« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Halim Kaya

10 Haz

2024

KURTULUŞ’A MUHALEFET MİLLİ MÜCADELENİN DİNCİ MUHALİFLERİ

10 Haziran 2024

Türkiye Cumhuriyetinde doğmuş ve büyümüş, eğitim ve öğretimini Türkiye Cumhuriyetine ait okullarda2002 yılına kadar tamamlamış olup da “Kurtuluş’a Muhalefet-Milli Mücadelenin Dinci Muhalifleri” başlığıyla yazılmış bir kitabı görüp de ilgisini çekmeyenler ya bu kitapta bahsedilen “Dinci Muhalefet” denilen kesimin torunlarıdır ya da Türk’e ve Türklüğe düşman olan azınlıkların mensubu ya da Türk’e ve Türklüğe düşman yabancı ideolojilerin uşağı, yerli işbirlikçisi, aklını ve beynini yabancı istihbarat teşkilatlarının emrine vermiş, bu yabancı ideolojileri yayan dış düşmanlara satmış mankurtlardır.

İşte bizde Türkiye Cumhuriyetinde yetişmiş bir Türkiye vatandaşı, Türk milletinin millet olma şuuruna ermiş bir mensubu, bir Türk olarak eğitim sıralarında okutulan Milli Mücadeleye Muhalefet edenler ve çıkardıkları dini isyanlarla engel olmaya çalışanların hafızamızda bıraktığı menfi mana ile kitabı okuma ihtiyacı duyduk. Okurken de aklımıza gelen bir takım mülahaza ve değerlendirme cümlelerini yazmayı uygun gördük.

Prof. Dr. Rahmi Doğanay’ın “Kurtuluş’a Muhalefet-Milli Mücadelenin Dinci Muhalifleri” adlı kitap kaynakçasındaki kaynakların çokluğuna bakınca ve de okul yıllarımızda bize anlatılan İnkılâp Tarihi derslerinden edindiğimiz bilgilere bu güne kadar başlı aşına ele alınmamış, diğer konular anlatılırken dağınık bir halde temas edilmiş ancak bu dağınıklığı fırsat bilen “Dinci Muhalefet” tarafından da sahipsiz bir alan olarak nevşunema bulmaları için korkusuzca ve sınırsızca kullanmalarına sebep olmuştur. Milliyetçiler yaptıkları eleştirilerinde “dindar” ile “dinci”yi daima ayırmışlardır. Kitabın yazarın Prof. Dr. Rahmi Doğanay’ın da “Dinci Muhalefet” tabirini kullanmasından gene daha kitabın başlığını koyarken bu ayrıma dikkat ettiğini ve samimi dini inançlarını yaşayanlar ile bu duyguları istismar ederek siyasi düşüncelerini perdeleyenleri ayırmaya itina gösterdiği anlaşılıyor.

Prof. Dr. Rahmi Doğanay’ın “Kurtuluş’a Muhalefet-Milli Mücadelenin Dinci Muhalifleri” adlı kitabının birinci baskısı Ötüken Neşriyat tarafında 2024 yılının ilk çeyreğinde -muhtemelen Ocak, Şubat, Mart ayları içinde- yapılmış. Elimizdeki bu kitap “Ön Söz”, “Giriş”, “I-Mondros Mütarekesi”, “II-Milli Mücadelenin Başlaması”, “III-Milli Mücadele Karşıtı Unsurlar”, adlı ana başlık ve bu başlıklar altında tali başlıklar ile “Sonuç”, “Kaynaklar”, “Ekler”, “Dizin” bölümlerinden oluşan 283 sayfadan oluşan bir kitaptır.

Prof. Dr. Rahmi Doğanay Osmanlı çöküşünü siyasi haklar ve sanayileşmek gibi iki sebebe bağlıyor “Avrupa aydınlanmasına ayak uyduramayan Osmanlı İmparatorluğu, aydınlanmanın sonucu olarak toplumları etkileyen özgürlük, eşitlik, milliyetçilik gibi fikri ve siyasi, sanayileşme gibi iktisadi gelişmelerin rüzgârında sürüklenmiştir.” Cümlesinin akabinde kurduğun “Osmanlı unsurlarının özgürlük ve eşitlik gibi temel insani hakların kullanımı üzerine merkezi yönetime ilettiği talepler, İmparatorluktan ayrılma konusunda alttan alta beslenen milliyetçilik faaliyetlerinin paravanı olmuş, Osmanlı yönetiminin bu talepleri karşılama çabaları muhataplarını hiçbir zaman tatmin etmemişti.” (S.9) cümle de göstermektedir ki sanayileşemem aslında Osmanlıyı yıkan direk bir sebep değil de çağın teknolojik silahlarıyla donanamaması dolayısıyla etki eden bir sebeptir. Asıl sebep siyasidir ki özgürlük ve eşitlik kavramlarının hâkim millet ile aynı kanunlara ve aynı hukuki uygulamalara tabi olmak olmadığını günümüz Türkiye Cumhuriyetinde bölücü terör eylemleri yapanların tutum ve davranışlarından anlaşılıyor. Demokratik sınırlar içinde siz insani hakların kullanımı ve ekonomik fırsatlardan yararlanma hususunda her türlü serbestîyi vermemize rağmen bölücüleri nasıl tatmin edemiyorsak o günün azınlıklarını da tatmin edemedik ve Osmanlıyı yıktılar. Ancak bunun üstesinden bugün sahip olduğumuz SİHA teknolojisi gibi bir teknolojiye sadece Askeri alanda değil ama her alanda sahip olmakla güçlü bir devlet olarak sağlanabilir. Yoksa bu siyasi istekler şu mesel benzer ki; bu meselde Çayın yukarısından su için Kurt’un aşağıda su içen kuzuya suyumu kirletiyorsun diyerek çıtıl çıkarmasına benzer ki Kurt’un asıl amacı suyun kirletilmesi değildir, kuzuyu yiyecek bir sebebin olmasıdır.

Osmanlı devletinin çağdaşlarıyla rekabet edebilmek için yaptığı ıslahatların zamanla Avrupa’yı örnek almanın karşılığı olan Batılılaşma/Modernleşmeye dönüşmesinin de yeterli olmadığını ancak bu dönüşümün Osmanlı toplumunda dini, siyasi, kültürel, ideolojik tartışmalara ve çatışmalara sebep olduğunu, Tanzimat Fermanıyla toplum yapısının Avrupai şekle dönüştürülmesine, Avrupai değerlerin kabul ettirilmesine çalışıldığını bu ıslahatlara karşı çıkanlar “ulema sınıfı” da dini gerekçeler ile karşı çıkmaya başlamış, bu karşı çıkışa da süreklilik kazandırınca “Ortaçağ anlayışı adeta yer değiştirmiş, İslam toplumlarında tutuculuğun hâkim olmasıyla adeta Müslüman bir ruhban sınıfı oluşmuştur.” (S:9)

Ulemanın tutucu, Batıcı aydınların yenilikçi çabaları eskiye dönük ve reformcu zihniyetler arasında çatışmaya sebep olmuş “Devlet ise, bunların kurumlarıyla birlikte yan yana yaşamasına müsaade etmiş” ancak “zihniyetler ve hatta kurumlar ve kurumasallık bakımından bu mücadelenin ‘kan davası’na dönüşmesine de kapı aralamıştır.” (S:10) Devlet yönetim anlayışındaki ve kurumlarındaki bu düalite yönetim zaaflarına da sebep olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunu yıkılmasına sebep olurken “çatışmanın gelecek kuşaklara taşınmasına sebep olmuş, bitirilmeyen bir süreç olarak, Türkiye [Cumhuriyeti]’nin ve Türk toplumunun uzlaşma kültürüne de zarar vermiştir ve vermektedir.” (S:10) Prof. Dr. Rahmi Doğanay “Yeni Türk devletinin mimarları, Tanzimat’tan bu yana modernleşme konusunda süregelen yenilikçi-tutucu zihniyetler arasındaki ikircili tavrı bitirmek için Osmanlı yöneticilerine göre daha kararlı ve avantajlıydılar. Cumhuriyet inkılâplarının amacı, bu tereddüt ve kavgaya hukuken ve resmen son vermekti.” (S:11) diyerek dualiteyi bitirenin Türkiye Cumhuriyetinin kurucularının olduğunu söylese de milletleşme süreci tamamlanmadan geçilen çok partili sitemin aynı sıkıntıları tekrar su yüzüne çıkardığını da “Yakın çağda Osmanlı dini çevrelerinde hortlayan ve bir anlamda laikliğin gerekçelerinden biri olan orta Çağ Avrupası’nın ruhbanlık anlayışına karşı; 1924’te Tehvid-i tedrisat Kanunu ile tekke, zaviye ve medreselerin kapatılması[yla] da mümkün olmuştu. Bazen bu uygulamalara karşı muhalif tepkiler vermiş şeyhler, seyitler, din adamları, tarikatlar ve cemaatler kalkışma girişiminde bulunmuş olsalar da, bu tepkiler bastırılmış, ilgili çevreler ve yapılar sessizliğe bürünmüşler, genellikle de yer altına çekilerek, faaliyetlerini gizlilik içinde yürütmüşlerdi. Daha doğrusu uygun iklim oluştuğunda açığa çıktıkları zaman böyle olduğu fark edilmişti.” (S.11) Ancak bizi düşündüren mesele bu tarikat ve cemaatler Orta Asya’daki Türk milleti arasında Türklük bilincinin ve İslam inancını yaşamasını ve gelecek nesillere taşınmasına aracılık ederek bağımsızlığın kazanılmasında ve Müslüman Türk kalınmasını sağlarken Osmanlı ve Türkiye’de neden Mandacılık ve muasır medeniyetler seviyesine çıkmaya engel bir anlayışa evrildikleridir ki bu aşamada bu farklılığın sebebi olarak aklımıza Osmanlı ve Türkiye’de tarikat ve cemaatlerin kurulu bir sistemin sağladığı ekonomik çıkarları kaybetmek istememeleri, Orta Asya’dakilerin de zaten sahip olmadıkları ekonomik düzen yerine varlıklarını tamamen milletin varlığına bağlamaları, din ve devletin korunmasına yönelik anlayışlarının olduğu geliyor.

