Ondörtlerin iki yıldan önce dönemeyeceğini belirten resmî açıklamanın yapıldığı 13 Ağustos 1961 günü, Galip Erdem Tercüman’da, Türkeş’i ve Türkçüleri tasvir ederek kaleme aldığı ve sonraki altmış yıl boyunca her ülkücünün çektiği çilenin de destanı olacak meşhur ve enfes Mefkûrecinin Çilesi’ni yazar. Ülkücünün Çilesi adıyla kitaplaştırılan bu yazılar içinde Bedava Ülkücülük başlıklı yazı da aynı derecede muhteşemdir.
“Gün olur, ülküsüz insanlara gıpta ile bakasınız gelir. Rahat yaşarlar. Tıpkı şairin söylediği gibi akl-ı şuurları vardır, güzel severler, bâde içerler ve nihayet göçüp giderler.
Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde rahat kelimesinin yeri yoktur. Daimi bir mücadele içinde ömür tüketirler. Belli bir mefkûrenin esaslarından ziyade politikanın değişen icaplarına uymayı tercih eden kudret sahipleri ile de sık sık ihtilafa düşerler. Çok defa başları belâya girer; gene de sinmezler...”
Türkeş’in hayatında da rahat kelimesinin yeri yoktur. Belli bir ülkünün esaslarına uymaktan vazgeçmediği için, kudret sahipleriyle sık sık ters düşer. Mücadeleyle geçen ömrü boyunca, başı defalarca belaya girmiş, hapislere sürgünlere maruz kalmış, ancak asla sinmemiş, geri adım atmamış, davasından vazgeçmemiştir.
Türkeş’i gıyabında gericilikle itham eden Behçet Kemal’in yıllar öncesinde, şair dostu Nazım Hikmet’i de sosyalistliğinden dolayı üzdüğü anlaşılıyor. Dostturlar; çünkü, sıkıntıda olduklarını duyduğunda, İstanbul’a bir gelişinde Nazım Hikmet’in eşi Piraye’ye uğrayıp isterse kendisine bir bankada iş bulabileceğini söylemiştir. Ayrıca Ankara’da tercüme bürosundan Nazım Hikmet’e iş verilmesini takip eder. Af kampanyası öncesi, 1949 sonlarında Ahmet Emin Yalman’la birlikte Bursa cezaevine ziyarete gelir.1
Nazım Hikmet, 1943 yılında Bursa cezaevinden Malatya cezaevindeki arkadaşı Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta, Behçet Kemal’den birkaç cümleyle bahseder. Edebiyatta fazlaca vatan sevdalısı, ilerici görünenlerin iç yüzlerini solcu gözüyle ortaya sermesi bakımından önemlidir.
“Gelelim Behçet Kemal’in hakkımda yazdıklarına, gülerek okudum. Ah, bir kere, bir saniye olsun, memleketimi bir sosyalist şairin sevdiği gibi sevmesini, bir sosyalist şairdeki Türklük şuuru gibi bir şuura sahip olmasını öğrenebilseydiler. Ama onlar bunu bilmezler. Münevverler tanırım ki bayramlarda kürsüye çıkıp yaşasın Mehmetçik diye bağırırlar ama Mehmetçik etiyle kemiğiyle ve elinde bir istida ile masalarının önüne gelince kapı dışarı ederler. Mehmetçik resmi basıp satarak para kazanır ve yolda giderken Mehmetçiğin biri üstüne sürünecek diye ödü kopar. Vatanını ve halkını kimin daha çok sevdiği akademik bir münakaşa mevzuu değildir.”2
Evet, Mehmetçik veya şehit yakını bir dilekçe ile başvursa aydın takımı kapı dışarı eder. Günümüzde o da yetmez, “kelle” denilerek hapse atılır. Yolda giderken Mehmetçiğin biri üstüne sürünecek diye ödü kopanlar şehit edebiyatıyla gırtlak patlatır, fakat, düzmece raporlarla çoluk çocuğunu askerlikten kaçırmaktan utanmazlar.
