÖVDE VAR!

Son Havadis, 18 Ocak 1962 - Ankara, 17 (Teleksle).

Millet Meclisinin bugün öğleden sonraki yapılan oturumunda söz alan Manisa AP milletvekili Neriman Ağaoğlu [Eski Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu’nun eşi], son günlerde bazı gazetelerde bazı yazarlar tarafından körüklenmek istenen huzursuzluklarla ilgili önemli bir konuşma yapmıştır.

“Bazı arkadaşlar bu kürsüye çıkıyor, herhangi bir bahane ile kendilerini müdafaadan mahrum hapishane köşelerinde kaderlerile başbaşa kalmış kimselere tecavüzde bulunuyor. Yakışır mı bu efendiliğe? Yakışır mı bu Türk ananesine? O insanlar ki yirmi senenin ıstırabını yirmi ayda çektiler. Çocukları ile, karıları ile, anaları ile, babaları ile, kardeşleri ve hatta milletin büyük bir ekseriyeti ile yirmi ayda yirmi senenin ıstırabını çektiler. Maddî ıstırab çektiler, manevî ıstırab çektiler. Onlar hesaplarını verdiler. Didik didik edildiler millet huzurunda. Alınları açık, vicdanları pırıl pırıl. Ölüler evinde akibetlerini bekliyorlar. Bu ne kin, ne nefret, ne intikam hırsı. Bu hislerin memleketi nerelere kadar götürdüğünü gördük. … Bir kuyruk lâfıdır ortada dolaşıyor. Nedir bu? Bediî Faik yazıyor. <<Bu vatan onların değil>> diyor. <<En küçük kırıntılarına kadar onları imha etmek zamanı gelmiştir. Ne duruyorsunuz ey zinde kuvvet çanları çoktan çaldı>> diyor. Biz soruyoruz. Çanlar kimin için çalıyor? Kardeş katliamı için mi? Onun kuyruk dediği şey koskocaman bir gövde. Karşısına dikilmiş dimdik duruyor. Öyle bir gövde ki, ona en vahşi bir boğa yılanı dahi dokunmağa cesaret edemez.”


VE, NECİP FAZIL BALYOZU İNDİRİYOR; “AL!”

Necip Fazıl, “Kırmızı” başlıklı bir yazısında, cezaevinde iken kırmızı renkten neredeyse nefret ettiğini yazar ve bir yakanın iki tarafındaki kırmızı çuha parçalarından bahseder. Bediî Faik, bu yazının bir alçaklık belgesi olduğunu, kırmızıyla kurmayları kastettiğini ve subaylara hakaret ettiğini iddia edince, Necip Fazıl da “Al” başlıklı yazısıyla cevap verir.


Son Posta, 18 Ocak 1962.

“Al!

Babıâlinin Bab-ı âdi cephesinde, Dünya isimli, çöp tenekesi boyunda bir kulübeye sığınmış bir köpek vardır ve adı Bediî Faik’tir.

Dökük kıllarının her kökünde uyuz kabartıları zıpzıplaşan ve ruhundaki cerahat ağzından dökülen ve hokkasını dolduran bu âdi hayvan, kalemini işte her gün bu hokkaya daldırıp ulvî mânalara mikrop aşılar. Fikir adına, hiçbir mahalle itinin tenezzül etmeyeceği küfürlere kadar düşer ve devamlı bir can çekişme içinde ulviliklere karşı ulur . …”


BEDÎ FAİK ŞİRRETLİKTEN VAZGEÇMİYOR

Dünya, 19 Ocak 1962.

“Necip Fazıl denilen deccal yamağı. Yüzünün bütün adalesi bir arap rakkasesine taş çıkartırcasına durmadan göbek atarak, fotoğrafların enstantane kudretlerine rağmen ancak yüzsüz olarak tesbit edilmek gibi ilâhi bir damga ile ortaya salınmış serseri, soyuna has pişkinlik içinde cinayetini tevile kalkmış. ‘Ben kırmızı yakalılar diye kurmayları değil, gardiyanları kastetmiştim!..’ Vaktiyle din ticaretinde sömürdüğü biçârelerin paralarını kumar masalarında yerken yakalandığı zaman da: ‘Ben kumarın kötülüklerini yakından tetkik ediyordum’ diyebilecek kadar utanmaz bir şarlatandır bu!..”


İSMAİL HAKKI YILANLIOĞLU

Yeni İstanbul, 10 Şubat 1962.

Dünya gazetesinin dünkü nüshasında, hakkında Bediî Faik adlı bir yazar tarafından kaleme alınan bir yazı münasebetiyle, Kastamonu Milletvekili İsmail Hakkı Yılanlıoğlu gazetemize şu beyanatı vermiştir.

“Zavallının huyudur. O beş on kuruş fazla kazanıp, nefsini tatmin etmek için her gün birine saldırmaya memur ve mahkûm zavallı bir mahlûktur. Ondan başka taşıdığı adın tam aksi evsafı haiz bir adam daha yoktur. Öyle bir adam ki, hakkında söylenecek ve yazılabilecek en ağır şeyler söylenmiş ve yazılmış amma, ne yapsın Allah haya hislerinden mahrum ettiyse, kabahat bu zavallı nasipsizde midir? Geçenlerde Necip Fazıl Kısakürek istediğini, al dedi, verdi. Ve lâyık olduğu şekilde teskiye ve tavsif edildi. Eğer o sözlere başka biri muhatap olsa idi, kalemini kırar bir köşeye çekilirdi. Ama o bunu yapamaz, hastadır. Bu adamdan daha zavallı ve acınacak mahlûku ben tanımadım. Bu soyadsız mahlûk, benim soyadımı dahi değiştirmeye cüret ediyor.”


14’LER FASLI

14’LER VATAN HAİNİ Mİ, KAHRAMAN MI?

Tercüman, Yeni Sabah, Kudret, Hür Vatan, Hürriyet, 5 Ocak 1962.

Bütçe Karma Komisyonun, dün yapmış olduğu toplantıda CHP Yozgat milletvekili Celal Sungur, 14’ler meselesine temasla şunları söylemiştir: “Hâlen, dışişleri memuru bulunan 14’ler hakkında zaman zaman birbirine uymayan muhtelif şeyler duymaktayız. Bunlar, haini vatan mı, yoksa bir kahraman mı idi?.. 13 Kasım’da bir ihtilâl oluyor. Bunlar kötüleniyorlar. Seçim oluyor, bunların onore edildiğine şahit oluyoruz. 14’ler dışarda ne yapmaktadırlar? Memurlara, müktesep hakları olan zamların dahi mali imkânsızlıklar ileri sürülerek verilemediği bir zamanda, devlet bütçesinden bunlara iki milyondan fazla fuzuli para ödeniyor. Eğer bunlar suçlu iseler, getirip tecziye edelim. Suçsuz iseler, memlekete dönmelerine müsaade edilsin. 14’lere daha ne kadar zaman bu parayı ödeyecek ve memlekete dönmelerine ne zaman müsaade edilecek?”

Celal Sungur’un sorusunun cevaplandırılması sırasında Dışişleri Bakanı Sarper, Haydar Tunçkanat ve Celal Sungur arasında hafif bir çatışma oldu. Celal Sungur, <<Bu kanun bir dış mecburî iskân kanunu değil midir, bunlar siyasî sürgün değil midirler?>> diye sorunca Tunçkanat müdahale etti <<değildir>> cevabını verdi. Sarper şu izahatı verdi: “14’ler meşru kanun yapma salâhiyetini haiz Milli Birlik Komitesi tarafından çıkarılan bu kanunla yurt dışına gönderilmişlerdir. Kanun onların lehine olarak tedvin edilmiştir. Kendilerini hükûmetler iki yıl geriye getiremezler, ancak kendileri arzu ettikleri zaman kanunun hükümleri gereğince geri gelebilirler, bu bakımdan hiçbir manileri yoktur. Bu konuyu deşmeyi millî menfaatlere uygun bulmuyorum. Bunu deşmekte hiçbir millî fayda yoktur.”


Hürriyet, 6 Ocak 1962. A. İyidoğan’ın 14 lerin dönmesini temenni etti.

Adana’ya gelmiş olan Başvekil Yardımcısı ve Devlet Vekili Akif İyidoğan 14 ler hakkında şunları söylemiştir: “14 leri 14 ler yapan hâdiselerin cereyanı milletçe bilinmemektedir. Zamanında alınan kararlar ve tarihi de malûmdur. O zaman kullanılan bu kabil tasarruflar karşısında Anayasaya müracaat edilmeyeceği Anayasanın geçici maddeleri iktizasındandır. Demokratik bir hukuk devleti esprisi içinde her türlü kanun ve hukuk bu durumu muhafaza etmek ve tecavüzlerden masun bulundurmak vazifemizdir. Bu 14 arkadaşımın gurbet hayatlarının da bir sene sonra nihayet bularak bugünkü şartların düzeni içinde anavatana dönmeleri şahsî kanaatim olarak şâyanı temennidir.”


Medeniyet, Muzaffereddin Özbay, 7 Ocak 1962.

“Ondörtler ve Huzur

Bütçe Komisyonunda Dışişleri Bakanlığı bütçesi görüşülürken sorulan suallere verdiği cevaplar arasında, Sayın Selim Sarper; Ondörtler mevzuunda: <<Bunlar, meşru kanun yapma salâhiyetini haiz MBK tarafından çıkarılan bu kanunla yurt dışına gönderilmişlerdir. Hükûmetler onları geri getiremezler. Bunu deşmekte hiçbir millî fayda yoktur.>> buyurmuşlar.

Demokrat Parti devrinde, büyük elçilik, daimî delegelik; ihtilâl ve koalisyon hükûmetleri devrinde Dışişleri Bakanlığı yapmak suretiyle, her devirde T.C. Hükûmetinin en mühim mevkilerini işgal edebilecek feraset ve dirayet gösteren sayın Sarper’in, daha kuvvetli ve inandırıcı beyanlar ile efkârı umumiyeyi tatmin etmesi beklenirdi.

1961 Anayasası geçici dördüncü maddesinin üçüncü fıkrası MBK nın çıkardığı kanunlarında diğer kanunlar gibi değiştirilebileceğini ifade etmektedir.

Binaenaleyh, her T.C. Hükûmetinin lüzum gördüğü anda, MBK nın bu husustaki kanununu değiştirerek ondörtleri yurda çağırabilmesi icab eder.

Keza, Dışişleri Bakanlığı emrinde normal vazife gören T.C. vatandaşlarının Millet Meclisinde tartışılması millî menfaatlere aykırı düşmemek gerekir.

Normal bir hükûmetin kolaylıkla yapabileceği bir işte, zorluk göstermek, esrara bürünmek suretiyle, zihinlerde:

- Hükûmet neden çağıramıyor?
- Bunlardan bahsetmek neden millî menfaatlere aykırı oluyor?

Sorularını düğümlü bırakmak, vatandaşın huzurunu kaçırmak, cunta vesaire gibi dedikodulara inanmıya mecbur etmek olmaz mı acaba?

Halbuki koalisyon hükûmeti her şeyden evvel vatandaşın huzurunu sağlayacağını vadederek işe başlamıştı.”


14 LER CENGE HAZIR

Ekspres, 9 Ocak 1962. [Yayın hayatına o günlerde başlıyan ve Ondörtlerle çok ilgilenen gazetede tam sayfa manşet]

Bazı mebuslar, eski MBK üyeleri ile temas halinde. Doktrin partilerinin kurulması için büyük gayretler sarfediliyor.

Son günlerde partilerde kaynaşma son haddini bulmuştur. Bazı Senatör ve Milletvekillerinin <<Muhafazakâr>> adı altında toplanacaklarına dair haberler ve bunların bir beşinci grubu kuracaklarına dair söylentiler dolaşmaktadır. Faaliyetlerini bu yöne teksif eden ve AP den ayrılacakları ifade edilen bazı mebuslar diğer partilerde de kendilerine yakın kimseler buldukları gibi halen yurt dışında olan 14 lerle temas halindedirler. Af meselesinin vaktinden evvel bahis konusu olması münasebeti ile halen yurt dışında olan 14 lerden temas ettiklerimiz cenge hazır olduklarını, bunun için yurda dönünce 27 Mayıs inkılâbının müdafii olacaklarını söylemişlerdir. Bu surette Milliyetçi yahut Muhafazakâr bir partinin temellerinin atılacağına muhakkak nazarı ile bakılmaktadır.


14’LER YURDA DÖNEBİLECEK

Son Havadis, Son Saat, Medeniyet, 16 Ocak 1962.

Memlekette huzurun temini yolunda yapılacak işleri kapsayan program içersinde eski Milli Birlik Komitesi üyelerinden yurt dışına vazifelere tayin edilen 14 lerin memlekete avdeti meselesi de yer almıştır. Bu cümleden olarak Dışişleri Bakanlığı eski üyelere birer mektup yollayarak yurda dönmek konusundaki fikirlerinin ne meyanda olduğunu sormuştur. Gönderilen bu mektupta arzu edenlerin en kısa bir zamanda memlekete dönmeleri için gereken muamelelerin tahakkuk ettirileceği bildirilmektedir. Dışişleri Bakanlığı tarafından yurda dönmeleri hususunda yollanan bu mektup üzerine fikirlerine müracaat ettiğimiz 14 lerin yakınları, Tokyo’da vazifeli olarak bulunan Muzaffer Özdağ’ın kardeşinin bundan bir müddet önce yapmış olduğu basın toplantısında da söylemiş olduğu gibi, “Bahardan önce dönmemeye kararlıdırlar. Bakanlığa yazacakları cevaplarda da bu hususu belirtecekleri kanaatindeyiz” demişlerdir.


Son Saat, 17 Ocak 1962 - 14’ler Serbes.

14’lerin yurda dönüp dönmiyecekleri konusunda bu sabah kendisiyle görüştüğümüz Dışişleri Bakanlığı Haber Alma Dairesi Başkanlığı Haber Alma Dairesi Başkanı Hasan İstinyeli bu konuda şunları söylemiştir: <<14’lerin yurda dönmeleri baştan beri mümkündür. Ancak o günlerde bazı siyasî sebeplerle yurt dışında kalmaları gerekiyordu. Bugün ise bu sebepler tamamen kaybolmuştur. Gerçi 14’lerin yurda dönmeleri için biz kendilerine bir davette bulunmadık. Buna rağmen dönmek istedikleri takdirde karşılarında hiçbir kanunî engel yoktur.


Büyük Zafer, 17 Ocak 1962 - 14 lerden isteyen dönebilir.

Hariciye Bakanı Selim Sarper; 14’lerin yurda dönebileceklerine dair kendilerine bir mektup yazmadım, demiştir. Bu hususta çıkan haberleri yalanlayan Sarper, diğer suallere cevap vermemiştir. Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Bürosu Müdürü Hasan İstinyeli ise; böyle mektup yok, fakat isteyen geri dönebilir, demiştir.


Ekspres, 20 Ocak 1962 - 14 ler Mart ayında dönmek istiyorlar.

Kendileri ile telefonda görüşmeye muvaffak olduğumuz 14 lerden bazıları, bugünlerde yurda dönmelerinin bahis konusu olmadığını ancak, Mart ayı içinde tespit edilecek bir tarihte gruplar halinde memlekete dönmek niyetinde olduklarını söylemişlerdir. <<Komiteden nasıl toplu olarak affedildi isek, kararlarımızı da ayni şekilde müştereken ve toplu olarak vereceğiz>> diyen 14 ler yurda dönüş konusunda aralarında yazışmalar ve telefon konuşmaları yaptıklarını da sözlerine ilâve etmişlerdir. Türkiye’deki siyasî hareketleri yakından takip ettiklerini söyleyen 14 ler, kendilerini MBK den ayıran 127 sayılı kanunun haysiyetlerini zedelediğini, ancak bu kanunun değiştirilmesi halinde Mart ayı içinde yurda dönmeye kararlı olduklarını ifade etmektedirler.


ORHAN ERKANLI’NIN MEKTUBU

Milliyet, 20 Ocak 1962 - 14’ler Mart’ta yurda dönmek istiyorlar!..

Kanada’da bulunan Orhan Erkanlı 1,5 yıl önce yurt dışına çıkarılan ondörtlerin dönüşü için çıkar yolun 127 sayılı kanunun tâdil edilmesi olduğunu söylüyor. MBK devrinden, demokratik rejime intikal eden problemlerden biri de 14’ler konusudur. 27 Mayıs devriminin altıncı ayında, 127 sayılı kanunla yurt dışına çıkarılan birinci MBK’nın bu 14 üyesinin bugün yurda dönmeleri, istifaları dışında mümkün değildir. Zaman zaman basında 14’lerin dönüşünün gün meselesi olduğu ileri sürülmekte, kendileri hava alanlarında beklenmekte, fakat gelmemektedirler. Niçin?

Bu duruma, son günlerde bâzı gazetelere 14 lerden Orhan Erkanlı’nın gönderdiği bir mektup ışık tutmakta ve dönüşlerinin niçin geciktiği ve nasıl dönmek istedikleri yazılmaktadır. Erkanlı’ya göre, memleketin sorumlu insanlarıyla yapılan temaslarda 14 lerin mart ayı içinde dönmeleri kararlaştırılmıştır. Bu dönüş ya istifa veya kendilerini yurt dışına çıkaran 127 sayılı kanunun değişmesi suretiyle mümkün olabilecektir. Ancak, 14 ler, haysiyet ve guruları kırılmamış ve memlekete birer menfi insan olarak dönmemek için 127 sayılı kanunun değiştirilmesini istemektedirler. Bu takdirde, Dışişleri Bakanlığı kendilerini merkeze alabilecek, onlar da istifa ederek Türkiye’de kendi arzuladıkları hayatı yaşayabileceklerdir.

Dönüş Niçin Gecikti?

Erkanlı’nın mektubuna göre dönüşlerinin gecikmesinin sebepleri şöyledir:

<<15 Ekim seçimlerinden sonra, Devlet Başkanı Gürsel, bir bildiriyle 14 lerin yurda dönmelerinin mümkün olduğunu açıklamış, ancak görevlerinden istifaları şart olarak ileri sürmüştür.

14 ler o günlerde memlekete dönmekte kararlıydılar. Paris’te toplantılar. Fakat seçim sonu Türkiyesindeki karışık hava 14 lerin derhal memlekete dönmeleri için hiç de müsait değildi. Çünkü, seçimleri hiçbir parti kazanamamış, hükûmet kurulamamış, DP nin devamı sayılabilecek partiler üstelik mecliste çok sayıda sandalya temin etmişlerdi. Durum genç subayları kızdırıyor, hattâ ikinci bir askerî müdahale söz konusu oluyordu. 14 lerin bu sıralarda yurda dönmesi memleket içindeki mevcut kuvvetler dengesini genç subaylar lehine bozabilirdi.

Bu durum 14 lere intikal ettirilmiş ve kararlarını bu ölçüler içinde vermeleri istenmişti. Aynı günlerde Paris’te toplanmış olan 14 ler de Türkiye’den gelen bu isteğe uyarak dönüşlerini geciktirmişlerdi.

Gerçekten de 14 lerin o günlerde memlekete gelişi bâzı fırsatçı gurupların işine çok yarayacak ve bir buçuk yıl sürgün hayatı yaşamış olan bu insanların memleketi yeni bir maceraya sürüklemeleri çok muhtemel bir olay olacaktı.>> …

Erkanlı’nın mektubuna göre, 14 ler memlekete haysiyetleri korunmuş, müsbet imkânlar yoluyla getirilmiş olunmazlarsa istifa yoluna sapabilecekler ve memlekete bâzı kapıları zorlayarak dönmüş olacaklardır. Bu da parti çatışmalarının şiddetlendiği, ilericilik ve gericilik mücadelelerinin hararetlendiği bu günlerde birer küskün, sürgün ve asî evlât pozunda dönecek 14 leri bir takım fırsat guruplarının yanına ister istemez itmiş olacaktır.


Tercüman, 22 Ocak 1962.

14’lerden 4’ü İşçi Partisine girecek.
Türkeş, Özdağ, Esin ve Taşer’in isimlerinden bahsediliyor.
30-35 ilde şimdiden müteşebbis heyetler hazır.

Yeni bir işçi partisinin kurulması ile ilgili hazırlıklar tamamlanmak üzeredir. Türkiye’deki bütün sınıflara hitap edecek olan bu partinin geniş bir kurucu kadrosu olacaktır. Halen 30-35 ilde partinin müteşebbis heyetleri hemen hemen kurulmuş vaziyettedir. Bu illerdeki işçiler teşkilâtları kurmak üzere haber beklemektedir. Sosyal adaletin savunucusu olacak işçi partisine 14’lerden bir kaçının gireceği haber verilmektedir. İşçi liderleri Pazartesi günü bir toplantı daha yapacaklar ve partinin programı üzerinde çalışacaklardır. Yeni partinin kuruluş dilekçesi Şubat ayı içinde Ankara valiliğine verilecektir. İşçi liderleri kurucular kadrosunda yer almayacaklar ve partiyi kuvvetle destekliyeceklerdir.

Öte yandan Türk-İş idarecileri vazife ile yurd dışında bulunan MBK eski üyeleri ile temas halindedir. Komite üyelerinden sosyal fikirlerin savunucusu olan dördünün Şubat ayı içinde Türkiye’ye gelerek bu partinin kurucuları arasında yer alacağı öğrenilmiştir. Bu komite üyelerinin isimleri gizli tutulmakla beraber Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Numan Esin ile Dündar Taşer’in oldukları sanılmaktadır.


Vatan, 27 Ocak 1962 - Çalışanlar Partisinin 14’ler ile ilgisi yok.

Türkiye Çalışanlar Partisi’nde kuruluş faaliyeti ilerlemiş bulunmaktadır. Partinin programı hazırlanmış, tüzük üzerindeki çalışmalar hızlandırılmıştır. Bugüne kadar gazetelerde çıkan dedikoduların asılsız olduğunu açıklayan bir Çalışanlar Partisi kurucusu: <<14 lerin tutumu ile bizim gayemiz bağdaşamayacağı için böyle bir teması düşünmedik bile. Alparslan Türkeş’in kızkardeşi de sadece bir sendika üyesi olarak çalışmalarımıza katılmaktadır.>> demiştir.


DERVİŞE KOÇ (TÜRKEŞ)

Kudret, Medeniyet, 1 Şubat 1962.

Türkeş’in kızkardeşi “Âbim şartlar müsait olunca dönecek” dedi. Polemik mevzuu olmaktan çekinen eski MBK üyesi, şimdilik dönmüyor.

Bandırma Tekel İşçileri Sendikası Başkanı olarak Ankara’da toplanan Çalışma Meclisine katılan ve 14 lerden Alparslan Türkeş’in kızkardeşi Dervişe Koç, ağabeyisi hakkında şunları söylemiştir: “Ağabeyimin bugün için memlekete döneceğini sanmıyorum. Çünkü ağabeyim memlekete dönerse basın tarafından polemik mevzuu olacağını çok iyi bilmektedir. Fakat şartlar müsait olduğu gün ağabeyim memlekette olacaktır.”

Yeni kurulacak İslâm Demokrat Partisinin Genel Başkanlığı A. Türkeş’e Teklif edildi

Sular İdaresi işçi mümessili Fahrettin Oğuz, İslâm Demokrat Partisini kurmak için teşebbüse geçmiştir. Fahrettin Oğuz CHP iktidarı zamanında tabutluklarda yatan eski Turancılardandır. YTP İstanbul işçi milletvekili adayı iken istifa ederek CKMP’ye geçen Fahrettin Oğuz bir ara Türkiye Sosyalist Partisi sözcülüğünü de yapmıştır. İslâm Demokrat Partinin hazırlanan tüzüğünde dine büyük yer verilmektedir. Bununla ilgili madde şöyledir: Dini şarlatanların elinden kurtarmak, zayıflayan milliyetçiliğimizi kuvvetlendirmek, artan sefaleti önlemek, dinimize göre milliyetçi sosyalizmi şiar edinmek. Fahrettin Oğuz, Alparslan Türkeş’e mektup yazıldığını ve kendisine parti genel başkanlığı için teklif yapıldığını ve neticeden çok ümitli olduğunu söylemiştir.


Cumhuriyet, Ekspres, 2 Şubat 1962 – İnönü.

İnönü, 14’lerin yurda dönmelerinde mahzur görmediğini bildirdi. İstanbul’da çok yüklü bir çalışma günü geçiren Başvekil İsmet İnönü, dün öğleden sonra Vilayette bir basın toplantısı yapmıştır. İnönü, <<14 lerin yurda dönmelerinde hiçbir mahzur görmüyorum. Bu tamamiyle kendi hususi meseleleridir. Hükûmet olarak bizi meşgul etmez.>> demiştir.


Yeni İstanbul, 5 Şubat 1962 – Ekrem Alican.

YTP Genel Başkanı Ekrem Alican.

Soru: Başbakan İnönü, 14 lerin yurda dönmelerinde mahzur olmadığını söyledi. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

Cevap: İhtilâl, tabiî birtakım tasarruflarda bulunmuştur. Bu mevzuu hükûmet bilir. Bana kalırsa, 14’lerin yurda gelmesinde bir mahzur yoktur. 14’ler yakından tanıdığımız hürmete lâyık insanlardır.


Ekspres, 11 Şubat 1962.

Türkeş hariç, 14’ler yurda dönmek için müracaat etti.

Yurda dönmemeleri için tazyike maruz kaldıklarını bildiren eski MBK üyeleri Hükûmetin cevabını bekliyor. Halen yurt dışında vazifeli bulunan eski MBK üyeleri, Başbakan İsmet İnönü’nün İstanbul’da yaptığı basın toplantısında sorulan bir sual üzerine <<dönmelerinde hiçbir mahzur>> demesinden sonra, Dışişleri Bakanlığına birer mektup göndererek durumlarını kat’î olarak öğrenmek istediklerini bildirmişlerdir. 14 lerden 13 ünün mektupları Dışişleri Bakanlığına gelmiş bulunmaktadır. 14 ler ayrıca, Dışişleri Bakanından, Mecliste yaptığı konuşmasının ciddiyet derecesi hakkında da bilgi istemektedirler. Sarper de meclisteki konuşmasında, 14 ler istedikleri zaman yurda dönebilir demişti.

Yurt dışında bulunan eski MBK üyelerinden Alparslan Türkeş bu konuda bilgi istememiştir. Eski 13 MBK üyesi, Dışişleri Bakanının bu konuşmasına karşılık kendilerinin memlekete gelmemeleri için bir takım resmî görevli kimseler tarafından tazyik edildiklerini mektuplarında bildirmektedirler. 13 ler hangi mercie göre karar vereceklerini şaşırdıklarını, bu şaşkınlığın ise hareket tarihlerini tesbitte kendilerini çok müşkül durumda bıraktığını ifade etmektedirler. Mektuplara Dışişleri Bakanlığının vereceği cevap merakla beklenmektedir.


Kudret, 12 Şubat 1962 - Ondörtlere yurda dönmemeleri için baskı yapılmış.

Yurt dışında bulunan 14 MBK üyesinden Türkeş hariç 13 tanesi durumlarını kesin olarak öğrenebilmek için Dışişleri Bakanı Selim Sarper’e birer mektup yazmışlardır. Sarper’in bir süre önce Mecliste yaptığı bir konuşma sırasında << 14 ler istedikleri zaman yurda dönebilirler>> şeklindeki konuşmasına karşılık resmî görevli kimselerin kendilerine yurda dönmemeleri için baskı yaptığını ifade eden MBK lılar Sarper’in beyanatı ile diğer makamların davranışları arasındaki tezadın aydınlanması için bu mektupları yazdıkları tahmin olunmaktadır. Bu konuda dün kendisiyle konuştuğumuz Dışişleri Bakanı Selim Sarper, mektupların henüz eline geçmediğini söylemiş ve mektuplar gelmeden de bu konuda bir şey söyliyemeyeceğini ifade etmiştir.


Hürriyet, 13 Şubat 1962 - 14 ler isterlerse gelebilirlermiş.