Osmanlı Hanedanı “halifelik” makamını da uhdesinde tutması dolayısıyla “saltanat”a hâkimiyetini daha da güçlendirmiş “İstiklal Harbi sıralarında Kuvayımilliye’ye karşı çıkanlar, hatta bazen taraf olanlar bile bu [halifelik ve saltanatı birlikte savunan ve duyulan bir] bağlılık içinde hareket etmişlerdi. İslamcı, Osmanlıcı, saltanatçı, hilafetçi çevreler, İngiliz himayesini savunmuşlar, İngiltere’nin lütfedip, Osmanlı’yı himayesine alması için uğraşmışlar, bunun için usluca oturulmasını [Kuvay-ı milliye hareketi yoluyla bağımsızlık mücadelesine başvurulmamasını] salık vermişlerdi.” (S.10)

Prof. Dr. Rahmi Doğanay ruhban sınıfı dediği din adamlarına yaptığı eleştirilerin sebebini “Bizin derdimiz de demokratik haklarını hukuk çerçevesinde kullanan dindar insanları, inanç ve ibadetler değildir. Kimsenin vicdan ve ibadet hakkını sorgulamak gibi bir niyetimiz olmadığı gibi buna hakkımız olmadığının da farkındayız ve aksini haksızlık olarak gören bir vicdana sahibiz. Konuyu gündeme getirişimiz, Allah’ın, halkın inancının ve dini hassasiyetlerinin, ticari ya da siyasi itibar hesaplarıyla kullanılıyor olmasındandır.” (S:11) olarak açıklamakatdır.

Daha önce Vahit Türk hocanın yazmış olduğu “Türk Kimliğinin Kaynakları” adlı kitapta karşılaşmış olduğum Almanya ile ilişkilerin başlama zamanın İttihat ve Terakki ve Enver Paşa’dan önce var olan ilişkilere istinaden daha kolay sağlanmasından başka bir şey olmadığı konusuna Prof. Dr. Rahmi Doğanay’da “İtilaf Bloğu tarafından bir bakıma dışlanan Osmanlı Yönetimi için Almanya ile daha güçlü bir işbirliği kurulması doğru siyaset olarak görülmüştü. II. Abdülhamit döneminden beri takip edilen dış politika uygulamalarında, Almanya’nın payanda olarak tercih edilmesiyle, bu siyasetin uygulanması konusunda, yeterli bir alt yapı da oluşmuş durumdaydı. İktidarda bulunan İttihat ve Terakki ileri gelenleri arasında, başta Enver Paşa olmak üzere, azımsanmayacak ölçüde alman ekolünü benimseyenler de bulunmaktaydı. Bu çevrelerde Almanya ve müttefiklerinin savaşı kazanacağı kanaati hâkimdi.” (S:13) ifadeleriyle açıklık getirmektedirler.

“Meselemiz insanların inançlarının, Müslümanların yahut bizzat İslam’ın analizi değil, siyasi rekabet ve günlük hayatın her türlü alanı içinde maruz kaldığı istismarıdır.” (S:16) diyen Prof. Dr. Rahmi Doğanay 30 Ekim 1918 tarihinden Mondros Mütarekesinin imzalandığı tarihten 30 Ağustos 1922 tarihine kadar olan zaman diliminde “Türk milletinin hukukunu korumak adına işgalcilere karşı mücadele verilen bu dönemde, İstanbul –Ankara arasında yaşanan meşruiyet ve egemenlik mücadelesi çerçevesinde din olgusu ağırlıklı olarak kullanılmıştır. Dinin siyasette kullanılması, konunun açıklanmasında örnek teşkil edecek bir yörüngede seyretmiştir.” (S:16) diyerek aslında dinin kendisinin eleştirilmediğini günlük siyasette istismar edilerek kullanılmasının eleştirildiğini, istismar edilerek kullanılan dini kendilerine hareket noktası olarak alanların yanlış hareketleri ve siyasi kararlarının isabetsizlikleri, tutarsızlıkları eleştirilmektedir. Aslında burada yapılan dini siyasete alet edenlerin bu dini siyasete alet edişlerinin eleştirildiği gayet aşikârdır. Ancak din istismarcıları bunu da istismar ederek dini siyasete alet etmekten sakınmamışlar, inadına yapılan uyarı ve eleştirileri dikkate almadan istismara devam etmişlerdir. Hatta yayınladıkları fetvalarda “Bolşevik”, “eşkıya”, “günahkâr” gibi (S:16) suçlayıcı yaftalayıcı bir yol izlemişler, karşılarındakileri dinden çıkmakla itham edecek dereceye gelmişlerdir.

Osmanlı Devletinin yönetim merkezi olan İstanbul’un işgal altında olması Halife Sultan tarafından kurtuluş mücadelesinin başlatılmasının imkânsızlığı siyaseten yönetimi elinde tutan pozisyonunda olması dolayısıyla Kuvay-ı Milliyecilerin bu yönde siyasi temsil haklarının olduğuna dair bir iddialarının olması mümkün değildi. Bunun bilincinde olan Kuvay-ı Milliyeciler Halife sultan’a bağlılıklarını, halifenin kurtarılması (S.18) söylemlerini dillendirmiş olmalarına rağmen İstanbul hükümeti taraftarlarının hücumuna uğramışlar, zaman zaman Anadolu’da çatışmışlardır. Kuvvacıların “milletsiz ve millete rağmen bir şey yapılamayacağını bildikleri, milleti mücadeleye ikna etmek ve mücadelenin esaslarını belirlemek hususunda [milleti] yetkilendirmek istedikleri açıktır. İşgalciler bir tarafa, İstanbul’a rağmen bir şeyler yapıla bilmesi de bu yapının işleyişine bağlıdır. İşte bu noktada meşruiyet meselesinde ve millete vekâlet etme konusunda, Anadolu Hareketi’nin siyaseten olmasa bile hukuki ve fiili durumu haklılık kazanmaktadır.” (S:17) Anadolu Hareketi elinde siyasi yönetim gücü olmadığı için kendisini millete dayandırarak onu savaşa ikna edip vekâletini alarak meşruluk kazanmıştır.

Mondros Mütarekesinin imzalanmasında kitapta yazılan anlaşma metinlerinde bulunan 25 maddenin Osmanlı Türkiye aleyhine olduğunu kestiremeyen bir hükümet ve anlaşma heyeti anlaşmaya oturunca ancak yüzleştiği acı gerçekle baş başa kalıp bir oldubitti ile yeniden savaşma korkusuyla anlaşmayı imzalamış, İmzalarken de ellerine sadece sadrazam ve padişahın haberi olması gerektiği tembihlen gizli ikili bir anlaşma metni daha verilmiştir. 8 Ekim 1918 de istifa etmek zorunda kalan Talat Paşa hükümeti yerine 14 Ekim 1918 tarihinde kurulan Ahmet İzzet Paşa hükümeti kurulmuştur. Herhalde yıllardır Türkiye’de Lozan Antlaşmasının gizli maddelerinin olduğu söylenegelen dedikoduyu çıkaran kesimin bu Mondros anlaşmasında İslamcı, halifeci, saltanatçı ve de Osmanlıcı tayfanın taraf olduğu hükümet eline tutuşturulan bu gizli anlaşma metni tecrübesinin etkisi neden olsa gerek. Osmanlı büyük bir devlet mandaterliğini düşünürken, İngiltere ve ABD’nin adı öne çıkarken “Saltanatçı, Hilafetçi, hürriyet ve İtilafçı, İslamcı, muhafazakâr çevreler yoğun olarak İngiliz himayesini benimser ve savunurken, Amerikancılar [ABD mandasını İsteyenler], ittihatçı ve liberal kesimlerden taraftar bulmuştu.” (S:35) Ancak İtilaf Devletleri Osmanlı Devletini en az üç bölgeye ayırmayı farklı ülkelerin himayesine verilmesini planlıyordu. “Dönemin yetki sahibi devlet adamları, üst düzey komutanlar ve saray ileri gelenleri, Ahmet İzzet Paşa, Mahmut Paşa, Esad Paşa, Cevat Paşa, Ahmet Rıza Bey, Ali Kemal Bey, Mehmet Ali Bey, Damat Ferit Paşa ve Padişah Vahdettin, anda yanlısıydılar.” (S:36) ancak manda isteyenler arasında “Teali İslam Cemiyeti (S.37) Hürriyet ve İtilaf Fırkası Başkanı Sadık Bey, Said Molla, Çürüksulu Mahmut Paşa, Refi Cevad Bey, Zeynel Abidin, Rahip Frew, İngiliz Muhipleri Cemiyeti olmak üzere bazı cemiyetler ve üyeleri [de] vardı.” (S.39-40) Bu isimlerden kimlerin hangi fikri akımlara mensup olduğu da rahatça anlaşılır.