Sarı zarf iftirasını çıkaran eski Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur ile ilgili olarak, çiftliğini Tarım Bakanlığına yaptırdığı, çiftlik çalışanlarının maaşlarını devlete ödettiği, devlet inşaatları yapılacak yerlerde arsa spekülasyonları yaptığı iddialarıyla dava açılmıştır. 1950’den sonra Ankara, İstanbul ve İzmir’de çoğu arsa olmak üzere elli iki parça gayrimenkul edindiği resmi açıklamayla bildirilir. Bu sayıyla rekor kendisindedir. Gerçi bunlar, bugünkü vurgunlar yanında devede kulak kalır, ama devlet soygunculuğunun çığırı bunların zamanında açılmıştır. Aynı sırada, Başbakanlık Müsteşarı Alparslan Türkeş ise, Küçükesat’ta bir hol ve üç odalı bir apartman dairesinde oturmakta, 350 lira kira vermektedir.3
19 Ağustos 1960 tarihli Son Havadis gazetesinde eski müsteşar Ahmet Salih Korur hakkında daha ağır bir itham ortaya atılır. Mali konular herkesçe malum olmakla birlikte, bu konu başka yerde yer almadığından pek inandırıcılığı bulunmamaktadır.
“Düşüklerden, Başbakanlık müsteşarı Ahmet Salih Korur, 1957 yılı seçim öncesi, seçim kampanyasında Polatlıdan dönüş esnasında Oligot köyünden geçerken, kendisinin direksiyonda bulunduğu sırada bir çiftçiyi ezerek öldürdüğü anlaşılmıştır. Olayı İmroz adasında mahkûm bulunan şoförü Yusuf Kenan Kıvrak adanın yargıcına anlatmıştır.
Ayrıca, Ahmet Salih Korur, çiftliğine giderken Çubuk Belediye Başkanına jeeple çarparak öldürmüş ve cesedi saklatmıştır. Cinayet sırasında adı geçen şoför, Müsteşarlık dairesine götürülerek Kemal Aygün (o günün valisi) ve Emniyet müdürü Faruk Oktay ve eski bir milletvekilinin yanında suçu üstüne almasını söylemiştir. Yusuf, burada eskiden hazırlanmış bulunan zaptı imzalamak zorunda kalmış ve yargılanması sonunda 1 yıl 8 ay hapse mahkûm olmuştur. Şoför İmrozda iken yargıç Melih Temizyürek şoföre gelen mektupları okurken ‘İnkılâp oldu, Korur hâdisesini ifşa et’ cümlesine tesadüf etmiş ve şoför Yusuf Kenan’ın ifadesini almıştır. Zabıtlar ilgililere gönderilmiştir.”
Türkeş, bir kısmı delilli, ispatlı hakikat olan bu itham ve iddiaları da siyasi mücadelesinde dile getirmeye, malzeme olarak kullanmaya tevessül etmez. Bu metodlara başvurmayı basitlik olarak görür. Çünkü o, yüksek ülküler, büyük hedefler taşıyan üstün karakterli bir liderdir.
Behçet Kemal Çağlar, Oktay Akbal gibi kimi Kemalist çevrelerin gericilikle itham ettiği Alparslan Türkeş, henüz kurmay yarbay rütbesinde iken 10 Kasım 1959 Salı günü Ankara Türkocağı salonunda, “Atatürk’ün Askeri Dehası” konulu bir konuşma yapar. Büyük Atatürk’ün ebediyete intikalinin 21. yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törende, Atatürk’ün kendi yazdığı bir manzume ile Atatürk için yazılmış şiirler okunur. 28. Tümen bandosu Atatürk’ün sevdiği marşlardan mürekkep bir konser verir ve Atatürkle ilgili bazı filmler gösterilir.4
Türkocağı’ndaki konferans bir saat kadar sürer. Konferans yarıda iken dinleyiciler arasında bulunan meşhur Bizim Köy romanının yazarı Mahmut Makal, konuşmanın uzun sürdüğünü, buraya çoluk çocuğuyla film seyretmeye geldiğini söyleyerek müdahelede bulunulmasını ister. İsteği ocak yetkililerince kabul görmez.
O zamanki milliyetçiler, 1944’ten beri birbirlerini tanıyan, destekleyen ve irtibatlarını sürdüren aydın kişilerdir. Türk ocağı umumi kâtibi, -muhtemelen, 1944 Irkçılık Turancılık davası mağdurlarından Zeki Sofuoğlu- vaziyeti bir mektupla Peyami Safa’ya bildirir. O da hadiseyi “Mahutlar ve Atatürk” başlığıyla 18 Kasım 1959 tarihli Tercüman’da Objektif köşesine taşır.