Dışişleri Bakanı Selim Sarper, halen dış teşkilâtta müşavir olarak vazife gören birinci Millî Birlik Komitesi üyelerinden ondördünün, isterlerse Türkiye’ye gelebileceklerini söylemiştir. Bakan, 14 lerin gelebilmeleri için ya vazifelerinden istifa etmeleri, ya da izin almaları gerektiğini kaydetmiştir. Sarper, 14 lerden izin isteyen olup olmadığı yolundaki sorumuza ise “hayır, hiçbiri izin istememiştir” cevabını vermiştir.


Tercüman, Ekspres, 6 Mart 1962.

14’ler 27 Mayıs hakkında bir kitap yazıyor. Rifat Baykal, <Biz reform istiyorduk, hak bildiğimiz yolda yürüyeceğiz> dedi.

Tel Aviv, 5 (Arkadaşımız Çetin Eren Bildiriyor.) – Halen Tel Aviv’de elçilik müşavirliğinde bulunan eski MBK üyesi Rifat Baykal 14 lerin, 27 Mayıs kitabını hazırladıklarını açıklamıştır. Bugün makamında görüştüğüm Rifat Baykal şunları belirtmiştir:

<<Anayasaya göre, herkes Büyük Millet Meclisine girebilir. Esas kritik devrede dikkatli olunmalı. Affı devamlı olarak şimdilik ortaya atmamalı. Partilere sempatimiz vardır. İhtirası olanları aklı selimin hoş görmediğini tahmin ediyorum. 13 Kasım iyi ve kötü tarafları ile tarihe intikal etti. 14 ler doktrine sahipti. Metod ayrılığı vardı. Biz mucize değil hür ve çalışkan milletlerin senelerce evvel yaptıklarını tatbik etmek istiyoruz. Reform istiyorduk. Hak bildiğimiz yolda sonuna kadar mücadele edeceğiz. Dünyada hiçbir ihtilâl hareketi milletin yarısını kendine hedef alamaz. İhtilâl zihniyete karşı oldu. Kin ve nifak yerine yepyeni ruhla birbirlerine bağlanıp demokrasiye inanılmasını istemiştik. Bugün huzur diye çırpınmalar eskiden atılan kötü adımların neticesidir.>>


EL TAHRİR GAZETESİ

Vatan, 26 Mart 1962 - 14’lerin Nisan ayı içinde yurda geri dönmesi muhtemel.

Bir Rabat gazetesi, İnönü’nün 14 lerin gelişine izin verdiğini öne sürdü. 13 Kasım 1960 ta yurt çıkarlarına aykırı hareketleri görüldüğü gerekçesiyle görevlerinden afedilen ve yurt dışına tâyin edilen 14 eski MBK üyesinin yurda dönüşleri, bugünlerde yeniden bir mesele haline gelecektir.

Rabat’ta yayınlanan Et Tahrir gazetesi Ankara muhabirine göre son sayısında 14 lerin Türkiye’ye dönmelerinin kararlaştırdığını bildirmektedir. Gazete 14 lerin siyasal ve sosyal düşüncelerinden de söz ederek ülkülerinin <<Sosyalist>> eğilimi üzerinde durmakta, bir takım tahmin ve faraziyeler ileri sürmektedir. Gazete Başbakan İsmet İnönü’nün uzun bir süre direndikten sonra 14’lerin Türkiye’ye dönüşüne izin verdiğini belirtmektedir. Yine bu habere göre 14’ler Nisan ayı içinde yurda döneceklerdir.


Son Saat, 27 Mart 1962 - Ondörtlerin yurda döneceği haberi bugün yalanlandı.

Başbakan İsmet İnönü bu konuda: “Asılsız bir iddia” diyerek yalanladı. İki gün evvel Rabat’ta çıkan El Tahrir gazetesine atfen gazetelerimizde çıkan haberlerin doğru olmadığı anlaşılmıştır. Bu hususta bir açıklama yapan Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı sözcüleri 14’lerin Türkiyeye dönmek için hazırlıklar yaptıkları haberini kesin bir lisanla yalanlamışlardır. Başbakan İsmet İnönü de bu haber için <<Asılsız bir iddia>> demiştir. İlgililerin söylediğine göre, 14’lerin yurda dönmeleri, İnönü’nün daha evvel de açıkladığı gibi ancak memuriyetten çekilmeleri ile mümkün olacaktır.


14’LER İZİNLİ OLARAK YURDA GELEBİLECEK.

Milliyet, 21 Nisan 1962.

Genelkurmaydaki toplantıdan sonra, isteyenlerin, izinlerini Türkiye’de geçirebilecekleri açıklandı.

Ondörtlerin yıllık izinlerini geçirmek üzere yurda gelebilecekleri kararlaştırılmıştır. Yıllık izinlerini Türkiye’de geçirmek üzere müracaat eden eski Millî Birlik Komitesi üyelerinin, bu müracaatları dün Genelkurmay Başkanlığında yapılan bir toplantıda görüşülmüş ve isteyenlerin izin geçirmek üzere, Türkiye’ye gelmeleri uygun görülmüştür. Gelmek için ilk müracaat edenler Muzaffer Özdağ ve Orhan Kabibay’dır.

Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, dün sabah saat 9 da Başbakan İsmet İnönü tarafından kabul edilmiş ve Ondörtlerin izinlerin geçirmek için yurda dönme isteğiyle verdikleri dilekçeler konusu ele alınmıştır. Başbakandan muvafakat emrini alan Erkin, doğruca Genelkurmayda yapılan toplantıya katılmıştır. Genelkurmay binasında, Dışişleri Bakanı Erkin, Genelkurmay Başkanı Sunay ve Kuvvet Komutanları toplanıp, Türkiye’de izin geçirme dilekçelerini gözden geçirmişlerdir. Toplantıdan saat 10.45 de çıkan Dışişleri Bakanı “Ondörtlerin her memur gibi mezuniyetlerini kullanma hakkına sahip olduklarını” belirtmiş ve Ondörtlerden mezuniyet hakkını Türkiye’de kullanmak isteyenlere bu hak tanınacaktır. Şimdiye kadar müracaat edenler Orhan Kabibay ile Muzaffer Özdağ’dır. Henüz izin müddeti tayin edilmemiştir. Yalnız bir aya olacağını tahmin ediyorum. Bu izin kim müracaat ederse verilecektir. Şimdi yalnız iki müşavire gelmeleri için tebligat yapılacaktır” demiştir.


Yeni İstanbul, 21 Nisan 1962.

Özdağ ile Kabibay yurda geliyorlar.

Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin şunları söylemiştir: “Bayramlarını yurtta geçirmek isteyenler arasında Orhan Kabibay ile Muzaffer Özdağ bize müracaat etmişlerdir. Mektupları müsbet karşılandı, bugün de kendilerine mektup yazdık. Bir ay izinle yurda döneceklerdir.”

Bundan sonra Dışişleri Bakanı, “Ondörtlerin yurda gelmesinde herhangi bir hâdise çıkar mı, bunu gözönüne alarak herhangi bir tertibat alacak mısınız? sorusuna da, “Gelmelerinde hiçbir mahzur görmüyoruz. Tertibat almağa da lüzum yoktur. Gelmeleri mühim değildir.” cevabını vermiştir.

Henüz müracaatları Bakanlığa intikal etmemiş olan İrfan Solmazer ile Rifat Baykal’a da müsbet cevap verileceği anlaşılmaktadır.


Son Havadis, Orhan Seyfi Orhon, 24 Nisan 1962.

“14’LER…

Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, Ankara’da yaptığı basın toplantısında, 14 lerin mezuniyetlerini kullanmak üzere yurda dönüp dönemeyecekleri soran gazetecilere şu cevabı vermiştir:

- 14 ler büyükelçiliklerde müşavir olarak çalışan memurlardır. Her memur gibi bunların da mezuniyet hakları vardır. Senelik izinlerini memleketlerinde kullanmak isteyenlere mezuniyetleri verilecektir. Şimdiye kadar iki memur müracaat etti. Kendilerine tebligat yapılacak. Bundan sonra müracaat edeceklere mezuniyetlerin verildiği bildirilecektir.

Ciddî bir devlet adamına yaraşan bu cevabın ayrıca bir ehemmiyeti de vardır. Bu sözler, bizden ziyade durmadan tehlikeler icat ederek tehditler savuranları meşrû bir hükûmet nizamı içinde düşünmeye alıştıracaktır. …

27 Mayıs’ı istismar ederek durmadan tehditler savuruyorlar. Bizi daima bir korku içinde tutmak istiyorlar. Basit tartışmaların ortasında meydana çıkıyorlar:

- İhtilâl bitmemiştir! diyorlar. İhtilâl tamamlanmalıdır!

Bu ahmaklar anlamıyorlar: 22/23 Şubatın arifesindeyiz!

Tabii, onların kıllarına halel gelmiyeceği için gönülleri rahat! Dışişleri Bakanının bu konuşmasından biraz önce, bir gazete 14 lerin memlekete dönemiyeceklerini yazıyordu. Neden? Çünkü onlar memleket topraklarına ayak basar basmaz kıyamet kopacaktır. Çünkü onlar zincire vurulmuş devlerdir. Sınırlarımızdan içeri adım atınca hükümet yıkılır. Onun için memlekete dönemezler! …

Hem, neden bunlar yurda ayak basınca kıyametler kopsun? Vatanseverliklerinden şüphelenmeye hakkımız yok! Bir takım siyasî ve şahsî fikirleri olabilir. Siyasete girmek isterlerse, vazifelerinden istifa ederler, partilere girerler. Veyahut kanun çerçevesi içinde yeni bir parti teşkil ederler. Aydın, medenî, vatansever insanlar gibi hareket ederler. 14 ler, ne efsane kahramanlarıdır, ne de siyasî umacılar! …”


Resimli Posta, 27 Mayıs 1962.

14 lerden yedisi daha yıllık iznini aldı.

Ondörtlerden yedisi yıllık izinlerinin verilmesi hususunda Dışişleri Bakanlığına müracaat etmişlerdir. Müracaatları kabul edilen müşavirler, Orhan Erkanlı, Muzaffer Özdağ, Muzaffer Karan, İrfan Solmazer, Numan Esin, Rifat Baykal ve Fazıl Akkoyunlu’dur. İzin talepleri kabul edilenler izin müddetlerini memleketin her hangi bir yerinde geçirebileceklerdir.


TÜRKEŞ’İN ENİŞTESİ

Zafer, 30 Mayıs 1962.

A Türkeş geri gelip dönmeme kararında.

Bandırma Tekel ve Tütün yaprak bakım evi müdürlüğü emrinde çalışan 14’lerden Alparslan Türkeş’in eniştesi Sabahattin Koç özel bir toplantıda yaptığı konuşmada Türkeş’in kasım ayı başında Türkiye’ye döneceğini bildirmiştir. Bandırma Tekel İşçileri Sendika Başkanı olan ve Türkeş’in kızkardeşi bulunan Dervişe Koç ile evli olan Sabahattin Koç Yeni Delhi’den sık sık mektup aldıklarını belirtmekte ve Türkeş’in 4 gün evvel gelen mektubunda: <<İki senelik mecburî hizmetimin doluşu sebebi ile bu süre biter bitmez yurda döneceğim. Bunun için yıllık iznimi kullanmadım.>> demiştir.

Mektubunda 14 leri teşkil eden Millî Birlikçilerin Roma’da toplanarak topluca yurda döneceklerine hiç işaret etmiyen Türkeş bazı gazetelerin bu konudaki neşriyatı üzerine bir şey söylememektedir. Yakınlarının görüşü 14 ler Roma’da toplansa bile Türkeş doğru Türkiye’ye dönecektir. Ancak dönüşünde kendisinin siyasî hayata atılıp atılmayacağı hususunda da bir şey söylenmemektedir.


Resimli Posta, 12 Haziran 1962.

14 ler izinle yurda gelebilecek.

Dışişleri Bakanlığının yayınladığı bir tebliğde Ondörtlerin senelik izinlerini yurtta kullanmalarının bir mahzuru olmadığı belirtilmiş ve bu karar kendilerine iletilmiştir. Buna göre Ondörtler izinlerini 1 Ağustos tarihinden itibaren bir aylık süre içinde kullanabileceklerdir. Temelli senatör Sezai Okan bu kararla ilgili olarak verdiği beyanatta: <<Ondörtlerin yurda gelmelerinden endişe duymadığını>> söylemiştir.


Resimli Posta, 13 Haziran 1962.

Türkeş bir ay izinle geliyor.

Alparslan Türkeş ve Şefik Soyuyüce’ye talepleri üzerine bir aylık izin verilmiştir. İznini Türkiye’de geçirecek olan Türkeş Ağustos başında memleketimize gelecektir.



EMİNSULAR FASLI

Bir de Eminsu’lar meselesi vardır. İnkılâpta topluca emekli edilen ordudaki fazla subaylar, yurttaki MBK üyelerine çatamayınca ara sıra toplanıp yurt dışındaki Ondörtlere çatarak hırslarını çıkarmaya çalışırlar. Orduya tekrar geri dönmek gibi muhal bir dava peşinde haklı haksız senelerce koşan bu topluluk, farkında olmadan subaylık mesleğinin vakarını da ayağa düşürmüştür.


Hürriyet, 4 Şubat 1962.

Emekliler 14’leri ağır şekilde itham etti.

Emekli İnkılâp Subayları Derneği Başkanı emekli General İhsan Dura, bugün yaptığı basın toplantısında 14 leri itham etmiş, memlekette huzurun sağlanması için emekli subayların orduya dönmelerinin gerektiğini söylemiştir.

Emekli İnkılâp Subaylarının “yuvaya dönüş davası” adını taşıyan bir kitabı gazetecilere veren İhsan Dura, “Ordu kimsenin çöplüğü değildir. Orduda liyakatli insanlar vazife görürler, liyakatli kimse oraya geçer” demiş ve sözlerine şunları eklemiştir: “Memlekette huzurun sağlanması için bizim dâvamızın halledilmesi lâzımdır. Biz en azından 700 bin kişilik bir kitleyi temsil ediyoruz, yuvamıza dönmek istiyoruz.”

Dernek başkanı, hiçbir kıstas alınmadan 7 bin 200 subay ile 235 generalin gelişigüzel emekliye sevk edilmelerinin insan haklarına, Anayasaya aykırı olduğunu, emekliye sevkedilenlerin büyük liyakat sahibi subayları teşkil ettiğini belirtmiştir. İhsan Dora, bu emeklilik işleminin 14 lerin bir tertibi olduğunu ileri sürerek, “Türkiye çapında bir MBK den bahsedilirken, muamele memuru İrfan Solmazer’in orada ne işi vardı? Maksatları diktaya gitmekti.” demiş, Paris’teki basın toplantısında söyledikleri sözleri tahlil ederek, onların bilerek veya bilmeyerek komünizmi desteklediklerini ifade etmiştir. 14 lerin yurt dışına gönderilmelerinin memleket hayrına olduğunu kaydeden emekli general İhsan Dora, Türkiye’ye dönmelerinde bir mahzur kalmadığını belirterek, “artık kıymetlerini kaybetmişlerdir.” şeklinde konuşmuştur.


Cumhuriyet, 19 Şubat 1962.

Eminsu kongresinde Türkeş için <<Hükûmet uyuyor, bunlar devletin başını yemek istiyorlar>> dendi. Emekli İnkılâp subaylarının yıllık toplantısında, 14 ler şiddetle itham edildiler.

Emekli İnkılâp Subaylarının yıllık kongresi bugün Maltepedeki Otağ salonunda bin kadar emekli subayın iştirakiyle yapılmış fevkâlade sinirli bir hava içinde cereyan eden kongrede Eminsu’cular orduya dönmek için ortaya başlarını koyduklarını söyliyerek <<Ya öleceğiz, ya döneceğiz>> demişlerdir. …

Emekli general Orhan Türkkan, 14 lerin Atatürk ilkelerine ihanet ettiklerini söylemiş, bunun üzerine salondan “Hain Türkeş” âvazeleri yükselmiştir. Aynı üye, kitle halinde tasfiyenin totaliter rejimlerde yapıldığını kaydetmiş, kendilerini tasfiye eden 14 leri vatan hainliği suçu ile itham etmiştir. Hatip, 14 leri iktidarı bırakmamak ve askerî bir dikta kurmakla suçlandırmış, tenkidler sadece bu 14 üyeye yöneltilirken salonda bu defa da <<Hepsi suçlu, tasfiyede onların da imzası var>> sesleri gelmiştir.

Bir hatip, 14 lerden Fazıl Akkoyunlu’nun bir MBK toplantısında <<Orduda hiçbir general istemiyorum>> şeklinde konuştuğunu açıklamış, delegeler bu eski üye için ağır kelimeler kullanmışlardır. Tahir Erdem adındaki emekli subay Madanoğlu’na çatmış, Madanoğlu’nun bir generale yazdığı mektubu açıklamıştır. Türkeş’in ifşaatı için de, <<Hükümet uyuyor. Bunlar devlet memurudur. Devletin başını yemek için çalışıyorlar.>> demiştir.


Tercüman, 18 Şubat 1962.

Eminsuları saf dışı edenler 14’ler imiş.
Gürsel emekli subaylara: “Eğer Cumhurbaşkanı olursam dâvanız daha çabuk hallolacaktır” demiş.

Emekli İnkılâp Subayları (Eminsu) Genel Kurul toplantısı bugün saat 9 da başlayacaktır. Bu münasebetle derneğin şubeleri bulunan vilayetlerin delegeleri Ankara’ya gelmişlerdir. Eminsucular, senelik faaliyet raporunda, kendilerinin emekliye ayrılışlarının sorumluluklarını 14 lerde bulduklarını tekrar etmişlerdir. Raporda, Eminsucuların emekliye ayrılışlarında 14 lerin mesul olduğu bildirilmektedir. Bu hususta faaliyet raporunda şöyle denilmektedir. <<Millet tarafından yapılan 27 Mayıs hareketini müteakip yasama ve yürütme yetkisini eline alan MBK üyelerinden 14 ü memleketi uçurumun kenarına getirerek Cemal Gürsel’i ortadan kaldırmak suretiyle arzuladıkları dikta rejimini kurmak gibi ana prensip ve karar dışı tutum ve davranışlar göstermeye başlamışlardı. Bu gizli maksadı yerine getirmek için ordu, üniversite ve basını tesirsiz hale getirmeye karar vermişlerdi>> Raporda Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ile yapılmış olan görüşmede, Eminsucular, Gürsel’e bazı isteklerini muhtevi bir muhtıra vermişlerdir. Bu muhtırada emekli subayların rütbe, tahsil ve tecrübesine göre Vali, Genel Müdür, dış memleketlerde müşavirlik gibi vazifelere tâyin edilmeleri istenmiştir. Faaliyet raporuna göre, bu istekler yerine geldiği takdirde emekliye ayrılan 7200 subay içinde ancak bin veya bin iki yüz kadarı tekrar orduya dönmek isteyecektir.


Tercüman, 19 Şubat 1962.

Emekli İnkılap Subayları dün yemin ettiler. Ya öleceğiz, ya orduya döneceğiz. Delegeler 14 lere, Cemal Gürsel’e ve İnönü’ye çattılar.

Emekli İnkılâp Subayları (Eminsu) Derneği kongresi bugün oldukça hararetli bir şekilde yapılmıştır. Söz alan delegeler başta 14 ler olmak üzere bütün komite üyelerine çatmışlar, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ile Başbakan İsmet İnönü’ye serzenişte bulunmuşlardır. Kongrede hazır bulunan Eminsucular, orduya dönmek için yaptıkları mücadeleye ölünceye kadar devam edeceklerine dair yemin etmişlerdir. Kongreye 900’e yakın delege iştirak etmiştir. İstanbul Şubesi sekreteri Emekli Binbaşı Dr. İhsan Gercik; <<Silah altında bulunan arkadaşlarım! Aramızda şer kuvveti mensupları, ırkçılar, turancılar girmiş bizi ayırmak istiyorlar>> demiştir.


AP VE TÜRKEŞÇİLER

Ekspres, 21 Şubat 1962 - Türkeşçiler tasfiye ediliyor. [Tam sayfa manşet]

Adalet Partisi Genel İdare Kurulu kararı ile Mehmet Ali Aytaç (İzmir), Tahsin Demiray (İstanbul), Mehmet Turgut (Afyon), Gökhan Evliyaoğlu (Balıkesir), Hami Tezkan (Sakarya) partiden ihraç edildiklerini dün açıklamıştık. Milletvekilleri hakkındaki kararın 25 kişilik Merkez İdare Kurulunun çoğunluğu ile değil de sadece 11 üye tarafından alınmış olması usulsüz bulunmuştur. İhraç edilenlerin Türkeşçilik sebebiyle partiden çıkarıldıkları da siyasî çevrelerde söylenmektedir.


Yeni İstanbul, 21 Şubat 1962.

CHP’nin son oyunu: Adalet Partisi Genel İdare Kurulu CHP idarecilerinin verdikleri direktif ile hukuk dışı ihraçlara devam ediyor. Gökhan Evliyaoğlu ile Hami Tezkan’ın ihraç sebebi: “Türkeşçilik”. Gümüşpala, ihraç sebeplerini anlatırken sağdan soldan Gökhan Evliyaoğlu ile Hami Tezkan’ın Türkeş’in emellerine hizmet ettiğini duyduğunu hatta Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in de bunu kendisine söylediğini ileri sürmüştür.


Ekspres, 22 Şubat 1962 - Türkeş’e liderlik teklif edilecek. [Tam sayfa manşet]

AP den çıkarılan mebuslar Türkeş’in liderliğinde parti kurmak için teşebbüse geçiyorlar. 6 milletvekilinin AP den ihracı üzerine, Merkez idare heyeti bu kararları tashih etmediği takdirde 22 milletvekili AP den istifa edecektir. Dün de bazı İstanbul milletvekilleriyle Isparta milletvekilleri istifa etmişlerdir. AP Millet Meclisi Grupu Başkanı Saadettin Bilgiç, Trabzon Senatörü Reşat Zorlu ve Konya milletvekili Faruk Sükan da dün şartlı olarak istifa etmişlerdir. AP Grubu idare heyeti şartlı istifaları muameleye koymamıştır.

Diğer taraftan AP den ihraç edilen beş milletvekilinin yeni bir parti kurmak için temaslara başladıkları bildirilmektedir. Yeni parti kurulması için gayret sarfedenlerin başında Gökhan Evliyaoğlu bulunduğu haber verilmektedir. İhraç edilen beş milletvekilinin sağcı hüviyette bir parti kurmak ve partinin liderliğine Alparslan Türkeş’i getirmek arzusunda oldukları da bildirilmektedir. …


Tercüman, 1 Mart 1962.

AP den çıkarılanlar Gümüşpala’yı itham etti.
<<Genel Başkan ve bir iki arkadaşı ıslâh-ı hâl ederlerse belki teşkilât kendilerini affeder.

AP den ihraç edilmiş olan müfrit kanada mensup milletvekillerinden Gökhan Evliyaoğlu ve Hami Tezkan bugün bir demeç vererek AP Genel Başkanı Gümüşpala’yı ve AP idarecilerini itham etmişlerdir. Gümüşpala dün verdiği demeçte ihraç edilenlerin ancak ıslâh olundukları takdirde partiye tekrar alınabileceğini açıklamıştır. Gümüşpala’nın bu demecini bugün cevaplandıran Evliyaoğlu ve Tezkan şöyle demişlerdir: <<AP Genel Başkanının birkaç arkadaşı ile birlikte bizlere yüklemeye çalıştığı çok ağır töhmet ve isnadın Türk Milleti ve AP grup teşkilâtı tarafından nasıl protesto edildiği malumdur. Bu durum karşısında asıl kendisinin ve bir iki arkadaşının ıslâh-ı hâl etmesi gerekir. O zaman belki teşkilât kendisini affedecektir.>>


TALAT AYDEMİR’İN DARBE TEŞEBBÜSÜ

Ekspres, 23 Şubat 1962.

Şefik Soyuyüce ve Münir Köseoğlu ile sabah yaptığımız telefon görüşmesi [Tam sayfa manşet]

“Hâdiseleri takip ediyoruz, olup bitenlerle alâkamız yok.”

Memleketimizde üç gündür cereyan etmekte olan hâdiseler üzerine bu sabah kendilerini telefonla arayarak temas ettiğimiz iki sabık MBK üyesi Kur. Albay Şefik Soyuyüce ve Deniz Kur. Yarbay Münir Köseoğlu gazetemize şunları söylemişlerdir.

Şefik Soyuyüce: Ankara’da vukubulan hâdiseleri Roma Radyosundan ve yabancı ajanslardan öğrendim. Durum hakikaten endişe vericidir. Bütün temennim memleketin yeni bir buhrana sürüklenmemesidir. Hâdiseleri dikkatle takib ediyoruz. Hakkımızda söylenenler hilâfı hakikattir. Olup bitenlerle alâkamız yoktur.

Hafif bir grip geçirdiği için hastahanede yatmakta olan Münir Köseoğlu bize şunları söyledi: <<Durumu Türk elçiliği vasıtası ile takip ediyoruz. Türkiye’nin ciddî bir buhran içinde olduğu yabancı basında çıkan yazılardan da anlaşılıyor. Bizim olup bitenlerle hiçbir alâkamız yok. Fakat hâdiseleri dikkatle takip ediyoruz.>>


Vatan, 24 Şubat 1962.

UCU TÜRKEŞ’E Mİ GİDİYOR

Önceki gece vukua gelen olaylar karşılıklı anlaşma sonunda neticelenmiş bulunmaktadır. Başlangıçta olaylar bir isyan ve daha ileri gidilerek bir ihtilâl şeklinde telâkki edilmişse de, sonradan Cevdet Sunay’ın son demeciyle, bazı birliklerin alarm hududunu aşan hareketleri şeklinde ifade edilmiştir. Olaylar üzerinde çeşitli yorumlar yapılmakta ve özellikle tahrik sebebi üzerinde durularak bir noktada birleşilmektedir.

Kurmay Albay Dündar Seyhan dün sabah erken saatlerde bizzat Genelkurmaya gelerek teslim olmuştur. Eski Roma Ataşesi olan Seyhan’ın Alparslan Türkeş ve 14’lerle ilgili bazı hareketlerde bulunduğu yolunda hakkında tahkikat açılmıştı.

Irkçı Turancı telkinler.

Protestocu birliklerin başında Harp Okulu öğrencilerinin bulunması, olaya öğrencilerin başlangıçtan bu yana temas ettiği kimseler üzerine dikkati çekmektedir.

AP’li Samsun Senatörü Fethi Tevetoğlu ile AP İzmir Senatörü Cahit Okurer’in sık sık Harp Okulunu ziyaret etmeleri ve burada öğrencilere bazı telkinlerde bulunmaları, nutuklar söylemeleri üzerinde durulmaktadır.

Bilindiği gibi Tevetoğlu ve Okurer aşırı ırkçı ve Turancı fikirleriyle tanındığından tahrik unsurlarının da sağcı yönden geldiği kanaatine varılmıştır. Bu senatörlerin Harp Okulu öğrencileriyle irtibatlarının Oku Komutanı Tâlât Aydemirden ziyade Genelkurmay Başkanlığı Harekât Dairesinde görevli Kurmay Albay Dündar Seyhan tarafından yapıldığı öğrencilerin ifadelerinden anlaşılmaktadır.


TÜRKEŞÇİLER İKTİDARI ELE ALDI!

Tercüman, Suna Kan, Anahtar Deliğinden, 27 Şubat 1962.

“Türkeşçiler iktidarı ele aldı…

22 Şubat günü öğleden sonra idi. Ankara muhabirlerimiz günlerdenberi gazetenin yöneticilerine verdikleri notlara yeni yeni şeyler ilâve ediyorlar. Temkinli olmayı tavsiye ediyorlar ve nihayet bu gece bir ihtilâl mutlak olacaktır. Ankarada hava son derece gergindir. Kabine Çankayada toplandı. Radyoları açık bulundurunuz. Her an ses değişebilir.

