« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Ağu

2023

TÜRKEŞ’İN ÇİLESİ (2)

28 Ağustos 2023

“Bizde her defasında başa geçen siyaset adamları türlü maskeler altında saklanmasını bilerek hürriyeti şeklen muhafaza etmekle beraber esasta ortadan kaldırma çarelerini bulmuşlar, şeklen verilen hürriyetin kâfi olduğunu düşünüp milleti ilerlediği merhaleden geri atmışlardır. Bu millete en lazım olan şeyler, hayatın her safhasında, siyasette, ilimde ve diğer şubelerde hakkı söylemek, riyadan uzaklaşmak, hakikatten korkmamak, daima onu müdafaa etmek iken, dün de bugün de bunu yapamamışızdır. Yapamadığımız için birtakım şarlatanların, birtakım bozguncuların, bir takım kendi menfaatlerine karşı her şeyi satan midecilerin türemesine yarayan vasat daima ortada kalmıştır.”1

Ülkücülüğün kurucu lideri Alparslan Türkeş’in altmış üç sene önce dile getirdiği ve düzeltmek için kelle koltukta müdahale ettiği nizam, kendisinden sonra yeniden canlanarak aynı minval üzere sürüp gitmektedir. Türlü maskeler arkasına saklanan birtakım şarlatanların, birtakım bozguncuların, bir takım kendi menfaatlerine karşı her şeyi satan haramilerin türemesine yarayan vasat orta yerde durmaya devam etmektedir.

Hakikati müdafaa etmekten aciz, çilesiz, meselesiz ve gerçeksiz vazifeliler tarafından zabt-ı rabt altında tutulan ülkücülüğün yarım asırlık siyasi varlığı, dahili meselelerde görülen himaye karşılığında rakibe hibe edilmiştir. Milliyetçilik yolunda en küçük çaba harcamayanlar, sıra milliyetçilik karşıtlarının menfaatine gelince fedai kesilmiş, her kahrını lütuf, her cefasını nimet saydıkları istibdatı ayakta tutmak uğruna cansiperane bir şevkle seferber olmuşlardır. El alemin değirmenine su taşımaktan ibaret bu gayretkeşlik sayesinde müşkül vaziyetten sıyrılan iktidar, halen himmete muhtaç olduğu halde yine bildiğini okumakta, milliyetçiliğe beslediği husumeti saklamaya dahi tenezzül etmemektedir. Tenezzül etmemektedir, çünkü seciyesizlikten yüz bulmaktadır. Minnet ve hürmet duyacağı yerde milliyetçileri hor ve hakir görmekte, milli değerleri fütursuzca istismar etmektedir. Ne itiraz eden, ne murakabe eden, ne hesap soran, ne de milli bir istikamete zorlayan bulunmadığından, milleti ilerlediği merhaleden geri atma yolunda pervasızca ilerlemektedir. Çünkü, Türkeş’ten sonra öksüz kalan Türklüğün hak ve hukukunu savunan kalmamıştır. Çünkü, milli bünyedeki tahribat, ülkücülüğü tasfiye memurlarınca seyredilmekte, hazmedilmekte ve tasdiklenerek sineye çekilmektedir.

Kibirden mi, eziklikten mi, zamanın icabından mı, her nedense, kabarık tutmaya uğraştıkları kolları, abus çehrelerinde duygusuz bakışları, yanındakine mevzi kaptırmamak için yan gözle birbirini kollayan sarsak adımlarıyla samimiyetsizliğin toplu resmini veren teslimiyetçi ruh, yıllardır hareketi kutlu mazisinden, iktidar hedefinden ve ulvi gayelerinden koparmaya, ülkücülük orada olmaz, burada olur gibi mugalatalarla küçük particilik oyunlarına indirmeye çalışmaktadır. Ardına saklandıkları bir yığın içi boş açıklamaya kendileri de inanmamakta, ancak, çare aramak yerine itaatte keramet bulan mütevekkiller, tatlı su milliyetçiliğinden geçinen eyyamcı emirberler ve kâh orada kâh burada ikbal ışığı arayan pervaneler sayesinde tahakkümlerini sürdürmektedirler.

Ülkücülük ne şurada olur ne burada olur. Ülkücülük, ülkücünün vicdanında, gönlünde ve zihninde olur. Ülkücü, kendini nerede ülkücü hissediyorsa yuvası orasıdır. Onun bunun çağrısına ihtiyacı yoktur. Öyle bir yer yoksa inşa etmeye uğraşır, haysiyetinden taviz vermez, zalime boyun eğmez, düşmana teslim olmaz, kimseye kulluk etmez. Nerede duracağını, ne yapması gerektiğini Başbuğunun işaretiyle bulur. “Bu dava şan, şöhret, lüks koltuk davası değil, Türklük davasıdır. Türk’ün Türk’e göre Türk için idare edilmesi davasıdır. Var olma yok olma davasıdır. Size bunun için güveniyorum. Bunun için sizi yetiştiriyorum.”2

Türkeş, sanki tam da bugünü tasvir ettiği sözleriyle, ülkücünün vazifesinin daima hakkı müdafaa ederek milletin hürriyetini ve refahını sağlamak olduğunu apaçık ortaya koyuyor. Müteakip yıllarda yazdığı kitaplar, kırk yıllık mücadelesi boyunca verdiği konferanslar, seminerler, sohbetler ve konuşmalar hep bu esas üzerine inşa edilmiştir. Millet hürriyetinin geriye gitmesi, illa eli silahlı zorbalarca etrafının fiziken dikenli telle çevrilmesi suretiyle olmaz. Milleti birliğe, huzura ve refaha götürmeyen, saltanatları için her şeyi satarak fakirleştiren, itaat etmeyenleri düşman sayanların istibdadı da hürriyeti ortadan kaldırır. Türklüğe hayat hakkının tanınmadığı, Türk yurdunun istilaya uğratıldığı günümüzde ise hürriyetsizlik had safhaya ulaşmıştır.