“Atatürk’ün en büyük düşmanı mahutlardır. Çünkü onlar Mustafa Kemal’in örnek edindiği Batı Medeniyetini yıkılması gereken bir Burjuva nizamı telâkki ederler ve onlarca Devrim garplılaşmak değil, Burjuva nizamını ve kapitalizmi kökünden devirmektir. Fakat bazı saf gençleri ve devrimbazları avlamak için, kendi saflarına katmak için Atatürkçü görünürler.
Dikkat edilirse derhal görülür ki, bunlar, kendi dergilerinde de, Atatürk’ün askerî dehasından, milliyetçiliğinden, tarihçiliğinden, Güneş-Dil Teorisi ile vazgeçtiği dil özleşmeciliğinden ve bilhassa O’nun komünizm düşmanlığından tek kelime ile bahsetmezler. Atatürkçülüğü kendi hedefleri istikametinde sola çeken tefsirlere girişirler. Gözlerine gaflet mili çekilmiş kör Devrimbazları da peşlerinden sürüklerler.
Fakat mahutların arasında bazan gizli niyetlerini açığa vuran dikkatsizler de vardır. Meselâ milli ve meşhur bir Derneğimizin, 21. ölüm yıldönümünde Atatürk için tertiplediği büyük ihtifalde, Kurmay Yarbay Alparslan Türkeş, Mustafa Kemal’in askerî dehasını ve milli savaş harikalarını anlatan bir konferans verirken, mahutlardan biri töreni idare eden zata koşar: ‘Bu konferansı kesiniz, biz buraya çoluğumuzu, çocuğumuzu film seyrettirmeğe getirdik’ der ve yersiz isteğinde ısrar eder.
Derneğin umumi katibinden aldığımız mektup ve ona ekli şahit listesi elimizdedir.
*
Mahutların Atatürk Devrimleri dedikleri şey sadece bir merhaledir, onların dilediği Marxist devrime götürür. Atatürk basamaktır, Garplılaşma, sadece Türkiyede din duygularını, gelenekleri kötülemeye yarar. Bir kere bu merhale aşıldıktan sonra, yıkılma sırası Burjuva Batı Medeniyetine ve Atatürk inkılâplarına gelecektir. Bunun için Ata’nın inkılâpçı tarafını tutar, asker, milliyetçi, tarihçi, antikomünist tarafını ya unutturmaya veya açıkça vurmaya çalışırlar. Mahutların idare veya telkinleri altında bulunan devrimbaz gazetelerinde de bu taktiğe rastlarsınız.
Bu istikamette memleketin nereye sürüklenmek istendiğini görmeyen gözler kördür ve bu akıbetten dehşete düşmeyenler kalpleri bu memlekete pamuk ipliğile bağlı sözde Türk’lerdir.”
Peyami Safa’nın yazısı üzerine Nejdet Sançar hadiseyi etraflıca tahkik eder. Atsız’ın yiğit kardeşi, 1944 olaylarındaki kader arkadaşı Alparslan Türkeş’e yapılan küstahlık karşısında volkan gibi patlar. Toprak Dergisinin 1 Aralık 1959 tarihli 61. sayısında “Bir küstahlık” başlığıyla Mahmut Makal’dan hesap sorar. Bu celadette, arkadaşlığın yanı sıra, Türkçülerin belki İnönü husumeti dolayısıyla fazla açığa çıkmayan Atatürk sevgisini ortaya koyma vesilesi bulmaları müessir olmuş olabilir.
“Büyük bir teessürle öğrendik: Atatürk’ün ebediyete intikalinin yıldönümünde Ankara’da Türkocağı tarafından tertiplenen merasimde esef verici bir hâdise olmuştur. Hâdise şudur:
Tıklım tıklım dolu olan Ocak salonunda Kurmay Yarbay Alparslan Türkeş, Atatürk’ün askerî dehası üzerine konuşmasını yapmaktadır. Bir saat kadar süren bu konuşmanın ortalarına doğru ve hatibin Çanakkale savaşları sırasında bir mütareke anında Miralay Mustafa Kemal’in er kılığına girerek diğer neferlerle birlikte harp meydanında yaralı toplama pozunda düşman siper ve tahkimatı hakkında bilgi toplamaya çalıştığını anlatmakta olduğu sırada, çoluğu çocuğu ile birlikte salonda bulunan Bay Mahmut Makal, töreni idare etmekte olan Ocak mensubuna müracaat ediyor ve şunları söylüyor:
Bu subayı artık susturunuz. Çok uzun konuştu. Biz buraya çocuklarımızla birlikte film seyretmeye geldik. Bu gibi hareketlerle herkesi ocaktan nefret ettiriyorsunuz!