Amerikan mandasını isteyenler ve bunu gerçekleştirmek için Wilson Prensipleri Cemiyetini kuranlar bile olmuştu. “Cemiyetin kurucuları arasında Halide Edip, Celalettin Muhtar, Ali Kemal, Hüseyin Avni, Refik Halit, Ragıp Nurettin, Yunus Nadi, Ahmet Emin, Celal Nuri, Necmettin (Sadak), Velid Ebuzziya, Mahmud Sadık gibi isimler yer almıştı.” (S:46) ancak sadece bu kadar değillerdi “Wilson Prensiplerine bağlanan umutla, basın çevrelerinden Cenap Şehabettin, Ruşen Eşref, Yunus Nadi, İsmail Hami, hatta İngilizci Ali Kemal tarafından bile ABD mandasına olumlu yaklaşım gösterilebilmişti.” (S:48) Bazıları da genel manada bir mandacıydı galiba hem İngiliz mandacılığını isteyenler hem de Amerika mandasını savunanlar arasında isimleri geçmektedir. “Ehveni şer kabilinden Kara Vasıf, Ahmet Rıza, Cevat Paşa, Çürüksulu Mahmut Paşa, Esat Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Reşat Hikmet, Cami ve Sadi Beyler gibi askeri ve sivil bürokrasiden insanlar da ABD mandası fikrine sempatiyle yaklaşmışlardı.” (S:48)

Bu İngiliz manda fikrini savunup ta daha sonra Atatürk’e İngilizlerin kontrolünde olduğu suçlamasını getirenler, ona İngilizler ile Saltanat ve Halifeliği kaldırmak üzere gizli anlaştığı iftirasını atanlar her halde Atatürk’ün Mandaya karşı oluşunu unutup bu suçlamaları yapmışlardır. Eğer Atatürk İngilizlerin kontrolünde olsaydı ve de onlarla gizli bir anlaşma yapmış olsaydı hiç özelde İngiliz Mandası isteyenlere genelde bütün mandacı fikirlere karşı çıkmaz, kendisini de riske atmazdı. Nasıl olsa yukarıda isimlerini ve menşelerini verdiğimiz çoğu yetkili kişi mandayı savunuyordu. Mandacılığı o da savunur ve uygular böylelikle hem etkin bir çevre edinmiş olur hem de düşmanlıklarını kazanmamış olurdu.

Bu mandacılar içinde bulunan bazı isimler Türkiye Cumhuriyeti sonrasında da isimleri öne çımasına rağmen Türk milleti tarafından pek itibar edilmemişler ancak dar bir çevrede yetişmiş insan kaynaklarının olmamasından yararlanarak varlık göstermişlerdir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini kurduğu kadro içinde yer alan “Rauf (Orbay) Bey, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Refet(Bele) Paşa, İsmet (İnönü) Bey” ler (S:48) de Manda fikrinden vazgeçemedikleri halde daha çok Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün tesiri altında kalmaktan dolayı Kurtuluş Savaşı kadrosunda ve Atatürk’ün ekibi içinde olmuşlardır.

Atatürk Erzurum ve Sivas kongrelerinde mandacılık yapanlara sert bir şekilde karşı çıkmamış, hatta mandacıların mandacığın kabul edilmiş olduğu manada yorumladıkları ancak kitabın yazarı Rahmi Doğanay’a göre “tamda manda ve himayenin kabul edilmeyeceğine dalalet e[den]” (S.51) bir madde olan 7. Maddendin bile yer almasına ses çıkarmamıştır. Ancak Rahmi Doğanay Atatürk’ün sessiz kalarak ama planlı hareket ederek “Mücadelenin kritik bir aşaması olan bu dönemeçte, mandacıları karşısına alamazdı. Meseleyi zaman bırakarak onları etkisizleştirmekten de öte, milli bağımsızlık savaşında yanında yer almalarını sağlamıştır.” (S:52) sadece mandacıları yanına almak gibi bir içe dönük fayda elde etmekle kalmamış aynı zamanda manda düşüncesine müspet yaklaşan İngiltere ve Amerika karşısında da siyasi manevra alanı elde etmiş, kesin ve sert bir düşmanlık yaparak milli mücadelenin başlamadan bitirilmesini de dolaylı yoldan önlemiştir.

Atatürk’ün mandacılığa karşı oluşuyla ilgili Sivas Kongresine giderken Ağustos 1919 da söylediği “Ahmaklar! Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla ülke kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar. Oh, ne âlâ. Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız!.. Bu ne gaflet ne körlük ve budalalık… Öyle bir manda istenecek ve verilecekmiş ki, bu manda egemenlik haklarımıza, dışarıda temsil hakkımıza, kültür bağımsızlığımıza, vatan bütünlüğümüze dokunmayacakmış… Buna, böylesine, Amerikalılar değil çocuklar bile güler. Amerikalılar, kendilerine çıkar sağlamayan böyle bir mandayı neden kabul etsinler? Amerikalılar, bizim kara gözümüze mi âşıklar? Bu ne hayal ve aymazlıktır.” (S:52) ifadeleri örnek veren Rahmi Doğanay hemen aşağıda Atatürk’ün mandacılığa karşı olduğunu ortaya koyan bir telgrafından (S:53) daha bahsetmektedir.

Yukarıda İngiliz mandacılığını isteyen Osmanlıcı, İslamcı, Hilafetçi, saltanatçı çevreler hakkında yaptığımız yoruma yakın bir bakış açısını Rahmi Doğanay’da da görüyoruz. “İngiliz mandasını savunalar hakkında sessiz davranan, hatta onları masum ve mağdur göstermeye çalışan İslamcı, ümmetçi ve saltanatçı çevrelerin, Milli Mücadele Hareketi’ne ve mensuplarına ABD mandacılığı yaptıkları yaftasını yapıştırmaya çalışmalarının da cumhuriyet ve milli devletle ilgili hazımsızlıklarının göstergesi olduğu aşikârdır.” (S:54) bu kesimlerin günümüz temsilcileri de atalarını mazlum ve mağdur göstererek atarlını İngiliz himayesine dostluk ve merhametine sığınmak istemelerini perdelemeye çalışmaktadırlar.

Kurtuluş Savaşına karşı çıkanlar her ne kadar yerli halktan ve Osmanlı askeri ve siyasi bürokrasisinden aydınlar olsa da Mudafa-i Hukuk ile Kuvay-ı Milliye karşı doğrudan silahlı mücadeleye geçen ve Osmanlı Anadolu topraklarından kendilerine vatan verilmesini isteyenlerin Yunanlılar ve Ermeniler olduğu yıllardır anlatılır. Ancak Kürtlerin de isyanlar çıkararak Mudafa-i Hukuk ve Kuvay-ı Milliyenin yürüttüğü Kurtuluş Savaşını sekteye uğrattıklarından, İngilizlerin kışkırtması ve kandırmasından bahsedilirdi. Doğrudan doğruya Ermeni, Yunanlılar gibi bağımsızlık istedikleri, bunu için de Mudafa-i Hukuk ile Kuvay-ı Milliye karşı ayrılıkçı savaşa açtıklarından hiç bahsedilmezdi. Ta ki Prof Dr. Rahmi Doğanay tarafından yazılan “Kurtuluş’a Muhalefet- Milli Mücadelenin dinci Muhalifleri” adlı bu kitap yazılana kadar. Prof Dr. Rahmi Doğanay bu kitapta söz konusu hususu doğrudan eğmeden bükmeden “Ancak [Mondros] mütareke[si]nin hemen sonrasında İşgallerin başlaması ve Ermeni Rum, Kürt vb. Osmanlı unsurlarının işgalcilerle işbirliğine de girerek [İtilaf Devletleri tarafından başlatılan işgallere paralel olarak] bağımsızlık ve toprak talebiyle harekete geçmesi, işlerin çok daha kötüleşeceğinin ve şartların daha da ağırlaşacağının sinyallerini vermişti.” (S:59) şeklinde ortaya koymuştur.