Akşama doğru notlar daha dikkati çeker halde idi. Merkez kumandanlığının önünde 40-50 cip hazır vaziyette. Bütün subaylar kıtaları başında. Meclis binasını tanklar sardı. BTT binası ve radyoevi kuşatılmış vaziyette. Harbiye talebeleri şehire yürümek istiyor. Çankayadan haber alamıyoruz. Gürsel ve Sunay radyoda konuşacaklar. Sonra İnönü Başvekil olarak bir konuşma yapacak.

Artık saat 7 olmuştu. Gazetenin bağlanıp basılması ve sevki icabediyordu. Ankara haberleri toplandı. Fakat her an bir ikinci baskı bir üçüncü baskı yapmak lâzımdı. İlk haberlerde ihtilâlin kime ve nereye matuf olduğu belli değildi. Fakat artık ihtilâl olmuştu bile. Etimesgut radyo verici istasyonu ele geçirilmiş. Bir zırhlı alay Ankaraya doğru yürüyüşe hazırlanmış vaziyette idi.

İşte gazete telefonlarının artsız arkasız işlediği bütün gayretin sarfedildiği böyle bir sırada Babıâlide bir gazetenin başındaki kısa boylu adam heyecanla mürettiphaneye indi ve sermürettibe: <<İşte manşet budur>> dedi.

Sermürettip okudu: Manşetin, günlük haberleri ile uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktu. Şöyle yazılı idi:

<<Türkeşçiler iktidarı ele aldı…>>

Bu cümleler için Türkiyede mevcut en büyük puntolar kullanılmıştı. Şu dört kelime gazetenin birinci sahifesinin yarısından fazlasını kaplıyordu. Mürettip yazı müdürünün yüzüne şüpheli gözlerle baktı. Sonra işine koyuldu.

Yarım saat sonra vaziyet büsbütün değişmişti. Haber o şekilde değildi. Yazı müdürü tekrar mürettiphaneye girdi. Son derece kızgındı. Tezgâh üzerinde duran sahifeyi bir hamlede yere attı ve bütün puntolar darma dağınık oldu.”


Tercüman, 27 Şubat 1962.

İnönü “Ayaklanma”yı anlattı. “27 Mayıs ihtilâlinin kolaylıkla muvaffak olması, cür’ete teşvik edici misal olmuştur.”


TÜRKEŞ’LE İLGİLİ HABERLERE YAYIN YASAĞI
Hulusi Turgut, Şahinlerin Dansı, 1995.

Alparslan Türkeş’in Hindistan’da, sürgünde olduğu yıllarda Türk basını da kendisiyle ilgili haber verebilmek için adeta yarış halindeydi. Türkeş’in gelen ve giden mektupları tamamen sansürden geçiyor, gazetelerde çıkan haberlerine de zaman zaman yayın yasağı konuyordu.

Bu arada, Yeni İstanbul gazetesi adeta Türkeş’in sözcüsü durumundaydı. Hami Tezkan ve Gökhan Evliyaoğlu tarafından yayınlanan bu gazetenin Türkeş’le ilgili ufacık bir haberi olay yaratıyor ve gazete o gün adeta yok satıyordu.

Yine aynı gazete Hindistan’a bir muhabirini göndermiş ve Türkeş’le röportaj yaptırmıştı. Bu röportajla ilgili anons başladığında gazete, tiraj patlaması yaptı. Yöneticiler, kâğıt parası bulmakta sıkıntı çektiler. İlk gün yayında, Türkeş’in annesinin Adana’da yaşadığı haberi veriliyordu. Daha Hindistan röportajına girilmemişti. Bu röportaja hemen yayın yasağı konuluyor, gazetenin matbaası basılıyor ve makinaları tahrip ediliyordu.

Türkeş, bu gelişmeleri de şöyle anlatıyordu:

“Yeni İstanbul gazetesi, uzun süre bizi destekledi. Bizim görüşlerimizi yayınladı. Bu arada, Turancılık Dâvası’ndan arkadaşımız İsmet Rasin Tümtürk de Millî Yol isimli bir dergi çıkarıyordu. O dergi de benim mektuplarımı yayınlıyordu.

Yeni İstanbul gazetesinde anonslar başlayınca, Ondörtler’den bazı arkadaşlar, bana mektup yazdılar. Güya benim hâtıralarım Türkiye’deki havayı bozuyormuş.”


YENİ İSTANBUL GAZETESİ - TÜRKEŞ’LE RÖPORTAJ

Yeni İstanbul, 10 Şubat 1962.

Türkeş’in Gazetemize Beyanatı: “Yurda dönmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz. Tarih, bu büyük hâkim hakikatleri tesbit edecektir.”
“Temelli olmamaya yeminli idik.”
“Bir karşılık beklemiyorduk, bir garantiye ihtiyacımız yoktu, intikal rejimi içinde milletimizi üzecek hiçbir niyet beslemiyorduk.”

Hindistan’dan dönen Aydın Köker yazıyor: Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de falcıların büyük bir kıyamet tarihi olarak ilân ettikleri 5 Şubat günü, saat 14.28’de ünlü Budha mabedinin mermer sütunları arasında, 27 Mayıs hareketinin en popüler siması ve Avrupa basınının “Kudretli Albayı” Alparslan Türkeş ile konuştum.

13 Kasım’dan beri, diğer onüç arkadaşıyle birlikte, Türkiye’nin çok uzaklarındaki memleketlerde, sefaretler nezdindeki özel görevine devam etmekte olan Alparslan Türkeş, Budha Mabedinin methalinde, meşhur Hint güneşi, Pitokres dekoru garip gölgelerle bir kat daha esrarengiz hale sokarken bana gür ve herkesin pek iyi tanıdığı sesiyle şunları söylüyordu:

“Biz geçmişe ait olayların hesabını düşünen insanlar değiliz. Geçmiş hadiseler tarihin hükmüne terkedilmelidir. Bu büyük hâkim, olayları hassas bir şekilde inceleyip, hakikatleri tesbit edecektir. Hattâ şimdiden, bir çok hakikatler kasıtlı olarak bir takım menfaatçiler tarafından iftira ve yalanlara rağmen belirmiş bulunmaktadır. Türk halkının ve bilhassa Türk köylüsünün anlayışı ve sağduyusu çok yüksektir. Onları kimse yalanlarla aldatıp oyalayamaz.

Bizim yüzümüz geleceğe dönük bulunmaktadır. Memlekette hiç kimsenin bizleri sadece haksızlığa uğramış insanlar olarak görmelerini değil, Türk milletini, içinde bulunduğu düşkün ve fakir durumdan kurtararak, onu aydınlığa, hakikî hürriyete ve modern uygarlığa ulaştırmak isteyen ve bunu yapabilecek doktrine, plân, program ve kuvvete sahip bir varlık olarak görmekte devam etmelerini isteriz.

Bilindiği gibi bizler, kendi isteğimiz dışında bugün yabancı memleketlerde bulunmaktayız. Üzerimizde zahiren bulunan memuriyetlere talip olmuş değildik ve halen de değiliz. Seçimlerden sonra yurda dönmek üzere Brüksel’de toplandık. Bu sırada bize, resmî makamlardan gönderilen bir temsilci, yurda dönüşümüzü bir müddet daha geri bırakmamızı vatanseverliğimize hitap ederek rica etti ve biz de, resmî makamların arzusuna uyarak hareketimizi geri bıraktık. Bizler her an yurdumuza kavuşmayı sabırsızlıkla ve hasretle istiyor ve bekliyoruz.”

Soru: Senatörlük ve temellilik konularında fikriniz nedir?

Cevap: 1960 senesi Ağustos ve Eylül ayları içinde bu fikir bir siyasî partiden bugün senatör bulunan bazı arkadaşlar vasıtasiyle Milli Birlik Komitesine getirilmişti. Fakat 14’ler ve o zaman 14’lere katılmış olan diğer bir çok arkadaşlar, bu fikrin komiteye susma hakkı ve bir siyasî rüşvet mahiyetinde olarak ileri sürüldüğünü açıklamışlar ve Komite üyelerinin bir karşılık beklemeden hizmet etmeye yeminli olduğunu belirtmişlerdir.

Biz karşılık beklemiyorduk. İhtiyacımız yoktu. İçimizde Türk milletini üzecek bir rejimin niyetini beslemiyorduk. Bu konudaki müzakereler sonunda 27 Mayıs Milli Birlik Komitesinin ekseriyeti böyle bir teklifin kabul edilemeyeceğine karar vererek bunu reddetmişlerdi. 27 Mayıs MBK tarafından alınmış olan bu kararı, sonradan 13 Kasım Komitesi her halde, bazı faydalar düşünerek nazarı dikkate almamış ve Tabiî Senatörlüğü kabul etmişlerdir. 14’ler böyle bir fikri evvelce olduğu gibi, şimdi de tasvip etmemektedirler.

Soru: Türkiye’yi bahsettiğiniz yoksul ve fakir durumdan kurtarabilmek için tasavvurlarınız nelerdir?

Cevap: Bunlar çok geniş ve uzun zamana ihtiyaç gösteren bir konudur. Size bunlar hakkında özet olarak fikir verebilmek için 27 Mayıs’tan sonra bizim yapmaya teşebbüs ettiğimiz işleri saymak kâfi gelecektir. Biz her şeyden önce partiden olmamaya, partiler üstü bir tutum takibederek her vatandaşa karşı medenî bir hukuk nizamı ve kanunlar çerçevesi içinde eşit hak ve sorumluluklar sağlamaya çalıştık.

Bir kısım vatandaşların kanunlara göre mevcut otoritelerin müsaadesiyle kurulmuş herhangi bir partiye kaydolmuş bulunmalarını ve o partiye rey kullanmış olmalarını suç kabul eden bir zihniyeti hiçbir zaman tasvip etmedik. Ve bu zihniyetle daima mücadele ettik.

Türk halkı uzun yüzyılların ve harplerin ihmaline ve tahribine maruz kalmış olup, toplum yönünden teşkilâtsız ve dağınıktır. Meselâ bir adam çalıştığı yerden çıkarıldığı veya başına bir kaza gererek öldüğü takdirde,, ailesi ve çocukları ortada kalır. Onları himaye edecek akrabaları, varlıkları bulunmadığı takdirde, hayatları tesadüfün seyrine tâbi kalır. Her gün yurdumuzda böyle birçok iç sızlatıcı olaylar meydana gelmektedir. İşte vatandaşlar arasında yardımlaşmayı sağlamak ve bir çok felâketleri önlemek maksadiyle biz bir sosyal yardımlaşma teşkilâtı ve kanun projesi hazırlamıştık. Bu projeyi Sıhhat ve Sosyal Yardım Vekâleti emrindeki enstitü amme enstitüsü uzmanları birçok kıymetli etüdlerle beslediği ve geliştirdiği gibi Amerika ve İngilterede uzun tahsil ve incelemelerde bulunmuş Başvekâlet müşavirlerinden (..) da büyük emekler harcayarak hazırlamışlardı. 3-4 ayını hakikî mânada çalışmayla geçiren halkımızın emeğini yurd kalkınmasında plânlı şekilde kullanmak üzere iş seferberliği teşkilâtı ve kanun projesi hazırlamıştık. Bunlardan başka, halkın, millî kültürle beslenip kalkınabilmesi ve uzun asırların sebep olduğu neşesiz durgun bir ruh halinden kurtulabilmesi için tiyatro, musiki gibi güzel sanatların plânlı bir şekilde halk hizmetine koşturulmasını sağlayacak bir teşkilât projesi ve bir konservatuar kanun projesi yaptırmıştık. Bazı kimseler tarafından sathi ve kasıtlı mütalâalarla itham edilmiş olan ülkü birliği teşkilâtı millete büyük hizmetler sağlayacaktı. Son olarak da size Türk Kültür Derneklerinden bahsedebilirim.

Biz bu dernekleri, Türk milletinin kültürünü yükseltmek için kurdurmuştuk. Bunun tüzük ve programının hazırlanmasında Prof. Fehmi Yavuz, Prof. Adnan Erzi, Fevziye Abdullah Tansel, Fuat Uluç, Hikmet Aslanoğlu, Ali Çankaya ve daha şimdi isimlerini hatırlayamadığım pek çok muhterem fikir ve ilim adamlarımız geceli gündüzlü çalışmışlardı. Kurulduktan sonra kısa zamanda iki yüz kadar gezici ekip teşkil edilmiş ve seyyar sinema makinalariyle donatılarak başlarında Sayın Enver Behnan Şapolyo ve şimdi isimlerini hatırlayamadığım bir çok kıymetli fikir adamlarımız Anadolu köylerine gitmeye başlamışlardı. Biz bu derneğin partiler üstü bir kültür kurumu olarak yaşamasını istiyorduk. Bir çok partizanlar tarafından gerek şahsen gerek 14’ler olarak ve gerekse kültür derneği büyük iftiralara ve haksızlıklara uğramıştır.

Biz aydınların köye ve halkın içine girerek onların yaşadığı hayat şartları içinde, onlarla beraber, elbirliği etmeden yurdumuzun kalkınabileceğini sanmıyoruz, dünya, yeni bir çağın atom ve nükleer çağının eşiğinden içeri adım atmış bulunmaktadır. 19 uncu yüzyılda nasıl buhar çağının başlaması sosyal düzende büyük değişikliklere yol açmışsa atom ve nükleer çağı da büyük revalusyonlar yapacaktır. Şimdiden bunun bir çok alâmetleri belirmiştir. Türkiyemizin henüz buhar çağına bile girdiğini maalesef iddia edemeyiz. Yavaş bir tempo ile modern uygarlığa ulaşmaklığımıza imkân yoktur. Bunun için milletçe büyük bir hamleye girişmekliğimiz lâzımdır. Türk milletine durum anlatılarak duyurulduğu takdirde o inandığı insanları başında görmek şartiyle bu çok güç görünen işi başarabilir. Girişilecek işlerde biz toplumcu bir doktrinle hareket edilmesini tek çare olarak görüyoruz. Fakat özel teşebbüsün gayet faydalı işlere başardığına ve başarabileceğine ve daima himaye edilerek desteklenmesi gerektiğine de inanmaktayız. Fakat yalnız ve sadece özel teşebbüsün memleketimizin müşküllerini yeter olmadığını sanıyoruz.

Soru: Hindistan hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Cevap: Hindistanı görmüş ve burada çok değerli dostlar kazanmış olmaktan pek sevinçliyiz. Hint halkı iyi yaradılışlı, iyi tabiatlı insanlardır. Hindistanın idarecileri batı kültürüyle yetişmiş hakikaten yüksek vasıflı devlet adamlarıdır. Bilhassa Başvekil Nehru, milletinin istiklâli uğrunda büyük mücadeleler yapmış ve büyük ıstıraplara uğramış, büyük bir devlet adamı ve büyük bir insandır. Ömrünün 13 yılını milletinin kurtuluşu uğruna giriştiği fedakârca mücadeleler yüzünden hapishanelerde geçirmeye mecbur olmuştur. Saymış [yazmış] olduğu kıymetli eserler İngiliz edebiyatı için bir kazanç olduğu gibi devlet adamlığı ve önderlik felsefesini incelemek bakımından da büyük değer taşımaktadır. İstiklâlini kazanalı 13 yıl olmuş bulunan Hindistan, 1960 Nisan ayından itibaren üçüncü beş yıllık kalkınma plânını uygulamaya başlamıştır. Bu plânın tamamlanması sonunda çelik istihsali 5 milyon tondan 9 milyon tona yükselmiş olacaktır. Diğer sahalarda da büyük faaliyetler ve ilerlemeler vardır.

Komşusu bulunan kardeş ve müttefikimiz Pakistan ile aralarında bazı önemli mes’eleler bulunmaktadır. Bunların yakın zamanda dostça bir anlayış havası içinde her iki tarafı da memnun edecek şekilde halledileceğine şüphe yoktur.”

Anons
Türkeş İhtilâli Anlatıyor.
Senenin en enteresan röportajı.
27 Mayıs’tan önce olanlar..
27 Mayıs’tan sonra olanlar..

Arkadaşımız Aydın Köker 10 gün geceli gündüzlü Alparslan Türkeş’le baş başa kaldı. Evde, sokakta, parklarda ve mabetlerde O’nu dinledi ve söylediklerini kelimesi kelimesine not etti. Her şey aydınlığa kavuşuyor. Tafsilat yarın.


Ekspres, 10 Şubat 1962. [Tam sayfa manşet]

Alparslan Türkeş ihtilâlden önce edilen yemini açıkladı. 14 ler tabii senatörlüğü tasvip etmiyorlar. [Yeni İstanbul gazetesinden alıntı]


Yeni İstanbul, 11 Şubat 1962.

Türkeş İhtilâli Anlatıyor.
Alparslan Türkeş anlattı A. Köker sizler için not aldı.
Senenin en enteresan röportajına Çarşamba günü başlıyoruz.

*1946 kışında soğuk bir odada başlayan ve 13 Kasımda Ankara’da bir evde biten, son senelerin en enteresan ifşaatı. *İlk İhtilâl Komitesi ve toplantıları. *CHP devrinde köylülerin açlıktan ot yedikleri seneler. *Orduyu asıl kimler ihmal ediyordu? *Memleketteki İsmet İnönü muamması. *İnönü ve arkadaşları orduyu o kadar küçük görüyorlardı ki bizzat kendi çocuklarını asker yapmamak için karar almışlardı. *1950 den evvel neden askerî bir hareket olmadı? *İnterpol’de kaçaklık kaydı olan ataşeler. *CHP -DP çatışması. *Radyoda okunan tebliğlerde “Sayın İnönü” ifadesini kim kaleme aldı? *“Sayın İnönü”ye karşı “Sayın Bayar” ve “Sayın Menderes” *Kızılayda postahanenin önünde ateş eden 6 kişi. *Kıyma makineleri, ölüm kuyuları şayiaları kimin marifetidir? *CHP ihbarları. *27 Mayıs’tan evvel ordudaki ihtilâl gruplarının miktarı 50’yi geçmiştir. *Güventürk’ün tevkifi.

Röportajımız büyük alâka uyandırdı.
Türkeş’in uzun bir susuştan sonra yapacağı ifşaat merakla bekleniyor.

Ondörtlerden Alparslan Türkeş’in 27 Mayıs öncesi ve sonrası hakkındaki bilgileri kendisini Hindistan’ın Başkenti Yeni Delhi’de özel olarak ziyaret eden arkadaşımız Aydın Köker’e anlatması ve gazetemizde bu seri yazıların birkaç güne kadar başlayacağına dair anons, Başkentte çok büyük bir ilgi ile karşılanmıştır.

Gerek vatandaşlar ve gerekse tanınmış bazı şahsiyetlerle, 27 Mayıs hakkında bugüne kadar muhtelif vesilelerle beyanlarda ve açıklamalarda bulunmuş olanlar Türkeş’in uzun bir susuştan sonra yapacağı açıklamaları büyük bir merak içinde beklediklerini söylemişlerdir.

Diğer taraftan, Alparslan Türkeş’in Yeni Delhi’de Aydın Köker’e verdiği bir özel beyanatta, “Temelli olmamaya yemin etmiştik” şeklinde bir cümlenin olması, 13 Kasım Millî Birlik Komitesi üyeleri arasında, tepki yaratmıştır. Üyeler, dikkatle okuduklarını söyledikleri bu beyanat hakkında bir söz söylemekten kaçınmışlardır.

Yeni İstanbul’un Hindistan’a kadar uzanmak suretiyle hazırladığı bu röportaj serisi ise şehrimiz gazetecileri tarafından meslekî bakımdan büyük bir başarı olarak karşılanmıştır.

Öğrenildiğine göre, seri yazıların intişar tarihinden itibaren Türkeş’in sözleri, bir çok çevrelerde, geniş tartışmalara yol açacaktır. Bu cümleden olarak, dünkü gazetemizde yer alan beyanat, daha şimdiden halk arasında tasvip görmüş ve vatandaşların biribirine naklettikleri bir konu halinde gelmiştir.

Başbakan İsmet İnönü de, bugün, Türkeş’in beyanatını okumuştur.


Yeni İstanbul, 12 Şubat 1962.

Türkeş İhtilâli Anlatıyor.
Alparslan Türkeş anlattı A. Köker sizler için not aldı.
Senenin en enteresan röportajına Çarşamba günü başlıyoruz.

*1946 kışında soğuk bir odada başlayan ve 13 Kasımda Ankara’da bir evde biten, son senelerin en enteresan ifşaatı. *İlk İhtilâl Komitesi ve toplantıları. *CHP devrinde köylülerin açlıktan ot yedikleri seneler. *Orduyu asıl kimler ihmal ediyordu? *Memleketteki İsmet İnönü muamması. *İnönü ve arkadaşları orduyu o kadar küçük görüyorlardı ki bizzat kendi çocuklarını asker yapmamak için karar almışlardı. *1950 den evvel neden askerî bir hareket olmadı? *İnterpol’de kaçaklık kaydı olan ataşeler. *CHP -DP çatışması. *Radyoda okunan tebliğlerde “Sayın İnönü” ifadesini kim kaleme aldı? *“Sayın İnönü”ye karşı “Sayın Bayar” ve “Sayın Menderes” *Kızılayda postahanenin önünde ateş eden 6 kişi. *Kıyma makineleri, ölüm kuyuları şayiaları kimin marifetidir? *CHP ihbarları. *27 Mayıs’tan evvel ordudaki ihtilâl gruplarının miktarı 50’yi geçmiştir. *Güventürk’ün tevkifi.


Yeni İstanbul, 13 Şubat 1962.

Türkeş İhtilâli Anlatıyor.
Yarın başlıyoruz.

İfşaat: İlk ihtilâl komitesi ve toplantılar. *Orduyu asıl kimler ihmal ediyordu? *Memleketteki İsmet İnönü muamması. *İnönü ve arkadaşları orduyu o kadar küçük görüyorlardı ki bizzat kendi çocuklarını asker yapmamak için karar almışlardı. *1950 den evvel neden askerî bir hareket olmadı? *İnterpol’de kaçaklık kaydı olan ataşeler. *CHP -DP çatışması. *Radyoda okunan tebliğlerde “Sayın İnönü” ifadesini kim kaleme aldı? *“Sayın İnönü”ye karşı “Sayın Bayar” ve “Sayın Menderes” *Kızılayda postahanenin önünde ateş eden 6 kişi. *Kıyma makineleri ve ..? ..?

Röportajı yapan Aydın Köker. Hindistan’a giden arkadaşımız Aydın Köker günlerce Alparslan Türkeş’le beraber kaldı. Evde, sokakta ve mabetlerde sabahlara kadar onu dinledi. Ve sizlere yılın en enteresan röportajını hazırladı. Yarın başlıyoruz.


AHMED EMİN YALMAN’IN HÜR VATAN’I

Hür Vatan, 13 Şubat 1962.

OLAYLAR ve ÖTESİ: Türkeş

Alparslan Türkeş’in, 27 Mayıs devrimini takip eden günlerde, Millî Birlik Komitesi’ne dayanan bir siyasî parti kurmak için hazırlıklara girdiği anlaşılmaktadır.

<<Birlik>> adını taşıması ve bu isim ile, etrafta MBK ya yakınlığını anlatarak idare âmirlerinin ilgisini çekmesi, dolayısı ile tarafsız idare umdesini gölgelemesi tabiî olacak partinin bizzat Türkeş tarafından hazırlanan ekonomik görüşleri ise aşırı sola dayanacaktı.

Devlet Başkanı Gürsel’in müdahalesi ile kurulmasından vazgeçilen Birlik Partisi ile ilgili çalışmaları bugün üçüncü sayfamızda sütunumuzda bulacaksınız.

İhtilâlin muhteris adamı Hüseyin Feyzullah Alparslan Türkeş’in son günlerde yeniden sahneye çıkıp, hatırlanmak istemesi başkentteki eski arkadaşları arasında tabiî karşılandı. Ama, ihtilâlin muhteris adamının bu isteği gerçekleştirmek için seçtiği yol karşısında gülündü. Yol, Türkeş’in gerçeğe uymayan yeni bir konuşması idi. Türkeş, gerçeğe uymayan yeni konuşmasında, MBK cıların Tabii Senatör olmamak için aralarında yemin ettiğini söylemişti.

Hayırdır, Hüseyin Feyzullah Alparslan Türkeş, Yeni Delhi’de bir rüya görmüş falan değildi ise, Millî Birlik Komitesi üyelerinin tabiî senatör olmayacaklarına dair yemin ettiklerini nereden çıkarıyordu? Zira, ihtilâli gerçekleştirmek, rejimi kurtarmaktan başka düşünceleri olmayanların senatörlüğe geçiciliğini de, tabiîliğini de düşünmemeleri o kadar normaldi ki, böyle bir şeyi düşünmüş olup yemin edecekleri akla bile gelmezdi. Öylesine ki, daha 27 Mayıs akşamında, birçok komite üyesi kendilerine düşen işin bittiğini sanıp, bürolarına dönmek isterlerken, Başbakanlık Müsteşarlığı odasını işgal eden ihtilâlin muhteris adamından başkası mı idi?

Kaldı ki, Hüseyin Feyzullah Alparslan Türkeş’in gerçeğe uymayan yeni konuşmasında ileri sürdüğü şekilde, bir yemin de ortada yok idi. Dolayısıyla, bugünün Tabiî Senatörleri de herhangi bir yeminden dönmüş değillerdi ve onlara tabiî senatörlük görevini Anayasa ve ulus vermişti. Kurucu Meclis vermişti. Teklif de MBK dan gelmiş değildi.

Ama, ihtilâlin muhteris adamının 27 Mayıstan sonra Türk siyasî hayatına temelli bir şekilde yerleşmek için kollarını sıvadığı ve bir de siyasî parti kurmaya kalkıştığı bilinmekteydi. Bilinmeyen ihtilâlin muhteris adamının hâtıralarını anlattığı zaman bu siyasî partiye ne şekilde yer ayıracağı idi. Tabiî, gerçekleri konuşturmakla yetindiği takdirde.

Oysa, 27 Mayıs’ın üzerinden sadece yirmi gün kadar geçtiği bir tarihte daha DP’nin mahkeme kararıyla kapatılmadığı anlarda ihtilâlin muhteris adamının kafası, Türk politikasına olduğu kadar tabiî o günkü mevkiinin verdiği kudretin açısından Devlet’in temellerinin üstüne de nasıl yerleşebileceği ile meşguldü.

İhtilâlin muhteris adamı CHP, Cm’nin yanı sıra bir yeni siyasî partinin kurulmasını ve DP’nin kapatılmasını da plânlamış, kollarını sıvamıştı.

Partinin adı, Millî Birlik Komitesinin nüfuzunu hatırlatacak şekilde olacaktı ve <<Birlik>> ismi bu bakımdan ihtilâlin muhteris adamına cazip gelmekteydi. Programın hazırlanmasını iki kısma ayırmıştı. Kendisi ve Aydın Yalçın ekonomik görüşler ile meşgul olacaktı. Hukukî bölümün hazırlığını ise devrin Adalet Bakanı Abdullah Pulat Gözübüyük ile Basın-Yayın Bakanı Zühtü Tarhan yapacaklardı. Partide Alican da bulunacaktı.

Türkeş’in görüşlerinin büyük bir kısmı, o zaman Aydın Yalçın’a da fazla köşeli gelmiyordu ama ekonomik konularda, liberaliz Yalçın ile ihtilâlin muhteris adamının nasıl anlaşabildiği de doğrusu merak konusu idi. Zira, Hüseyin Feyzullah Türkeş, 26 maddelik <<Temel Görüşler ve Ana Hedefler>> kısmının 2. maddesinde şu hükümlerin yer almasını bilhassa istemişti: <<… Cemiyette kutuplaşmalara sebep olan aşırı servet ve gelir farklılıklarının, bir iş ve hizmet karşılığı olmayan tesadüfî kazançların hem cemiyet içinde ahenk ve muvazeneyi bozan, hem de vatandaşların arasındaki manevî dayanışmayı baltalayan tesirlerinin giderilmesi gerektiğine kaniyiz.>>

Galiba Birlik Partisi’nin doğmadan ölmesi de bu maddeden başlayan ve bir çok hükümlerin arasında çarpıştırılan diğer iğneli ve köşeli görüşlerden gelmekteydi. Nitekim, ikisi de Batıda okumuş ve hukuk doktoru olmuş Adalet ve Basın-Yayın Bakanları, bir akşam Orman Çiftliğinde baş başa vermişler ve muğlak hükümlerin arkasına saklanmış olan tehlikeli satırbaşlarını çizmişlerdi. Sonra da böyle bir partinin değil kurucuları arasında, içinde bile olmanın doğru olmayacağına kanaat getirmişlerdi. Kendilerini olsa olsa Başkan Gürsel feraha çıkartabilirdi. Gözübüyük bu maksatla Çankaya’da Başkanı ziyaret etmişti. Ve bahis konusu parti programında aşırı solu hatırlatacak hükümlerin bulunduğunu söylemişti. Gürsel, anlatılanları dinlemiş ve sağ eli ile yüzünü birkaç defa sıvazladıktan sonra muhatabına teşekkür etmişti. Bu iki bakan, ihtilâlin muhteris adamının başta Gürsel olmak üzere bir çok yetkiliye başka şekilde anlatmak istediği parti çalışmasından âzat olmakla kalmamış, aynı zamanda Birlik Partisi de tarihe mal olmuştu.