İlgili ocak mensubu, Türkocağı kürsüsünde kimsenin sözünün kesilemeyeceğini kesin olarak Mahmut Makal’a bildirince, istek sahibi bu defa da Ocak Umumi Kâtibine gidiyor ve aynı pervasızlıkla aynı şeyi bu sefer de ondan talep ediyor. Ve umumî kâtipten de aynı cevabı alıyor.
Herhangi bir kasabada bir Atatürk büstüne karşı bir meczup tarafından saygısızca bir harekette bulunulduğu zaman ‘irtica hortladı!’ diye yaygara basanlar, acaba hükûmet merkezinde cereyan eden bu hâdise karşısında neden sustular? Bir İstanbul gazetesinde vatansever bir fıkra yazarı isim zikretmeden bu hâdiseden bahsetmiş olduğu için meseleyi öğrenememek bahis konusu olamazdı!
Kendisini ‘Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Müfettişi’ diye takdim eden Bay Mahmut Çakal’dan soruyoruz.
1-Atatürk’ün askerî dehası o derece can sıkıcı bir mevzu mudur ki bu konu üzerindeki bir saatlik bir konuşmayı dinlemeye tahammül edememiştir?
2- 10 Kasım törenleri bir eğlence midir ki Türkocağına film seyrettirmek için çoluğunu çocuğunu getirmiş ve filmin gösterilmesi için konuşmaların kesilmesini istemiştir.
3- Gazi Mustafa Kemal’in en büyük cephesi olan askerliği, Türklük aleyhine bir husus mudur ki, bu hususu en selâhiyetli bir ağızdan Ankaralılara dinleten Türkocağından herkes nefret etsin?
Bay Mahmut Makal’dan Atatürk’ün mânevî huzurunda ve Türk milletinin önünde hesap soruyor ve cevap istiyoruz: Büyük Atatürk’ün en büyük cephesi olan askerliğini ve dolayısiyle Atatürk’ü hiçe sayma cesaretini kimden almaktadır?”
Mahmut Makal, Nejdet Sançar’ın yazısına cevap vermez, tekzip de etmez. Ancak, sağda solda sorulduğu zaman çeşitli yorumlar yapar. Bunun üzerine Toprak’ın 1 Ocak 1960 tarihli 62. sayısında bu defa derginin sahibi şehit İlhan Darendelioğlu, “M. Makal hâlâ sayıklıyor” yazısıyla Makal’ı hayli hırpalar.
“Dergimizin geçen sayısında Ankara’da Türkocağı salonunda yapılan büyük Atatürk’ü anma törenindeki müessif hâdiseden bahsetmiş ve hâdisenin müsebbibi Bay Mahmut Makal’ı hesap vermeye davet etmiştik. Bay Mahmut Makal, sebebiyet verdiği müessif hâdise hakkında hiçbir umumî açıklama yapma lüzumunu -bugüne kadar- duymamış bulunuyor. Ancak, şurda burda kendisine bu hususta sualler sorulduğu zaman:
- Hayır böyle bir şey olmamıştır!
Dediğini, ‘O halde niçin tekzip etmiyorsun?’ dendiği zaman da, Toprak dergisine cevap vermeyi bir tenezzül saydığı mealinde sözler söylediğini, bu arada dergimiz ve dergimiz yazarları hakkında:
- Onlar mürtecidir!
Tarzında lâflar ettiğini öğrenmiş bulunuyoruz.
Atatürk’ümüze karşı o küstahça hareketi vaki ve bunun ispatı en muteber kimselerin şehadeti ile her zaman mümkün olduğu için, Bay Mahmut Makal’ın hâdiseyi tekzip etmesi elbette mümkün değildir. Kremlin’in İkinci Dünya Savaşından beri Komünist olmıyanları damgalamak için kullandığı ve bütün dünya vatanseverlerine bol keseden ihsan (!) buyurduğu ‘mürteci!’ sözü gibi âdi ve değersiz lâfları ve isnatları bir tarafa bırakarak, şu ‘tenezzül etmeme!’ meselesine temas etmek istiyoruz:
Bay Mahmut Makal, hangi yüksek (!) meziyetlerine dayanarak dergimize karşı bu büyük lâfı etmeye cesaret edebiliyor?
…..
Acaba bu mühim zat, Toprak yazarlarından hangisini beğenmemektedir? Gerek siyasî ve gerekse fikrî hayatı ile memleket çapında bir şöhret ve değer olan Dr. Cezmi Türk’ü mü? Yoksa sahasında bir otorite olan Şakir Berki’yi mi?