Osmanlı Devletini I. Dünya Savaşına sokmakla suçlanan ittihatçılar, savaştan yenilerek çıkmaları halinde şerefli bir barış imzalayabilmek için bazı tedbirler aşmış olduklarını söyleyen Prof. Dr. Rahmi Doğanay bu tedbirlerin neler olduğunu “Yenilgi durumunda, elde bulunan askeri birliklerin Anadolu’nun Türk çoğunluğun yaşadığı bölgelerinde konuşlandırılması, oralardan kuvvet alarak yapılacak savunmanın sadece işgalleri durdurmakla kalmayıp, bir istiklal savaşı verebilme imkânı da sunacağı, tedbirlerin buna göre alınması gereği üzerinde durulmuştu.” (S:60) şeklinde açıklamış ve 107 no’lu dipnotta da asker konuşlanacak yerlerin nereler olduğunu Vehip Paşa ile Kuşcubaşı Eşref arasında yapılan mektuplaşmaya istinaden yazan Cemal Kutay’ın “Milli Mücadele’de Öncekiler ve Sonrakiler” adlı kitabında yazdıklarından bu karargâhların “Kastamonu, Toroslar, Sille, Ankara Kalesi, Ecevit Ormanları, Pozantı ve İzmir bölgesi için de Bozdağ belirlenen karargâhlardan bazıları” (S.60) olduğunu aktarmaktadır. Demek ki ittihatçılar bazılarının ileri sürdüğü gibi bir maceraperest değil, yaptıkları işin alternatiflerine göre de tedbirler düşünen askeri uzmanlarmış. Kuvay-ı Milliye içinde yer almaları ve de yer yer Kuvvacılığı organize etmeleri, Ermeni tehcirini yaparak ulus devlet Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna zemin hazırlamaları ve de Kurtuluş savaşının bir cephesinin azçok güvenlik altına alınmasında olduğu gibi.

Prof. Dr. Rahmi Doğanay’ın yazmış olduğu “Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri” (S.70) başlıklı bölümde resmi tarihin vermediği üç farklı bilgiye sahip oluyoruz. Birincisi okullarda okutulan resmi tarihte Ahmet Anzavur çeteci olarak gösterilmesi ve isyan ettiğinden bahsedilmesidir ki bu kitapta bunun aksine hakikatin tamamen farklı olduğu ifade edilmiştir. “[Balıkesir’de toplanan] Kongrenin padişah ve sadrazama çektiği bağlılık telgraflarına rağmen İstanbul yönetimi kongrenin engellenmesi ve Kuzeybatı Anadolu Kuvayımilliyesi’nin dağıtılması için Ahmet Anzavur’u Balıkesir’e mutasarrıf olarak atamıştı.” (S.72) ifadesinden de anlaşılacağı üzere Anzavur isyan değil resmi görevinin icabını yerine getirmiştir. Bu cümleden ayrıca Osmanlı İstanbul hükümetinin sadece karşı çıktığı Gazi Mustafa Kemal Atatürk değildir. İstanbul hükümeti kendisine bağlı olduğunu bildiren Balıkesir Redd-i İlhak Cemiyeti ve bu cemiyetin önderi Hacim Muhittin (Çarıklı) ile yönetim heyetine de padişaha bağlılıklarının yanında silahlı mücadele edeceklerini bildirdikleri için karşı çıkmışlardır. İkinci farklılık ise Balıkesir ve Alaşehir Kongrelerinden okullarda okutulan resmi tarihlerde bahsedilmez, Sivas ve Erzurum dışında Batı Anadolu’da çeşitli şehirlerde kongreler yapıldığı şeklinde bir cümle ile geçiştirilir ki bunu da sebebi “Saltanat merkezine sonsuza dek bağlı kalacaklarını bildirmişlerdi. Sivas’ta toplanacak kongreye ilk anlarda mesafeli durulmasında bu yaklaşım etkili olmuş olmalıydı.” (S:71) ayrıca “Alaşehir kongresi yönetim heyeti de Sivas Kongresi’ne katılma konusunda olumsuz davranmış, delege göndermiştir. [Alaşehir] Kongre çevrelerinde Sivas Kongresi’nin milli kongre olarak kabul görmeyişsi bu tutumda etkili olmuştu.” (S:72) ifadelerinde zikredilen Saltanat merkezine padişaha bağlılık ve Sivas Kongresini milli kongre görmemeleri etkin olmuştur. Batı Anadolu Kongreleri olarak genel bir adla adlandırılan ve Balıkesir ve Alaşehir kongreleriyle birlikte bütün şehirler daha sonra Heyet-i Temsiliye’ye katılmış olsalar da bu baştaki düşüncelerinden dolayı yıllarca unutturulan İngilizlere karşı kazandığımız Kutulamare zaferi gibi unutturulmuştur. Üçüncü farklılık da Batı Anadolu Kongreleri denilen kongreler Erzurum ve Sivas kongreleri gibi bir kez toplanı aldıkları kararlar ile dağılmamışlardır, ihtiyaç duydukça birkaç defa toplamışlar ancak Erzurum ve Sivas kongreleri kadar etkin kararlar alıp başarılı olamamışlardır. “[Batı Anadolu] Bölge[sin]de 1919 yılı 13 Eylül’ünde ikinci Nazilli, 16 Eylül’de üçüncü Balıkesir, 19-29 Kasım’da Dördüncü Balıkesir, 10-12 Mart 1920’de Beşinci Balıkesir kongreleri düzenlenmiştir.” (S.73)

Belki de Erzurum ve Sivas kongrelerinin daha etkin olmasının sebebi katılan delegelerin askeri ve sivil bürokratlardan olmaları ve dolayısıyla da halka göre karar alma, yönetim, sevk ve idare konusunda daha tecrübeli olmaları ileri sürülebilir ki Prof. Dr. Rahmi Doğanay’ın Batı Anadolu Kongrelerinin delege yapısı hususunda verdiği “Batı Anadolu kongrelerinde yer alanların askeri ve sivil bürokratlardan daha çok sivil ve eşraftan oldukları … Birçok din adamının bu kongrelerde bulun”duğu (S.73) bilgisiyle doğrulanmaktadır.
Erzurum Kongresinin toplanmasına Tarbzon Muhafaza-i Kukuk-ı Milliye Cemiyeti ile Vilayat-ı Şarkiyye Müdafai-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Şubesi tarafından ortaklaşa karar verilmiş (S:73), ancak ilk girişim Tarbzon Muhafaza-i Kukuk-ı Milliye Cemiyeti tarafından başlatılarak 28 Mayıs 1919 tarihinde Vilayat-ı Şarkiyye Müdafai-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Şubesi dâhil Van, Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Sivas Mudafaa-i Hukuk Cemiyetlerine telgraf çekerek kongreye davet etmesiyle başlamıştır (S:73). Bu cemiyetlerin kongre istemelerinin sebebi “Doğu Anadolu’daki Ermenicilik ve Karadeniz’deki Pontusçuluk faaliyetlerine karşı mücadele konusunda güç birliği oluşturma[kdı].” (S.73) Ne İstanbul’a bağlılıkları ne de Mustafa Kemal ile hareket etmeleri henüz söz konusu değildir. Ancak Mustafa Kemal’in işin içinde olduğunu öğrenen bazı Trabzon delegelerinin kongreye katılmadığı gibi katılanlardan Ömer Fevzi Efendi gibi olumsuz ve karşı faaliyetlerde bulunmuştur. Katılmayanlar İstanbul hükümetine ve halifeye bağlılıklarını bildirmiş bu durumun arkasında da Trabzon Valisi Mehmet Galip Bey yer almış, nihayetinde de 21 Eylül 1919 tarihinde Kazım Karabekir Paşanın vermiş olduğu emirle 24 Eylül 1919 tarihinde Heyet-i Temsiliye tarafından tutuklanmıştı (S:79). Ülkemizdeki asıl problem kraldan fazla kralcı olanların yapıp ettikleri ve yorumlarıdır ki Atatürk’ü zaman zaman zor durumlara düşürmektedir. Bir insan takatini aşacak bir mevzuyu sadece Atatürk’e mal ederek anlatanlar onun sevilmesine değil de eleştirilmesine sebep olmuşlardır. Atatürk eğer tek başına Kurtuluş Savaşını yürütebilecek olsaydı İngiliz ve Amerikan mandacısı kadroların Kurtuluş Savaşında kendisiyle birlikte olmasına karşı çıkardı. O her insandan kendi kapasitesi kadar istifade etmiş, yapabilecekleri o hizmetleri onlardan lamayı başarmış akılcı bir liderdir.

Mustafa Kemal Atatürk “8/9 Temmuz gecesi gönderilen Mustafa kemal Paşa’nın görevden azledildiği, hemen İstanbul’a dönmesi bildirilen telgrafa cevaben, Mustafa Kemal Paşa’nın istifa telgrafı ile son bulmuştu.” (S.75) Mutafa Kemal baskı altında olan hükümetin sıkıntıya düşmesine razı olmadığı için askerlikten de istifa ettiğini ancak hayatının geri kalanını saltanat ve halifeye bağlı ve Tük milletinin bir ferdi olarak kalacağını İstanbul’a bildirmişti.