Ülkücülüğü dosdoğru anlamak, ancak liderini çok iyi tanımakla mümkündür. Ülkücüye düşen, milliyetçi, toplumcu, hürriyetçi ve müreffeh bir nizamın mücadelesini vermektir. Türkeş bunu yapmıştır ve bu yüzden çile çekmiştir. Yola çıktığında inancı ve azminden başka bir şeyi yoktu. Ne kimsenin kanatları altına girdi, ne kimseden himaye aradı, yılmadan, yorulmadan, yıkılmadan ülkücülüğü inşa etti.

27 Mayıs 1960’ta ihtilalin kudretli albayı sıfatıyla başbakanlık müsteşarlığı görevini devralan Alparslan Türkeş, eski iktidar mensuplarına zalim davranmadığı, alelacele seçimlere gidilerek iktidarın belli bir kesime devredilmesine karşı çıktığı, emperyalist ajanları kovduğu, Ülkü ve Kültür Birliği gibi Türk milletini hızla kalkındıracak tasarılar ürettiği ve tabii en başta Türkçü Turancı olduğu için, 13 Kasım 1960’ta kendisine yakın on üç MBK üyesi arkadaşıyla emekli edilerek müşavir unvanıyla yurtdışına sürgüne gönderilir. Bu tasarruf, sol ve liberal çevrelerde memnuniyetle karşılanırken, milliyetçi muhafazakâr çevrelerde umut kırıklığına yol açar. Karar dış çevrelerde iyi karşılanır. Şecaat arz ederken sirkatin söyleyen Ahmet Emin Yalman’a göre bu tasfiye hür dünyada geniş hayranlık yaratmış, yabancılar, Türkiye’de totaliterliğe kayışı önleyen bu hareketi takdirle karşılamışlardır. Ayrıca, New York Herald Tribune, Le Monde, The London Times’tan alıntılar veren Vatan, kararın dış çevrelerde iyi karşılandığını özellikle vurgular.3

Türk basınına çöreklenmiş gayrımilli kalemler 13 Kasım’a kadar korkularından çıt çıkaramazken, bu tarihten itibaren iftira ve yalan kampanyalarını başlatırlar. Bilhassa Akis ve Kim dergileri ile Vatan ve Dünya gazeteleri öncülük etmektedir. Türkeş, Yassıada kararlarının açıklanacağı 1961 Eylül ayı yaklaşırken her fırsatta gündemde tutularak yıpratılmaya çalışılacak ve Gürsel’e yazdığı idamların yapılmamasıyla ilgili uyarı mektubuna rağmen cezalar infaz edilecektir. Başbakanlık müsteşarlığı makamındayken, yani ihtilalin kudretli albayı iken Akis ve Kim dahil etrafında pervane dönen gazeteci takımının, sürgün edildikten sonra arkasından mütemadiyen atıp tutmuş olmaları, aydın denilen tabakanın karakter seviyesine ışık tutması bakımından dikkate değer bir husustur.

Kim dergisi 10 Ağustos 1960 tarihli nüshasında, Alparslan Türkeş’i üniformalı resmi altında “Cesaretin Sözcülüğü” sıfatıyla takdim ederken, üç ay sonra, 13 Kasım’ı takip eden sayısında Ondörtlerin yurtdışına gönderilmelerini gayrıciddi bir üslupla anlatır. İsim meselesine dair iftira da basında ilk defa gündeme gelir.

“Sâbık üyelerin içindeki en büyük balık, Hüseyin Feyzullah -sonraki adıyla Alparslan- Türkeş, Ankara Kumandanlığına ait 54 modeli bir siyah steyşın vagonla hava alanına getirildi. Saat 10.30’du. H.F.A. Türkeş’e biri kara, biri deniz, biri de hava olmak üzere üç genç binbaşı nezaret ediyordu. Hüseyin Feyzullah (Alparslan Türkeş) koyu gri bir elbise giymişti. Hava alanına açılan odaya getirildiği vakit, oturmadı ve küçük odanın içinde bir aşağı bir yukarı volta atmaya başladı. Bir kafes içine hapsedilmiş gibi bir hali vardı. Bir süre sonra bir başka steyşın vagon H.F.A. Türkeş’in annesini, karısını, ve dört kızıyla bir oğlunu getirdi. Annesi hariç, diğerleri kendisiyle birlikte gideceklerdi. Gazetecilerden biri çocuklarının adını sorunca bir başka gazeteci ‘Orta Asyadaki nehirlerin adını say, bulursun’ cevabını verdi. Biraz sonra yakın dostları sökün etmeye başladılar. Gazetecilerden biri günün esprisini yaptı. Espri şuydu: ‘Bir adamın dostunu söyle, nasıl bir adam olduğunu söyleyeyim sana’. Gazetecinin hakkı vardı. Gelenlerden biri ‘Ülküdaş’ Nihal Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar’dı. Bir diğeri, Ünivesite’deki 147’ler tasfiye hareketinin gerisinde oynadığı korkunç rolle unutulması imkânsız bir nam salmış olan Recep Doksat’tı. Bir başkası Ankara Üniversitesinin ‘Ülküdaş’ profesörlerinden Hüseyin Cahit Oğuzoğlu idi. D.P.’nin eski ateşli taraftarlarından Ticaret Postası gazetesinin sahibi Cahit Baydar da oradaydı. ‘Ülküdaş’lar hep bir araya gelmişlerdi. Uzun uzun sarılıp, öpüşüp, koklaştılar.