Bay Mahmut Makal’ın beğenmediği yoksa bugünkü şiirimizin sayılı gerçek şairlerinden üstad Arif Nihat Asya mıdır? Onun değer verdiği ve şair saydığı kimseler arasında, haydi kitaplarını bir tarafa bırakalım, Arif Nihat Asya’nın Bayrak şiiri ayarında bir âbide, bir şiir bayrağı dikebilmiş kaç kişi vardır?
Bay Mahmut Makal, yoksa Ankara Üniversitesinin genç kabiliyeti Dr. Hikmet Tanyu’yu mu beğenmemektedir? Kendisine şunu bildirelim ki Hikmet Tanyu’nun bir yılda okuduğu kitap sayısında eseri, onun beğendiği meşhur (!) lardan kırk tanesi kırk senede okuyamazlar.
Bay Mahmut Makal, ateşli ve vatansever edebiyat öğretmeni Nejdet Sançar’ı veya Toprak yayınları arasında eserleri neşrolunan üstad Peyami Safa’yı veya Dr. Hasan Ferit Cansever’i mi beğenmemektedir. Onu veya hempalarını bu isimlerle mukayese etmeye kalkışmak bile gülüncün gülüncü bir hareket olur. Böyle bir mukayese kazları ve hattâ bizzat Bay Mahmut Makal’ı bile güldürür.
Şu küçük mukayese de gösteriyor ki, ortada bir ‘tenezzül etmeme’ değil, sadece bir ‘vakii tekzip edememe’ vardır.
Bay Mahmut Makal’a tavsiyemiz şudur: Yetişemediği ciğerlere pis diyen çakal olmaktan vaz geçsin! Acaba o, değil hayatında, rüyasında bile sözüm ona tenezzül etmediği derginin yazarlarından herhangi birisinin seviyesine ulaşabilir mi? Bu meşhur (!) zat, eğer mutlaka bir şeye tenezzül etmemeyi arzu ediyorsa, ona, yüksek müfettişliğinin otoritesine dayanarak gezdiği dolaştığı yerlerin okullarında şuna buna bir takım kitapları satma gibi bir harekete tenezzül buyurmamasını tavsiye ederiz. Hele bu satmak istediği kitaplar Maarif Vekâletinin Tebliğler Dergisinde resmen tavsiye edilmemiş şeyler olursa…”
Derginin üç ay sonraki sayısında Makal’ın mahkemeye müracaat ettiği belirtiliyor. “Dergimizin geçen sayılarında neşredilmiş olan ‘Bir küstahlık’ yazısı ile Nejdet Sançar, ‘Mahmut Makal hâlâ sayıklıyor’ yazısı ile Darendelioğlu mahkemeye verilmişlerdir.” Daha sonra dergide akıbetle ilgili bir kayda rastlanmıyor.
Türkçülerin birbirlerine bağlılıkları ve Türkeş’e umut bağladıkları, 1944 Türkçülük Turancılık davasından sonra gittiği Amerika’dan, arada Amerika Mektupları başlığıyla Cumhuriyet gazetesine yazılar gönderen Reha Oğuz Türkkan’ın 26 Temmuz 1960 tarihli yazısında da görülür.