Atatürk’ün İngilizlerle iş birliği yapmadığına, İngilizlerin adamı olmadığına İngilizlerin istediği manada Türkleri asimile edip eritecek bir devlet kurmak için görevlendirilmediğine delil sayabileceğimiz başka bir tarihi işareti karşımızda buluyoruz. “Harput Valisi olarak atanan Ali Galip, İngiliz Binbaşısı Noel, Malatya mutasarrıfı Halil Rahmi’nin iş birliği ile Sivas’ı basmayı ve kongrecileri tutuklamayı planlamışlardı.” (S:84) Eğer Atatürk İngilizlerin adamı olsaydı böyle bir tutuklama hem de İngiliz Binbaşısı Binbaşı Noel tarafından planlanır mıydı? Bu Binbaşı Noel Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürtlerin ayrılık kışkırtmalarını yapan ajandır aynı zamanda. Ali Galip ve Hali Rahmi de bu ve buna benzer yaptıkları yüzünden 600 kişi arasından 300 kişi belirlenmiş ve nihayet 150 düşürülerek sayı kesinleşmiş 150’likler denilen listede bulunanlar 1927 yılında yurttaşlıktan çıkarılıp sınır dışı edilmişlerdir. 29 Haziran 1938’de tarihli yasa ile Yüzellikleri sınır dışı eden 28 Mayıs 1927 tarih ve 1064 sayılı yasa Atatürk’ün son günlerinde belki de Atatürk’ün rızası olmadan kaldırılmıştır. Nitekim Atatürk 1938 yılı başlarında Yalova’da kaplıca tedavisi görmüş, Ankara’ya dönünce de 26 Mayıs 1938’de İstanbul’a tedavi ve istirahat için gitmiştir.

İstanbul hükümeti İngilizlerle işbirliği içinde hareket etmesi yanında devlet olmanın gereği olamayacak başka bir davranış daha sergilemiş ve Anadolu’daki Kurtuluş Hareketini durdurmak için Kürtlerin isyan etmesini istemişti. Bu durumu padişaha sunulmak üzere telgraf çekilmiş, telgrafta Damat Ferit hükümeti suçlanarak yerine başkasının atanması istenmişti. “Hükümetin milli ve meşru olan Sivas Kongresi’ni basarak Müslümanlar arasında kan dökmeye, Kürtleri ayaklandırarak vatanı parçalamaya yöneldiği iddia ediliyor ve milletin güveninin kaybeden mevcut hükümetin yerine namuslu insanlardan yeni bir kurulması isteniyordu.” (S:87) Meşru olduğunu söyleyen devlet kendi askeri gücü ile mücadele eder halkı birbirini karşı kışkırtmaz, birinin eli vasıtasıyla diğerinin faaliyetlerini bastırmaya çalışmaz. İşte bu tutum bile İstanbul’daki Damat Ferit Hükümetinin meşruluğunu kaybettiğini ve kolluk kuvvetlerinin mevcut olmadığını gösterir.

Heyet-i Temsiliye kararlarına uymak istemeyen Osmanlı Devletinin atadığı pek çok askeri ve sivil bürokrat görevden ettirilmiş olması veya uzaklaştırılmış, bu durum Heyeti Temsiliye’nin icra mevkiini güçlendirmiş “bu durumda Anadolu’nun işgal altında olmayan bölgelerinde kontrol ve yönetim fiili olarak Heyet-i Temsiliye’nin eline geçmişti.[Anadolu’da] ilan edilmemiş alternatif bir yönetim kurulmuştu.” (S.88) Bu durum da “Anadolu ile İstanbul arasındaki meşruiyet mücadelesi kızışmış ve ilişkiler gerginleşmişti.” (S.88) Heyet-i Temsiliye yöneticileri şimdilik Halife sultanı karşısına almıyor, bütün mesuliyeti Damat Ferit Hükümetine yükleyerek görevden alınmasını istiyordu. Kuvvacıların üzerine bir Osmanlı ordusu göndermek isteyen Damat Ferit İngilizlerin bunu iç savaş çıkacağı ve İngilizlerin savaş yorgunu olduğu gerekçesiyle kabul etmemesi dolayısıyla gerçekleşmemiştir. Ancak İngiliz- Osmanlı gizli anlaşması 12 Eylül 1919 da gerçekleştiği dillendirilmiş bu anlaşmaya göre “İngiltere, kendi mandası altında Osmanlı bütünlüğünü ve istiklalini tanıyordu.” (S:89) Prof. Dr. Rahmi Doğanay bu gizli anlaşmanın maddelerinin neler olduğu hususunda Kazım Karabekir’den aktardığı “Anlaşma’ya göre, saltanat ve hilafet merkezi olarak İstanbul ve Boğazlar Bölgesi İngiliz denetiminde olacak, Osmanlı bağımsız bir Kürdistan’a karşı çıkmayacak, Suriye, Elcezire bölgesinde İngiltere’nin egemenliğini kabul edecek, İslam ülkelerinde manevi gücünü İngiltere’den yana kullanacak, milli akımları önlemek ve bastırmak için bir İngiliz zabıta kuvveti görevlendirilecek, Osmanlı Kıbrız ve Mısır üzerindeki haklarından vazgeçecekti.” (S.89) buna da İngiltere Osmanlı’nın “Bütünlüğü ve istiklalini kabul etti” denilecek. Damat Ferit Hükümeti ordu üzerine etkin olmak için “Ali Fuat Paşa komutasındaki 20. Kolordu lağvedilip, Eskişehir merkezli 5. Ordu oluşturulmuş ve komutanlığına Kiraz Hamdi Paşa getirilmişti.” Ancak “Anadolu’da çeşitli mevkilere atanan kişilerin görevlerine başlayamadan İstanbul’a dönmeleri, Kuvayımilliye’nin gücü ve Hete-i Temsiliye’nin icra mevkiindeki yeri bakımından önemli göstergeler olmuştu. İstanbul yönetiminin Anadolu’da muktedir olmadığı açık olarak ortaya çıkmıştı. Merkezi yönetim ile irtibatın kesilmesiyle ortaya çıkan yönetim boşluğu, Heyet-i Temsiliye tarafından doldurulmaktaydı.” (S:89)

27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya gelen Mustafa Kemal Atatürk İstanbul’un işgalini Manastırlı Hamdi’nin çektiği telgraftan öğrenmişti. İstanbul işgal edilmesine üzülse de Padişah Vahdettin İngiliz temsilcisine “işgal bildirisinde [sultan olarak] hakları ve yetkileri ile ilgili güvence verilmesini takdir ettiğini” (S:101) de ifade etmiştir. Orduları terhis edilmiş, başkenti işgal edilmiş bir devletin padişahı olarak “hakları ve yetkileri” hususunda işgal devletine takdirlerini ifade eden bir hükümdar hak ve yetkilerinin sembolik olduğunun ve hiçbir zaman bağımsızlık ifade edebilecek bir karar ve harekete müsaade edilmeyeceğinin farkında değildir. Aslında İstanbul 13 Kasım 1918 yılında işgal edilmiş, Atatürk “Geldikleri gibi giderler “ sözünü söylemiş, Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesi için İngilizlerin onayı alınmış ve 16 Mayıs 1919 da Atatürk Samsun’a hareket etmiş ve 19 Mayıs 1919’da Samsun ulaşmıştır. İşgalden 27 Aralık 1919 tarihinde haberdar olunmasından İngilizlerin artık işgal sırasında karşılaşacakları problemli işlerin giderilmesi hususundaki yürütmeyi de ele aldığının İstanbul’daki Osmanlı Devletinden talep etmeyerek kendisisinin uygulayacağı anlamı çıkar. Fiili bir işgal olmuştur. Önceleri İstanbul limanlarına demirlemiş donanma sayesinde işgal edilmiş ancak yapılması gereknler hükümetten istenerek yaptırılmıştı.
İstanbul’un işgali Ankara’da ki Kuvvacıları haklı çıkarmış ellerini güçlendirmiştir. Mustafa Kemal Paşa halka hitaben beyanname yayınlayarak “Damat Ferit siyasetinin fayda sağlamadığı[nı], İstanbul’un işgali ile [Osmanlı] devletin[in] hâkimiyetine son verildiği[ni], milletin istiklalini koruma yolunda azimli olduğunu belirterek, Milli Mücadele adına o güne kadar yapılanların doğruluğu ve yapılması gerekenler konusundaki zorunluluk vurgulanmıştı.” (S.101)

Osmanlıcılar ve İslamcıların iyi niyetli olduklarını ve kendi savundukları fikirler ile Osmanlı Devletinin bağımsızlığının korunabileceğini düşündüklerini Prof. Dr. Rahmi Doğanay onların fikri yapılarının “Osmanlıcılar, Wilson Prensipleri esasında yapılan düzenlemeler ile bir ‘federasyon’ halinde kurtulmaya çalışmayı gerekli ve kaçınılmaz olarak” ve “İslamcılar ise devletin mevcut durumdan halife sultan önderliğinde, İngiltere mandası veya desteği ile kurtulabileceğine, hiç olmazsa olabildiğince bir bütün olarak korunabileceğine inanmış ve savunmuşlardı.” (S.108) diyerek ortaya koymuştur.