İşte şimdi, Türkeş bunu unutmuş ve tabiî senatörlük için edilen yeminlerden bahsetmeye kalkışmıştı. Oysa, kendisi MBK’nın adını bir torpil gibi levhaya yamalayacak partilerin ve üstelik karışık işlerin peşinde idi.


TÜRKEŞ İHTİLÂLİ ANLATIYOR

Yeni İstanbul, 14 Şubat 1962.

Açıklama

Bu yazı serisinde arkadaşımız Aydın Köker Alparslan Türkeş’den dinlediklerini, sorup öğrendiklerini bir stenografi sadakatiyle sizlere nakletmektedir. 27 Mayıs Millî Birlik Komitesinin bu en dikkate değer, hakkında en fazla en parlak yazılar yazılan ve tefsirler yapılan üyesinin ihtilâle ait ifşaatların biribirini takip ettiği bu günlerde, oldukça ilgi çekeceğini biliyoruz. Hemen ilâve edelim ki, burada nakledelicek olan fikir ve kanaatler doğrudan doğruya Alparslan Türkeş’e ait olup, hiçbir şekilde, tarafsız gazetemizi ilzam etmez. Yazılarda adları geçecek olan muhterem zevatın bu konudaki bütün notlarına ve yazılarına sütunlarımız açık olup aynı şekilde değerlendirilecektir. Yeni İstanbul bu röportaj dizisiyle tarihçiye olduğu kadar bugünkü Türkiyenin siyasî problemlerini halle uğraşan herkes milletin kaderi üzerine düşünen her aydın için faydalı olmaktan başka bir gaye taşımamaktadır. Doğruyu bilirsek, Türkiyenin huzuru daha çabuk ve daha sıhhatli esaslara dayanır.

“Buyrun, Ben Türkeş, Ayrılmayın Geliyorum”

ÖNSÖZ

Bu yazılar, Alparslan Türkeş’i ziyaretim sırasında kendisinden dinlediklerim esas alınmak suretiyle hazırlanmıştır. Unutulmaması gereken bir gerçek vardır ki, Alparslan Türkeş, bu yazılarda, ancak bildiklerinin ve gördüklerinin bazı kısımlarını anlatmıştır. Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de, Türk ülkesinin mutluluğu için kendisine göre düşünceler besleyen Türkeş, 27 Mayıs öncesi, 27 Mayıs ve 27 Mayıs sonrası hakkında, bu yazılanlarla aslâ kıyaslanamaması gereken birçok sırları, kafasında taşıyan adamdır. Bu yazılara 27 Mayıs hareketinin en popüler ve aynı zamanda esrarengiz simasının anlattıkları dışında bir katma yapılmamıştır. Ancak, bazı olaylar, memleketin içinde bulunduğu şartlar gözönüne alınarak, seri röportajın içinden ayıklanmıştır. Bu olayların da rahatça ve endişesiz yayınlanabileceği, hoşgörürlük günlerinin uzak olmaması temennisiyle, Türkeş’in İhtilâl’den pasajlar ve hakkındaki ithamlara verdiği ile yazı serimize başlıyoruz. Çok ayıklanmış olan bu röportajın dahi, Türk siyasî tarihinin bir devresinin hazırlanması gayretlerine, bir gün yardımcı olacağı kanaatindeyiz. Yeni İstanbul gazetesi ve onun bir mensubu olarak, bu yazı serisi ile, memleket gazeteciliğinde başarılı bir hamle yapmış olmanın inancı içindeyiz. Kendisi ile tarihî sohbetler yapmış olduğumuz Alparslan Türkeş’in bu yazılarla, partilerüstü hüviyeti hakkında, kendisini zaman zaman hırpalamış olanlara verdiği cevapları nakledebilmiş ise, objektif bir meslekî vazife yapabilmenin sevincini tadacağız.

Bu röportajı başarılı bir gazetecilik teşebbüsü olarak vasıflandıran ve tebriklerini esirgemeyen gazeteci arkadaşlarıma ithaf ediyorum. A.K.

GİRİŞ

Yeni Delhi’ye indiğim sabah, hemen şoförün beni getirdiği Nirula’s Oteli’ndeki yüzyedi numaralı odamdan Türk sefaretini aradım. Saat sekiz kırktı.

Nirula’s’nın santralındaki altı eteklik, üstü şallı, fakat beli çıplak kız, “Saat ondan evvel açık değil” deyince, beklemekten başka çare olmadığını anladım.

Duvarda bir tahta kutu üzerinde dört düğme vardı. Oda, perdeler kapalı olduğu için karanlıktı. Perdeleri açmak için kalkmaya üşendiğimden hemen yatağımın yanıbaşındaki bu düğmelerden birine bastım. Lâmbalar yanmadı. Ötekine bastım. Kapı çalındı, “girin” dedim, açılan kapıdan içeri simsiyah bir Hint delikanlısı girdi. Dudakları kırmızı, göz içleri kırmızı ve başındaki otel armalı şapkası kırmızı idi. Devamlı bir tebessüm halindeydi. Neye böyle olduğunu anlamadım. Anladığım, gene yanlış düğmeye basmış olmamdı. Düğmeyi işaret edip, “Yanlış” dedim, gitti. Ama ne yapayım artık basmaya devam ediyordum. Üçüncü düğme de, galiba boştu, lâmbalar gene yanmadı. Ne yapalım, Hindistan’a, Yeni Delhi’ye, dolayısiyle bir Nirula’s Oteline ilk defa geliyordum, bu kadar yabancılığım olacaktı. Tuttum, son düğmeye bastım. Bu kadar gayretten sonra âdeta lütfen yanan lambadaki ışığı görseydiniz şaşardınız, ufacıktı, karanlık odada, bir ışıktan çok, uçan bir ateş böceğini andırıyordu.

Saat on’a kadar biraz uyuyayım, dedim. Fakat ne mümkün! Soğuktan donuyorum. Üzerime örtecek bir çarşaftan başka bir şey de olmadığı için neredeyse dişlerim birbirine vurmaya başlıyacak. Hindistan’da bu kadar soğuğu aklım almıyor.

Yol yorgunluğu da gözlerimin üzerine abandıkça abanıyor. Artık gözlerim kapalı düşünüyorum. Düğmelerden acaba otel çocuğunu çağıranı kaçıncısıydı? Yoksa kalkıp giyinse mi? Daha doğrusu, aşağıya telefon etmeliyim, bana bir yorgan daha göndersinler… Bir taraftan da, “Ayıp olmaz mı?” diye aklımdan geçiriyorum.. Fakat bu soğuk nasıl olur?.. Hava alanından gelirken yollarda sabahın çok erken saatlerinde olunmasına rağmen çıplak bir sürü Hintli vardı. Şoför, keza çıplaktı..

Bir taraftan saatime bakıyorum. Biraz uyuyamazsam, bütün günüm berbat olacak. Sefaret kaçta açılıyordu? Ona daha vakit var.

Çarşafa biraz daha sarılıyorum. Soğuk gittikçe artıyor. Yerde, o dakikaya kadar görmediğim bir gazete dikkatimi çekti. Indian News!. Kopacak kıyametle ilgili haberleri var. Kimbilir diyorum, belki Hindistan’da kıyamet bir taraftan kopmaya başlamıştır.. Yoksa burada bu kadar soğuk!.

Yorgunluk beni yavaş yavaş düşünmekten de uzaklaştırıyor.

Neydi o Hint güneşi!

Uçak, tam Delhi üzerlerindeydi.. Sarsılıyorduk. Uyanıp bakmıştım. Aşağımızda, yuvarlaklığı belli bir bembeyaz bulut tabakası… Üzerimizde, kıpkırmızı bir başka gök!.. Ta karşıda, ama çok uzakta değil, altını aşağımızdaki beyaz bulutların, üstünün bir parçasını da, üstümüzdeki kıpkırmızı gökyüzünün bir bıçak gibi kestiği, şahane ve koskocaman bir güneş, Hint güneşi!..

Bu, ünlü romandaki, unutulmayan güneş!.

Hint Güneşi’ne doğru gidiyoruz…

O’na varacak, O’nu tam ortasından delip geçecekmiş gibi, dört jet motörünün homurtusuyla birlikte gidiyoruz.

Hosteslerden biri dikkatim üzerine yanıma geldi, güldü.. Ne güzel meslek, haftada iki def’a, Hint güneşinin doğuşunu ikibin feet yüksekte seyrediyorlar.

Artık uyuyorum.. Gözlerim tavana ve tavanda, ortasının kirli beyaz çıkıntısı ancak farkedilebilen bir dev vantilatöre..

İçimden, “Ay vantilatör mü?!! diye geçiriyorum.

Soğuk müthiş!..

Ay vantilatör mü?!!

Donuyorum!.. Ama artık kalkmama imkân yok.. Hindistan’da, bir vantilatör, beni soğuktan öldürecek!!

Soğuktan öldürecek!

Ve ben, kızgın güneşlerin doğup battığı bu esrarlı ülkede, bir dev vantilatörün soğuğundan ölüp, görevimi yapamayacağım, Türkeş’le konuşamayacağım, arkadaşlara rezil olacağım.

Ama uyku bu!..

Uyuyorum.. Uyuyorum.. Uyuyorum.

TÜRKEŞ’LE İLK KARŞILAŞMA

Tabiî, bu ilk tabiri, Türkiye dışında olduğu içindir. Yoksa, 27 Mayıs’tan sonra, Avrupa basınının “İhtilâlin kudretli albayı” dediği Türkeş’le birkaç kere karşılaşmış ve konuşmuştum.

Ben o zaman Kudret gazetesinin yazıişleri müdürüydüm. Sıkışık ve loş günlerdi.

Bir gün “Türkeş seni çağırıyor” dediler. Kalktım gittim, bir de baktım ki, Türkeş yalnız beni çağırmamış, diğer gazetelerin yazımüdürleri de oradaydılar.. Sohbet etmiştik. O zamanki intibam, Türkeş’in aleyhine değildi. Ama, o günler buna müsait olmadığı için değil. Çünkü ben o günler içinde de yazılar yazmış ve sevemediğim MBK üyelerinden bazıları için, “Sizi sevmiyorum” demiştim.

Türkeş, hepsinden değişikti. Konuşuşu, jest ve mimikleri başkaydı. Kim ne söylerse söylesin, hiç itiraz etmiyordu. Tebessümünde, sıra adamı olmadığını söyleyen çizgiler vardı. Bazı zaman, sağ elini havaya kaldırıp konuşuyor, gene bazı zaman, havaya kalkmış sağ elinin ucunu gözleriyle takip ederken, sol elinin parmaklarını birbirinden adamakıllı açarak, dinleyenlere doğru uzatıyordu. Türkeş’in o zamandan aklımda kalmış bir hareketi de, karşılarındakine hep aşağıdan yukarı doğru bakmasıydı, bedenini âdeta bu hareket için kamburlaştırıyordu.

Sonra Türkeş’i bir iki basın toplantısının dışında kaybetmiştim. Bizim gazeteci arkadaşlardan, hakkında hikâyeler dinlerdim. “Çok zekî bir adam” diyorlardı. Hemen bizim gazetecilerden Türkeş’i sevmeyen kimse yoktu. Hattâ geceleri gidip, Başbakanlık’ta işlerini bitirdikten sonra kendisiyle uzun uzun konuştuklarını söylüyorlardı. Şu bir gerçekti: Türkeş, etki gücü olan bir askerdi!

Hindistan’a gitmek fikri üzerinde gazetedeki arkadaşlarla konuşma yaptığımız günlerde, bu değerli görevin bana verileceğini doğrusu pek tahmin etmemiştim. Ama arkadaşlar sonunda böyle bir karara vardılar ve beni de çok sevindirdiler. Bu sevincimin bir başka sebebi vardır:

Türkeş’i, Türkiye’deyken etrafını çeviren o malûm tabakadan uzakta ve rahat rahat görüp dinleyebilmek!.. Merakım çok büyüktü.. Hindistan esrarengiz bir ülkedir, bunu biliyordum.. Manzaraları, insanları, güneşi, her şeyiyle bize pek yabancı bir ülke, bir belde!

Açık söylemek icabederse, bunların hiçbiri beni enterese etmedi. Aklım hep Türkeş için işledi, yol boyunca. Acaba şimdi nasıldı? Üzgün müydü?

Ben, Türkiye’den ayrılacağı gün gidip Türkeş’i görmemiştim. Ama çocuklar, sözlerini nakletmişlerdi.. Bizimkilere, “Size oradan bir maymun göndereceğim..” demiş. Daha Türkeş’i görmeden, memlekete döneceğim anı düşünüyordum.. Çocuklar, “Maymun nerede?” diye etrafımı çevireceklerdi. Ne cevap verecektim. Türkeş, size göre maymun bulamadığını mı söyledi diyecektim?!!!.

İşin bir gerçek tarafı var: Türkeş memleketten ayrıldıktan sonra, kendisini bir saat evveline kadar övenlerin, göklere çıkaranların yaptıkları hareketler, doğrusu çok tuhaftı.. Memleketi idare edenler bir yana, ama Basın’ın, şerefli Türk basını’nın vefası bu mu olmalıydı? Türkeş ile karşılaşmak fikri, bunları hatırladıkça, beni daha çok üzüyordu. Ama gelin görün ki, bizi hiç bırakmayan kaderimiz, şansımız bundan başkasını yapmıyor.. Türkeş, hava alanından uçup gittiği gün de dahil olmak üzere arkasından küfreden, ona yumruk sallayan, bağıran, çağıran da!. Ama, şimdi birazdan, biz karşısına çıkacaktık.

Uyanmışım.. Saat onu on geçiyor. Santraldaki kızı ikaz ettim, beni sefarete bağladı.. “Türkeş” diyorum. “Alparslan Türkeş’le konuşmak!” Sözümü tamamlıyamıyorum.

Telin öbür ucundaki ses, “Bir dakika” diyor, “Çağıralım efendim..” Türk sefaretinde bir odadan başka bir odaya, birinin seslendiğini telefondan işitiyorum… Dakikalar geçiyor.

“Buyurun, albay Alparslan Türkeş!..”

O ses!.

Yahu adeta korkuyorum. Sanki gene bir ihtilâl olmuş gibi!.. Gene bir ihtilâl olmuş gibi, o ses, gene “Dikkat! Dikkat!” diyormuş gibi..

Garip bir duygu bu.

Uçtuk, uçtuk, geldik, binlerce kilometre uzaktaki, Hindistan’daki aslanlar, kaplanlar, ormanlar ve sırlar içindeki Türkeş’e işte.

İşte sesini işittim.

İşte, “Şimdi geldim, albayım” diyorum.

İşte, “Hangi oteldesiniz?” diye soruyor. İşte, “Nirula’s” diyorum. İşte, “bir yere ayrılmayınız, şimdi geliyorum” diyor..

İşte, işte, işte!..

Türkeş’in sesini işittiğim dakikada, vay körolası vay, aklıma birden memleket gelivermesin mi?! İçimi birden bir hüzün, göz pınarlarımı göz yaşları dolduruvermesin mi?!

Tüh, Allah kahretsin, diyorum kendi kendime.. Hadi ulan, utanma da otur ağla, diyorum kendi kendime.. Düşünün siz şu gurbet hissini bir!. Aklıma âniden neler geliyor neler… Radyo’yu bile hatırlıyorum, şimdi Muzaffer Akgün söylüyor olmalı.. Yollar kapanmış kardan, haber gelmiyor yardan…

Türkeş’in bir anası var, Adana’da.. 13 Kasım olunca, ağlamış ağlamış, felç gelmiş koluna kanadına, kötürüm olmuş, yığıldığı yerde, Hindistan’ı düşünüyor..

Yahu, biz neden birbirimizle iyi geçinmeyiz?!

Aşağı indim, salon!

Kapı açıldı, bir hafif rüzgâr! Hafif rüzgârla birlikte içeriye, gözleri âniden otel salonunu tarayan ve gözleri bana takılan bir sert yüzlü adam girdi.. Geliyor. Geliyor… Ellerini koyacak yer bulamıyormuş gibi bir heyecan içinde.. Peşinde on yaşında bir çocuk, Tuğrul, oğlu!.

Önümde durduğu zaman, ayaktayım.. Önce elimi tutuyor, sonra beni kendine çekiyor, sarılıyoruz.. Hindistan’da iki Türk’üz.. Var mı bize yan bakan? Var, Hintli santral kız, resepsiyonda çalışan Avrupa giyimli delikanlı, iki Alman otel müşterilerinden, bir garson, bir de arap çocuk!..

Türkeş’i, sıhhati çok yerinde gördüm.

Yüz, gene öyle.. Bir Türk Albayının, sert çizgili, tebessümüz, kendisini hep asker karşısında zanneden yüzü.. Sırtında, koyu mavi, ince siyah çizgili, yelekli bir elbise var.. Gene çizgili, klâsik bir gömlek, koyu mavi bir gravat, ayağında siyah renkli, kalın altlı ayakkabılar.

Nirula’s’ın yüzyedi numaralı odasına çıktık, konuştuk. Beni Nirula’s’ın restoranına götürdü. Garsona bir balık söyledim, bir balık geldi, Allah! Nerde bizim memleketteki uskumrular, levrekler, kefaller?!

Artık sözü Türkeş’e bırakmalıyım.. Arada gene görüşeceğiz.. Ama vakit az ve değerli. Önce iş, sonra Hindistan, saraylar, parklar, mabetler…

Ben dikkatlice ama belli etmemeye çalışarak O’na bakıyorum. O da bana bakmıyor değil..

İçimde gene garip bir his.. Bizi bu hisler öldürecek.. Öldürecek de kimselerin haberi olmayacak..

“Türkeş biraz değişmiş mi?” diye tam içimden geçireceğim, bakıyorum sağ elini havaya kaldırıp kalkan elinin parmaklarını gözleriyle takip ediyor ve sol elinin parmaklarını açarak bana doğru uzatıyor:

“Memlekette ne var, ne yok? Arkadaşlar nasıl? Ya gazeteciler? Özledim hepsini.. Beyhan’ı, Doğan’ı, Fikret’i… Hattâ, Şemsi’yi bile!..”

“İyiler..” diyorum.
“Meclis nasıl?”
“İyi..”
“Mahsul nasıl olacak?”
“Havalar?”
“İyi.. Bizde kötü olan bir şey yok efendim, hepsi iyiler..”
“Öyleyse iyi” diyor o da!

Söz sözü açmaz mı? Açar!

“Herkes bir 27 Mayıs anlatıyor” diyorum, “Doğrusu hangisi biz de şaşırdık..”
“Herkes bildiğini anlatır, mahzurlu görmediklerini anlatır, bir gün bunlar toplanır, gelecek nesillere armağan olur..” diyor…
“Biraz da siz bahsetseniz. Sizin söyleyeceklerinizi bütün memleket bekliyor..”
“Ben sana İhtilâl’den pasajlar anlatayım… Sen sor, ben söylerim… Ama, gene de kendime bir şeyler saklarım, darılma…”
“Hakkınızda pek çok söz söylendi, siz gittikten sonra.. Siz…..”

Sözümü kesiyor, “Sen söze değil, işe bak” diyor, “Kem söz sahibinindir.”

“Bu ihtilâl fikri nasıl doğdu?” diyorum.
“Uzun hikâye..” diyor..
“Özetleyemez misiniz?”
“Sana bazı şeyler anlatayım. Bazı şeyler diyorum ama, esas da zaten bundan başka türlü değildir.. Önce nereden başlamalı acaba?!..”
“İstediğiniz yerden” diyorum..

Alparslan Türkeş, tarihe ışık tutacak konuşmasına başlıyor:


Yeni İstanbul, 15 Şubat 1962.

Alparslan Türkeş anlatıyor:

Türkiye’de, sivil iktidarın, bir askerî harekete muhatap edilmesi fikrinin kökü yaşadığımız yakın zamanlarda değildir. Bu bakımdan, 27 Mayıs hareketinin yalnız seçimle iş başına gelmiş iktidarına karşı yapılmış ihtilâl olarak değerlendirilmesi, çok yavan ve çok sathî olacaktır. Bu fikir çok eski zamanlara kadar uzanmış, yahut çok eski zamanlardan itibaren taraftar bula bula 27 Mayıs’a kadar gelmiş ve tatbik sahasına konulmuştur. Şunu peşinen söylemekde büyük fayda vardır ki, 27 Mayıs hareketi de dahil, bunların hiçbirinde hedef sadece Demokrat Parti değildi?

Öyleyse bu hareket niçin yapıldı?

Albay Türkeş, bu girişten sonra, 27 Mayıs’a kadar gelmiş bir ihtilâl fikrinin asıl sebeplerini ve bu sebepleri hazırlayan faktörleri şöylece sıraladı:

“Öyleyse diyeceksiniz, 27 Mayıs niçin yapıldı? Bu soruyu yukardaki ifademden sonra sormakta yerden göğe kadar haklısınız. Anlatayım:

Bizim, yani benim ve arkadaşlarımın asıl fikri, iki noktada tam olarak izah edilebilirdi. Biz, önce, on yılın dertleri, ıstırapları ve yorgunluklariyle gelmiş Demokrat Parti’den, ellerinde tuttukları iktidar imkânlarını almak, sonra da bu imkânlarla memleketi içinde bulunduğu yoksun ve yoksul durumdan kurtarmak istiyorduk. Benim ve arkadaşlarımın siyasî bir partinin basit ve daima gölgeli menfaatlerine hiçbir zaman iltifat etmediğimiz gerçeğini, bugün öyle sanırım ki memlekette bilmeyen kalmamıştır. Biz, 27 Mayıs’ı, şu veya bu partinin arzusuna hizmet diye yapmadık ve bunu hiç düşünmedik. Ama gene de hiç unutulmaması gereken bir hakikat vardır ki, bir siyasî muhalefet partisi, elinden gelen gayretle çalışmış ve sonunda, 27 Mayıs ihtilâlinin kendisi için yapıldığına dair havayı, bütün memlekette yaymıştır. Bu havanın yayılmasında, 27 Mayıs’ı hazırlayan gruplar içine, bu parti ileri gelenlerinin bol sayıda kendi adamlarını yerleştirmiş olmalarının büyük rolü vardır. Kısaca, ihtilâl niçin yapılmıştır? sorusuna verilecek cevap yukarda da söylediğim gibi, memleketi içinde bulunduğu perişan durumdan kurtarmaktır. Bu gayret, ne yazık ki, 13 Kasım’dan sonra daha serbest ve alabildiğine devam eden bir zihniyetle tarümar edilmiştir.”

Şunun için 27 Mayıs sadece DP ye karşı yapılmamıştır.

İhtilâlin kudretli Albayı Alparslan Türkeş, bu hareketin bir partiye maledilmesinin hiç de doğru olmayacağını anlattıktan sonra, 27 Mayıs’ın niçin münhasıran Demokrat Parti’ye karşı yapılmamış olduğunu da şöyle açıklamıştır:

“İhtilâl fikrinin kökü çok gerilerdedir, dedik. Şöyle bir gözlerimizi kaparsak, birlikte, ilk ihtilâl gruplarının orduda teşekkül etmeye başladığı yıllara doğru gitmemiz mümkün olur.

Daha 1946 ve 47 yıllarında, orduda, devrin iktidarını devirmek için teşekkül etmiş ihtilâl birlikleri vardı ve birlikler gayet plânlı bir şekilde, günlerin muhtelif saatlerinde, muhtelif mahallerde çalışmaktaydılar. Hattâ, bu fikrin kökü, 1941 yılına kadar uzayabilir. Bu sıralarda, S.K., rahmetli general N.T., Başbakanlık Müsteşarı N.S., İ.K., M.G., F.U. gibi daha bir çok subaylar, devrin idaresine karşı, memleketi korumaya ve vatandaşı içinde bulunduğu açlık ve sefaletten kurtarmaya çalışıyorlardı. Memlekette yolsuzluklar almış yürümüş, idaresizlik artık tamamen su üstüne çıkmış bulunuyordu. Türkiye’de müstebit bir Millî Şef, bir İsmet İnönü vardı. Millî Şef İsmet İnönü aynı zamanda bir diktatördü. Millî Şef tabirinin bugünkü hayatımıza bu kadar korkunç ve iğrenç olarak girmesinde, İsmet İnönü’nün çok büyük rolü vardır. Kısacası, ihtilâl fikri, bu memlekette CHP iktidarı devrinde başlamış ve bu fikir, partilerin, memleket kaderini daima uçurumlara doğru sürüklemeye devam ettikleri 27 Mayıs 1960 yılına kadar gelmiştir. Bunun için bilmem kaç milyon taraftarı olan bir Demokrat Partiyi, askerî kuvvetin muhatabı olarak değerlendirmek istemek, 27 Mayıs’ı asıl gayeleriyle anlamamış, anlayamamış olanların aciz dolu kanaatlerinden başka bir şey olamaz.”

İlk ihtilâl fikirleri ve ilk toplantılar…

Alparslan Türkeş, Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de yağmurlu bir günde, damlalar, Nirula otelinin camlarını yeknesak bir şekilde dövmeye devam ederken, ilk ihtilâl fikri ve ilk ihtilâl toplantılarını bana şöyle anlattı:

“İhtilâl, İsmet İnönü ve idaresine karşı yapılmak isteniyordu. Yıl 1942, ile 43’tü. Bir subay grubu, bir kış günü, Çorlu’da bir evde toplandılar ve kendi aralarında yemin edip birbirlerine şeref sözü verdikten sonra, General M.T.’ye gitmeye karar verdiler. M.T., ordu içinde ve siviller arasında çok sevilmiş bir insandı. Yaşı ve tecrübesi bu değerlerine ilâve edilince kendisi bir anda subayların itimadına mazhar olan bir insan olarak ortaya çıkıvermişti. O kış günü, M.T. evinde ziyaret edildi. Durum kendisine anlatıldı. Artık her geçen dakikanın, memleketi biraz daha uçuruma sürüklemekten başka bir işe yaramadığı söylendi. Bir an evvel ordunun duruma müdahale etmesi gerekiyordu. Bunun için subaylar, kısa zamanda harekâtı plânlayacaklar ve devrin diktatörü ile etrafındaki dalkavuklar, beş saat içinde toplanacaktı.

M.T., itimat ederek kendisine gelmiş subayları bir bir dinledi, dikkatle dinledi. Hareket ve sözleri, subaylara yerden göğe kadar hak verdiğini pek güzel gösteriyordu. Bundan başka, kendisine karşı gösterdikleri itimat için subaylara teşekkür ediyor ve hepsinin kardeşleri olduğunu söylüyordu. Ancak, ortada bazı mes’eleler vardı ve bu mes’eleler, M.T.’ye göre bir ordu müdahalesinin, bir memleket için intihar demek olduğunu çok açık olarak ortaya koyuyordu. Onun için biraz daha sabredilmeli ve beklenmeliydi. Bu sabır ve bekleme, herhalde, sabredenler ve bekleyenler için faydalı olacaktı. M.T. o gün subayları teskin ve ikna etti. Darbe-i hükûmet işi de böylece geri kalmış oldu. O subaylar gurubu, birkaç gün heyecan içinde yaşadılar, ancak, binde bir ihtimalle onları korkutan, heyecan içinde yaşamaya sevkeden endişe doğru çıkmadı ve M.T., kendisine gelen subaylarla yaptığı konuşmalardan kimseye bir tek satır bahsetmedi. M.T.’nin ihtilâlci subayları ifşa etmemiş olması, onun da düşünceleri hakkında bir bilgi veriyordu. Bu işe devam eden subaylar gurubunun, M.T.’den aldıkları kuvvet, onların uzun zaman rahat bir çalışma göstermelerine hayli yardımcı oldu.”