“Türkiyeden gelen gazetelere bakarken gördüğüm bir isim birdenbire hayalimde on beş yıl önceki hatıraları canlandırdı. Bu, Milli Birlik Komitesine dahil olan ve ordunun hareketinde mühim rolü olduğu anlaşılan bir albaydı. Bu arkadaş, bundan 15 yıl önce, benimle ve daha bir çok muharrirler, nâşirler, öğretmenler ve subaylarla birlikte tevkif edilmişti. Durumu düşündüm; bu arkadaş tek parti devrinin darbesine bizzat maruz kalmış, Polis Vazife ve Salâhiyetleri Kanununun 17 inci maddesinin Anayasayı nasıl hiçe saydığını kendi hürriyetini kaybettiği zaman daha iyi anlamıştır. Bu belâdan kurtulduktan sonra, ‘Hürriyet getirdik’ diyenlerin, hürriyet istiyen vatandaşlarımıza kurşun sıktıklarını da görmüş ve herhalde bu birbirine eklenen tecrübelerin mânevî itişiyle harekete geçmeye karar vermiştir. Muvaffak olan bu hareket şimdi iş başındadır. Gerek bu arkadaşım, gerekse onun komite arkadaşları, bu hale bir nihayet vermek ve yurda hakikaten bir hürriyet rejimi getirmek için kolları sıvamış bulunuyorlar. Ve seçtikleri hukukçular kanunları sıkı bir elemeden geçiriyor. Gaye, antidemokratik mevzuatın değiştirilmesidir. Ben o sırada, Ankara’da tevkif edilmiştim. Genç bir hukukçu hayalperestliği ile, derhal bir sorgu hâkiminin huzuruna çıkarılmam ve tevkif sebebinin karara bağlanması veya serbest bırakılmamı talep etmiştim. Bu sözlerim o zamanki Emniyet Müdürünü güldürmekten başka bir işe yaramamıştı. Onca, bunlar sadece mektepte okutulan şeylerdi. Hakiki hayatta başka bir kanunun hükümleri sökerdi: Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu! Bizzat bu kanunun Anayasaya aykırı oluşu onun için nazarî boş bir lâftı. Neticede, bugün hürriyet mücadelesinin ön saflarında bulunan Albay arkadaş da dahil olmak üzere, aylarca hâkim kararı olmadan ve ışıksız hücrelerde mevkuf yaşatıldık. İhtilâttan men halde 8,5 ay, mahkeme kısmı da dahil edilirse 1,5 sene mevkuf kaldık ve sonunda beraet ettik. Demokrat Parti çağında da buna benzer âkıbetlere maruz kalanların hikâyesini duyuyoruz.”
Türkeş, Türkçülüğünü ve Turancılığını hiçbir zaman inkâr etmemiştir. Belli çevrelerin ısrarla yaftalamaktan vazgeçmediği ırkçı faşist damgasını asla kabul etmemekle birlikte, bu husus daima aleyhinde kullanılmıştır. Fikirlerinden en küçük bir taviz verseydi o da diğer MBK üyeleri gibi ömür boyu senatörlükle kendisini garantiye alır, rahat rahat hayatını sürdürüp giderdi. Fakat o zaman lidersiz, fikirsiz ve ülküsüz kalan Türklük çok şeyler kaybederdi. O bakımdan Türklük şuuru taşıyan herkes ona minnet duymalıdır.
1959 yılında Türkocağında verdiği konferansın benzerlerini, 1960’ta, MBK’da kazanın kaynamaya başladığı 13 Kasım’a kadar sürdürmüştür. O yıl, MBK, geçmiş yıllara göre daha geniş kapsamlı Atatürk haftası düzenleme kararı almıştır. Türkeş, 21 Eylül 1960’ta MBK üyesi Binbaşı Dündar Taşer ile birlikte Ankara Hukuk Fakültesi öğrenci yurdunda öğrencilerle sohbet eder. 4 Kasım 1960’ta Ankara Yüksek Ticaret Öğretmen Okulunda, MBK üyesi Yüzbaşı Muzaffer Özdağ ve CKMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı’nın da bulunduğu çok kalabalık dinleyici grubu huzurunda Asker Atatürk konulu bir konuşma yapar ve çok alkış alır. 11 Kasım 1960’ta MBK üyesi Yüzbaşı Ahmet Er ile birlikte, Konya Türk Kültür Derneğinin düzenlediği Atatürk gününde birer konuşma yaparlar. Yanındaki arkadaşları genellikle komiteye girmelerini kendisinin sağladığı ve sonraki siyasi hayatının belirli safhalarında yanında yer alacak milli şuur sahibi kimselerdir.
Türkeş, Atatürk konusunda ilk gün nasıl idiyse, son gün de aynıdır. Çizgisinde en ufak bir değişiklik olmaz. Başlangıçta, Atatürk’ü, sözde Atatürkçülerden, batıcı Kemalistlerden daha fazla sevmesine rağmen gerici olmakla suçlanırken, sonraları Atatürk’ü sevdiği için kendi manevi evlatları tarafından laikçi olmakla itham edilecektir. Bu yüzden siyasi ayrılıklar da yaşanacaktır. Anılarında birkaç cümleyle bu hususlara temas eder. “Şimdi mesela Muhsin olayı oldu, işte ayrıldılar bizden. Onlara da birkaç defa nasihat ettim. ‘Laik Anayasa’ya saygılıyız, diyeceksiniz, Atatürk düşmanlığı yapmayacaksınız!’ diye.”
