Kadirşinaslık, âlicenaplık mili seciyemizin temel direklerindendi. Tarih içerisinde yaşanmış, var olmuş… Ancak, milli kültürden uzaklaştıkça, değerlerimizi sırtımızda taşıdığımız yüklerden kurtulurcasına terk ettikçe, yaşamakta olduğumuz hayatın içinden çıkarıp attığımız hasletlere dönüştü. Sahibi olduğu hazineyi bir yük olarak görüp de, o yükten kurtulmak için yollara saçan mirasyedilere döndük. Kadirşinaslığın yerini de kadirbilmezlik, nankörlük aldı. Yaşarken kadrini bilmediğimiz kıymetlerin farkına, ancak öldüklerinde varırdık. Kadirbilmezlik illeti ile öylesine malûl olduk ki, artık ölümler bile ilgisizliğimizin üstesinden gelemiyor.
Ramazan'ın son haftasında, Kadir Gecesi'nde bu dünyadan göç eden Ziya Nur Aksun'un ardından yazılıp çizilenlerin çoğu, Merhum'un Bediüzzzaman ile olan ilişkilerinin hatırınaydı ve o cemaate aitti. Oysa bizim camianın iki büyük ismi başta olmak üzere Marmara Kıraathanesi sohbetleri vasıtasıyla milli tarih felsefesinin kitlelere yayılmasında büyük emeği vardı. Dündar Taşer ile olan sohbetlerini "Dündar Taşer'in Büyük Türkiyesi" isimli kitabında bizzat kendisi kaleme almış, Erol Güngör ile olan sohbetlerini ise Erol Güngör'ün kaleminden öğrenmiştik. Ama Dündar Taşer'i, Erol Güngör'ü unutanların, gölgede kalmış bu tarih bilgesini.. üzerimizdeki hakkını-emeğini hatırlamaları mümkün müdür?
Ziya Nur gibi sessiz sedasız gidenlerden birisi de iki hafta önce kaybettiğimiz Ensar Kılıç'tı. Camiamızda var olan tiyatro sanatçısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır. Ve onlardan birisi olan Ensar Kılıç'ın göç edişinden bile pek çoğumuz haberdar olamadık. 80'li yılların yeniden toparlanma çalışmaları içinde "gece" ve "şölen"lerin ayrı bir yeri vardı. Ve bu geceleri, şölenleri tertipleyenlerin ilk aklına gelen isimlerden birisiydi Ensar Kılıç. Devlet Tiyatrolarında kadrolu olmasına aldırmadan pek çok şölende, o tok sesiyle program sunup, şiirler okuduğuna her birimiz şahit olmuşuzdur. O zor günlerde dik, hem de dimdik duranlardandı.
Türk Milliyetçiliğinin yaşamakta olduğumuz şu en zor günlerinde, iman ve samimiyetinde, azim ve cesaretinde en küçük eksilme olmadan sahiplenip, savunan, o dik duruşlulardan kadrini bilemediğimiz bir kıymetimiz daha yine sessiz sedasız son yolculuğuna uğurlandı. Durmuş Hocaoğlu, pek sert esen küresel rüzgârlar karşısında milliyetçiliğe olan inancı sarsılmış nice aydın gibi sus pus olmak yahut istikamet değiştirmek yerine, bütün gayretini milliyetçilik ve Türk Milliyetçiliğini müdafaaya ve tahkime tevcih etti.
Milliyetçi namıyla maruf pek çok aydının AB ve küreselleşme rüzgârlarına kapılıp, yerelliğe savrulduğu; milliyetçiliği, hele de Türk Milliyetçiliğini, anmaktan imtina ettiği; milliyetçilerin siyasi partisinin bile "onurlu AB üyeliği" fantezisi ile meşgul olduğu dönemlerde, pür iman ile ve gittikçe artan celadetle Türk Milliyetçiliğinin müdafii olmuştu. Ve bu tavrının tabii neticesi olarak yazdığı gazete ve dergilerin, programlarına katıldığı televizyonların kapıları bir bir kapanmıştır yüzüne.