İhtilâl fikrinin asıl sebebi:

Hintli ölülerin, sahilinde yakıldıkları ve küllerinin kutsal sularına atıldığı Ganj nehri boyundaki modern yolda, altmış model Chevrolet bir arabanın içinde, sağ taraftaki Babür’ün uzun yüzyıllık sarayını seyrede seyrede giderken, Alparslan Türkeş, o zaman İsmet İnönü ve iktidarı için düşünülen, 27 Mayıs’ta da Demokrat Parti iktidarına karşı tatbik edilen ihtilâl hareketinin asıl sebeplerini şöyle sıralıyordu:

“Ben o zaman genç bir teğmendim. Ama, General M.T.’yi ziyaret eden ihtilâl gurubu ile temasım vardı. Guruptaki arkadaşlarım, generalle aralarında geçen konuşmaları aynen bana nakletmişlerdi. Ben, generalle aynı kanaatte değildim. Hareket vakti gelmiş ve geçmekteydi. Her geçen dakika, memleketi, intiharına doğru biraz daha yaklaştırmaktaydı. Bir gün gelecek, artık işlere müdahale imkânımızı da kaybetmiş olacaktık. O zaman üzülmelerimiz, ağlamalarımız hep boşa gidecekti. Vakit nakitti ve tamamdı. Derhal harekete geçmeli ve memleketin bu korkunç gidişine dur demeliydik.

Bizi ihtilâle iten fikirlerimizi şöyle sıralıyabilirim. Bu fikirler, 27 Mayıs hareketi içinde değerini ve tesirini aynen muhafaza etmiştir.

Memleket tek parti diktatörlüğü altındaydı. Sadece dalkavukların sözü geçiyordu. Devletin başında bulunan İnönü, askerlikten yetişmesine rağmen orduya karşı gayet vefasız ve ilgisizdi. Etrafındaki general ve diğer yüksek rütbeli subayların fikri de, değişik değildi. Onlar da, omuzlarındaki rütbelere bakıp, orduyu küçümsüyorlardı. Bu zevata göre, silâhlı kuvvetler mesleği, yalnız bir geçim vasıtası idi. Bunun dışında meslekleriyle samimi bir bağlantıları yoktu. Asker ocağı bakımsız ve perişandı. O sıralarda askerlik mesleği artık o kadar hor görülmeye başlamıştı ki, bizzat İnönü başta olmak üzere, etrafındaki generallerin hiçbirisi çocuklarını asker yapmak istemiyorlardı. Subaylık, bir mahkûmiyet ve mahrumiyet mesleği haline getirilmişti. Gittikçe artan hayat pahalılığı, her gün birkaç tanesi birden türeyen harp zenginleri sebebiyle, askerler durmadan hakir görülüyor, kendilerini ve ailelerini geçindirebilmek için, bunlara tahammül etmek mecburiyetinde kalıp, ıstırap çekiyorlardı. Türk Ordusunun bakımı noksandı. Askerlere yeteri kadar ayakkabı, elbise, donatım, battaniye verilmiyordu. Seferber olmuş Türk Ordusunda askerin çoğu yalınayaktı ve sırtında kaputu yoktu. Ayrıca, o sıralarda yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamış olan başka devletlerin modern zırhlı birliklerine karşı Türk Ordusunun elinde bulunan yalnız ve yalnız at ve manda arabaları ve deve ve merkep kollarıydı. Halbuki Millî Şef ve etrafındakiler, kendi köşklerinde, memleketin içinde bulunduğu yoksulluktan zerrece pay almak istemeden rahat bir şekilde yaşayıp gidiyorlardı. Köşklerinde, yattıkları, oturdukları ve yemek yedikleri odalar sıcaktı. Altlarında son model otomobilleri vardı. Beyaz trenler, seferber edilmiş, askerin yayan olarak gitmek mecburiyetinde oldukları uzun kilometreleri katetmekte, kendilerinin pek işine yarıyordu. Bunları edebiyatını yapmak için söylemiyorum. Bunlar, o zaman, vatandaşın, aç Türk milletinin bağrında saplı duran kocaman bir hançerdi. Halk açlıktan ölüyor, asker, soğuk kış yollarında, ihmal edilmiş viran kışlalarda kırılıyordu. İlgi yoktu. Köşkle, halkın arasındaki irtibat tamamen kopmuştu.”


Yeni İstanbul, 16 Şubat 1962.

Bizim kaybettiğimiz manevî değerler yanında, onların kaybettiklerinin bir değeri olamazdı. Avrupa’da yıllarca kolları veya bacakları kopmuş asker emeklileri, harp malûllerinin dolaştığı bir gerçektir. Biz İkinci Dünya Savaşının, hem de dışında kalmış olmamıza rağmen, bu buhran dolu yılları içinde, bir daha hâlâ bulamadığımız bir şeyimizi kaybettik: Benliğimizi.

Durum korkunçtu. Memleket baştan başa bir facia içindeydi. Bir tarafta ahlâksızlık, diğer tarafta hastalık açlık, perdenin iplerini ellerine almış, trajedinin sonunu ilân etmek ve sahneyi bitirmek için sabırsızlanıyorlardı. Bu perdeler kapansaydı, bugün bir Türkiye olmayacaktı ve biz, harbi, İkinci Dünya Savaşına katılmadan, en feci şekilde kaybetmiş olacaktık.

Bu arada, memleketin içinde, diğer meslek sahiplerine rağmen dolaşanlar gene subaylardı. Tâyinleri, onları meşakkat bölgelerinden, daha büyük ve dönülmez meşakkat bölgelerine sürüklüyordu. Askerlerin aileleri, bu uzun ve bitmek tükenmek bilmeyen tâyinler içinde facialardan kıyametlere yuvarlanıp gidiyorlar, subay çocukları okulsuz, karıları bütün medenî imkânlardan uzak kalıyorlardı. Subayların çok zaman gittikleri yerlerde, ekmek alacak bir ekmekçi, sebze alacak bir manav bile bulunmuyordu. Ben, böyle bölgelerden yürüye yürüye Ankara’ya geldim. Bu bölgelerde dolaşmanın, oturmanın yalnız bir faydası vardı: Görmek. Subaylar, her gittikleri yerlerde, memleketin içinde bulunduğu bir başka dertle tanışıyorlar ve onunla orada yaşadıkları müddetçe boğuşmak zorunda kalıyorlardı. Bunlar ilk ihtilâl fikirlerinin tohumlarını yeşerten olaylar ve dekordur. Baştakiler yaşıyor ve halk ölüyordu. Baştakiler, halkı öldürmek, Türkiye’yi cihan haritasından silmek pahasına francala yiyor ve lüks arabalarında büyük şehirlerde piyasa edip, kadınlarla zevk-ü sefa içinde yaşıyorlardı. O zamanlar Türkiye’deki komünistlerin bu durumu menfur emellerle istismar ettiklerini de unutmamak lâzımdır.

İşte bu arada E.T. Erkân-ı Harbiye harekât dairesi başkanı oldu.

Subayların ikinci müracaatı

General E.T., Erkânı Harbiye Harekât Dairesi Başkanı olunca, kendisiyle o zamana kadar gizli gizli temas etmekte olan subaylar toplanıp âşikâr olarak adı geçeni makamında ziyaret ettiler. Toplantı çok ateşli geçti. Subaylar, General E.T.’ye özet olarak şunları söylediler: “Artık ne yapacaksan yap.”

Bu müracaat üzerine ihtilâl grupları ciddî bir çalışma devresine girdiler. Bu çalışmalar Ankara ve İstanbul’un dışına da yayıldı. Ve bu devre içinde bilhassa Konya’da çok mühim darbe-i hükûmeti plânlama toplantıları yapıldı. Ankara’daki grupun elinde bulunan subaylar muhtelif sebeplerle Konya’ya yollanıyor ve oradaki arkadaşlarla temas etmeleri sağlanıyordu. Konya’dan diğer illere de giden subaylar vardı. Bir gün geldi ki, bütün Türkiye’de İhtilâl Ağı tamam oldu. Ankara’da sabah söylenen bir söz, İhtilâl Ağı tarafından daha aynı gün güneş batmadan Erzurum’daki arkadaşlara ulaşıyordu. Teşkilât saat gibi çalışmaya başlamaktaydı. Türkiye’nin kaderi yeni bir istikamet almak üzereydi. Plânlar tamam ve bu plânların tatbikinde görevli subayların hazırlıkları ciddiydi.

Üç ayrı tarih üzerinde anlaşma olmuş, bu tarihlerin ilki ile sonu arasında harekâtı geciktirecek sebepler tesbit edilmişti. Bunların dışında, harekât durmayacak ve geri kalmayacaktı.

FAKAT!!!...

Harekâttan son saniyede vazgeçildi. İkinci Cihan Harbinin tahribi devam etmekte ve neticeleri daha büyük acılarla, zayıf iktisadî bünyeli memleketleri ıstıraplar içinde bırakmaktaydı. Açlık artık önlenemez olmuştu. Hem asker açtı, hem sivil halk açtı. Karnı ve sırtı pek olan yalnız Millî Şef ve etrafındakilerdi.

Nihaî bir toplantı yapıldı. Daha evvel Konya’da da böyle bir toplantı yapılmış ve teşkilâtın hareket emri beklediğine dair bir haber merkeze iletilmişti. Ancak, merkez bir türlü memleketin idaresini ele almak kararını veremiyordu. Bunun büyük sebebi İkinci Cihan Harbi ise, onun kadar şiddetli olan öteki sebepleri de, millî bünyenin uğradığı tahribat idi. Memlekette harbin zengin ettiği karaborsacılar vardı. Halk kendi arasında da huzursuzdu. Her iktisadî vaziyeti kötü ülke gibi Türkiye de o sıralarda elle tutulacak bir durum göstermiyordu. Var gözüküyorduk ama var olmadığımızı gayet iyi biliyorduk. Velhasıl, yapılan devamlı toplantılar sonunda, merkez ihtilâl kadrosu üyeleri, sivil iktidara son bir müddet daha verilmesinde fikir birliğine vardılar. Ve varılan bu karar Ankara’dan öteki gruplara hemen iletildi.

Millî Şef hükûmetine karşı girişilmiş olan bu ihtilâl plânından son dakikada aniden vazgeçilmesinin asıl sebebi İkinci Cihan Harbi idi. Ancak, ihtilâl birlikleri genel anlamda dağıldıktan ve yeni bir emre kadar faaliyetlerine son verdikten sonra da bazı gruplar aralarında toplantılar yapmaya devam ettiler. Bir çoğu bugün hâlâ yaşayan ve Orduda bulunan bu subayların isimlerini burada açıklamayı doğru bulmamaktayım.

Ben, toplantılarına ara vermeyen bir gruptaydım. Rütbem, her ne kadar yüksek rütbeli bazı zevatın da devam ettiği çalışmalara katılmaya fırsat vermeyecek kadar küçük idiyse de, ben gene, onlarla çalışma imkânını temin etmiş arkadaşlarım vasıtasiyle, takip ettikleri yoldan haberdar olabiliyordum. Bir an geldi, Ankara, İstanbul, Konya ve diğer bazı iller arasında mekik dokur hale geldim.

O günler hazin ve acılarla dolu günlerdi. Biz, halkı en yakından görüyor ve askerle en yakından temas ediyorduk. Üstelik, o devrelerin her gün halk ve asker arasında yayılan dedikoduları, kısa zamanda kuvvetli tahrik vasıtaları haline geliveriyordu. Bu dedikodulardan pek çoğunun doğru olduğunu halk kısa zaman sonra öğreniyor ve bu onların mevcut idareye karşı olan kinlerini arttırıyordu.

Subayların İnönü’ye karşı tavırları…

Subaylar İnönü’yü sevmiyorlardı. Türk Ordusunun bünyesi bu tip bir idareciyi sevmeye müsait değildi. Onu gördükleri yerde selâm vermekten bile kaçınıyorlar, hattâ zaman zaman albaylar, yarbaylar, İsmet İnönü ile karşılaştıkları zaman ona arkalarını dönüyorlardı. İsmet İnönü’ye karşı takınılan tavır, orduda hâlâ anlatılan çok enteresan hikâyelerin meydana gelmesine sebebiyet veriyordu.

Bir memleket düşününüz ki, açtı. Ve aç olan o memleketin idarecileri, yalnız idarecileri, aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yiyorlar ve aç halkla alay ediyorlardı.. Bunlar, ihtilâl fikirlerini besliyor, bunlar, İkinci Dünya Savaşının bir noktada aniden geri bıraktığı, idareyi askerin ele alması gayret ve faaliyetinin yeniden başlamasını körüklüyordu. Orduda genç subaylar, üstlerini durmadan tazyik ediyorlardı.

Orduda alttan gelen şiddetli bir itme, üst mevkilerde bulunan bazı memleketçi rütbelileri, hattâ zaman zaman çok güç durumlara sokuyordu.

Memleket bünyesi sarsıntılar geçirmekteydi. Sosyal tapı tazyiklerle kımıldıyor, sağda solda üzerinde dikkatle durulması gereken olaylar cereyan ediyordu. Memleket hastaydı. Memleketin ateşi her geçen gün biraz daha artıyor, memleket şiddetli şoklarla titriyor ve cidarları gevşiyordu. Memleketin müdahale edilmesi çok gerekli olan bir durumu vardı, ateş bacayı sarmıştı. Vaziyet bu idi ama, hastayla ilgilenecek adamı bulmak mümkün olamıyordu. Hasta kendi başına bırakılmıştı. Türkiye kaybolmakta, Türk toplumu memleketinin sınırları içinde gittikçe küçülmekteydi.

Siyasî tartışmalar da son raddeye varmıştı. CHP ve Millî Şef karşı koyacak bir muhalefet partisi hazırlıkları yurdun dört bir tarafında gözle görülür yeni faaliyete sebep olmuştu.. Demokrat Parti, yılların karanlığına ışık olarak var edilmeye çalışılıyordu.. Demokrat Parti’nin kuruluşunda subayların da büyük gayretle çalıştığı hakikati unutulmamalıydı.


Yeni İstanbul, 17 Şubat 1962.

Yıl 1946 idi. Demokrat Parti memleketin her köşesinde vatandaşların candan teşvik ve yardımlariyle kuruluyordu. O zaman memlekette şiddetli bir heyecan havası vardı. Millî Şef’e karşı, bütün millet âdeta birleşmişti. Ama ben ve arkadaşlarım bu başlangıcın tasvipkârı olamıyorduk. Şunu açıkça söylemeliyim ki, bizim kanaatimiz, yalnız o günlere ait heyecanlarla beslenmemişti. Biz bir geriye, bir hale, bir de istikbale bakarak düşünüyorduk. Kanaatimiz şu idi: Demokrat Parti, memleketi içinde bulunduğu çöküntüden kurtaracak bir parti olamazdı. Nihayet, bu adamlar da yeni değil idiler ve geldikleri yer Millî Şef’in tezgâhı idi. Bunlar, gerek CHP’liler, gerekse DP’liler aynı bünye ve anlayışın adamlarıydılar. Bugün karşı karşıya gelmiş olmalarının tek sebebi vardı: İçinde bulunulan siyasî buhrandan istifade ederek, imkân kulelerini kendi ellerine almak. Yoksa, o zaman, DP’nin memlekette kurtarıcı parti olarak geldiğini iddia edenlere karşı gülmemiz ve tebessüm etmemizin başka bir geri anlamı yoktu.

Nitekim, daha sonraki günler gelince, ben ve arkadaşlarım muhitimizi ikna için çalışacak ve oyların CHP ve DP dışındaki Millet Partisi’ne verilmesi için gayret sarfedecektik. Biz Millet Partisi’ni iki partiye karşı çok daha temiz, mütekâmil ve yeni buluyorduk.

1946 seçimleri hem memleketimizde hem de dünyada bir bomba gibi patladı. CHP iktidar kulelerini vermemek için her yerde baskı yapmış, İsmet İnönü seçilmediği halde Meclise girmişti. Memleketin hemen her tarafında seçim ölüleri, yaralıları ve hâdiseleri vardı.

46 seçimleri orduya adeta şiddetli bir kırbaç vurdu. Bu seçimlerin sivil halk arasındaki tepkileri ile ordu içindeki tepkileri şiddet bakımından çok farklıdır. Bazı subay arkadaşlarımızı, gidip yeni iktidarın ileri gelenlerini vurmak için gösterdikleri sinirlilikte zor zaptediyorduk. Ama bütün bu önleme gayretine rağmen ok yaydan fırlamıştı. Yayından fırlayan ok ise mutlaka hedefi bulacaktı. Orduda ihtilâl birliklerinin sayısı gene birdenbire artmaya başladı. Artık öyle bir haldeydik ki, ordu âdeta CHP’nin meşru iktidarını yıkmak için sözleşmişti.

46 seçimleriyle birlikte Meclis’te sert tartışmalar devri de açılmış oldu. Demokrat Parti’nin az sayıdaki grupu, CHP’nin suçlu psikolojisi içinde hareket eden grupuna duman attırıyor, gazetelerin geniş olarak verdikleri Meclis müzakereleri, halkı daha şiddetli bir CHP aleyhtarı haline getiriyordu.

Demokrat Parti’nin bir çığ gibi büyüdüğü, inkârı mümkün olmayan bir gerçekti. CHP, bu büyüyen çığ karşısında nihayet bir zaman geldi ki, kendini bir yoklamak lüzumunu hissetti. Ama çok geçti, iş işten geçeli yıllar olmuştu.

Bunun üzerine Millî Şef İsmet İnönü, dikta gidişine yeni bir istikamet vermek arzusunu gösterdi.

Ama İsmet İnönü bu hal tarzını kendi arzusu ve gönlündeki duygularla istemiyordu. Milli Şef bir mecburiyet karşısında kalmıştı. Bu öyle bir mecburiyetti ki, şiddeti ve tazyiki yalnız içte değildi. Çünkü, İkinci Cihan Harbinin diktaları yıkan tempo ve anlayışı, bir fırtına halinde gelip Türkiye’yi içine almıştı…

Diktalara veda ettiren fırtına…

Türkiye’nin Batı ile asıl teması bu yıllara tesadüf eder. Günlerin boşu boşuna aktığı intibaı bende ve arkadaşlarımda bir değişikliğe uğramıyordu. Biz, 1950 yılında yapılacak seçimlerle Demokrat Parti’nin iktidara kat’i olarak geleceğini biliyorduk. Bundan başkasını düşünmek memlekette büyük bir şiddet hareketi ve felâketin başlaması demek olurdu.

Ama gene biliyorduk ki, Demokrat Parti özlenen ve beklenen ışık, kuvvet ve ruh olamıyacaktı. Türkiye iki kutup arasında tercih mecburiyetinde kaldığı için Demokrat Parti çığ halinde yürüyor ve büyüyordu. Ama gerçek şu idi: CHP milleti dikta ile soymuş, yakmış, yıkmış, ihmal etmişse, aynı şeyleri, ilerleyen yılların getirdiği normal hamleler dışında ve serbestlik zihniyeti içinde Demokrat Parti de, elinde olmadan devam ettirecekti. Demokrat Parti 1950 senesinde bu istikbale angaje olarak gelecek bu istikbalin dışına çıkabilmek fırsatını, sonradan CHP muhalefeti kendisine vermeyecekti. Biz bunları daha 1947 ve 48 yılında çok iyi görüyorduk…

Memleketlerde iktidarlar değişebilirdi, ama bu, memleketlerin değişmesi demek değildi. Hele bizim gibi uzun asırlardan beri ihmal edilmiş bir toplum için, iktidar değişmeleri hiç de yüzde yüz bir kurtuluş telâkki edilemezdi… Nitekim, işte olmadı da.

1950 senesine doğru millet yavan bir ümit peşinde koşuyordu.. Bu öyle bir gidişti ki, önüne geçilemez, durdurulamazdı. Kader, hükmünü mutlaka yerine getirecekti. Parti çatışmaları, Demokrat Partinin parasız pulsuz gayretlerine karşı, bütün imkânları ve zenginleri elinde tutan CHP ve iktidarının insan hayatına hiç önem vermeyen saldırışları ve taarruzları memlekette her gün yeni bir hâdise yaratıyor, gazeteler, artık maçın bu son ravundunda, alabildiklerine Millî Şef’e vuruyorlardı. Ama İnönü işitmiyordu.

Memleket bu haldeyken, Batıdaki savaşın neticeleri, yeni fikirler halinde sınırlarımızı aştı ve geldi. Bunlar hürriyet, insan haklarına saygı, korkusuz yaşama şartları konularını içine alan yeni cereyanlardı. İnsanlar insan gibi doğarlar, insan gibi ölürlerdi, ama bu arada, mutlaka bir insan gibi yaşamalı, yaşatılmalıydılar. Bir insanın insan gibi yaşayabilmesi için her şeyden evvel hür olması lâzımdı. Hür bir insan ancak, yaşayan bir insan olarak telâkki edilebilir ve bir değer ifade ederdi.

Batıdan gelen fikirler Millî Şef idaresine karşı milleti bir anda yekvücut yaptı ve 1950 seçimlerinde Demokrat Parti milyonlarca insanın sevinç gözyaşları, alkışları, haykırışları arasında iktidara geldi.

1950 seçimlerinden evvel bazı olaylar…

İsmet İnönü, 1950 seçimlerine tekaddüm eden günlerde, aniden Ordu ile çok ilgilenmek lüzumunu duymuştur. Bunun sebebi âşikârdı. İnönü, seçimlerde halk iradesine karşı bir emri, ordunun asla yerine getirmeyeceğini anlamıştı. Nitekim bu arada, gene de ordudan istifade etmek için elinden geleni yapmaktan geri kalmadı..

Seçimlerden bir ay kadar evveldi.. Kara Kuvvetleri Komutanı N.Y. acele olarak Köşkten çağrıldı. Kara Kuvvetleri Komutanı’nın o sırada bu şekilde Köşk’e çağrılışı, birçok yorumlara sebep olmuştu.

N.Y.’un yaveri R.U.’nun sonradan bana anlattığı bu dâvetin asıl sebebi şu idi:

Millî Şef, Ordu’nun kat’i olarak hakkındaki fikrini yetkili bir şahıstan öğrenmek istiyordu.

Nitekim konuşma böyle başlamıştı.. İnönü, N.Y.’a hemen, daha odaya girer girmez, “Ordu ne âlemde?” diye sormuştu.. O zamanki Kara Kuvvetleri Komutanı’nın cevabı şöyle idi:

- Efendim, Ordu, beton ve her tarafı kapalı bir odadaki bir kilide benzemektedir bugün. Uzaktan bakılırsa renkli ve canlı görülmektedir. Ancak, yanına yaklaşır ve elinizle dokunursanız bir anda dağılacağını gayet âşikâr olarak görebilirsiniz..

Nitekim, aynı Kara Kuvvetleri Komutanı, evvelce kendisine İsmet İnönü’nün emretmesine rağmen, seçim günü, Köşk’ün aramalarına karşı yaverine kendisinin teftişte olduğunu söyletmiştir. Milli Şef’in seçim neticelerinin peyderpey geldiği bir sırada, sık sık Kara Kuvvetleri Komutanını aramış olması, bugün bile gizli kalmış bir hakikattir.

1950’den sonrası..
Demokrat Parti ileri gelenlerinin hataları.

Demokrat Parti iktidarının ilk yılları çabuk ve halkın çok yakın müzahereti altında geçti. Hattâ 1954 seçimlerinde aldığı başarılı neticeler, bu değerli takviye ve sempatinin bir müddet daha uzamasına yardım etti. Ancak, Demokrat Parti hâlâ bir iktidar olamıyordu. Zaman zaman alına pek çok kararda vatansever bir gayretin izlerini görmek mümkün olmuşsa da, şu bir hakikatti ki, yeni iktidar CHP’nin tahrikleriyle, aynı yolda yürümeye muvaffak olamayacaktı.

Daha sonra anlatacağım olaylar vardır. Ancak şimdi bu olayları hazırlayan faktörlerden bahsetmekte fayda olduğu kanaatindeyim.

Demokrat Parti iktidarı, 1950’nin üzerinden geçen yıllarla yıpranmaya ve daha kötüsü yıprandığını görmemeye başladı. Partiyi ve memleketi idare edenler, halkın devamlı surette kendilerini tutmasının serbestliği içinde, bazı konulardaki gerilemelere göz yumuyorlardı. Bu kısa zamanda, CHP tahriklerinin üzerine dikkatle eğildikleri bir saha haline geliverdi. CHP, seçimle iktidara gelemeyeceğini biliyordu. Seçimle iktidara gelemeyeceğini bildiği için de, bazı ileri gelenleri vasıtasıyla Ordu içinde tahriklerine başladı. Meselâ size bu tahriklerden bâzı misaller vereyim: (Devamı var)



YAYIN DURDURULUYOR

Yeni İstanbul,18 Şubat 1962.

OKUYUCULARIMIZA!

Bugün açıklayamıyacağımız bazı mücbir sebeplerden dolayı Türkeş ile ilgili röportajı ilerde devam etmek ümidi ile kesiyoruz. Okuyucularımızdan özür dileriz.

***

Milliyet, 16 Şubat 1962.

Soyuyüce eski MBK üyelerinin beyanlarını tasvib etmiyor. Roma’da devlet müşaviri bulunan 14 lerden Şefik Soyuyüce, bazı eski MBK üyelerinin gazetelere verdikleri beyanatları tasvib etmediğini söylemiştir. Alparslan Türkeş ile yapılan ve bir gazetede yayınlanmakta olan röportajı zamansız bulduğunu söyleyen Soyuyüce, bunun <<Bir arkadaş ziyaretinin emrivaki ile gazete röportajı haline getirilmiş olduğunu temenni etmek isterim>> demiştir.

Soyuyüce, Madanoğlu’nun bir gazetede yayınlanan beyanatı hakkında da şunları söylemiştir: <<Hâdiseleri o günün havası ve icablarından faydalanarak tahrif etmiş fikirsiz bir insanın bu hafifliğini milletin takdirine bırakıyorum. Gün gelecek bütün hâdiseler gün ışığına kavuşacaktır.>>

[“Yeni İstanbul gazetesinde anonslar başlayınca, Ondörtler’den bazı arkadaşlar, bana mektup yazdılar. Güya benim hâtıralarım Türkiye’deki havayı bozuyormuş.” A. Türkeş, 1995]



VATAN GAZETESİNDE ÜÇ GÜN ART ARDA TAARRUZ

Vatan, Burhan Arpad, 18 Şubat 1962.

“Sarper ve Türkeş

Dışişleri Bakanı Selim Sarper’in Ondörtlerle ilgili bir soruyu <<Hükümetin bu konuda bir düşüncesi yoktur>> diye cevaplandırmasından iki gün sonra, Bay Alparslan Türkeş, sesini yükseltti. Yeni İstanbul’da, birinci sayfada, dört sütun üzerinden, “Türkeş İhtilâli anlatıyor>> diye, günlerdir yazıyor. … Yeni Delhi’de müşavirlik yapan bir devlet memuru, yürürlükteki bütün mevzuatı çiğneyerek, kafa tutuyor. Sarper ise, bu konuda bir düşüncesi bulunmadığından söz açmak rahatlığını gösterebiliyor.