O sırada 31504 nolu bir steyşın vagon hava alanına ‘Kürşat’ Feyzullah’ın Yuançilerinden (ülküdaşlar arasında ‘kürşat’ patronlara, ‘yuançi’ ise çömezlere verilen addır), ‘neden’ciler şampiyonu Muzaffer Özdağ getirildi. Kendisini hava alanına açılan kapının önünde babası, karısı ve kardeşleri karşıladılar. Özdağ Tokyo’nun yolcusu idi.

Türkeş’i de Hindistan Elçiliği müsteşarı geçirmeye gelmişti. Türkeş kendisine uzun uzadıya teşekkür etti. O sırada yedi kişilik Türkeş ailesinin biletleri ve pasaportları getirildi.

19.30’da yolcuların üzeri adeti veçhile arandı. Bu arada kendilerinin M.B.K. üyesi olduklarını gösterir hüviyet vesikaları da istendi. Türkeş vesikayı verdi. Özdağ ise vesikayı yanına almadığından veremedi. Nihayet Uzak Doğu’nun yolcuları uçağa doğru yürümeye başladılar. Türkeş, şapkasını çıkararak geride bıraktığı ‘ülküdaşlarını’ selamlıyor, Özdağ ise somurtuyordu. Uçağa bindiler. Kapılar kapandı, merdiven çekildi ve uçak 22.20’de kalktı.”4

Akis dergisi ise sonraki yıllarda “Şimdi de Gerçekler Konuşuyor, Türkeş’in İhtilaldeki Rolü Ne İdi?” başlıklı üç sayı süren sözde ifşaat dizisiyle bir yığın uydurma hikâye ile birlikte isim konusunu da diline dolayacaktır.5

Türkeş Hindistan’da sürgünde olduğu için arkasından atılan bu alçakça iftiralara ancak yıllar sonra yurda dönme imkânı bulduğunda cevap verebilecektir.

“Akis dergisi ana ve babamın armağan etmiş olduğu adımı bile çok gördü ve benim asıl adımın Feyzullah olduğunu, binbaşılığa yükseldikten sonra bu adı benimseyerek değiştirdiğimi ve Alparslan adını aldığımı iddia edecek kadar ileri gitti. Aslında bir insanın adının Hasan olması veya Turgut veyahut Feyzullah olması hiçbir şey değiştirmeyen bir husustur. Fakat iftira etmeyi, zihinlere karışıklık getirmeyi huy edinmiş olanlar, bu gibi şeyle de rakiplerini kötülemek isterler. Adım doğduğumdan beri ailemin bana vermiş olduğu addır. Bunda bir değişiklik olup olmadığını nüfus kaydımdan, tahsilde bulunduğum okullardaki kayıtlardan, yıllarca saflarında hizmet etmekle büyük bir şeref kazandığım ordudaki sicil kayıtlarımdan tespit etmek mümkündür. Bu konuyu birkaç satırla ortaya getirmemin sebebi, milletimizin yönetiminde söz sahibi olmuş insanların zihniyet ve karakterini belirtmiş olmaktır.

Her ne pahasına olursa olsun, kazanmak ihtirası ile ahlak ve fazilet ilkelerini hiçe saymak, daha başlangıçta kişileri alçaklığa mahkûm etmiş olur. Her ne pahasına olursa olsun kazanmak hırsı ile değil, memlekete yararlı olmak, ülkü ve inanılan ilkeleri yıkmadan, çiğnemeden başarıya ulaşmak azmi ve heyecanı ile savaşmak lazımdır. Memleketimizde zaman zaman iktidar el değiştirmiştir. Fakat yöneticilerin zihniyeti değişmemiştir. Dün CHP yöneticilerinin kullandığı malzeme ve usulleri daha sonra AP yöneticileri de aynen ele alarak, daha da çirkin usullerle kullanmak yoluna gitmekten çekinmemişlerdir. Şerefli insanların yolu delilsiz, isbatsız, iftiralar savurarak değil, hakikaten inanıyorsa suçluları derhal adalete ihbar ve teslim etmektir.”6

Memlekette zaman zaman iktidarın el değiştirdiği dönemlerde, AP’nin CHP’den daha çirkin şekilde kullandığı malzeme ve usuller, bugün teknolojik imkânların artması ve gücün tek elde toplanması sebebiyle çok daha çirkin boyutlara ulaşmıştır. Her ne pahasına olursa olsun kazanmak ihtirasıyla daha da acımasız ve alçakça metodlar geliştirilmekte ve maalesef bu haysiyetsiz yalan makinaları başarılı olmaktadır.