Gazete yazılarını bile akademik makale ciddiyeti ve titizliği ile yazmaktaydı. Günlük gazete yazılarına eklediği kaynakça ve dipnotlar ilmî hassasiyetinin ve disiplinli şahsiyetinin tezahürleri olsa da, günümüz insanı için yüktür. Öyle ki, iki buçuk yıldır yazdığı milliyetçi gazete bile yazılarını yayınlarken bin dereden su getirmektedir. Gazetenin tavrından bîzâr olan Hoca "ben de nihâyet, "çekildik izzet ü ikbâl ile..." deyip, dört yıl beş ay süresince cem'an 737 adet yazı te'lif ettiğim sütûnumu, sağ-salim, yara-bere almadan, kendi elimle kapattım çok şükür" diyerek son vermişti yazılarına.
Yaklaşık bir buçuk yıldır yazılarına kendi web sitesinde devam ediyordu. Aslında pek de devam ediyor sayılmazdı. Pek az yazıyordu ama... Yetmiş kilodan elli kiloya düşmüş olması, diyabet ve safra kesesi gibi arazlar, ameliyatlar değildi yazılarını seyrekleştiren! İçinden bir ses "Artık kabûl et, Hocaoğlu: Senin bütün te'sirin, kara kışın tam ortasında Ağrı gibi bir dağın başında soba kurarak gökyüzünü ısıtmaktan başka nedir?" diyordu.
Pek haksız da sayılmazdı içindeki ses… Kullanılan lisana bakıp " bugün kullandığımız Türkçe bir dil midir?", vatanlarının ellerinden gitmesine seyirci kalan bu millete bakıp "Türkler millet olabildiler mi, vatanlarını koruyabiliyorlar mı?" sorularını; terör karşısındaki aymazlığa bakıp "silahla kalkışanı silahla oturtmayanlar masaya oturmaya mecbur kalırlar" hakikatini ihtar ettiği nice haykırışı ne millette makes bulmuştu ne de milliyetçilerde. Hastalığının asıl sebebi devlet ve millet cephesinde yaşanan bu körlük ve sağırlıktı. Türk Milletine ve Türk Milliyetçiliğine iman etmiş bir münevver olarak milletin bölünmesine, vatanın parçalanmasına, Anadolu'da bin yıldır sürdürdüğümüz savaşı kaybetmekte olmamıza yol açacak gidişatın önüne geçememek… Bu yalın hakikati bilmek, görmek ama mani olamamak O'nu kahretmişti.
İçinden bir başka ses, vicdanının sesi ise "Kaçma, geriye dön ve dövüş, evini terketme; ellerinle dövüş, kaleminle dövüş, eline ne geçerse onunla dövüş, tek nefer kalsan da dövüş, kaçma." diyordu. İman ve vicdan sahibi hakiki bir münevver olarak kararı belliydi: "ikinci sesi dinlemek ve yazmak; ama bugünden ziyâde, istikbâle; yakın, yakın olmazsa uzak, hattâ belki de en uzak geleceğe hitapetmek. Henüz cenin hâlindeki bu kararım kat'iyyet kesbedecek olur ise, artık "geleceğin tarihine yazılmış mektuplar" kaleme alacağım demektir; kürrei arzın neresinde, hangi ıklim(ler)de, hangi zaman diliminde, hangi kavimden, hangi dilden, hangi dinden olduğunu bilmediğim, yüzünü hiç görmeyeceğim, hiç göremeyeceğim dürüst insanlara hitap eden mektuplar olacak bunlar ve yazdıklarımı bir bunlar okuyacak ve bir de kavuşmaklığıma az birşey kalan Rabbim."
Biz, günümüz Türk Milleti ve Milliyetçileri olarak, O'nun yazdıklarının muhatapları olarak, kadirbilmezlik illetine yakalanmışlar olarak hitap ve ihtarlarına eşlik edemedik. Arkasında bıraktığı mirasa, yazdığı mektuplara gelecekte sahiplik edenler olur inşallah!
Sessiz Gemi misali son yolculuklarına çıkan o tarihçi, o sanatçı ve o alim değildir sadece kaybettiklerimiz. Onlarla beraber imanımızı da kaybediyoruz... Cesaretimizi, samimiyetimizi, azmimizi de kaybediyoruz!
Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.