Anadolu’da örgütlenmiş Milli Kurtuluş Hareketine karşı tavır alan ve saf tutan azınlıkları “Osmanlı idaresinde bulunan dini, etnik farklı gruplar” diyerek Hristiyan Rum, Ermeni, Ezidi, Süryani, Keldaniler ve Yahudilerden oluştuğunu, bunlarla harket eden Türkler ve Müslümanlar tarafından kurulmuş sivil toplum kuruluşları derneklerin de “Hürriyet ve İtilafçılar, Tealî-i İslam Cemiyeti, Radikal Avam Fırkası, Hürriyetperver Avam Fırkası, Sulh ve Selamet Cemiyeti, Vahdet-i Milliye Cemiyeti, Kürdistan Tealî Cemiyeti, Îla-yı vatan Cemiyeti, Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti, Mağdurun-i Siyasiye Teavun Cemiyeti, Târik-i Salah Cemiyeti, ittihad-ı Muhammedi Cemiyeti, Nigehbancılar, İngilizciler, Amerikancılar, Fransızcılar, bir kısım tarikatlar ve cemaatler” olduğunu, bunların yanında Milli Kurtuluş Hareketine karşı olan Devlet adamlarının ve bürokratların başlıcalarının da “Damat Ferit, Ali Kemal, Adil Bey, Mustafa Sabri, Şeyhülislam Dürrizade, Refik Halid”gibi isimler olduğunu, basın yayın kurumlarının da “Alemdar, Peyam-Sabah, İstanbul, Mesuliyet” gazetelerinin olduğu, bu gazetelerde yazı yazan “Ali Kemal, Refi Cevad, Lütfi Fikri “ (S.109) gibi pek çok gazetecinin Anadolu’da örgütlenen Milli Kurtuluş Hareketine karşı “isyancı”, “eşkıya”, “Soyguncu”, gibi sıfatlar takarak karşı çıktıklarını ifade etmektedir. “Ankara’nın ve Mustafa Kemal Paşa’nın yanında olanların dinden çıktığını bildiren, [Şeyhülislam] Dürrizade’nin Milli Mücadele aleyhindeki fetvası da Damat Ferit’in son iktidarı döneminde gerçekleşmişti.” (S.116) Prof. Dr. Rahmi Doğanay bu fetvanın Türkçe transkript metnini kitabının ekler kısmına koymuştur.

Bu kişi ve kurumların savunduklarının doğru olmadığı Osmanlı başkentinin işgal edilmesinden ve daha sonra İstanbul Hükümetlerinin terki vatan etmelerine rağmen günümüzde bu kişi ve kurumların fikri devamı olduğunu beyan eden kişi ve derneklerin hala ne diye iflas etmiş bir fikri savundukları ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Eğer bunlar bu durumu İslam dinenine sahip çıkmak olarak açıklarlarsa ki öyle olduklarını iddia ediyorlar, o zaman İslamlın kendini yani dinin öğretilerinin savunulması gerekir, siyasi olayların İslam’mışçasına siyasallaştırılmış bir din kisvesiyle savunulmaya devam edilmesi akıllı bir davranış değildir.

Mustafa Sabri Şeyhülislam iken hükümette görev alması dolayısıyla sayılabilecek muhalefetini ülkeyi terk edip mısır’a yerleşip El Ezher üniversitesinde ders vermeye başladığı zamanlarda da yapılan Cumhuriyet inkılâplarına muhalefet olarak sürdürmüştür (S.119-261 numaralı dip not).

İttihat ve Terakki düşmanlığı üzerinde birleşmiş “eski bürokratlar, emekli memurlar, milletvekilleri, Ayan üyesi ve saraya bağlı insanlar”ın (S:120) kurduğu ancak içlerinde Kumkapı teşkilat yönetiminde bulunan; şube başkanı tüccar Alisibos, Muhasip Kuyumcu Kostaki Mandapulos, Kostaki Hacıoğlu, Emlakçı Manolaki, tüccar Agapiyos, Tüccar Mihran Arkilisyan gibi Ermeni, Yahudi ve Rum dini azınlıklar etkin bir şekilde yer aldığı Hürriyet ve İtilaf Fırkasına göre “Vatanın içinde bulunduğu felakete direnmek doğru değildi. Durum sükûn, itidal ve basiretle tazmin ve telafi edilmeliydi.” (S:121) Kurtuluşu sessiz kalmada tazminat ödeyerek geçiştirileceğini düşünen teslimiyetçi bir siyasi anlayış olarak siyasette etkin oldu.

Hürriyet ve İtilaf Fırkasının 1911 yılında Osmanlı Devleti içindeki İttihat ve Terakki düşmanlığı etrafında gerçekleşen muhalefet birliği “Milli Mücadele döneminde yeniden sağlanmıştır. Bu defa İtilaf [devletleri] desteğini de arkasına alan muhalefetin her bir unsuru, milli ve bağımsız Türk devletinin kurulmasına karşı ortak faaliyetlerde bulunmuşlardır. Çünkü bu mücadelenin başarıya ulaşması, onların hayallerinin bitmesi demektir. Rum, Ermeni etnik gayrimüslim ve bazı Müslim unsurların bu konudaki niyetleri ve faaliyetleri bilinirken, devlet, millet, İslam ve hatta Türklük adına ahkâm kesenlerin böyle bir varlık yokluk meselesinde bölücüler ve sömürgeciler tarafında saf tutmaları değerlendirilmeye muhtaç bir konudur.” (S.124)

İstanbul Hükümetleri, Osmanlıcılar, İslamcı çevreler İngiliz Muhipleri Cemiyetine yakın olmuşlardır. “Öte yandan, devletin ve kendi durumlarının garantisi olarak İngiltere’yi gören başta Padişah Vahdettin olmak üzere hükümet çevreleri ve yöneticiler, bu cemiyeti oldukça ciddiye almışlardır. Cemiyetin telkinleriyle 12 Eylül 1919 tarihinde, Osmanlı Devletinin İngiltere’nin himayesine girmesi konusunda bir antlaşma da imzalamıştır.” (S.130) Bu gizli anlaşma “Damat Ferit’in imzaladığı ‘Halife-İngiliz Gizli Anlaşması’ padişah tarafından da onaylanmıştır.” (S.130, 302 no’lu Dipnot) Sadrazam Damat Ferit’in imzaladığı ve Padişah Vahdettin tarafından da onaylanmış bu antlaşmanın maddelerinden daha yukarılarda da bahsetmiştik. İngilizler bu cemiyeti Osmanlı devleti üzerinde baskı unsuru olarak kullanmış, Padişahı mevkiini koruması konusunda ikna ederek gerekirse onu yurt dışına çıkarma garantisi vermişlerdir (S:131).

İngiliz Muhipleri Cemiyeti İstanbul’daki 20 şubesinin yanında İzmir, Afyon, Uşak, Ankara, Giresun, Zile, Konya, Sivas, Gelibolu, Edirne, Gemlik, Bigadiç, İzmit, Finike, Kaş, Fethiye, Soma, Niğde, Simav, Havza, Vezirköprü, Yalova’da da şubeler açmıştı. (S.131) Genelde Hürriyet ve İtilaf Fırkasının teşkilatlandığı yerlerde Şubeler açıyordu. “Konya’da Vali Cemal Bey ve Teali İslam Cemiyeti yöneticisi Zeynelabidin Efendi aracılığıyla etkin olabilmiş ve Delibaş İsyanı’nı teşvik, Marmara’daki Anzavur İsyanı’nı organize etmişti. Sivas’ta Şeyh Recep olayı da cemiyetin başkanı Sait Molla’nın marifetiydi.” (S:132)

Teali-i İslam Cemiyeti; 19 Şubat 1919 tarihinde ‘Cemiyeti Müderrisin’ İstanbul’da kurulmuştur. “Kurucuları, Fatih Dersiamlarından Abdülfettah, Geyveli İbrahim Hakkı, İskilipli Mehmet Atıf ve Beyazıt Dersiamlarından Ermenekli Mustafa Safvet Efendilerdir. Cemiyetin yönetiminde başkanlığı Mustafa Sabri Efendi, ikinci başkanlığı [İskilipli] Mehmet Atıf Efendi, genel sekreterliği Ermenekli Mustafa Safvet üstlenmiştir.” (S:134) Diğer kurucuları arasında Said Nursi de vardır. 14 Kasım 1919 tarihinde toplanan ilk genel kurulunda Cemiyeti Müderrisin isim değişikliğine gitmiş ve Teali-i İslam Cemiyeti adını almıştır (S.135). “Yeni yönetimde başkanlığa [İskilipli] Mehmet Atıf Efendi, ikinci başkanlığa Konyalı Abdullah Atıf Efendi, genel sekreterliğe Bergamalı Mehmet Zeki Efendi getirilmiştir.” (S:135) Tahirü’l- Mevlevi Bey de Teali-i İslam Cemiyetinin yeni üyesidir. “Konya’da yaygın taban bulan cemiyet, Konya ve Bozkır isyanlarında başrol oynamıştır. Tekirdağ, Isparta, İskilip, Kastamonu, Çan, Manisa, Eskişehir, Bursa,
Çorum, Ödemiş, Konya, Uşak, Merzifeon, Çankırı, Yenişehir, afyon, Kütahya ve Bolu’da şubeler açan Cemiyet” (S:136) diğer bazı illerde de şubeler açmayı planlamıştır.