İftira furyasının ikinci kalemi, 1960 Aralık ayı ortalarında gelir. Türkeş aleyhinde esen havayı fırsat sayan sabık Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur, Yassıada mahkemelerinde hesabını veremediği örtülü ödenek açığıyla ilgili temelsiz bir ithamda bulunur. O güne kadar aklına gelmemişken, kasanın tamam olduğunu, ihtilal günü Başbakanlık kasalarınım anahtarlarını ve şifrelerini Türkeş’e verdiğini söyleyerek sorumluluktan kurtulmaya çalışır. Bu kasalar hakim heyeti tarafından açılmış ve muhteviyatı tutanağa geçirilmiştir. Mahkeme Başkanı Salim Başol’un dirayetli soruları karşısında sanık bocalar. “Zaptı imzalayanlar arasında hâkim de var. Türkeş’in şifreyi tek başına sizden alıp kasayı açmasına imkân var mı? Sizin iddia ettiğiniz gibi bu para kaldırılmış olsa diğerleri de alınırdı veya kasa boşaltılır, tamtakırdı diye zabıt yapılırdı.”7 Sarı zarf hikâyesi olarak bilinen bu konu, ilerideki siyasi mücadelelerde, bilhassa AP’li sağ siyasetçiler tarafından iftira kampanyalarında kullanılacaktır. Başbakanlık kasalarından çıkan aşk mektupları, kadın iç çamaşırları vs. gibi basit konuları dile getirmeye tenezzül etmeyen Türkeş, çeşitli eserlerinde heyet halinde imzalı kasa tutanaklarını neşrederek kasa yalanının da temelsizliğini belgeleriyle ispat etmiştir.8

Basında yer alan bir başka itham da Türk Kültür Dernekleri ile ilgilidir. CHP döneminde Türk Ocakları, Halkevleri’ne dönüştürülmüş, DP iktidara gelince de Halkevleri kapatılmıştı. İhtilalden sonra Alparslan Türkeş’in öncülüğünde, eski halkevlerinin devamı olmayacağı açıklamasıyla Türk Kültür Dernekleri kurulur. 17 Ağustos 1960 günü Büyük Millet Meclisi eski başkanlık köşkünde, MBK üyelerinden bazıları, Milli Eğitim Bakanı, Bakanlıkların müsteşarları, ve yerli yabancı basın mensuplarının katılımıyla yapılan açılış töreninde, kurucular Devlet Başkanı Cemal Gürsel’e Dernek fahri başkanlığını verir, Gürsel ve Milli Eğitim Bakanı birer konuşma yaparlar. Bursa şubesinin Türkeş tarafından açılışını Gökhan Evliyaoğlu şu sözlerle anlatır: “Evvelki gün Bursa’da Türk Kültür Derneği Şubesinin açılması münasebetiyle yapılan törende bir konuşma yapan Milli Birlik Komitesi üyelerinden Kurmay Albay sayın Alparslan Türkeş’in söylediği sözler, Kültür Derneklerinden ümitli olanları bir kere daha sevindirmiştir. Albay Türkeş, Kültür Derneklerinin hiçbir parti fikrine alet edilemeyeceğini, bu teşekkülün vaktiyle Cumhuriyet Halk Partisi propaganda yuvaları haline getirilmiş olan halkevlerinin bir devamı olmadığını belirtmekle, ne zamandan beri ortada dolaşan tek merkezli rivayetlerin uzayıp gitmesini önlemiş olmaktadır. Türkeş demiştir ki; Türk Kültür Dernekleri, yeni bir milli ideolojinin yeni yuvalarıdır. Halkevlerinin devamı olmayacaktır. Gönülleri birleşenler selâm sizlere.”9

Sürgün akabinde bu derneklere el konularak idaresi mülki amirlere verilir. Genel Başkan Şahap Homriş’in yerine Behçet Kemal Çağlar atanır. Yeni genel başkan, 28 Ocak 1961 günü düzenlediği basın toplantısında, Alparslan Türkeş’i, Derneği gerici bir istikamete sürüklemekle itham eder. 14’lerin tasfiyesinden sonra derneğin yüz on altı şubesinin tıpkı eski halkevleri gibi çalışacağını söyleyen yeni Genel Başkan şunları ilave eder: “Demokrasi anlayışı bizimkiyle uymadığı sonraki davranışıyla anlaşılmış olan bir zâtın o zamanki resmi yetkisi ile bu işe bir uçtan ön ayak olması, Derneğimiz üzerine bir kuşku bulutunun toplanmasına sebep olmuştur. Şimdi o buluttan sıyrılmış bulunuyoruz.”10 CHP’den milletvekilliği de yapan Behçet Kemal Çağlar, “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan” şiirinin sözlerini sonradan DP’den milletvekili seçilecek olan şair Faruk Nafiz Çamlıbel’le ortaklaşa yazmıştır. Faruk Nafiz Yassıada’da mevkuf iken o, Cemal Gürsel tarafından Kurucu Meclis üyeliğine ve Türk Kültür Derneği genel başkanlığına getirilecektir. Behçet Kemal, Yassıada’da mahpus şair arkadaşı için vicdanen ne hissetmiştir, dostluk imtihanından yüz akıyla çıkmış mıdır, bilinmez. Ancak, DP’lilere gaddar davranmadığı için sürgüne gönderilen Türkeş’in gıyabında gerici diyerek işi şahsiyata dökmüş olması, mertlik vadisinden pek açık alınla çıkamadığını gösteriyor.