Türkeş’in yazıları, Hitler’in Mein Kampf-Kavgam’ını anlatan bir üslûp ve atmosferle başlıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında milletin perişan olduğunu, ordunun bakımsız ve yetersiz duruma düştüğünü, subayların hor görüldüğünü ve memleketin felâkete sürüklendiğini anlatan tablo, Hitler’in Birinci Savaş sonrası Almanyasını çizen demagojili üslûbunu çok andırmaktadır. Türkeş’in düşünürlük yönünde daha sonra durmak üzere, günün hükûmetine ve Başbakanına ulu orta atıp tutan bir devlet memurunun durumunu ele alıyorum. Ondörtler’in basın toplantısına aracılık ettiği gerekçesiyle görevden alınan Aydemir Balkan, devlet memuru durumuyla, Türkeş’den daha mı ağır suçlu görüldü? Bir yanda, bir basın toplantısında aracılık etmiş olma töhmeti, ötekinde ise, Hitler özentisi bir demagojiyle siyasî gazetelerde ihtilâl önderliği! Bay Sarper’in durumu her bakımdan ilgi çekiyor. Dışişleri Bakanı olarak hükûmetin milletlerarası sorunlarında başlıca sorumlu kişisidir. Turancı ve ırkçı elçilik müsteşarı, demokrasiyle bağdaşmayacak yazı ve davranışlarıyla kafa tutunca, Türkiye’nin dış alandaki durumu da çok kuşku uyandırır. Bay Sarper’in bugünkü durumu için ancak iki açıklama yapılabilir. Bay Sarper çok zayıftır ve Türkeş ve onun gibilerden çekinmektedir; ya da onlardan yanadır. Bir üçüncü açıklama yapılamaz.

Türkeş’e göre 27 Mayıs hareketi, İnönü devrinde ordunun genç subayları arasında başlamıştır ve yirmi yılda gelişip yemişini vermiştir. Son yirmi yılın sosyal gerçeği ise, milletin gittikçe şuurlandığını gösterir. 1945-50 arasında jandarma polis dipçik ve copa rağmen tek parti diktasını alaşağı eden, bağrıyanık ve yalınayak milyonlarca köylü, kentli, emekçi, öğrenci ve sokaktaki adamdır. Kandırıldığını görünce yine direnen ve sonunda can kayıplarını göze alıp bir diktatör özentisini alaşağı eden, yine Türk milletinin bütünüdür. Dünyanın hiçbir toplumunda ihtilâlleri ordu yapmaz. Askerlik düşünürlüğü ve disiplinli kafa formasyonu, buna engeldir. Amma, bıçak kemiğe dayanınca, ordu da milletle ayaklanmaya katılır, ya da bir kısmı destekler. 27 Mayıs 1960 sadece Türkeş ve benzerleri gibi düşünenlerce gerçekleştirilseydi devrim ya da ihtilâl değil bir asker cuntası olurdu.”


Vatan, Burhan Arpad, 19 Şubat 1962.

“Türkçü”nün Türkçesi!

Türkiye’de salt Türk çoğunluğa dayanan bir devlet düzeni kurma akımı yarım yüzyıl gerilere dayanır. Çöken Osmanlı İmparatorluğunun delik deşik yapısından elde ne kalırsa kurtarmağı, Türk soyundan insanların yöneteceği yeni bir devlet düzeninde görenler, her alanda bunu gerçekleştirmeğe uğraşırlar. Ziya Gökalp’in Durkheim’la Kızıl Elma’yı bağdaştırma romantizmi, bu çabaların düşünürlük yönüdür. Ömer Seyfettin’in düz yazıya bugün de kullanılacak kadar arı bir Türkçe getirmesi, Mehmet Emin Yurdakul’un manzume örnekleri hep bu uğraşılar sonucudur. Sonraları, bütün bu benliğini bulma çabalarını <<Türkçülük!>> diye tuhaf bir çatı altında birleştirmek istiyenlere rastlanır.

Başlangıç yıllarının iyi niyetli ve romantik Türkçüleriyle daha sonraların dış serüvenci ve kişiliği karışık Turancı ve Irkçılarını birbirinden ayırmak gerekir. Zira şu sonraki akımların önderleri ve peşinden gidenler, hiçbir zaman Türkiye’den ve Türkiye insanlarından yana olmadılar. Türkçenin, Türk millet çoğunluğunca anlaşılır bir dil olma çabalarına da karşı durdular. Kimisi, soy adı kanununa aykırı olarak, Falan oğlu Mehmet, diye yazdı, adını. Bey, bay değil de <<Beğ>>i kullandı. Yazı dilleri bugün de Osmanlıca kelimelerle doludur. Sözgelişi, bay Türkeş’in son yazılarında bunun örnekleri bol bol vardır. Yerimin yettiği kadarını aktarıyor, yanlarına da, millet çoğunluğunun rahatça kullandığı Türkçelerini yazıyorum.

Gaye, ülkü; dair, üzerine; perişan, dağınık; zihniyet, anlayış; tarümâr, dağıtmak; teşekkül etmek, kurulmak oluşmak; mahallerde, yerlerde; müstebit, baskıcı; tâbir, deyim; âciz, güçsüz beceriksiz; kanaat, kanı; şeref, onur; ilâve etmek, katmak eklemek; itimadına mazhar olmak, güvenini kazanmak; müdahale etmek, karışmak; etrafındaki, çevresindeki; meseleler, sorunlar;….

Türkçü bay Türkeş, bir tek yazısında kullanıyor bütün bu Osmanlıcaları. Türkçe nerde kadı, demeyin! Onların Türkçülüğü azınlık düşmanlığı; Turancılığı emperyalizm özentisi ve ırkçılık palavrası, faşizm serüvenciliğidir.”


Vatan, Burhan Arpad, 20 Şubat 1962.

“Milletin emrinde

Ankara’da bir konuşma yapan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sunay <<Ordu daima milletin emrinde>> diyor. …

Ordu ve millet ikiliğinin kökünü Türkeş’in yarıda kalan sözüm ona ihtilâl yazıları daha iyi ortaya koydu. Türkeş de, ona imrenerek Türkeşleşmek istiyenler de, 27 Mayıs 1960 ayaklanmasını, birkaç genç subayın gizli plânlarına ve başarısına bağlamak istiyorlar. Onlara göre Türkeş ve arkadaşları falan yerde toplanmışlar, filân yerde and içmişler, filânla görüşmüşler vs.! Demek, milletin sokaklara dökülüp coplara, süngü ve tanklara göğsünü açması, sıkıyönetime rağmen direnmesi, hep şu üç beş subayın başarısı! Milletin sivil, asker, köylü, kentli gerçekleştirdiği bir 27 Mayıs 1960’ı kendi kafalarına göre kullanmak istiyordular. Kendi kafalarından olmıyan subayları ordudan uzaklaştırarak asker yönetimli bir baskı rejimine gitmek hevesindeydiler. Kadro gerekçesiyle ordudan ilk partide beş bin subayı emekliye ayırtmaları, bunun en açık belgesidir. Bunun peşisıra üniversiteleri kendi kafalarınca tırpanladılar. Arkadan Ülkü birlikleri geldi. Ondan sonra, <<Türkiye, her şeyin üstünde!>> parolası ortaya atılacaktı. Hür düşünceyi ve kalemi zindanlara atacaklar ve toplama kampları tıka basa dolacaktı. Bütün bunlar <<Büyük Türkiye, Büyük Türk Milleti!>> yıldızlı demeçleriyle maskelenecekti. 14 Kasım 1960 temizliği bu milleti sürüklemek istedikleri korkunç serüven plânlarını geri bıraktırdı. Pazar günü Eminsular kongresinde vatan hainliğine kadar en ağır suçlandırmalar yapılan Türkeş ve on üç adamı … yeni tertipler, komplolar düşünüyorlar. Demokrasi ve sosyalizm anlayışının Afrika kabilelerine kadar yayıldığı bir dünya ortasında Türkiyeyi ille de bir asker cuntasına kaydırma peşindeler.”


TÜRKEŞ HAKKINDA TAHKİKAT

Yeni Sabah, 17 Şubat 1962 - Türkeş’in durumu ele alındı.

27 Mayıs ihtilâlinin en mühim simalarından biri olan Alparslan Türkeş’in bir İstanbul gazetesine 27 Mayıs ihtilâli hakkında yaptığı açıklama Bakanlar Kuruluna intikal etmiştir. Müzakere safahatının hangi istikamette geliştiği hakkında herhangi bir açıklama yapılmamakla beraber müşavirlik sıfatı ve dolayısı ile resmî bir vazifesi olan Alparslan Türkeş’in böyle bir açıklama yapmak selâhiyeti olmadığı hususunda ittifak edilmiştir. Bu durum muvacehesinde Türkeş’in vazifesine son verilmesi ihtimali belirmiştir. Ayrıca bahis konusu yazıların kesilmesi de muhtemeldir.


Ekspres, Cumhuriyet, 17 Şubat 1962.

Türkeş için tahkikat açıldı. Gerekirse Eski MBK üyesinin vazifesine nihayet verilecek.

Bakanlar Kurulu 27 Mayıs devriminin tanınmış simalarından olan ve 13 Kasım hareketi sırasında MBK den affedilerek Yeni Delhi Büyükelçiliği müşavirliğine tayin edilen emekli kurmay Albay Alparslan Türkeş hakkında tahkikat yapılması için Dışişleri Bakanlığına talimat vermiştir. Tahkikat gerekçesi, Türkeş’in İstanbuldaki bir gazeteye verdiği beyanatla ilgilidir. Hükûmete yakın çevreler bu açıklamanın Türkeş’in müşavirlik sıfatı ve dolayısiyle resmî görevi ile telifi kabil görülmediğini ileri sürmektedirler. Tahkikat sonucunda, gazetedeki beyanların Türkeş’e ait olduğu meydana çıkarsa hakkında yürürlükte bulunan memurin kanununa göre işlem yapılacak ve Bakanlar Kurulunca görevine nihayet verilecektir. İlgililer tahkikat sonucunun birkaç gün içinde alınacağını ifade etmektedirler.


Gece Postası, 18 Şubat 1962 - Türkeş hakkında açılan tahkikat.

Eski MBK üyesinin memuriyetten ihracı ve geri çağrılması muhtemel. Alparslan Türkeş hakkında tahkikat açılmıştır. Dışişleri Bakanlığı dün, Yeni Delhi Büyükelçiliğimize talimat vererek bir gazetede yayınlanan röportajında Hükûmet Başkanına ağır tabirlerle hücum etmesinin ve olayları tahrif etmesinin sebebinin sorulmasını istemiştir. İfadesi alındıktan sonra Alparslan Türkeş’e uygulanacak işlem Bakanlar Kurulunda görüşülecektir. Yayınlanan röportajlardaki ifadelerin kendisine ait olduğu tespit edildiği takdirde, Türkeş’in memuriyetten ihracı ve Türkiyeye çağrılması muhtemel görülmektedir. Alparslan Türkeş’in 27 Mayısla ilgili hâtıralarını yayınlayan bir sabah gazetesi bu husustaki yazıyı bu sabah kesmiştir. Gazetenin neşriyatı kesmesi; Türkeş’ten aldığı talimattan sonra vukubulmuştur.


Tercüman, 18 Şubat 1962 - Türkeş’in durumu tetkik ediliyor.

Bir İstanbul gazetesine siyasî demeçler veren ve ihtilâli anlatan 14 lerden Albay Alparslan Türkeş’in durumu Dışişleri Bakanı Selim Sarper ile Adalet Bakanı Sahir Kurutluoğlu tarafından tetkik edilmektedir. Hükûmet iki Bakanı bu işle görevlendirmiştir. Tahkikatı müteakip Türkeş hakkında takibat yapılacaktır.


Dünya, 19 Şubat 1962 - Türkeş için soruşturma devam ediyor.

Alparslan Türkeş’in, aşırı sağcılığıyla tanına bir İstanbul gazetesinde, Memurin Kanununa aykırı olarak, hükûmet ve Başkanını küçük düşürmek gayreti taşıyan bir röportajının yayınlanması dolayısıyla, Dışişleri Bakanlığınca olayın tahkikatına önemle devam edilmektedir. Bugün söz konusu gazetenin röportajı yayınlanmaktan bir süre için vazgeçtiklerini açıklaması ve bu vazgeçişin bazı mücbir sebeplerden ötürü olduğunu yazması dolayısıyla kendisiyle konuştuğumuz Dışişleri Bakanı Selim Sarper, “Tahkikat devam etmektedir, Gazetenin yayını kesmesinde hükûmet olarak bir teşebbüs yapılmamıştır.>> demiştir. Röportajın yayınlanmasının durdurulmasının bizzat Alparslan Türkeş tarafından telgrafla istendiği adı geçen gazeteye yakın çevrelerce bildirilmiştir.

Türkeş’i bu şekildeki harekete sevkeden sebebin hakkında açılan tahkikat sonucunda, röportajda yer alan bütün ifadelerin kendisine ait olduğunun anlaşılması halinde Memurin Kanununa aykırı davranıştan görevine son verileceğini anlaması olduğu sanılmaktadır. Türkeş hakkındaki tahkikat Bakanlar Kurulunun direktifiyle Adalet Bakanı Sahir Kurutluoğlu ve Dışişleri Bakanı Selim Sarper tarafından takip edilmektedir.


Kudret, 19 Şubat 1962 - Alparslan Türkeş’in ifşaatı yarım kaldı.

Dışişleri Bakanlığı Türkeş’ten durumu aydınlatmasını istedi. Bir süreden beri Yeni İstanbul gazetesinde çıkmakta olan <<Alparslan Türkeş İhtilâli Anlatıyor>> başlıklı röportaj dün çıkmamış. Gazetede röportaja ayrılmış bulunan yerde şu açıklama yapılmıştır. <<Okuyucularımıza bugün açıklayamıyacağımız bazı mücbir sebeplerden dolayı Türkeş ile ilgili röportajı ilerde devam etmek ümidi ile kesiyoruz. Okuyucularımızdan özür dileriz.

Sarper ne dedi?

Bu hususta dün kendileriyle görüştüğümüz Dışişleri Bakanı Salim Sarper şu izahatı vermiştir:

“Yeni İstanbul gazetesinde çıkan Alparslan Türkeş İhtilâli anlatıyor” başlıklı yazının Türkeş’e ait olup olmadığını tahkik ediyoruz. Bunun için derhal Türkeş’ten durumu aydınlatmasını, bu yazıların kendisine ait olup olmadığını aydınlatmasını istedik. Bu yazılar Türkeş’e ait ise Memurin Kanununu ihlâlden hakkında takibata geçilecektir. Ona ait değilse, o zaman yazanlar yalan demektir. Bu yazıları yazan kimse Adaletten hissesine düşeni alacaktır.”


Milliyet, 20 Şubat 1962 - Türkeş yazıları tetkik edecek.

Bakanlar Kurulunca hakkında tahkikat açılan Alparslan Türkeş’in ifadesi dün Dışişleri Bakanlığına gelmiştir. Bir gazetede yayınlanan hâtıralardan bazı pasajların kendisine ait olup olmadığı kendisinden sorulan Alparslan Türkeş, cevabında <<Bahsettiğiniz gazetedeki, bahsettiğiniz yazıyı okumadan bir şey söyliyemem. Bana gazeteleri gönderin. Okuyayım, cevabımı ancak ondan sonra verebilirim>> demiştir.”


AHMED EMİN YALMAN, TÜRKEŞ’İ YİNE JURNALLİYOR

Hür Vatan, 20 Şubat 1962.

“Son günlerde iki ayrı gelişme sabır ve tahammül kabının taşmasına ve esaslı tedbir yolunun kesin surette tutulmasına yol açmıştır. Bunlardan biri; daha 27 Mayıs inkılâbının ilk günlerinde buna kendi şahsi hesabına sahip çıkmağa, Ortadoğu tipi bir askerî diktatör kesilmeğe, ırkçılık ve Turancılık iddiaları ile bir totaliterlik ve Nazilik çığırı açmağa yeltenen Türkeş’in, Yeni İstanbul gazetesinde çıkan hâtıraları ve meydan okumalarıdır. Bir devlet memuru olmasına ve Türk Milletinden her ay maaş almasına rağmen, Türkeş, Türk Anayasasına karşı gelmiş, Demokrasi sistemini ve milli bütünlüğü hiçe saymış, harb yıllarında Hitler’in lehinde bir isyan çıkarmayı aklına koyduğunu ve harekete geçtiğini de kendi ağzıyla itiraf etmiştir.

Dikkate değer olan nokta şudur: Türkeş’in temsil ettiği Milliyetçiler Derneği, 1952 de Demokrat Parti tarafından memleketin selâmeti bakımından zararlı görülmüş, kanunî yollardan ilga edilmiştir. Şimdi aynı grup, kendini Demokrat Parti istibdadının mirasçısı diye gösteriyor ve DP teşkilatının döküntülerine dayanarak bu istibdadı hortlatmaya uğraşıyor. Bir taraftan da Adalet Partisine hâkim olmağa çalışan ırkçı müfritlerin işi azıtmaları, son buhran istidadını yaratmakta başlıca âmil olmuştur.

Her bünye gibi bizim millî bünyemizde de bir takım şer mikroplarının eksik olmadığını biliyoruz. Fakat buna karşı bünyede zinde kuvvetlerin sağladığı esaslı bir mukavemet bulunduğuna, bunun icabında mutlaka şahlanacağına, millî selâmet ve emniyeti tehdit edenlere hadlerini bildireceğine de güvenimiz vardır.

Geçirdiğimiz bunca felâketten sonra macera düşkünlerine yeniden fırsat verilmesine en küçük bir ihtimal bir bırakmamak lâzımdır. İster sağ, ister sol ifratını temsil etsinler, hürriyeti, bunu boğmak ve bir totaliter gidiş kurmak için suiistimal etmek isteyenler Milletin düşmanlarıdır. Bu düşmanlara hiçbir suretle aman verilmemeli, müsamaha gösterilmemelidir. Anayasa’ya dayanan hür rejimimizi verimli ve istikrarlı bir şekilde yürütmenin tek çaresi böyle uyanık, azimli, basiretli, şuurlu bir hareket tarzıdır.”


GALİP ERDEM’İN AHMED EMİN YALMAN’A CEVABI

Yeni İstanbul, 22 Şubat 1962.

“Yalan söylüyorsunuz Bay Yalman!

Önce, yazımın başlığından ötürü özür dilerim; sizden değil tabiî, muhterem okuyucularımdan!

Bugüne kadar, en aykırı fikirlerin ve en seviyesiz saldırışların sahipleri de dahil olmak üzere, hiç kimse için böylesine ağır bir ifade kullanmadım. 50 yılı aşan bir zaman içinde kaleminizi daima yeni bir fitne çıkarmak, sırtından geçindiğiniz bir milletin huzur ve saadetine mâni olmak yolunda kullandınız.

Hakkınızda, bir tanesini bile tekzib edemediğiniz öyle şeyler söylendi ve yazıldı ki; hüviyetinizin, kimlere hizmet ettiğinizin bilinmedik bir tarafı kalmadı. Bu sebeple yalanlarınızın en yenisine 20 Şubat tarihli Hür Vatan’ınızdaki yazınıza geçiyorum. Kendinize göre bir takım hükümler verdikten, hiçbirini ispat edemeyeceğiniz bir yığın iftiradan sonra diyorsunuz ki:

“Dikkate değer olan nokta şudur: Türkeş’in temsil ettiği Milliyetçiler Derneği, 1952 de Demokrat Parti iktidarı tarafından memleketin selâmeti bakımından zararlı görülmüş, kanunî yollardan ilga edilmiştir. Şimdi aynı grup, kendini Demokrat Parti istibdadının mirasçısı diye gösteriyor ve DP teşkilatının döküntülerine dayanarak bu istibdadı hortlatmaya uğraşıyor. Bir taraftan da Adalet Partisine hâkim olmağa çalışan ırkçı müfritlerin işi azıtmaları, son buhran istidadını yaratmakta başlıca âmil olmuştur.”

Sizi tebrik ederim! 12 satırlık bir paragrafa bu kadar yalan sığdırabilmek, doğrusu hayli hüner istiyen bir iştir. Bir vakitler “Beş damgalı” diye meşhurdunuz. Şimdi, yalanlarınızı birer birer suratınıza fırlatacağım. Aksini ispat edemediğiniz müddetçe, altıncı “Damga” olarak yalancılığı da alnınıza yapıştıracak ve ömrünüzün sonuna kadar öylece dolaşacaksınız!

Yalan Bir: Türkeş, Milliyetçiler Derneğini hiçbir zaman temsil etmemiştir. Bu sözlerim, Emekli Albayın fikirlerine karşı herhangi bir târiz mânâsı taşımaz. Sâdece hakikatin dışına çıktığınızı ve düpedüz yalan söylediğinizi gösterir.

Milliyetçiler Derneği, Cemiyetler Kanununa göre kurulmuş bir teşekküldü. Kimlerin temsil yetkisine sahip oldukları da tüzüğünde belirtilmişti. Bir Ordu mensubu olan Türkeş’in Dernekte faal vazife almasına, hele onu temsil etmesine fiilen de, kanunen de imkân yoktu. Hal böyle iken siz, Türkeş’in âdeta gizli bir lider olduğunu ve perde arkasından Derneği idare ettiğini yazıyorsunuz. Nereden biliyorsunuz? Emrinde çalıştığınız kuvvetler Derneğe hafiyeler sokmuşlardı da, onlardan mı haber almıştınız? Elbette hiçbir şey bilmiyorsunuz. Fakat, bulanık sandığınız bir suda balık avlamak istiyor; yeni yeni fesat dolapları çevirmek için münasib fırsatlar arıyorsunuz!

Yalan İki: Milliyetçiler Derneği, memleketin selâmeti bakımından zararlı görüldüğü için kapatılmamıştır. Sizi değil, iftiranıza inanabilecek iyi niyetli vatandaşlarımızı düşünerek, işin aslını kısaca açıklıyorum: Savcı Derneğe “Irkçılık” ve “mürtecilik” isnadında bulunmuştu. Duruşma yapıldı. Hâkim Osman Selçuk, iddia makamının her iki ithamını da reddetti. Kararın mufassal bir “Gerekçe”si vardır. Orada, Milliyetçiler Derneğinin ne tüzüğünde ne de faaliyetlerinde “Irkçılık” ve “Mürtecilik” iddialarını teyit edecek bir delile rastlanmadığı, ilmî ve hukukî izahlara dayanılarak tesbit olunmuştu. Yapılan isnadları varid görmeyen Hâkim başka bir sebeple, Derneğin feshine karar verdi: Bir beyânnamede yer alan “Milletlere istiklâl, insanlara hürriyet” ibaresini “siyasî” bulmuş; derneğin gayri siyasî bir teşekkül olduğunu, siyasî beyanlarda bulunamıyacağını ileri sürerek, on lira para cezası ile kapatmıştı..

Buna rağmen Bay Yalman, Milliyetçilere olan düşmanlığınız o vakit yine nüksetmişti. Sahibi bulunduğunuz “Vatan” gazetesi, yetkili mahkemenin kararını hiçe sayıyor, Türk Hâkimi ile alay etmek küstahlığını gösteriyor, en ufak bir utanç duymadan apaçık yalan söylüyor; “Irkçı ve mürteci faaliyetleri yüzünden kapatılan Milliyetçiler Derneği” diye neşriyat yapıyordu. Gazeteniz değişti ama siz değişmediniz. Aynı haysiyetsiz yalana bir defa daha yalan söylüyorsunuz.

Pek tabiîdir ki, Dernek mensuplarını yalnız mahkemenin kararı ilzam eder. Demokrat Parti iktidarının görüşü ile hiçbir şekilde ilgilenemezler. DP liderleri ile ahbaplığı olan, Milliyetçiler Derneği değildir; sizsiniz. Dernek hakkındaki kanaatlarını da, herkesten iyi bilirsiniz.

Bay Celâl Bayar başta olmak üzere, bazı DP liderlerinin, “Derneği” sevmedikleri doğrudur. Milliyetçiler Derneğinin mefkûreci mensupları, onları kaderleriyle başbaşa bırakmağı tercih eder, düşenlerin ardından taş atmazlar. Yalnız şu kadarını söylemek bir borçtur: Onların bugünkü akıbeti, bu toprağın öz evlâtlarından yüz çevirip sizin gibi “Damgalılar”ı dinlemeğe başladıkları gün belli olmuştu.”


TÜRKEŞ, “BEN MEMUR DEĞİLİM”

Tercüman, 23 Şubat 1962 - A. Türkeş <<ben memur değilim diyorum>> diyor.

Yeni Delhi Büyükelçiliğimizde müşavir olarak bulunan 14 lerden emekli Albay Alparslan Türkeş, Dışişleri Bakanlığının yazısına cevap vermiştir.

Bir İstanbul gazetesinde çıkan demeçleri ve nakledilen hatıraları üzerine, Dışişleri Bakanlığı Türkeş hakkında tahkikat açmış ve yayınlanan yazılar hakkında bilgisine başvurmuştu. Dışişleri Bakanlığının Türkeş’e göndermiş olduğu yazıda, bazı suallere acele cevap vermesi de istenmiştir.

Albay Türkeş, Ankara’daki bir yakınına gönderdiği mektupta Dışişleri Bakanlığının yazısına cevap verdiğini bildirmiştir. Bu mektupta yer aldığına göre, Türkeş Dışişleri Bakanlığına izahat vermemiş, Bakanlığın hangi sıfatla kendisine sual sorduğunu anlıyamadığını bildirmiştir. Türkeş yazısında <<Ben Dışişleri Bakanlığında nasıl istihdam ediliyorum. Acele olarak, siz bunu bana bildiriniz>> demiştir. Emekli Albay, kendisinin memur statüsü içinde olmadığını da Bakanlığa bildirmiştir.


Milliyet, 25 Şubat 1962.

Dışişleri Bakanı, Türkeş’in cevabı Bakanlık yerine gazetelere gönderdiğini ve istiyorsa Türkiye’ye dönebileceğini söyledi. Dışişleri Bakanı Selim Sarper dün, <<Alparslan Türkeş’in Dışişleri Bakanlığına cevap vereceği yerde gazetecilere cevaplar gönderdiğini>> ifade etmiştir.

Bir gazeteci Bakana, <<Türkeş’in, ben burada kendi isteğimle bulunmuyorum, memuriyet de istemedim>> şeklindeki karşılıklarını hatırlatmış, Sarper de şu cevabı vermiştir: <<Memur olduğu muhakkak. Ben istemedim memuriyeti, diyor. İstiyorsa buraya dönebilir. Dönmediğine göre memurdur.>>


Tercüman, 25 Şubat 1962 - Türkeş devlet memuru.

Eski Komite üyesinin devletten maaş aldığı için memur olduğu bildirildi. Dışişleri Bakanlığı bir İstanbul gazetesinde 27 Mayıs ihtilâli ile ilgili açıklamalarda bulunan 14 lerden Alparslan Türkeş’e bir tebligatta bulunarak kendisinin devlet memuru olduğunu bildirmiştir. Bakan Selim Sarper, <<Türkeş, devletten maaş aldığına göre, kendisi devlet memurudur. Hakkındaki tahkikat devam etmektedir.>> demiştir.


Hür Vatan, 25 Şubat 1962.

“Alparslan Türkeş, malûm gazetede yayınlanan hatıraları için kendisine sorgu soran Dışişleri Bakanlığına <<Siz de kim oluyorsunuz, ben sizin memurunuz değilim ki, önce bunu bildirin>> gibi bir cevap yollamış. Kuzum, her aybaşı Devletten dünyanın parasını alan bu adam, memur değilse nedir? Yoksa Timurleng’in fili midir, sadece yiyecek ve hiçbir şarta girmeyecek? Hani, eğer öyle ise, Hindistan’da tam da yerini buldu, diyeceğiz de.”


Yeni İstanbul, 2 Mart 1962.

Türkeş İhtilâli Anlatıyor adlı Röportajımızı CHP’liler istismar ediyor. CHP’lilerin röportajımız hakkında adlî tahkikat açılması içim gösterdiği gayret okuyucularımızın da dikkatini çekti

Türkeş İhtilâli Anlatıyor yazı serimizi, Anayasa’nın giriş kısmındaki ifadenin ruhuna aykırı ve onu zedeleyici bulan bir bilirkişi heyetinin raporuna istinaden, gazetemiz hakkında dâvâ açılmış ve yazıişleri müdürümüz Hasan Tuncay, evvelki gün polis vasitasiyle ifadesi alınmak üzere, Basın savcılığına celbdilmiştir. Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’ye özel olarak yaptığı bir gezide Alparslan Türkeş’in anlattıklarını not edip, bilâhare bu yazı serisini hazırlamış olan gazetemiz Ankara temsilcisi Aydın Köker’in ifadesinin alınması için de ayrıca Ankara Cumhuriyet Savcılığına bir tezkere yazılmıştır.