Teali-i İslam Cemiyeti’nin Yunan işgaline bile Müdafaa-i Hukuk’a gösterdikleri derecede bir karşı çıkışları olmamış, İslamcı yaklaşımlarını Batı değerleriyle bir senteze bağlamaya çalışmışlar, “Kuvayımilliye’yi dağıtmak için malen, bedenen bütün kuvvetlerini harcamaya ahdettiklerini beyan ediyorlar, Kuvayımiliye aleyhine kışkırtıcılık yapıyorlar, malen ve bedenen isyanlara katılıyorlardı. Erzurum ve Sivas kongreleri aşamasında Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin Ali Galip ve Muhittin Paşa olaylarıyla Mustafa Kemal Paşa’yı tutuklama ve ortadan kaldırma çalışmasına destek vermiştir.” (S.140)

İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından emekli edilmiş askerlerin kurmuş olduğu Nigehban Cemiyet-i Askeriyesi Milli Kurtuluş Hareketini de İttihatçı olarak addederek karşı çıkmıştır (S.143). Yine Mağdurin-i Siyasiye Teavün Cemiyeti de İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından mağdur edildiğini söyleyen bürokratlar tarafından kurulmuş olan ve sadece bu bürokratların haklarının iadesi için mücadele edeceğini söyleyen ancak siyaset bulaşmış bir dernektir (S.145). Osmanlı İlay-ı Vatan Cemiyeti Hirriyet ve İtilaf Fırkasının yardımlarıyla kurulmuş dini kisveli bir cemiyettir (S:146). Tarik-i Salah Cemiyeti gizli bir cemiyettir ve ancak Şeyh Sait İsyanı yargılamaları sırasında 1925 yılında “Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yapılan yargılama sırasında ortaya çıkmış” (S:149)bir cemiyettir. Ahmediye Cemiyeti Boğazlar ve çevresinde hakimeyet kurmak ve Anadolu hareketi ile Osmanlı Devleti arasında tampon bir bölge oluşturmak içi İngilizler tarafından organize edilmiş bir cemiyettir (S:152). “[Ahmediye Cemiyeti] Oluşum[u], İngilizler tarafından para, silah ve mühimmat olarak desteklenmişti. İngilizler cemiyete beş bin İngiliz lirasından fazla para vermişler, silah ve mühimmat konusunda da her türlü desteği sağlamışlardı.” (S:153). Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti 1917’de gizli olarak kurulmuş (S.153) gizli faaliyetler göstermiş ancak 3 Aralık 1918’de resmi kuruluşu için dilekçe vererek aleni faaliyete geçmiştir (S.154). Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası ise Sulh ve Selamet-i Osmaniye Cemiyeti ile Osmanlı Selamet Fırkasının birleşerek Osmanlı Selamet Fırkasının programının kabul edilmesiyle 14 Ocak 1919’da kurulmuştur (S.156). “İzmir’in işgalini onaylamayan cemiyet, hiçbir şekilde manda ve himaye taraftarı olmadığını da belirtmiş, … Ermenistan kurulmasını reddetmiş Anadolu ve İstanbul’un Türkiye’nin elinde kalması gerektiğini savunmuştur.” (S.157) Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki bu Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası sanki sadece İttihat ve Terakki Hükümetine ve aynı zamanda devamı olduğuna inandıkları Milli Mücadele ekibine karşı çıkmıştır.

Bu cemiyetler ve burada ismi zikredilmeyen ancak bu cemiyetlerle ilişkili oldukları kitapta isimleri sayılan veya ad değiştirerek Kuvayımilliye düşmanlığı görevlerini ifa eden derneklerin sayısının çokluğu da göstermektedir ki Damat Ferit Hükümetleri ile birlikte Milli Kurtuluş Hareketine karşı olan diğer unsurların çok farklı isimler kullanarak güçlü intibaı verecek şekilde propaganda yürüttükleri, bu yolla da daha fazla insanı aktif hale getirerek Mili Kurtuluş Hareketi ile mücadele eden aktif faal insan sayısını artırmayı hedefledikleri anlaşılmaktadır. Ayrıca isimi zikredilen ve kitapta ismi zikredilmesine rağmen bizim temas etmediğimiz diğer derneklerin kuruluşunda genellikle birkaç tane ortak isim bulunmaktadır ki sanki bu isimler milli Mucaleye karşı her taşın altından çıkmaktadırlar.

Prof. Dr. Rahmi Doğanay’ın yazdığı “Mudafaa-i Hukuk oluşumlarının başlaması, işgalcilerden daha çok saltanatçı, hilafetçi, İngilizci, İslamcı çevreleri rahatsız etmişti. Bu oluşumların ve Milli Mücadele içinde yer alanların İttihatçı, milliyetçi, Türkçü, Turancı olarak görülmesi, siyasi fırka ve cemiyetlerin geçmişe dönük hesaplaşma arzularını da kamçılamıştı.” (S.158) cümlede kimlerin neye düşman olduğu gayet net ortaya konulmuştur. Düşman olanlar aslında bilmeden ya da bilerek kendi özlerine kendilerini var eden gerçeğe düşmanlık ediyorlardı. Neredeyse “biz bizzat Türk’e düşmanız” diyecekler. Düşmanlık ettikleri kavramların mümessilleri öz be öz Türk’türler. Bu düşmanlık işgali ve işgalcileri unutturmuştu. “Mevcut hükümet ilk [iş] olarak İttihatçılardan memleketi kurtarmalıydı.” (S.159)

Saltanatçı, hilafetçi, İngilizci, İslamcı çevrelerin Milli Mücadele’ye karşı çıkışlarının başında Milli Mücadele mensuplarının eşkıyalığı, isyancılığı, sergerdeliği yanında diğer bir sebepte ideolojikti. “Osmanlıcı ve İslamcı çevreler, kurtuluşun halife ve hanedan etrafında sıkıca toplanılması ile mümkün olacağını savunmuş, Milli Mücadele Hareketi’ni Türkçülük yaparak birlikteliği bozmakla itham etmişti. Onlara göre milliyetçilik, Osmanlı ve İslam birliğini bozmaktan, dağılıp parçalanmaya sebep olmaktan başka bir şeye yaramıyordu.” (S.160)

Mustafa Sabri’ye göre “Mustafa Kemal Paşa,, ileride hilafet makamını da üstlenmeyi planlamıştı” ancak Prof. Dr. Rahmi Doğanay aynı yazıda şunları da yazdığını ifade etmektedir. “Saltanat ve Hilafeti yıkacağı, hilafeti bir papalığa dönüştüreceği[ni] iddia ed”en yazıda Mustafa Sabri “Mustafa Kemal Paşa’nın bunları üzerine alacağı gibi bir görüş de ileri sürmekteydi.” (S:161) bu ifadeler yazı içinde ki bir çelişkiydi. Prof. Dr. Rahmi Doğanay “Mustafa Kemal Paşa’ya karşı canlarını vermeye, kanlarını akıtmaya hazır olduğu söylenen milyonlarca Müslüman, savaş içinde halifenin cihat çağrısına uymamıştı. Arap isyanı, Osmanlı birliklerinin mevzi kaybetmesine ve belki de yenilgiye sebep olmuştu. Müslüman toplumların Osmanlı idaresi dışındaki tümünün sömürge olduğu, Anadolu dışında kalan Osmanlı topraklarının da sömürgeleştirilme aşamasına geldiği mevcut durumda, İslam ve Müslümanlar adına ahkâm kesenlerin bulduğu çare İngiliz himayesine girmekti.” (S:161)

İstanbul hükümetinin Milli Mücadele ve taraftarlarının halkın gözünde itibarsızlaştırmak ve desteklenmesini önlemek için takip ettiği en önemli karta propaganda malzemesi dini değerler olmuştur. “Halkın dini duyguları tahrik edilmiş, [Milli Mücadele] hareket[i] içinde yer alanlar hilafet makamına karşı isyan eden dinsiz, imansız, şeriat tanımaz eşkıyalar olarak yaftalanmışlardır.” (S.163)

Milli Mücadele taraftarlarına karşı yürütülen kara propagandanın bir ayağında da İttihatçılık suçlaması yer alıyordu. Hilafetçi, saltanatçı, İngilizcilere göre “İttihatçılar, [10 yıllık] iktidarları dönemindeki icraatlarının sorumluluğunu üstlenmeli, devlet ve millet işlerinden ellerini çekmeliydiler. Bu [Hilafetçi, saltanatçı, İngilizci] çevrelere göre sorumluluk İttihatçılara yüklenerek cezalandırılırsa galip devletlerin Osmanlı Devleti’ne yaklaşımları daha ılımlı olacaktı. Onun için yenilginin ve savaş dönemiyle ilgili suçlamaların sorumluluğu ittihatçılara yüklenmiş, cezalandırılmaları da istenmişti.” (S:164)

Yunanlılar İzmir’i işgal edip Bursa’ya ilerlerken İttihatçıların ve Kuvacıların buna sebep olduğuna ve Eskişehir’inde işgaline sebep olacakları yönünde suçlarken Yunan askerleri için “Kuvayı Tedibiye” (S.173) (Kuvacıları uslandırma, yola getirme) kuvveti olarak övgüler düzenler, Türk komutanların askeri bırakıp kaçtıklarından bahsederken Sakarya Savaşı kazanıldıktan sonra “Milli Mücadele önderleri ve komutanlarını, Birinci Dünya Savaşında bekledikleri fakat gösteremedikleri kahramanlığı gösterme sevdasıyla hareket etmekle” (S.176, dipnot 476) suçlamışlardır. Prof. Dr. Rahmi Doğanay bu durumu “zihinlerde TBMM ve hükümetinin elde ettiği başarı, ülkenin hakimiyetini ele alması, meşruiyetinin muhataplarınca tanınması, muhaliflerin, İstanbul yönetimi, saltanat ve hilafet makamını kaybettiğinin fark edilmesiyle” (S:178) ilgili olduğu şeklinde açıklamaktadır. Aslında Milli Mücadele önderlerine karşı çıkışları bir müddet sonra gizli bir iktidar mücadelesine dönüşmüştür. Niyetleri devletin ve milletin kurtuluş ve bekası yerine manda olarak da olsa iktidarda kendilerinin olması mücadelesidir.