Oktay Akbal, bu değişiklikten memnun olanlar arasındadır. O da Behçet Kemal gibi öteden beri halkevlerinin açılmasını savunmaktadır. Bir ay kadar sonra, Türk Kültür Derneği İstanbul şubesinin yönetim kurulunda yer alacaktır. “Kültür derneklerinin yolu açık olsun” başlıklı yazısıyla duygularını dile getirir. “Şair dostum Behçet Kemal Çağlar Türk Kültür Derneklerinin genel başkanlığına getirildi. Çağlar verdiği demeçte ‘Türk Kültür Dernekleri değişik bir anlayış içinde ve halkevlerinin prensipleri ile çalışacaktır. Düşük iktidar devrinde Halkevlerinin kapatılması ile boşalan yeri doldurmaktayız.’ diyor. Sevindirici bir haber bu. 27 Mayısdan sonra Halkevlerinin yerini tutmak dileğiyle Kültür Dernekleri kurulmuştu. Ama bu hiç de umut verici bir şey olmadı. Kurucular listesinde tek bir fikir ve sanat adamı yoktu. 14’ler bu dernekleri kendi amaçlarını gerçekleştirmek yolunda çalışan veya çalışacaklarını sandıkları kişileri toplamışlardı. Devrimci, halkçı, Batıcı, gerçek aydınlar, gerçek Atatürkçüler dışarda bırakılmıştı. Kültür Derneklerinin ardısıra bir de Ülkü Birliği tasarısı ortaya atılınca umudumuz büsbütün kırıldı. Bu derneklerin faydadan çok zararlı olacakları inancı içimizde daha çok güç kazandı…”11

İlerici yazara göre, derneğin kurucular listesinde tek bir fikir ve sanat adamı yokmuş. Tek fikir ve sanat adamı olarak kendilerini zannettikleri için, ihtilali yapanlar arasında bir tek Türkeş’in fikir, ülkü ve ufuk sahibi olduğunu fark edememiş. Derneğin kurucularından Abdülkadir İnan, Fevziye Tansel, Baha Sürelsan, Refet Körüklü gibi ilim ve sanat adamlarını da duymamış. Heyecanlı görünen bu başlangıca rağmen, dernekler yeni yönetim altında pek parlak faaliyet gösteremezler. Behçet Kemal Çağlar, yazdığı açık mektupla üyelere zor anlaşılır arı diliyle şairane bir çağrı yapsa da, işlerlik kazandıramaz.12 İki yıl sonra da, 21 Nisan 1963 günü Türk Kültür Dernekleri’ni halkevlerine dönüştürür.

Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ ve Şefik Soyuyüce, haklarındaki emeklilik ve yurtdışına tayin tasarrufunun kaldırılması için 1961 Mart ayında Danıştay’a dava açarlar. 12 Haziran 1960 günü kabul edilen anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesiyle ilgili kanunun ikinci bölümündeki maddeye dayanmaktadırlar. “Madde 10- Milli Birlik Komitesi üyeleri, kendi dileğiyle komiteden çekilebilir. Fakat ikinci maddede yazılı yemine ihanetleri mahkeme hükmü ile sabit olmadıkça Komiteden çıkarılmaz.” Hürriyet gazetesine göre, Danıştay Başkanlığına vekalet eden Yedinci Daire Başkanı dava açıldığını teyit ederek, on gün içinde Genel Kurulda bakılacağını belirmiştir.13 Ertesi gün rivayet muhteliftir. Bir gazeteye göre, Danıştay Başkan Vekili, Alparslan Türkeş ile Muzaffer Özdağ’ın, haklarındaki tasarrufun iptali için Danıştay’a dava açtıklarına dair çıkan haberi yalanlamıştır. Bir başkasına göre, Dava, süresi içinde açılmadığı için Danıştay Beşinci Dairesi tarafından reddedilmiş, ancak, önümüzdeki günlerde zamanında müracaat eden eski Milli Birlik Komitesi üyelerinden Şefik Soyuyüce’nin davasını inceleyecektir.14 Yani, hukuk olmadığı için Danıştay da kem küm etmektedir. Neticede, Şefik Soyuyüce’nin davası da reddedilir. Red kararında, Danıştayın Hükümet tasarruflarını kontrol eden bir yargı organı olduğunu, 14’lerin ihracı kararının ise o sırada yasama organı durumunda bulunan Milli Birlik Komitesi tarafından verildiği ve yasama organının tasarruflarını Danıştayın kontrol etmesine kanuni cevaz bulunmadığı belirtilmektedir. Red kararının gerekçesinde, Danıştayın bir Anayasa Mahkemesi olmadığına da işaret edilmekte ve bu sebeplerle, bahse konu dava hakkında karar almasına imkân bulunmadığı kaydedilmektedir.15

Bu sıralarda sürgündeki üç eski üyenin görev yerlerinin kendi istekleri dikkate alınarak değiştirilmesi, görev başındaki eski komite arkadaşlarının ilk günlerdeki kadar olumsuz düşünmediğinin işareti sayılabilir. Şefik Soyuyüce Kopenhag’tan Roma’ya, Orhan Erkanlı Mexico’dan Ottawa’ya, Dündar Taşer ise Rabat’tan Bern’e tayin olunurlar.16

Abdi İpekçi, bir yazı dizisi için yaptığı seyahatte Alparslan Türkeş, Rifat Baykal, Muzaffer Özdağ, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, İrfan Solmazer, Numan Esin ve Şefik Soyuyüce ile görüşür. 25 Temmuz 1961’de yayınladığı intibalarında; Ondörtler’in seçimlerden sonra yurda dönmek istediklerini, bulundukları ülkelerde ekonomik ve sosyal incelemeler yaptıklarını, taksitle aldıkları otomobilleri olmakla birlikte mali durumlarının zannedildiği kadar iyi olmadığını, bilhassa küçük rütbelerde iken emekliye sevkedilmiş olanların pahalı ülkelerde hayli sıkındı çektiğini, Japonya Tokyo’da Kazanlı Türklerin oturduğu mahallede ikâmet eden Muzaffer Özdağ’ın dört ay evvel Ümit adında evladı dünyaya gelince aralarında para toplayıp yardım etmek zorunda kaldıklarını kaydeder.17

Ondörtlerin maaş ve harcırahları bazı çevreler tarafından dile dolanan hususlardan biridir. Abdi İpekçi’nin tarafsız bir gözle yaptığı tespiti, Türkeş de anılarında teyit etmektedir. “Hindistan’da otelde onuncu günümüzü tamamladık. Her şey mükemmeldi. Ancak, bu süre içinde parayı tükettik. Otel parasını ödeyemeyecek duruma düştüm. Elçi beyle görüştüm. Elçilikten, borç para verdi. Otel hesabını kapatıp, hemen bir ev aramaya koyuldum.”