Hatırlanacağı üzere yayınıyla ilgili anonsların dahi gazetemizde yer almaya başlamasıyla memleketimiz umumî efkârında büyük ilgi uyandırmış olan, TÜRKEŞ İHTİLÂLİ ANLATIYOR yazı serimizi dördüncü tefrikadan sonra, bazı mücbir sebeplerden dolayı ve şimdilik kaydıyla kesmiştik. CHP’li basının yayınına başladığı andan itibaren üzerinde meslek adabına çok zıt bir istikamette açmış olduğu lekeleme ve geri bıraktırma kampanyası, nihayet Dışişleri Bakanlığı tarafından neşriyatın sahibi Alparslan Türkeş hakkında bir idarî tahkikatın açılması neticesini doğurmuştu. Bu arada, gene daha çok CHP’li çevrelerden, bu yazılar sebebiyle adlî bir tahkikat açılması için gösterilen gayretler de okuyucularımızın dikkatlerinden kaçmamaktaydı.

Gene hatırlanacağı üzere, bizzat Dışişleri Bakanı Selim Sarper’in Türkeş’le ilgili ve birbirini tutmaz beyanatları gazete sütunlarında her gün yer almakta, fakat bu beyanatları hakkında fikri sorulduğu zaman da, Demokrat Parti iktidarı zamanında bütün görev mıntıkaları memleket sınırları dışına tesadüf etmiş olan Sarper, bunları yalanlamaktaydı.

Dışişleri Bakanlığının, gazetemizde çıkan yazıların kendisine ait olup olmadığı konusunda bizzat Türkeş’e yıldırım şifre ile vaki suallerinin ise, adı geçen tarafından ne şekilde cevaplandırıldığı bilinmemekteydi.

Bugün, gazetemiz hakkındaki tahkikat haberleri tahakkuk etmiş bulunmaktadır. Savcılık tarafından görevlendirilmiş olan Naci Şensoy, Sulhi Dönmezer ve Çetin Özek’ten müteşekkil bilirkişi heyeti, yazıların çıkmış dört tefrikasını, Anayasanın giriş kısmındaki ifadenin ruhuna aykırı bulmuş ve bu rapora istinaden de savcılıkça gazetemiz hakkında tahkikata tevessül edilmiştir.

Gazetemiz yazıişleri müdürü Hasan Tuncay, sorgusunda, hakkımızda dâva açan müessese ile bu konuda aynı kanaatte olmadığını ifade etmiştir.

Diğer taraftan daha dört tefrikası ile memleket çapında şimdiye kadar yayın sahasında en büyük ilgiyi celbetmiş olan TÜRKEŞ İHTİLÂLİ ANLATIYOR yazı serimizin neşrine devam edilip edilmeyeceği hususunda her gün gazetemize okuyucularımızdan yüzlerce telgraf ve mektup gelmektedir. Bu yazı serimizle ilgili tahkikatın neticesinin, bu yazıların neşrinin zararlı olup olmadığı noktasında, okuyucular kadar bizim için de bir ölçü olacağı hususu elbette okuyucularımızın tahminleri için pek faydalı olacaktır.


Hür Vatan, 2 Mart 1962 - Türkeş yurda çağrılıyor.

Yeni Delhi Büyük Elçiliğimiz nezdinde Devlet Müşaviri olarak görevli bulunan 14’lerden Alparslan Türkeş önümüzdeki günler içinde Ankara’ya çağrılacaktır. Dışişleri Bakanlığına yakın güvenilir kaynaklardan öğrendiğimize göre Türkeş bir İstanbul gazetesinden yayınlanan demeçleri ile ilgili olarak hakkında açılmış bulunan soruşturma gereğince Ankara’ya çağrılmaktadır.


Dünya, 2 Mart 1962.

Türkeş bakanlık emrine alınıyor. Türkiyeye çağrılacak olan Türkeş ,mahkemeye verilecek.

Son günlerde bir gazetede yayınlanan bir röportaj sebebiyle 14 lerden Alparslan Türkeş’in bakanlık emrine alınması Dışişleri Bakanlığınca kararlaştırılmış ve böylelikle Türkiyeye dönmesi kesinleşmiştir.

Dışişleri Bakanlığının ilk tahkikatı müteakip, bu yolda hazırladığı tasarı ilk Bakanlar Kurulu toplantısında görüşülecek; kabul edildikten sonra Türkeş, Türkiyeye çağrılar tahkikat sonuna kadar Ankara’da oturacaktır. Türkeş Bakanlık tahkikatını müteakip mahkemeye verilecektir. Bakanlar Kurulunca alınması kesinleşen bu kararı Maliye ve Dışişleri Bakanlıkları yürütecektir.


Ekspres, 2 Mart 1962.

Türkeş’e “Dön” emri verildi. Eski MBK üyesi yurtta yargılanacak.

Dışişleri Bakanlığınca, Bakanlık emrine alınan 14 lerden Alparslan Türkeş, acele olarak yurda çağrılacaktır. Türkeş, Dışişleri Bakanlığının bu emrine uyarak halen Hükûmet Müşaviri olarak vazife gördüğü Yeni Delhi’den uçakla ayrılarak Anlaraya gelecektir. Türkeş’in bakanlık emrine alınmasına ve Türkiyeye acele olarak çağrılmasına, bir İstanbul gazetesinde çıkan röportaj sebep olmuştur.

Dışişleri Bakanlığının ilk tahkikatı müteakip, bu yolda hazırladığı tasarı Bakanlar Kurulunun ilk toplantısında görüşülecek ve kabul edildikten sonra Türkeş, acele olarak Türkiyeye çağrılacak ve tahkikat sonuna kadar Ankara’da oturacaktır. Bakanlık tahkikatını müteakip lüzum görürse Türkeş mahkemeye sevkedilecektir. Bakanlar Kurulunca alınması kesinleşen bu kararı Maliye ve Dışişleri Bakanlıkları yürütecektir. Bildirildiğine göre Türkeş, Bakanlık emrinde 6 ay kadar çalışacaktır.

Memurin kanununun 9 uncu maddesine göre suçlu görülen Türkeş, 14 ler hakkında çıkarılan 127 sayılı kanuna dayanılarak geri çağrılmaktadır. Bu kanunda şöyle denilmektedir: <<Bu kanunda kabul edilen ihtisas kadrolarına tayin edilenler memurin kanununa mugayir hali görülenler hariç en az iki yıldan evvel geri alınamazlar.>>


Dünya, Ekspres, 3 Mart 1962.

14 lerden 5’i nakil istedi.

Dış ülkelerde elçilik müşavirliğine gönderilen 14 lerden beşi öğrendiğimize göre Dışişleri Bakanlığına başvurarak yerlerinin değiştirilmesini istemişlerdir. Bu müşavirler şunlardır: Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, Fazıl Akkoyunlu, Muzaffer Özdağ ve Alparslan Türkeş. Dışişleri Bakanlığı bu istekler hakkında henüz karar vermemiştir.


Tercüman, 3 Mart 1962 - Türkeş’in cevabı bekleniyor.

Dışişleri Bakanlığı yetkilileri Alparslan Türkeş hakkında bugün gazetelerde çıkan haberleri yalanlamışlardır. Yetkili şahısların verdiği bilgiye göre henüz Türkeş hakkında alınan bir karar mevcut değildir. Bakanlık, Türkeş’in cevabını beklemektedir. Bu cevaba göre, memurin kanununu hükümlerine muhalif hareket eden Türkeş ya Bakanlık emrine alınacak, yahut da memuriyetten tard edilecektir.


Cumhuriyet, Medeniyet, 4 Mart 1962.

Dışişleri Bakanlığı 14 lerle ilgili bir tasarı hazırlamayı düşünüyor.

Yeni bir kanunla 14 leri garantiye alan Kanunun değiştirilerek, Bakanlığa, bunların görevlerine son verme veya lüzum gördüklerini, Bakanlık emrine alma yetkilerinin tanınması isteniyor.

Ondörtler hakkında yapılacak takibat sonunda geriye alınmalarının ancak bir kanun ile mümkün olacağı bugün Dışişleri Bakanlığınca ifade edilmiştir.

İlgililer, bir gazetede yayınlanan ve sonra neşrinden vazgeçilen röportaj serisi hakkında bilgisine müracaat olunan Yeni Delhi Büyükelçiliği Müşaviri Alparslan Türkeş’in ifadesinin Bakanlığa gelmiş olduğunu bildirmişlerdir. Bu ifadesinde Türkeş kat’i bir dil kullanmamakta ve bir gazetecinin kendisiyle sohbette bulunduğunu anlatarak çıkan yazıların kendi tarafından yazılıp yazılmadığı hususunu ne tekzip ve ne de teyit etmektedir. Bu bakımdan Alparslan Türkeş hakkında cezaî bir karar alınması şimdilik gerekli görülmemektedir. Ancak ilgililerin belirttiğine göre on dört subayın müşavirliğe tâyinlerini gerçekleştiren kanun, kendilerine Bakanlıkça iki yıllık bir garanti vermekte buna mukabil on dört müşaviri yurda dönüşte bir hükme bağlamamaktadır. Buna göre Bakanlık, müşavirleri iki yıl geriye çekemeyecek, müşavirler istedikleri zaman istifa ederek yurda dönebileceklerdir. Bakanlık bunu gözönüne alarak Ondörtler Kanununda tadilat yapılmasını ve herhangi bir şekilde kendilerinin Bakanlık emrine alınması veya görevlerine son verilmesi yetkisini kullanabilecek bir kanunun hazırlanmasını düşünmektedir.


Hür Vatan, Son Posta ve diğer gazeteler, 7 Mart 1962.

Türkeş hakkında tahkikat yavaşladı.

Bir İstanbul gazetesinde yayınlattırdığı röportajlarda 27 Mayıs ve sonrası hakkında memurluk sıfatıyla bağdaşmayacak siyasî beyanlarda bulunan Yeni Delhi Büyükelçiliği Müşaviri emekli Albay Alparslan Türkeş için Dışişleri Bakanlığınca açılmış olan soruşturma, izah edilemeyen sebeplerden aksamış bulunmaktadır.

Evvelce, açılan soruşturmanın icabı olarak Dışişleri Bakanlığı Türkeş’in Türkiye’ye çağrılmasına karar vermişti. Ancak, daha sonra, Bakanlık Türkeş’in şu sırada Türkiye’ye çağrılmasında mahzur görerek kararından vazgeçmiştir. Hattâ açılmış bulunan soruşturmanın yavaş yürütülmesi hususunda bir karara varıldığından bahsedilmektedir.


Milliyet, 29 Mart 1962 - Türkeş röportajı için dâvâ açıldı.

Yeni İstanbul gazetesindeki Arif Nihat Asya’nın bir fıkrası ve Alparslan Türkeş’le yapılan röportajla ilgili iki dâva açılmıştır.



ATSIZ VE TÜRKEŞ, MECLİS GÜNDEMİNDE

Millet Meclisi, 3 Mart 1962.

Osman Sabri Adal (İzmir) – Muhterem arkadaşlar. Huzurunuzu fazla işgal etmiyeceğim. İçinde bulunduğumuz olağanüstü ve tarihî durum karşısında demokratik rejimin korunması ve temel müesseselerinin bir an evvel kurulması için dört parti liderinin müşterek teklifi karşısında bu tasarı ile şahsen beraber olduğumu arz etmekle iktifa edeceğim.

Gökhan Evliyaoğlu arkadaşımız uzun konuşması sırasında sahiplerinden bulunduğu bir gazetede son günlerde neşredilen bir yazı serisi üzerinde ısrarla durdu. Bu fikirlerin memleket efkârınca bilinmesinde büyük faydalar olduğunu ileri sürdü. Bu noktada kendisi ile beraberim. Gerçekten tarihî hakikatlerin millet önünde ve bilhassa bu kürsüden açıklanmasını ben de faydalı bulmaktayım.

Neşriyatın kesilmesi bir talihsizlik olmuştur. Keşke bu yazı serisi devam etse idi de gerçekler adı altında hangi karanlık maksatların, memleketin en buhranlı günlerinde ıstırap içinde çırpınan Türk Milletinin ve İnkılâp Rejiminin arkadan nasıl vurulmak istendiği, bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmış olurdu. Muhterem arkadaşlar.

Ben burada sizi önemli bir kanunun müzakeresi sırasında mâzinin tarihî günlerine götürerek fazla işgal etmiyeceğim. Sadece bu hatırat serisinin sayın muharririnin o tarihlerdeki maceralı hayatı ve düşünceleri hakkında bir iki küçük açıklama yapmama Gökhan Evliyaoğlu arkadaşımız âdeta beni teşvik etmiş oldular. Arkadaşlarım.

O devri yaşayanlar bu maceraları ve maceracıları çok iyi hatırlarlar. Gökhan Evliyaoğlu arkadaşımız, o zaman pek küçüktüler, vakıaları hâdiseleri her halde kulaktan duydular veya maksatlı yayınların baskın tesiri altında kaldılar.

Bugün Türk umumi efkârı önünde bir kahraman gibi İkinci Dünya Harbi yıllarında İnkılâp Rejimini, Cumhuriyet Hükümetini devirmek için ideal arkadaşları ile beraber ordu içinde gizli komitelerin kurulduğunu yazan hâtırat sahibi hangi siyasî ve fikrî temeller üzerinde bu müşterek hülyasını gerçekleştirmek istediğini şimdi size birkaç cümle ile açıklıyayım.

Bilirsiniz bu hareketin fikriyatını yapan bir lideri vardı. Hâtırat muharriri de tam mânası ile bu zat ile mukadderat birliğine girmişti. İşte size bu eski komitenin müspet vesikalarından birkaç cümle:

<<Biz bu savaşta yenilirsek bunun en büyük iki mesulü birinci ve ikinci Cumhurreisleridir. Birincisi memlekete saçtığı ahlaksızlıkla, ikincisi korkaklığı ile buna sebeb olacaklardır. Birincisi on beş yıl cumhurreisliği ettiği halde orduyu ihmal etti. İnkılâp hastalığına uğramış bir çılgındı. Etrafına ahlâksız insanları toplamış ve onların memleketi soymalarına göz yummuştur. İkincisi on beş yıldan birincinin mesuliyetlerine tamamen iştirak ettiği için suçludur. Ve İtalya’dan korkacak kadar korkan bir adamdır. Birincisi şuursuzdur. İkincisi ahmaktır. İkincisinin de müşterek vasfı hilekârlıklarıdır. Millet Meclisi diye topladıkları satılmışlar meclisi ile kendi riyasetlerine meşru bir şekil vermek istemişlerdir. Fakat bunu dünyaya yutturuyoruz sanacak kadar gaflet göstermişlerdir. Ben pek iyi bilirsin ki, Cumhuriyet Rejimi için en ufak rahatımı bile feda etmem…

Okullarda oğlumuza yapılacak Cumhuriyet propagandasını bütün varlığınla önlemelisin. Oğlumuz nerede ve ne şekilde olursa olsun Cumhuriyetin pespayelik olduğunu öğrenmelidir.>>

Sayın arkadaşlarım,

İşte yalnız kendilerini, Türk milliyetçisi ve Türk vatanperveri addeden Atatürk’ü ve Cumhuriyet Rejimini, bir Türkün ağzına yakışmayacak, hattâ aklından bile geçirmeyecek çirkin sözlerle tezyif eden sözde Gizli Komite liderinin hâtırat sahibi ile paylaştığı ve bugüne kadar da beraberce devam ettirdiği fikirler…

Gökhan Evliyaoğlu arkadaşımız bunları her halde duymamış ve okumamıştır. Muhterem arkadaşlar, size diğer vesikadan birkaç cümle daha okuyacağım:

<<İç düşmanlarımız şunlardır… Ermeniler, kürtler, zazalar, çerkesler, abazalar, boşnaklar, arnavutlar, pomaklar, lâzlar, lezgiler, gürcüler, çeçenler, çingeneler içerdeki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanlarla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.>>

Şimdilik bu kadar kâfi. Muhterem arkadaşlarım,

Türk Gençliğine kendilerini vatanperver ve gerçek milliyetçiler olarak tanıtan insanların fikirleri emelleri tasavvurları…

İşte İkinci Dünya Harbinde ölüm kalım savaşı veren bir milletin en buhranlı anlarında Devlet varlığını ve millet birliğini arkadan vurmak isteyenlerin hakiki düşünceleri…

Bu emeller ve bu adamlar yine bugün memleketin ve Demokratik Cumhuriyet Rejiminin ve Atatürk ilkelerinin korunulması ve savunulması karşısında yine beraberce sahnededirler. Hem de şimdi mâsum Türk gençliğine ve kahraman genç ordu mensuplarının da içine de sızmaya çalışarak zehirlerini insafsızca akıtmak için çırpınmaktadırlar.

Bütün gücümüzle müdafaasını yapmaya yemin ettiğimiz Türk Milletinin milli bütünlüğüne ve Demokratik Cumhuriyet Rejiminin temel ilkelerine, Atatürk inkılâplarına açıkça ve pervasızca cephe alan bu tehlikeli cereyanlara karşı Parlâmentonun uyanık olmasını bilhassa rica ve istirham ederim.

Korkunç komünistlik tehlikesini nasıl, bu memleketin üzerinde bir kâbus gibi görüyor ve bütün varlığımızla ve imkânlarımızla ona karşı koymak için birleşmiş bulunuyorsak, mâsum mefhumları ve kutsal duyguları kalkan yaparak hasta kafaların ve sönmez ihtirasların zebunu olan bu maceracılara ve aynı derecede tehlikeli cereyanlara karşı da uyanık ve birlik olmalıyız. …

Muhterem arkadaşlarım; sizlerin müsaadesi ile izin verirseniz isimlerini vereyim. Nihal Adsız. Son Havadis ve Yeni İstanbul gazetelerinde tefrika yazıları yazan bir zattır. Bunun mektupları Devlet arşivlerinde mevcuttur. Diğer zat, hâtırat muharriri ise Yeni İstanbul gazetesinde Alparslan Türkeş’tir. Onunla münasebetleri devam etmektedir. Sizleri tenvir etmek ve belki Türk gençliğinin ulviyetini istismar edenler olur diye, Türk gençliğini, genç ordu mensuplarını tenvir edeyim düşüncesiyle bu açıklamayı yaptım.


ATSIZ’IN CEVABI

Yeni İstanbul, Medeniyet, 5 Mart 1962. Nihal Atsız’ın cevabı.

Mecliste Tedbirler Kanununun müzakeresi esnasında CHP İzmir Milletvekili Osman Sabri Adal, Alparslan Türkeş ile milliyetçi yazar Nihal Atsız’ın Cumhuriyet düşmanı olduklarına dair iddialar ileri sürmüş ve elinde vesikalar bulunduğunu belirtmiştir. Dün bu konuda görüştüğümüz Nihal Atsız CHP’li Milletvekilinin iddialarına cevap vererek şunları söylemiştir:

“Bu mektup baştanbaşa yalan ve uydurmadır. 1945 de zevcim talebe müfettişi değildi ve Almanya’da bulunmuyordu. İkimiz de İstanbul’da hapishanede idik. Osman Sabri Adal, o zaman Emniyet Umum Müdürü idi. Irkçı Turancı sanıklara İstanbul Emniyet Müdürlüğünde tabutluk işkenceleri yapılırken bu hâdise Meclise aksetmiş ve zamanın Dahiliye Vekili, Osman Sabri Adal’ı bu işin tahkikine memur etmişti. Osman Sabri Adal İstanbul’a, geldi. İşkencelerin doğru olup olmadığını Emniyet Müdür muavini Kâmuran Çuhruk’dan sordu. Halbuki, işkenceleri yaptıran Kâmuran’ın kendisi idi ve tabii Osman Sabri Adal da bunu pekâlâ biliyordu. Doğru bir adam olsaydı bu işi işkenceyi yapana değil, işkenceye maruz kalanlara sorardı. Bu hareketinden dolayı, Sıkıyönetim Mahkemesindeki müdafaalarımızda ona şiddetle hücum ettik. Elbette bu hücumların ağırlığının tesirini hâlâ hissediyor ki, durup dururken yirmi yıl sonra, büsbütün başka bir mesele konuşulurken bunu ortaya koyuyor. Böyle bir mektup varsa çıkarıp ortaya koysun. Bir de şu var ki, hususî mektupları ele geçirmek dahi kanun bakımından suçtur. Osman Sabri Adal, şecaat arzederken yaptığı hırsızlığı anlatan çingenenin durumuna düşmüştür. Ve böylece, o devrin Anayasası da ortaya çıkmıştır. Osman Sabri Adal’a başsağlığı dilerim.”

Dünya, 4 Mart 1962 - N. Atsız’ın küstahça bir mektubu açıklandı. Atsız, aziz Atatürk, İnönü ve Cumhuriyet rejiminden çok ağır küfürlerle bahsediyor.

Hürriyet, 4 Mart 1962 - Albay Türkeş’e ait mektuplar. Meclis’te, Atsız ile Türkeş’e ait 2 Mektup okundu.

Ekspres, 4 Mart 1962 - Türkeş ile alâkalı 2 vesika açıklandı. Adal, eski MBK üyesine ait bir mektubu dün Meclis’te okudu.

Dünya, 5 Mart 1962 - Atatürk’e dil uzatan Atsız cevabını aldı!.

Millet Meclisi oturumunda N. Atsız’ın yayınlanan mektubunda, Atatürk, İnönü ve Cumhuriyet rejiminden ağır küfürlerle söz edilmesi üzerine dün, Türkiye Millî Gençlik Teşkilâtı ile Türkiye Millî Talebe Federasyonu birer bildiri yayınlamışlardır.

TMGT Genel Başkanı M. Kumbasar’ın Bildirisi:

<<Millet Meclisinin dünkü müzakereleri sırasında açıklanan vesikalarda milliyetçi ve ırkçı geçinen bazı kişilerin hocalarının, en büyük Türk, en büyük milliyetçi Atatürk’e, Cumhuriyet rejimine nasıl küfrettiğini bir kere daha öğrendik. …”

TMTF 2. Başkanı Yalçın Gürsel imzalı bildiride ise:

<<Açıklanan mektupla ırkçı geçinen bir azınlığın ne yapmak istedikleri, memleketin kötülüğüne nasıl çalışıldığı ve nereye götürülmek istendiği bütün çıplaklığiyle ortaya konmuştur. Başlarında Nihal Atsız’ın bulunduğu bu grup dün de Aziz Atatürk’e küfretmişler, fakat bugün o büyük askerin gölgesine sığınmışlardır. Onlar gayelerine hiçbir zaman ulaşamayacak, Atatürk’ün ismini bu toprakların üstünden asla ve asla silemeyeceklerdir. Nihal Atsız denen o gafilden ise artık susmasını istiyoruz. İstediğimizin aksi olursa, gençlik olarak susturmak bizim vazifemiz olacaktır.>> denilmektedir.


Tercüman, 5 Mart 1962.

Gençlik Atatürk’e dil uzatan Nihâl Atsız’ı telin etti Evvelki gün Meclis’te, Atatürk ve Cumhuriyete dil uzatan bir mektubu okunan Nihal Atsız gençlik tarafından te’lin edilmiştir. Gençlik bu konuda yayınladığı bildiride şunları belirtmektedir: <<Ne yapmak istediklerini memleketi nereye götürmek istediklerini bilmeyen bir grup bugün mevcuttur. Bunlar zamanında Atatürk’e yine küfretmişlerdi. Fakat bugün o büyük askerin gölgesine sığınmışlar, memlekette bu şekilde cirit atmaya başlamışlardır. Ama nedense artık sonlarının geldiğini anlamak istemiyorlar… Nihal Atsız denen o gafilden ise artık susmanı istiyoruz. İstediğimizin aksi olursa gençlik olarak susturmak bizim vazifemizdir.>> Dün bu konuda TMGT de bir bildiri yayınlayarak Atatürk düşmanlarına çatmıştır.


Milliyet, Hür Vatan, Ulus, Dünya, Medeniyet, 7 Mart 1962.

N. Atsız hakkında yeni vesikalar.

İzmir CHP milletvekili Osman Sabri Adal, Meclis’te Nihal Atsız’la ilgili iddialarda bulunmuştu. Atsız’ın kendisini ispata dâvet etmesi üzerine Adal şu açıklamayı yapmıştır:

“Millet Meclisinde Anayasa nizamını, millî güvenliği ve huzuru koruyan kanun teklifinin ikinci maddesinin müzakeresi sırasında Türk milliyetçiliğini kalkan yaparak karanlık emeller peşinde koşan maceracıların ne gibi fikrî ve siyasî temellerine dayandığını belirtmek için tarihe ve mahkeme zabıtlarına geçmiş birçok vesikalar arasından iki tanesini Türk kamuoyuna ve Atatürk gençliğine açıklamakta milli ve tarihi faide gördüm.

Basınımız konuşmayı gazetelerde neşrettiler. Bunu gören mektup sahibi Nihal Atsız dünkü Yeni İstanbul ve Zafer gazetelerine bir beyanat vermiştir. Bu mektupları tamamen inkâr etmekte ve mektuplardaki beyanlarının baştanbaşa yalan ve uydurma olduğunu ifade etmektedir.

Atatürk rejimine ve Teşkilâtı Esasiye nizamına aykırı faaliyetlerden dolayı 1944 yılında Örfî İdare Kumandanlığınca kanunî takibata uğrayanlar arasında bulunan Nihal Atsız’ın o zaman elde edilen ve Örfî İdare zabıtlarına da geçen ifadelerinde bu mektuplar mıhteviyatı mevcuttur.

Yalan ve uydurma diye adlandırdığı kendi el yazısı ile, biri eski harflerle, ikincisi yeni harflerle olan mektupların Atatürk, İnönü ve TBMM ile Cumhuriyet rejimini tahkir eden pasajların fotokopisini veriyorum. Bu birinci mektup eski harflerle o zaman öğretmen olan ve şimdi de iki seneye yakın Almanya’da talebe müfettişi olarak çalıştığını öğrendiğimiz eşi Bedriye’ye yazılmıştır.

İkinci mektupta yeni harflerle o zaman bir buçuk yaşında olan oğlu Yağmur’a hitap edilmiştir. Büyüdüğü zaman bu mektuptaki prensiplere harfiyen uymasını istemektedir ve Türkiye’de yaşayan ve Anayasamıza göre Türk olan vatandaşlarımızı Kürt, Lâz, Çerkes, Arnavut, Boşnak vesair gibi ayrımlarla ve memleketi parçalamağa götüren fikirleri ihtiva etmektedir.

Bu mektuplar ne uydurma, ve ne de yalandır, bir hakikattır. Hayatımda hiçbir zaman yalancılıkla itham edilmedim. Tehlikeli cereyanları önlemek için kendimi vazifeli sayarak konuştum.

Bu isnadı nefretle reddeder ve takdirini Türk umumî efkârına, Türk gençliğine bırakırım. Mevzuun dışına çıkarak efkârı başka istikamete sürüklemek isteyen bu zata kendi mektuplarını yine inkâra saptığı takdirde rejimimizin, Atatürk ve Cumhuriyet rejimi hakkında derhal Türk Milletine ve gençliğine ne düşündüğünü açıklamasını teklif ediyorum.”


Yeni İstanbul, 25 Mart 1962.

İzmir İkinci Sulh Ceza Mahkemesi kanalıyla gelen tekzip.

Atsız inkâr yolunda boşuna ısrar ediyor.

CHP İzmir Mebusu Osman Sabri Adal, tarihî gerçekleri anlattı. Belgelerin uydurma olduğu herkesçe anlaşıldı.