Muhsin Yazıcıoğlu, anıların gazetede yayını akabinde bu açıklamaya cevap gönderir. “Türkeş’in bir yerlere mesaj vermek, kendisinin lâikçi-Kemalist olduğunu ispatlamak için bu kadar çaba sarfetmesine gerek yok. Bahsettiği konuda aramızda bir konuşma geçmemiştir. Konumunu izah edebilmek için başkalarının adını kullanarak yanlış ve anlamsız birtakım açıklamalarda bulunmasına bir mânâ veremiyorum.”5
Türkeş’in bir yerlere mesaj vermeye veya kendisini ispatlamaya ihtiyacı yoktur. O sırada siyasi hayatının en olgun ve en itibarlı safhasındadır. Bilakis, belirli merkezler onun desteğini almak için birbiriyle yarış halindeyken, Türk birliğini engellemek isteyen bazı belirli merkezler de siyaseten zayıflatmak çabasındadır. Ayrıca hakikaten laikçi Kemalist ise ve böyle olmak çok önem atfedilen menfi bir husus ise, kendisinden paye alan en yakınındaki kişiler açısından bunu 1970’lerde keşfetmek kolaylıkla mümkündü; yanından uzaklaşmak için 1990’ları beklemek gerekmezdi. Henüz genç ve heyecanlı dönemlerinde Türkeş’le siyasi anlaşmazlık yaşayan Muhsin Yazıcıoğlu, ilerleyen zamanda siyasi ümmetçiliğin ihanete varan icraatlarını gördükçe kanaatlerini değiştirir miydi, bilinmez. Ancak, muhakkak ki zulme karşı çıkacağı ve zalime destek olmayacağı için o da Başbuğ Alparslan Türkeş gibi şehit edilmiştir. Ayrıca Türkeş’in, lideri ve büyüğü sıfatıyla belirttiği konularda kendilerine nasihat etmiş olması ihtimali, etmemiş olması ihtimalinden daha kuvvetlidir. Çünkü partide ast üst ilişkileri çerçevesinde sürekli temas halinde iken, aradaki ihtilafın ana konularından biri olan bu hususları müzakere etmiş olmaları tabiidir.
Diğer taraftan ülkücülüğün tarihini derinlemesine bilmeyen bazıları da, Türkeş’in Mehmet Şevket Eygi, fesli tabir edilen meczup zat ve benzeri tiplerle, bayramlarda kart göndermek, kendisine hediye gelen kitap, dergi vs. için tebrik ve teşekkür notu yazmaktan öteye geçmeyen sathi münasebetlerini öne sürerek, yeşil kuşak ve saire gibi saçma sapan teoriler ortaya atmaktadır. Hatta Necip Fazıl’la, Osman Yüksel Serdengeçti’yle de yetinmeyip, Seyid Ahmet Arvasi gibi büyük bir Türk milliyetçisine dahi söz söyleyen ahmaklar çıkmaktadır. Türkeş’in herkesle münasebeti Türk milliyetçiliği ekseninde ve Türk milliyetçiliğine katkı çerçevesindedir.
21 Aralık 1960 tarihinde yayın hayatına başlayan Mehmet Şevket Eygi’nin haftalık Yeni İstiklal gazetesi, başlangıçta milliyetçi bir çizgi izler. 2 Ağustos 1961 nüshasında “Ondörtler ve Yalmanlar” başlıklı yazıda, Türkeş’i, Türk Milletinin hayat meselelerine uzanan insaflı bir el olarak nitelerken, Ondörtlerin dönüşüne karşı çıkan Ahmet Emin Yalman gibileri de hiçbir zaman milletle beraber bulunmayan kişiler olarak tasvir eder. Eygi, o zamanlar, en azından, şimdiki soysuzların aksine Türk kelimesini kullanmaktan kaçınmayan yürekli bir şahsiyettir.
“Bu adamların selim hissine, olgunluğuna, teemmüllü ve temkinli hareket tarzına kat’iyyen itimatları yoktur. Çünkü onlar hayatları boyunca, hiçbir meselede, bu asil milletle beraber bulunmamışlar, daima ona karşı olmuşlardır. Bütün korku ve telâşlarının sebebi de sadece budur. Onlar, Türk Milletinin hayat meselelerine uzanan insaflı bir el gördükleri her zamanki korku ve endişeleri içindedirler. İnşallah korktuklarına da uğrayacaklar...”