Abdi İpekçi’nin yazısı akabinde, MBK üyesi Suphi Karaman, Ondörtler için olumlu bir beyanat veriri. “Gönlüm onlarla aynı statüde olmayı arzu ediyor. Ya onlar da bizim gibi senatör olur veya biz senatodan çekiliriz. Onlar da ihtilale en az bizim kadar hizmet etmiş arkadaşlarımızdır, bundan sonra daha da çok hizmet edeceklerdir”18 Aleyhte çevrelerde şaşkınlıkla karşılanan bu açıklamaya ertesi gün Mehmet Özgüneş de katılır. “Bu arkadaşlarımız da dürüst ve feragatkâr arkadaşlardır. Onlar da bizimle beraber çalıştılar.”19 Milliyet gazetesine göre, MBK, Ondörtler hakkında iyimserdir, Suphi Karaman’ın beyanatını çok olgun karşılarlar, aralarında bu konuyla ilgili bir görüş birliği mevcuttur.20 Ahmet Yıldız da dönüp dönmeyeceklerine dair soruyu olumlu cevaplar: “Elbette.. Onların durumunu düşünüyoruz. Uygun bir hâl tarzı bulacağız. Bu hâl tarzını hepimiz arzuluyoruz. 14 ler hakkındaki vefa duygularımız muhakkak körelmiş değildir. Onların durumu ile ilgili kararın alınması zaruretine inanıyoruz.”21 Osman Köksal, Sezai Okan ve Muzaffer Yurdakuler de aynı görüştedir.22 Hürriyet’e göre, Ondörtler konusunda Komitede yediye karşı on dört kişilik lehte bir çoğunluk vardır. 23

Ertesi gün, Dünya’da Falih Rıfkı Atay’ın her zamanki köşesinde imzasız başyazıyla feryad kopar. Bunun da yıldızı Ahmet Emin Yalman gibi 1944’lerden beri Türkçülerle bir türlü barışmamaktadır.

“Bunun sırası mıydı şimdi?

MBK üyelerinden Suphi Karaman, durup durduğu yerde bir çıkış yaptı, Ankara’da gazetecilerle görüşürken 14 ler söz konusu oluyor; Karaman: ‘Gönlüm onlarla aynı statüde olmayı istiyor. Bizimle aynı statüye gelmeliler, ya da biz, görevimiz bittikten sonra aynı statüye girelim.’ diyor.

Suphi Karaman, elbette ki istediği gönlünün istediği statüye girmekte serbesttir. Ama 14 ler bugün kendisinin içinde bulunduğu, yarın bulunacağı statüye girmelerine imkân var mıdır?

Karaman’ın bilmez görüşüne şaşıyoruz: 13 Kasım’da eski Komite lağvedilmiş, kendisinin de dahil bulunduğu 23 kişilik Komite kurulmuştur. Bu: Bir.

14 ler emekliye sevkedilmişler, eski hizmetlerine karşılık dışarıda görevlendirilmişlerdir. Yani ne Komite ile, ne ordu ile, ne Kurucu Meclisle bir ilgileri vardır artık. Bu: İki.

Yeni Anayasa’da, yalnız 23 kişiye Cumhuriyet Meclisi’nde ömür boyunca üyelik verilmiştir. Bu 23 kişi, Anayasa hazırlandığı sırada kanunen var olan MBK üyesi olanlardır. Madanoğlu istifa etmekle 22 ye inmiştir. Gerek tasarıyı kabul eden Kurucu Meclis, gerek tasarıya oy veren vatandaşlar, fiilen başında bulunan üyeleri kastetmişlerdir. O kadar. Bu da: Üç.

Tam seçimlere gidileceği bir sırada, Sayın Suphi Karaman’ın yeni bir mesele ortaya atması doğru muydu acaba?”24

Ahmet Emin Yalman’ın Hür Vatan gazetesinde de imzasız ikinci bir başyazıda, “14 ler Ve bir Beyan” başlığıyla benzer görüşler ileri sürülür.

“Geride bıraktığımız haftanın sonlarında Milli Birlik Komitesi üyelerinden Suphi Karaman gazetecilerle yaptığı bir görüşmede 13 Kasım hareketiyle devrin Milli Birlik Komitesinden tasfiye edilerek yurt dışına gönderilmiş bulunan 14’ler hakkında, ‘Gönlüm onlarla aynı statüde olmayı arzu eder.’ tarzında bir beyanda bulunmuştur.

Suphi Karaman’ın buna kanunen imkân olmadığını, zira, bahis konusu kimselerin, a) Komiteden çıkarılmış bulunduklarını, b) Askerlikten emekliye sevkedilmiş olduklarını ve, c) Milletin ‘senatör’ olmak hakkını sadece Komitenin sayısı 22’yi bulan bugünkü üyelerine tanıdığını bilmesi icap ederdi. Bütün bunlar pek bilinmeyecek işler olmadığına göre, akla, Suphi Karaman’ın, a) Komiteden çekilmek ve dolayısiyle senatörlük hakkından feragat etmek, b) Emekli olmak istemesi gelmektedir ki, bunlar elbette ki herkesin hakkı olduğu kadar Suphi Karaman’ın da hakkıdır.