Nihal Atsız’ın mektuplarını Mecliste okuduğum metni okuyucularınıza açıklamadan aleyhimde neşriyat yaptınız. Mektuplardan birinin fotokopisini gönderiyorum. Milli Birliği parçalamağa yol açabilecek mahiyette olan ikinci mektubun fotokopisini de isterseniz gönderirim. Yerinizin darlığı sebebile şimdi gönderilememiştir. Düşünen Adam’da ve Milli Yol dergilerinde çıkacaktır. Tavzihimin, Basın Kanununca neşrini rica ederim.

İzmir Milletvekili
Osman Sabri Adal


MİLLİ YOL DERGİSİ
TÜRKEŞ’İN GÜRSEL’E İDAMLAR HAKKINDA MEKTUBU

26 Ocak 1962 tarihinde yayın hayatına başlayan Milli Yol dergisi 1. sayısında Tarihi Vesikalar Serisi altında Türkeş’in Gürsel’e mektubunu yayınlar. Bu mektup daha önce bilinmekte ve bazı yazılara da konu olmakta iken, ilk kez Milli Yol’da yayınlanır. Aynı tarihte Son Posta, Resimli Posta, Yeni İstanbul ve Ekspres gazeteleri de bu dergiye atıf yaparak aynı mektubu verir. Akşam gazetesinde de reklamları çıkmıştır. [“Turancılık Dâvası’ndan arkadaşımız İsmet Rasin Tümtürk de Millî Yol isimli bir dergi çıkarıyordu. O dergi de benim mektuplarımı yayınlıyordu.” A. Türkeş, 1995]


MİLLİ YOL, 26 Ocak 1962, sayı 1.

Tarihî Vesikalar Serisi: 1

Milli Yol tarafsızdır. Yakın geçmişimizdeki mühim hâdiseleri aydınlatacak bazı vesikalar yayınlayacağız. Bu hâdiseler karşısında mümkün olduğu kadar mütalâa eklemekten çekineceğiz. Vesikaları yayınlamayı tarihî bir vazife sayıyoruz. Her şeyin iç yüzünü bilmek, her işde iki tarafın da ne demiş olduğunu öğrenmek, medenî ve kendi mukadderatı hakkında son kararı verme mesuliyetini taşıyan bir millet için haktır ve zarurettir.

Türkeş’in Gürsel’e mektubu.

“Yeni Delhi
7 Eylül 1961

Orgeneralim,

Size asla yazmak niyetinde değildim. Fakat bugün memleketin yüksek menfaatleri bakımından bazı hususların dikkatinize sunulması zaruri oldu. Şöyle ki:
Yüksek Adalet Divanı birkaç güne kadar eski iktidar mensupları hakkında hükmünü verecektir. Adaletin hükmüne müdahale etmemek ve daima hürmetkâr bulunmak şarttır. Ancak hükümlerin infazı, yurtta mevcut durumun nezaketi gözönüne getirilince ayrıca incelenmeğe değer görülmüştür.

Yüksek Adalet Divanının vereceği cezalar içinde idam hükümleri bulunduğu takdirde, bunların tâdil edilerek hafifletilmesi cihetine gidilmesi çok faydalı olacaktır. Çünkü:

a) İdam cezalarının infazı, 13 Kasımdan beri atılan çok hatalı adımlar dolayısıyla memlekette meydana gelmiş olan huzursuzluğu daha çok arttıracaktır.
b) Ölüm cezalarının infazı, yurt dışında ve milletimiz ve devletimiz aleyhinde tepkilere yol açacaktır.
c) Ölüm cezalarının infazı halinde, milletimizi bölen kin ve garez duyguları şiddetlenecek ve 27 Mayısın amacı olan millî birlik ruhunun geliştirilmesi güçleşecektir.
d) Yukarıda sıralanan mahzurlarına karşılık, cezaların infazı ile memlekete sağlanacak hiçbir fayda yoktur.

Esasen siyasî suçlardan dolayı ölüm cezası verilmesi, bugünün insanlık duygularına uymamaktadır.

Buraya kadar sıralanan mütalâalara ilâveten, hukuk bakımından da şu hususların incelenmesi lüzumludur:

I. Yüksek Adalet Divanının vereceği idam cezalarının nihaî incelenmesi, bununla ilgili kanunun yürürlüğe girdiği tarihte tek meşru yasama organı olan 27 MAYIS MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ’ne aitti.
II. Bugün ise yasama organı yalnız başına 13 KASIM KOMİTESİ değil, Temsilciler Meclisi ile birlikte Komiteden meydana gelen Kurucu Meclistir.
III. Türk Anayasasına göre, idam hükümlerinin nihaî incelenmesi, Yasama organlarına aitti. Şu halde bugün Yüksek Adalet Divanının vereceği idam kararlarının yalnız 13 Kasım Komitesince incelenmesi hukukî ve meşru olamaz.

Aksi halde, millet ve tarih önünde sorumlu olacağınızı hatırlatırım. Saygılarımla.

Alparslan Türkeş”


MİLLİ YOL, 2 Mart 1962, sayı 6.

Alparslan Türkeş hakkında bir görüş.

Yeni İstanbul gazetesinde Albay Türkeş’le yapılan röportajın yayınlanmaya başlaması, hâtıraları ve dikkatleri yine 27 Mayıs hareketine çekti. 27 Mayıs hakkında, Millî Birlik Komitesi üyelerinden bazıları tarafından şimdiye kadar şurada burada kırıntı halinde söylenen sözler vicdanları ve şuurları tatminden uzaktı. Efkârı umumiye zaten bu insanlara inanmıyor, güvenmiyordu. Efkârı umumiye zaten bu insanlara inanmıyor, güvenmiyordu. Efkârı umumiye 14’ler denen zümreye bel bağlamaktan da uzaktı. Yüzyılların tecrübeleriyle pişmiş, sağduyusu gayet kuvvetli Türk efkârı umumiyesi; ilimden mahrum, fakat irfanla dolu Türk halkının aklıselimi, güvenilecek adamı çoktan bulmuş ve onun hakkında kararını vermişti. Milletin güvendiği, inandığı ve bel bağladığı bu adam Albay Alparslan Türkeş’ti. İlk günlerin kargaşalığı geçip de Millî Birlik Komitesinin 38 üyesi ilan olununca, bilenler bilmeyenlere işi anlattı.

38 kişi arasında en tanınan Orgeneral Fahri Özdilek’ti. Fakat Demokrat Partiyi devirmek için yapılan bu hareketin içinde Demokrat Parti’nin İstanbul’daki Sıkıyönetim Komutanının bulunması bir hayli garipti. Efkârı umumiye, Komitedeki diğer dört paşayı da tanımıyordu. Beş paşanın dışındaki 33 kişi ise albayla üsteğmen (evet, üsteğmen) arasında türlü rütbeli subaylardan ibaretti ve bunlardan hiçbirisinin fikrî değeri hakkında kimsede bir nebzecik bilgi bulunmuyordu. Yalnız bir tanesinin millî bir fikre sahip olduğu, 27 Mayıs hareketinden 15-16 yıl önce henüz genç bir subayken bu millî fikir yüzünden ciddî badirelere uğrayıp haksızlıklara mâruz kaldığı hayal meyal hatırlanıyordu. Millî fikrin sahibi, 27 Mayıs sabahı radyodan tok bir sesle millete hitap eden Kurmay Albay Alparslan Türkeş’ti benimsediği fikri de Türkçülüktü.

Türk Milletini maddede ve mânada en üstün seviyeye ulaştırmak düşüncesi olan Türkçülük hiç şüphesiz her şeyden önce bir istidat meselesidir. Barutun parlamak istidadı gibi kendisini göstermek için bir tek kıvılcıma muhtaç olan Türkçülük, Alparslan Türkeş’te çocukluk yaşlarında alevlenmiş, sonra zekâsının ve enerjisinin desteklediği muntazam bir çalışma ve okuma ile tam bir şuur ve sistem haline gelerek onda sarsılmaz bir inanç halini almıştı. İşte şimdi bu imanlı albay millete sesleniyor ve bilenlerin bilmeyenlere anlatmasıyla Türkeş millet nazarında yavaş yavaş bir millî kahraman oluyordu. Türk halkı, bilhassa yüksek kademeye ulaşmış kişilerin ahlâkına çok önem verir. Hem vezirlik, hem rezillik onun asla kabul edemiyeceği şeydir. Türkeş fikir ve iman değeri kadar, içtimaî ve hususî ahlâkı bakımından da örnek insandı. 42 yaşında olmasına rağmen, beş çocuk babası olan iyi bir aile reisi, içki ve sigara kullanmayan ciddî bir insan, tatil günlerinde çoluk çocuğu ile yediği öğle yemeklerinden sonra çocuklarına dinin ahlâkî tarafları hakkında sohbet şeklinde dersler veren bir baba idi.

Bu adama güvenilir ve onun içinde bulunduğu, hattâ idare ettiği hareket benimsenirdir…

Ve Türk Milleti Türkeş’e güvendi, 27 Mayıs’ı benimsedi…

Türkeş bir komploya kurban gitmeseydi, milliyetçi ve terakkiperver fikirlerini tatbike imkân bulsaydı bugün Türkiye bir ahlâk nizamı içinde, hummalı bir çalışma temposu ile; aklın, ilmin ve millî ruhun gösterdiği istikamette yol almaya başlamış olacaktı. Fakat eskiden yobazların mümessili oldukları taassubun bugünkü vârisleri olan partizanlar bir yandan Millî Birlik Komitesine nüfuz ederek, bir yandan da basınla ve gizli propaganda ile hainane ve gayri ahlâkî hareketlerine hız vererek 13 Kasımı hazırladılar. Bunu yaparken de hiç şüphesiz Millî Birlik Komitesinin fikrî yoksulluğundan istifade ettiler. Millî Birlik Komitesi üyelerinin çoğunluğu vatanperver insanlar olmakla beraber ciddî bir fikrî sistemden mahrum oldukları için dostla düşmanı ayıramıyorlardı. Bundan başka, bu komitedeki üyelerden bir kısmı (meselâ Madanoğlu) sırf rütbesi bakımından ve 27 Mayıstan iki üç hafta önce harekete dâhil edilmişler, bir kısmı (meselâ Fahri Özdilek) yakayı kurtarmak için son saatte bu işe girmişler, kimisi (haydi burada isim vermiyelim) başta zevcesini Almanya’da tedavi ettirmek üzere döviz almakta güçlüğe uğradığı için, yâni sırf bir şahsî kızgınlıkla Millî Birlikçi olmuşlardı.

Bugün olan olmuş, pek çok yanlış adımlar atılmış ve ancak hatâların tamir ümidi kalmıştır. Türk Milleti ahlâkî bir rejim içinde insan haklarına sahip olarak yaşamak istiyor. Ümitlerinin baltalandığı anlarda, fert veya millet, bütün bedbahtlar gibi mâziyi hatırlayarak eski ihtişamını düşünüyor ve evvelce olduğu gibi, büyük millet ve büyük devlet olmanın hasretini duyuyor. Bunu ona kim verebilecek? Disiplin ve sessizliği seven bir millet olarak partilerden bir şey beklemiyor. Parti mücadelelerinin Meclis içinde ve dışında nasıl cereyan ettiğini görüp iğrendiği için siyasete bel bağlıyamıyor. Mâzide olduğu gibi şimdi de bir kılavuz sayesinde doğru yola çıkacağını hesaplıyor. Bu kılavuz kim olacak? Beynelmilel kaptan İsmet İnönü mü? Fakat onun mâzide o kadar çok hatâları var ve o kadar yaşlı ki ona güvenemiyor. İhtiyar ve tâvizci kaptanlara değil de genç ve dinamik millî kaptanlara gözünü çeviriyor.

Millî kaptan hazır. Bütün cesareti, enerjisi, ahlâkı, zekâsı, bilgisi ve iyi niyeti ile hazır. Fakat geminin kumanda köprüsünde değil de yabancı bir geminin yolcu kamarasında…

Sukutu hayallerle bunalmış, aldatmalarla bezginleşmiş milletimiz ondan çok hizmetler bekliyor.


NEJDET SANÇAR ATSIZ’I SAVUNUYOR

MİLLİ YOL, 23 Mart 1962, sayı 9.

Osman Sabri Adal’a Açık Mektup
Nejdet SANÇAR

Türkiye Büyük Millet Meclisinde, bir kanun tasarısının konuşulması sırasında, tartışılan konu ile uzak yakın hiçbir ilgisi yokken, Atsız’ın yirmi yıl kadar öncesine ait vasiyetnamesinden söz açmanız, pek çok namuslu ve vicdanlı insanı üzmüş bulunuyor. Şunu hemen ilâve edeyim ki, bu yersiz hareketten büyük üzüntü duyanların ortak düşünce ve hükümleri, bu çıkışı, bir zümrenin çıkarı yolunda ve direktifle yaptığınız merkezindedir. Atsız’ın bir siyaset adamı olmadığı, Mecliste tartışılması yapılan konu hakkında müsbet veya menfi hiçbir fikir ileri sürmediği ve nihayet o sırada size veya mensup bulunduğunuz malûm zihniyete dokunacak bir lâf da etmediği halde, durup dururken böyle bir saldırışa uğramış olması, bu ortak düşüncenin ve hükmün haksız olmadığını gösterse gerektir.
….
Bu hareketiniz bir tertip veya bir tertibin ilk adımı gibi gözükmektedir. Ancak böyle tertiplere önayak olanlar da, onu perde arkasından idare etmek isteyecekler de şunu bilmelidirler ki, bu gibi bayat oyunlarla Atsız gibi insanlar yıkılamaz. Bu gibi tertiplerin hedefi, insanların, ya mevkileri, ya şerefleri olabilir. Siz bu saldırınızla, Atsız’ı, mevkiinden mi edeceksiniz? Bundan daha gülünç bir teşebbüs olamaz. Çünkü, gerçek mevkii bir Üniversite kürsüsü olması gereken Atsız, yüksek (!) siyasîlerin yüksek (!) siyasetlerine alet olan yüksek (!) mevkililerin yüksek (!) himmetleriyle, yıllardan beri bir kütüphane memurudur. Yâni devlet kapısında en alt bir kademededir. Onu bu alt kademeden daha aşağı nereye itebilirsiniz?

Yok, hedefiniz Atsız’ın şerefi ise, işte bu alanda büsbütün yaya kalmaya mahkûmsunuz. Çünkü bu çirkef dünyada çamura bulanması en güç gerçek insanın şerefidir. Dünyanın bütün şer kuvvetleri bir araya gelse, tertemiz bir vatanseverin şerefine leke sürmek değil, toz dahi konduramaz. Atsız, otuz yılı aşan bir zamandan beri, bütün varlığı ile bağlı bulunduğu Türklüğe karşı, hiçbir karşılık beklemeden yaptığı fikir hizmetleriyle, gerçek insanlar için çok değerli bir mevki elde etmiştir. Atsız’ı o şerefli mevkiden indirmek, hiçbir faninin haddi değildir.

Bu satırlarla size ve safınızda bulunanlara şunu anlatmak istiyorum:

Bu yoldaki gayretleriniz boşunadır.

Atsız’ın Atatürk hakkındaki fikrini soruyorsunuz. Bundan maksadınız, çıfıt şamatasıyla millî’yi ve namusu sindirmeye çalışanlar için bir ortam hazırlanması ümidi olduğu meydanda… Size, sorunuzun cevabını ben vereyim de bu ümidinizin de ne kadar boş olduğunu anlayın:

Atsız bir Türkolog olarak, Türk tarihinde müsbet veya menfi oynamış bütün şahıslar hakkında tarafsız bir tutum sahibidir. Yâni insanları meziyet ve kusurlarıyle bir bütün olarak ele alır ve hükmünü böyle bir tarafsızlık içinde vermeye çalışır. Atatürk’e karşı tutumu da, tamamen bu tarafsızlık sınırı içindedir. Yâni İstiklâl Savaşı başbuğunu, Alp Arslan, Kılıç Arslan veya Fatih’ten ayrı bir işleme tâbi tutmamaktadır. Bir şiirindeki;

Arkasında olmasaydı şanlı bir mazi
Bu milletten çıkar mıydı bir büyük Gazi

beyti, Gazi Mustafa Kemal’in İstiklâl Savaşındaki hizmetini işte bu tarafsızlık sınırı içinde değerlendirmesinin sonucu olan hükümdür. Yine aynı sebeplerdir ki, 1944 teki meşum Türkçülük düşmanlığı dâvasında, duruşma hâkimi, kendisine Atatürk hakkındaki düşüncesini sorduğu zaman da: <<Başkumandan Gazi Mustafa Kemal’i tebcil ederim.>> demiş, fakat Cumhurbaşkanı Atatürk’ün bâzı hareketlerini de beğenmediğini söylemişti. Bu da tâbiîdir. Çünkü Atsız, tarihî şahsiyetleri hisleriyle değil, aklın ve mantığın ışığında değerlendirmeye çalışan insandır. Yâni onu hükme getiren vesikalardır. Yavuz’un, Fatih’in ve diğer büyük Türklerin beğenmediği tarafları da vardır. Bu kadar basit bir gerçeği böyle misallerle izaha çalışmak garip ama, sizin gibiler insanları böyle hareketlere mecbur ediyorlar. İşte Atsız’ın Atatürk’e karşı olan tutumu… Ve son olarak da şunu ilâve edeyim: Atsız’ın Atatürk hakkında fikri, eski yıllara göre, daha müsbettir. Bunun sebebi de yeni vesikalardır. Çünkü tarihî şahsiyetler hakkındaki hükümler vesikalara dayanarak verilir. Esasen tarihin şaşmaz hükmü de böyle olmuyor mu?

Şu birkaç satırla, Atsız’ın Atatürk’e karşı olan tarafsız tutumunu anlatmış oluyorum. Bu açıklamayı vicdanlı ve namuslu insanlar için yapıyorum. Fakat bu satırlardan sizin öğrenmeniz gerekli asıl husus, çıfıt şamatasıyle millîyi ve namusu sindirmeye çalışanlar için bu konuda ortam hazırlamanın imkânsızlığıdır. Çünkü Atsız, Atatürk düşmanı değildir. Atatürk’ün asıl düşmanları, onu, melun fikirlerini yaymak için bir kalkan olarak kullanmaya çalışan kızıl iblislerle, şahsî çıkarları yolunda bir maşa gibi kullanmak isteyen ahlâk düşkünleridir. Atatürk’ü gerçekten sevenlerin mücadele edecekleri insanlar, o iblislerle bu ahlâk düşkünleri olmalıdır. Siz Atatürk’ü gerçekten seven bir kişi iseniz, İstiklâl Savaşı başkumandanını Marksist yâni komünist olarak göstermek suretiyle, ona en büyük lekenin sürülmek istendiği sırada nerede idiniz? Atatürk’ü bir komünist olarak göstermek iftirası ve yalanı mı daha mühimdir, yoksa meziyetlerini asla inkâr etmeden, fakat samimî ve tarafsız bir şekilde bâzı hareketlerini tenkid etmek mi? Bu sorunun cevabını da vicdan sahipleri versinler…

Gazetelerde çıkan bir beyanınızda, bulunduğunuz büyük mevkileri de birer birer saydıktan sonra, bugüne kadar hiç kimse tarafından yalancılıkla suçlanmamış bulunduğunuzu söylüyorsunuz. Bununla da doğru konuşan bir insan olduğunuzu söylemek istiyorsunuz.

Burada ben de size bâzı sorular sormak istiyorum. Mademki doğru bir insansanız o halde çok iyi bilmeniz gereken şu sorularıma cevap verebilir misiniz?

1- 1944 yılında, Türk milliyetçiliği aleyhindeki o meşhur haçlı seferi sırasında İstanbul Emniyet Müdürlüğünde, Türkçülere işkence yapıldı mı, yapılmadı mı? Meselâ dünya çapında bir şöhret olan bir profesör aç bırakıldı mı bırakılmadı mı? İstanbul Üniversitesine mensup bir genç falakaya çekildi mi, çekilmedi mi?
2- O sırada, İstanbul Emniyetinin Birinci Şubesinde, emniyet mensuplarının <<mutena hücre>> diye andıkları, fakat yaygın adı ile <<tabutluk>> diye meşhur işkence hücreleri var mıydı? Varsa, bu işkence yerlerine Türk milliyetçilerinden sokulanlar oldu mu, olmadı mı?
3- İstanbul Emniyet Müdürlüğünün en alt katında, içinden lağım akan hücreler var mıydı? Varsa, Türk milliyetçilerinden bu hücrelerin birisinde bir hafta hapsedilen oldu mu?
4- Birinci Şubenin <<eski nezarethane>> diye anılan bölümünde, beş numaralı meşhur penceresiz hücrede, ampulü kasten bozularak 48 saat karanlıkta bırakılan oldu mu?
5- İstanbul Emniyetinin Birinci Şubesinde, Türk milliyetçilerinin toplandığı ilk günlerde, helâya ve musluğa gitme işi hiçbir kayda tâbi değilken, bu normal ihtiyacın sonradan sabah, öğle ve akşam yarımşar saatlik bir zaman içinde görülmesi usulü çıkarıldı mı? Çıkarıldı ise bu emri veren kimdir?
6- Tahkikat sırasında, sanıkların sorgularının yapıldığı odaya, kanunen girme hakkı bulunan kimselerden gayri insanlar da girdi mi ve bunlar arasında, istenildiği şekilde ifade vermeyen sanıkları ölümle tehdit edenler oldu mu?

Sorularım, şimdilik bunlardır. Bunlara cevap vermeniz için bir hafta kadar bekleyeceğim. Eğer siz konuşmaktan kaçınırsanız, soruların cevaplarını ben vereceğim. Bu suretle sizin, meseleleri ne derece doğru konuştuğunuz hususunda, Türk umumî efkârı yeter derecede bir kanaate sahip olacaktır.


TOPLATILAN DERGİ


MİLLİ YOL, 30 Mart 1962, sayı 10.

Tarihî Vesikalar Serisi: 2

Alparslan Türkeş’in idam cezalarının infazından sonraki yeni bir mektubu.

“Yeni Delhi
19 Eylül 1961

Aziz Kardeşim …. Bey,

14 Eylül 1961 tarihli içli ve samimî mektubunuzu aldım. Teessür ve üzüntülerinizde haklısınız. Fakat inancınızı hiçbir zaman kaybetmeyiniz. Menderes’in (Allah gani gani rahmet eylesin) yanlış tutumu ve İnönü’nün etrafındakilerle beraber fitne ve fesat memleketi çok sıkıntılı ve karışık bir duruma sokmuştu. Ben partilerin didişmesini durdurmak ve bilhassa CHP’nin entrikalarına karşı memleketi korumak üzere bu ihtilâle karıştım. Çünkü asıl olan Türk milletinin ve fakir Türk köylüsünün, Türk halkının mukaddes varlığını korumak ve kurtarmak idi, yoksa partiler ve şahıslar bir şey ifade edemezdi. 27 Mayıstan sonra da daima tarafsız ve âdil bir idare kurmaya gayret ettim. Fakat kendi menfaatlerine ve hırslarına, fesatlarına karşı beni engel görenlerin suikasdına uğrayarak zorla (evimin kapısı geceyarısı kırılarak) sürgüne gönderildim. 27 Mayıs’tan sonra ……’i Menderes ve arkadaşlarını İsviçre’ye göndermek üzere ikna ettim. Fakat CHP’nin komite ve ordu içinde âletleri olan Mucip Ataklı, Osman Köksal, Ekrem Acuner, Cemal Madanoğlu, Fikret Kuytak ve ….. tarafından bu teşebbüsüm baltalandı ve çok şahsiyetsiz olan ……. de bunların fitnesi ile ilk aldığımız karardan vazgeçti.

Buradan ben yine kendilerine mektup yazarak, Yassıada sanıkları hakkında verilecek ölüm cezalarının infaz edilmesine razı olmamalarını rica ettim. ……..

Üç kişinin idam edildiğini öğrenmek suretiyle ben de sizin gibi çok üzüldüm… Tanrı millet ve memleketimizi… yakın zamanda huzura, saadete kavuştursun.

Çok selamlar ederek gözlerinizden öperim. Sıhhat ve sağlık haberlerinizi beklerim.

Alparslan Türkeş”


AÇIKLAMA

Milli Yol, 6 Nisan 1962, sayı 11.

Toplatılan 10 uncu sayımızın hikâyesi.

30 Mart 1962 günlü 10’uncu sayımız yeni bir şekil içinde çıkmıştı. İleri bir hamleyi teşkil ediyordu. Emek vermiştik. Okurlarımızın seveceğini, beğeneceğini umarak yorgunluğumuzu ve harcadığımız zamanı çoktan bağışlamıştık.

O sayıda Kadeş rezaletine dair etraflı veren bir röportaj yazısı ve başka kuvvetli yazılar vardı.

Bir de Alparslan Türkeş’in şimdiye kadar hiçbir yerde neşredilmemiş bir mektubu. İşte 10’uncu sayımız o mektup yüzünden, İstanbul Basın Savcılığının talebi üzerine, İstanbul Sulh Ceza Hâkimliği kararı ile toplatıldı.

10’uncu sayımız basıldıktan hemen sonra, daha henüz satışa çıkmadan önce, henüz umumî bayilerin elindeyken, birdenbire acayip bir haber işitildi. Dergimiz Emniyet memurları tarafından umumî bayilerden toplatılıyormuş. Haberin gerçek olduğu çabucak anlaşıldı ve her yere yayıldı. İdarehanemize uğrayan, üzüntülerini ifade eden ve her şeyden önce: Niçin? Niçin? diye soranlar… Dergi vazifelilerinden birini sokakta bile gören olsa dergiyi soruyor, dergiye sevgi ve bağlılık ifade ediyorlardı. Dostlarımız tahmin ettiğimizden de çokmuş. Bu bizi şahıslarımız bakımından teselli etti. Ama memleket hesabına duyduğumuz acı yerli yerinde kaldı.

Kanun yollarından, adlî makamların son derecesine kadar hakkımızı ve kendi hakkımızdan önce Türkelinde söz ve yazı hakkını savunacağız.

Toplatılma kararı 38 sayılı kanuna dayanıyor. Yâni şu tedbirler kanununa. Gayesinin 27 Mayısın meşruluğunu korumak olduğu ve orduya dil uzatılmasını önlemek olduğu malûm politikacılar tarafından ifade olunan kanun. Bizim, en baştan beri; <<Hayır, bu kanun orduyu ve 27 Mayısı korumaya değil, yalnız fikir hürriyetini yok etmeye ve malûm politikacıların kendi çirkin taraflarını örtbas etmeye yarıyacaktır>> demiş olduğumuz kanun. Şimdi kanun kime ve neye tatbik ediliyor, görüyoruz. Alparslan Türkeş’in mektubunun yayınlanmasını önlemeye. 27 Mayısın meşruluğunu korumak için olduğu iddiasiyle bir kanun yapılıyor. Ve kanun ilk önce 27 Mayısı bizzat yapan Alparslan Türkeş’in sözlerini yasaklıyor.

Yasaklarla, insanları susturmakla hiçbir netice elde edemezsiniz. Çok tecrübe edildi. Sizlerden çok daha usta ve kabiliyetli kimseler de tecrübe etti. Hiçbiri o yoldan fayda sağlayamadı. Çünkü insan denen varlığın zekâsı vardır. Tecessüsü vardır.


Milliyet, 30 Mart 1962.

Milli Yol isimli bir dergi, dün 9. Sulh Hukuk Mahkemesi kararı ile Emniyet Birinci Şube Müdürlüğü tarafından toplattırılmıştır. Derginin toplanan dünkü sayısında, 14 lerden Alparslan Türkeş’in resmi ve son yazdığı mektubun fotokopisi bulunmaktadır.


Dünya, 31 Mart 1962.

Basın Savcılığı dün toplattırılan Milli Yol isimli dergi hakkında 38 sayılı kanuna göre kovuşturma açmıştır. Dergide yayınlanan, Alparslan Türkeş’in idamlar hakkında bir arkadaşına yazdığı mektup hakkında da savcılık Dışişleri Bakanlığı yoluyla Türkeş’in ifadesinin alınmasını istemiştir.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,09 M - Bugn : 15510

ulkucudunya@ulkucudunya.com