Gazete milliyetçi yayın politikası doğrultusunda, Atsız’ın “Abdulhamid Han-Gök Sultan”, “Büyük Adam Kimdir” yazıları ile, Türkeş’in “Celadet”, “Taassup”, “Son Vatan Parçası - Ey Türk! Artık Uyan” yazılarına yer verir. Bu yazılar daha önce Türkçü dergilerde yayınlanmıştır.
18 Nisan 1962 tarihli nüshasında Türkeş’in Hindistan’dan yolladığı yılbaşı tebriğine yer verir. O günün şartlarında irtibatın ne kadar güç olduğu, mektubun üç buçuk ay sonra ulaşmasından anlaşılmaktadır. Türkeş’le mektuplaşanların hapislere atıldığı bir dönemde, onun mektubunu yayınlamak da yürek işidir.
“Yeni Delhi
3 Ocak 1962
Sevgili kardeşim Mehmet Beğ,
Güzel kartınızı ve yeni yıl tebrikinizi aldım. Teşekkürler ederim.
Ben de sizin ve ülkücü diğer genç arkadaşlarımızın yeni yılınızı kutlar, sağlık ve esenlikler dilerim.
Sizin gibi evlâtlar yetiştiren Türk Milleti, elbette lâyık olduğu yüksekliğe erişecektir.
Gücümüzün kaynağı millet sevgisi, meş’alemiz ilim ve yolumuz fazilet yoludur. Yalan ve iftiralar, alçakça hücumlar bizi geri döndüremeyecektir.
Hepinize başarılar dileyerek, çalışmalarınızın Türklük için hayırlı ve uğurlu olmasını diler, gözlerinizden öperim.
Alparslan Türkeş”
Yeni İstiklal’in 29 Ağustos 1962 tarihli nüshasında da, Türkeş’in, kendisiyle ilgili çıkan bir haber üzerine London Times gazetesine gönderdiği ve bir gün öncesinde orada yayınlanan İngilizce açıklama mektubunun Türkçesi verilir.
Türkeş’in nezaketten ileri gitmeyen bu tür beşeri ilişkilerinin daha ilerisi, koyu Türkçü Atsız ile koyu İslamcı Necip Fazıl arasında da görülür. Türedi Türkçüler, İslamcılara yol verdi diye Türkeş’e tarizde bulunurken, bu hususu da hatırlamalıdır. Türkçülere ve İslamcılara aynı kaynaktan yapılan ortak saldırılar bu iki kesimi zaman zaman birbirine yaklaştırmıştır. Atsız’ın toplatılan eseri Dalkavuklar Gecesi 1949’da, Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri de 1959’da Büyük Doğu dergisinde yayınlanır. Yine Abdulhamid Han yazısı da aynı dergide 1949’da yayınlanmıştır. Necip Fazıl’ın daha çok kendi düşüncesine uygun düşen yazıları seçtiği anlaşılıyor. Meşrep ve karakterleri çok uyuşmayan bu iki önemli adamın yolları çok uzun süre birlikte yürümeye elverişli değildir. Atsız, maddiyata tamah etmeyen, eğilip bükülmeyen, prensiplerinden taviz vermeyen, yüksek karakterli bir Türk tipidir.
Velhasılı ülkücülük, büyük dava adamı M. Metin Kaplan’ın mükemmel tespit ve ifadesiyle, tam bir dengeler manzumesidir. En ufak bir sapma dengeyi bozar. Atatürk’ü sevmek din düşmanı olmayı gerektirmez, dindar olmak Atatürk’e ve milliyetçiliğe düşman olmayı gerektirmez. Ülkücü, Alparslan Türkeş’in, Atsız’ın, Seyid Ahmet Arvasi’nin izinde ana çizgide dosdoğru yürümeli, inancından, haysiyetinden ve şahsiyetinden asla taviz vermemelidir. Olur ya, bu sessizliğe, bu teslimiyete inat bir gün bunları iyi anlayan biri çıkar, Kürşad gibi atılır, her taraftan, en başta kendi içinden kuşatılmış Türklüğün makus talihini terse çeviriverir.
1- Memet Fuat, Nâzım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları, 2015; Nazım Hikmet, Bursa Cezaevinden Vâ-Nû’lara Mektuplar, Cem Yayınevi, 1986.
2- Nazım Hikmet, Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar, sf. 229, Tekin Yayınevi, 2002.
3- Söz Dergisi, 1 Ağustos 1960, sayı 1.
4- Türk Yurdu, Şubat 1960-11, sayı 281.
5- Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları Şahinlerin Dansı, sf. 412, 466, ABC Basın Ajansı Yayınları, 1995.
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.