İşin buraya kadar olanı sadece Suphi Karaman’ı ilgilendirecek bir meseledir. Ancak, önce Suphi Karaman’ın dikkatsizce beyanıyla, sonra da bir gazetenin dün bildirdiğine göre, bu beyanın Komitenin diğer üyeleri tarafından ‘olağan’ karşılanması üzerine, meselenin halk efkârını da ilgilendiren bir yönü ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki:

Anayasanın yürürlüğe girmesi 14’lere yurda dönmek hakkını veriyorsa, Anayasaya hürmet edilmesi gerektiğine inanan hiç kimse elbette ki ‘Neden döndüler?’ sorusunu sormayı akıllarına getirmeyecektir. Ancak bizzat Devlet Başkanı tarafından orduyu ikiye bölmek, demokrasinin kuruluşuna mani olmak istemek, hatta Devlet Başkanına karşı bir suikast tertibini düşünmekle itham edilen bu kimselerin vaktiyle neden gönderilmiş olduklarını adalet huzurunda sormak da geleceğin iktidarını bekleyen işlerin başlarında gelecektir.”25

Yeni Sabah’ın gazete adına yayınlanan aynı mahiyette başyazısından26 sonra Dünya’da Hayri Alpar da “Ondörtler meselesinde ısrar, ancak havayı bulandırır” 27 diyerek meşum koroya katılır.

Büyük Türk milliyetçisi Galip Erdem, Tercüman’da, Mektuplar isimli köşesinde yazmaya başladığının daha ikinci günü, “14 lerin dönüşü” başlıklı yazısıyla özellikle Dünya ve Hür Vatan başyazarlarını zımnen muhatap alarak ve onlardan daha vazıh kullandığı Türkçeyle ağızlarının payını verir.

“14 lerin dönüşü

Varmak istediğimiz neticeyi peşinen belirtelim. Bazı yazarların 14 ler konusundaki tutumlarını vaktiyle beğenmemiştik. Şimdi de beğenmiyoruz. Münhasıran M.B. Komitesini ilgilendiren bir meselede münakaşa kapılarını açmağa çalışmanın mânası da yoktur, faydası da.

Son günlerde M.B.K. üyelerinden sayın Suphi Karaman, Mehmet Özgüneş ve Ahmet Yıldız’ın malûm beyanları üzerine, merakları müsellem kişiler bu mevzuu yeniden alevlendirmeye çalışıyorlar. Şimdilik iki yazı gördük, ikisi de imzasız. Birisi, tutmuş âdeta ders verir gibi eda ile usûl hatasından, mevzuatın imkânsızlığından bahsetmiş. Araya da öyle bir lâf katmış ki, hüsnüniyetle izaha çalışıldığı takdirde anlaşılması pek zor: vatandaş, daimi senatör sayısının 23 olduğunu düşünerek Anayasaya ‘evet’ demiş! Sanırsınız ki, meselâ 14 lerin de senatörlüğü kabul edilse idi ‘Beyefendi’ mutlaka bir şeyler yapacak, hayır dedirtmenin bir kolayını bulacaktı.

‘14 ler’ meselesine dair kocaman bir başmakale yazan ikinci ‘imzasız’ daha da baskın çıkmış. Kısaca şunları söylüyor: Umumî efkâr büyük bir hayret içinde imiş, ‘14 ler’ yurt dışına gönderildikleri zaman aleyhlerinde konuşmalar yapıldığı halde, bugün hangi sebeple leyhlerinde konuşuluyormuş? Vaktiyle niye gönderilmişler, şimdi ne diye geri getirilmeleri düşünülüyormuş? Ve daha bir yığın mış, mış… Adamcağız basbayağı hesap soruyor! İhtilâl rejimlerinin herkesçe demeyelim ama, bir başyazar tarafından herhalde bilinmesi gereken icapları vardır. İhtilal idarelerinden hesap sorulmaz. İhtiyaç duyarlarsa kendileri hesap verirler. İhtilaller tarihinde sayısız misalleri bulunan bu açık hakikata rağmen, bizim 27 Mayıs ihtilâlcileri demokrat ruhlu kimseler oldukları için, 14 aydan beri bol bol hesap soruluyor. Fakat, bu defa müsamahaları istismar edilmese, kader birliği yaptıkları, her türlü tehlikeye omuz omuza atıldıkları arkadaşları için taşıdıkları müsbet düşüncelere mahiyeti malûm endişeler karıştırılmasa çok iyi olacak. Hele, daima denenmiş ama hiçbir zaman muvaffak olamamış bir usule başvurmak, kelime oyunlarına sığınıp küçük hesapların tahakkuku hevesine kapılmak pek çirkin kaçıyor. Böyle bir davranışın basın hürriyeti ile de her gazetecinin sahip olması icap eden medenî cesaretle de aslâ bir alâkası yoktur. Medeni cesaret, insanın kudret sahiplerine sempatik geleceğini umduğu uydurma fikirlerle değil, asıl maksadını açıkça ortaya koyarak meydana çıkar.

Eğer biz yanılıyorsak, eğer ‘14 ler’ meselesinin basında münakaşa edilmesi zararlı değil de faydalı ise şunu diyeceğiz. Memleketin mukadderatını hâlen ellerinde tutanlar bu hususu tasrih etsinler. O vakit herkes bildiğini yazar, leyhte de aleyhte de enine boyuna konuşulur. Kimin delileri daha ikna edici ise, kimin sözleri hak ve hakikata daha yakınsa ona itibar edilir.

Zira, Türk basınının bu konudaki umumî temayülü ile, üç beş mensubunun yaratmağa çalıştığı hava arasında herhangi bir benzerlik olabileceğini hiç sanmıyoruz.” 28

Çetin Altan konuya biraz gecikmeli girer, gazetesinin yayın politikasına uygun olumlu görüş beyan eder. “Ondörtler gelsinler mi gelmesinler mi? Niye gittiklerini bilmiyoruz ki… Elbette gönlümüz kimsenin, hele böyle bir ihtilâlde büyük hizmetleri dokunmuş insanların yurda dönmek hakkından mahrum edilmelerini istemez.”29

Konu yaklaşık iki hafta gündemi işgal eder. Nihayet, MBK basın sözcüsü Kurmay Binbaşı Ali Armağan, düzenlediği basın toplantısında gazetecilere tarizde bulunur ve nihai açıklamayı yapar: “Halen yurt dışında bulunan bu 14 subay 126 sayılı kanun gereğince emekliye sevkedilmişlerdir. 127 sayılı kanun gereğince de dış memleketlerde müşavirlik vazifesiyle görevlendirilmişlerdir. Ve en az iki yıldan evvel geriye alınamazlar. Milletçe tasvip edilen İkinci Cumhuriyetin Anayasasına göre de 157 sayılı kanunun altında adları bulunan MBK üyeleri Cumhuriyet Senatosunun tabii üyeleridir. Bu kanunun altında 14 lerin imzası yoktur. Senatonun tabii üyesi olmaları imkânsızdır.”30

Ondörtler iki yıldan önce yurda dönemezler. Menderes ve iki bakan arkadaşı idam edilir. Memlekette çıt çıkmaz. Apar topar yapılan seçimlerde CHP birinci parti çıkar. MBK’nın kalan üyeleri ömür boyu tabii senatör olarak geleceklerini garanti altına alırlar.

Alparslan Türkeş, Türklük düşmanlarının daima hedefinde olmuştur. Onun şahsında husumet güdülen, Türk milliyetçiliğidir. O Türkçülüğü, Türk milliyetçiliğini, ülkücülüğü asla taviz vermeden, kimseye eğilip bükülmeden, şerefle, haysiyetle, vakarla büyük hedeflere taşımıştır.


1- Cumhuriyet, 17 Temmuz 1960, “Başbakanlık Müsteşarı Albay Alparslan Türkeş ile görüşme”, Cevat Fehmi Başkut.
2- Devlet dergisi, 3 Kasım 1969, “Türkeş’i Dinlerken”, M. Güneş Koryurt, sayı 31, sf. 2.
3- Vatan, 16, 17 Kasım 1960.
4- Kim, 10 Ağustos 1960, sayı 109; 21 Kasım 1960, sayı 125.
5- Akis, 19 Şubat 1962 sayı 399, 26 Şubat 1962 sayı 400, 27 Şubat 1962 sayı 401, İnönü Vakfı https://www.ismetinonu.org.tr.
6- Alparslan Türkeş. 27 Mayıs, 13 Kasım, 21 Mayıs ve Gerçekler, sf. 168-169, Dokuz Işık Yayınevi, 1977.
7- Milliyet, 16 Aralık 1960.
8- Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları Şahinlerin Dansı, ABC Basın Ajansı Yayınları, 1995.
9- Havadis, 26-27 Ekim 1960.
10- Milliyet, Öncü, Yeni Gün, 29 Ocak 1961.
11- Vatan, 31 Ocak 1961, “Kültür derneklerinin yolu açık olsun”, Oktay Akbal.
12- Vatan, 6 Haziran 1961, “Bizim Derneklilere Açık Mektup”, Behçet Kemal Çağlar.
13- Hürriyet, 23 Mart 1961.
14- Resimli Posta, Tanin, 24 Mart 1961; Akis, 27 Mart 1961, sayı 352.
15- Hürriyet, 30 Mart 1961.
16- Milliyet, 30 Mayıs, 4 Haziran 1961; Vatan, Yeni Sabah, 27 Temmuz 1961.
17- Milliyet, 25 Temmuz 1961.
18- Dünya, Hürriyet, Kudret, Milliyet, Ulus, Vatan, Yeni Sabah, 29 Temmuz 1961.
19- Vatan, 30 Temmuz 1961.
20- Milliyet, 31 Temmuz 1961.
21- Yeni Sabah, 1 Ağustos 1961.
22- Cumhuriyet, Milliyet, 1 Ağustos 1961.
23- Hürriyet, 1 Ağustos 1961.
24- Dünya, 30 Temmuz 1961, “Bunun sırası mıydı şimdi?”.
25- Hür Vatan, 1 Ağustos 1961, “14 ler Ve bir Beyan”.
26- Yeni Sabah, 1 Ağustos 1961, “Türk umumi efkârı hayrette".
27- Dünya, 3 Ağustos 1961, “Ondörtler meselesinde ısrar, ancak havayı bulandırır”, Hayri Alpar.
28- Tercüman, 2 Ağustos 1961, “14 lerin dönüşü”, Galip Erdem.
29- Milliyet, 11 Ağustos 1961, “On Dörtler”, Çetin Altan.
30- Akşam, Milliyet, Yeni Sabah, 13 Ağustos 1961.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,08 M - Bugn : 2144

ulkucudunya@ulkucudunya.com