“Osmanlı Devleti’nde bir işin şeriata uygunluğu ya da uygun olmayışı bir siyaset prensibidir. Bu siyasetin uygulayıcısı konumunda olan padişah,; devlet başkanı, başkomutan ve hilafetin gereği olarak da halkın en büyük imamıdır. Onun emir ve iradesi olmadıkça yapılacak mücadele meşru sayılmaz, şeriata uygun olmaz, padişaha karşı isyan olurdu. Padişah Ankara’da meclis toplanmasını “Huruc-ı Alessultan” yani padişaha karşı ayaklanma saymış, Kuvayımilliye’yi “Kuvayı Bağiye” yani eşkıya kuvvetleri olarak ilan etmiştir.” (S.178) millet ve devlet adına söz söyleme hakkı İstanbul yönetimleri ve padişah’a aitti. Padişah’ın halife olması dolayısıyla bir şeye dine uygun değildir demesiyle o şey din dışı sayılıyordu. İslam’ın ilkelerine uygun olması onun din dışı sayılmasına engel olmuyordu. Siyaseten Padişaha karşı olmak da bu yüzden din dışıydı. Halkın faydasına bakılmaksızın bu karar veriliyordu.

Milli Mücadele önderlerine isyancı, hırsız, şaki, eşkıya, dinsiz, haydut, yankesici gibi yaftalar yakıştırılarak bu hakaretler ile gözden düşürmeye çalışılırken halktan da “itaatkârlığından, korkaklığından ve yoksulluğundan” yararlanarak asker aldıkları, vergi topladıkları, kinin malına mülküne el koydukları, hatta düğünü basarak gelinin takılarını gasp etiklerini vermek istemeyince de öldürdüklerini, kimi memurları görevden aldıklarını kimilerini de tutuklamakla suçlamışlardır. “Ankara önderleri ülkede gerçek çıkarları olmayan, ülkeyle kan veya başka bağları olmayan kişilerdi. Mustafa Kemal kökeni bilinmeyen Makedonyalı asiydi. Onun kanı Bulgar, Yunan veya Sırp kanı olabilirdi. Türk olmayan Arnavut, Çerkez olan hepsi de birbirine benzemekteydi. Onlar arasında tek bir gerçek Türk yoktu. Propaganda vasıtasıyla bile Türklere ulaşmaları imkânsızdı. Gerçek Türkler merkez sadıktı ama tehdit edilip aldatılıyorlardı…” (S:184) Aslında bunlara söylenecek tek söz “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu”dur. Osmanlıcılığı savunanlar ırkçılık yaparak Mustafa Kemal’i Türk olmamakla suçlamışlar, milleti de saf yerine koymuşlardır. İşlerine geldikleri gibi Osmanlıcı, İslamcı veya Türkçü propagandayı kendileri yapmaktadır. Osmanlıda yaşanmış celali isyanlarına benzetilerek “Celaliler” yerine “Kemaliler” diyerek isyancı olduklarını söylüyorlardı.

Prof Dr. Rahmi Doğanay’a göre İslamcı, Ümmetçi, Hilafetçi, Saltanatçı yaklaşımların Türkiye Cumhuriyetine ve İnkılâplara karşı olmasının sebebi “Müslümanların inanç hürriyeti ve ibadet hakkını” (S:188) korumak değildir. Asıl onların muhalefet sebebi Hilafetin ve Saltanatın kaldırılması, Hilafetin ve Saltanatın kaldırılmasıyla da ellerindeki yetki ve imkânları kaybetmeleridir.

Milli Mücadele önderlerine ve taraftarlarına karşı yöneltilen kara propagandalardan birsi de Bolşeviklikti. Geçmişe dönük Rus-Türk ilişkilerinden de bahsederek “Gelenekler, inançlar, sosyal hayat ve pek çok yönlerden Türklükle Bolşeviklik birbirine zıttı. Bolşevikler esasında Moskof’tu. Moskof’ta Türkün tarihi düşmanıydı. Türk-Bolşevik dostluğu mümkün değildi ve o şartlarda bile Bolşeviklere güvenmek bir cinnet haliydi.” (S:189) Milli mücadele önderlerini ve taraftarlarını Bolşeviklerle ilişki kurdukları nedeniyle dinsizlikle suçluyorlardı. Uluslararası siyaset gereği milletin menfaatleri doğrultusunda ilişkiler kurulması gerekliliğini dahi hesap etmiyorlardı ya da görmezden geliyorlardı.

Prof. Dr. Rahmi Doğanay Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’da çıkan isyanları “İsyanlar, sebep sonuç ilişkileri bakımından, bölücü amaçlarla dışarıdan destekli, etnisiteye dayanan isyanlar ve din faktörü ve aynı paralelde halife ve padişaha baplılık adına şeyhler ve tarikatların isyanlar olarak” (S.198) sınıflandırmaktadır. Bu sınıflandırmaya bağlı olarak Dış destekli etnisiteye bağlı isyanları da “Ermeni ve Rum çetecilerin faaliyetleri, ali Batı, Cemil Çeto, Milli Aşireti ve Koçgiri isyanlarını” (S:198), din faktörü ve Halife ve Padişaha bağlılık dolayısıyla çıkan isyanlara da “Konya, Bolu, Düzce, Anzavur, Çopur Musa, Şeyh Eşref, Bozkır isyanlarını” (S:198) “Uzun yılların oluşturduğu otorite boşluğunda oluşan, sosyal ve ekonomik statü olarak güçlenen mahalli otoritelerin ve feodal unsurların, merkezi otoriteye tabi olarak vergi ve askerlik yükümlülüğü üstlenmek istemeyişleri de Milli Mücadele’yi bastırmak isteyenler için bir potansiyel oluşturmuş” (S:198) Mahalli otorite ve feodal unsurların çıkardığı iyan olarak da “Yozgat Çapanoğlu isyanını” (S:198) şeklinde sınıflandırmıştır. Ancak bütün isyanların temelinde de dini kurtarma, Hilafet ve saltanata bağlılık gerekçe olarak yer almıştır.

En sonund Prof. Dr. Rahmi Doğanay bizim de yukarılar da bir nebze değindiğimiz gibi Osmanlıcı, Ümmetçi, Hilafetçi, Saltanatçı, İslamcı kesimlerin Milli Mücadele taraftarları ile yürüttükleri kavganın sebebini “Oysa kavga, sosyo-ekonomik statülerin sürdürülmesi, ya da yok olması kavgasıydı. Başka bir deyişle mücadele, bir iktidar mücadelesiydi. Mevcut ortamdan memnun olanların durumlarını korumak, İstanbul açısından ise ülkenin meşru yönetimi olarak kalmak milli çıkarların korunmasına tercih edilmişti.” (S:199-200) ifadelerinde olduğu gibi iktidar mücadelesine bağlamıştır.

“Milli Mücadele, bir bakıma, hasta da olsa bağımlı da olsa Osmanlı’nın mevcut kurumsal, sosyo-kültürel, siyasi ve ekonomik yapısını sürdürmek isteyen Osmanlıcı, İslamcı, saltanatçı-hilafetçi tutucu çevrelerle tam bağımsız, milli, çağdaş, demokratik, laik cumhuriyet taraftarlarının mücadelesi olmuştu.” (S:210) Bu mücadele İtilaf devletleri İngiltere, Fransa, Sırbistan, Rusya, İtalya, Yunanistan, Romanya, Portekiz, ABD’ye karşı olduğu kadar bunların desteklediği yukarıda sayılan iç düşmanlarla da olmak üzere 9 yabancı ve iç düşmanlar olarak yedi düvelden daha fazla millete karşı ve onların maşalarına karşı yürütülmüştü.

Çağdaş Uygarlık seviyesine erişme arzusuyla millet ve milliyetçilik ekseninde örgütlenen modern bir anlayışla kamusal hayata egemen olan İslamcılık anlayışından vazgeçilmiş ve laik bir devlet kurulmuştur. “İslamcılık ile çağdaş ve laik Türkiye’nin kurtuluşunu savunanlar arasındaki mücadelenin en hassas ve merkezi konusu da bundan dolayı laiklik olagelmiştir. Laiklik, yeni devletin kurulması sonrasında, tarikatlar ile beslenen İslam’ın kişisel boyutlarıyla yaşanmasının hiçbir biçimde kısıtlanmamış olmasına rağmen İslamcı/dini cemaatler tarafından, İslam’ın bireysel bir inanç olarak yaşanmasının 1923’ten sonra engellendiği iddia edile gelmiştir. İslam dininin kişisel ibadetten öte kamusal alana uygulanması gereken bir inanç olduğu iddiasında olan siyasal İslamcılara göre de Müslümanlara zülüm yapılmıştır. İşin gerçeği ise bu hamlelerin hedefi İslam ve inançlı toplum değil, İslam adına devlete, kurumlara, topluma, sosyal, iktisadi ve hatta siyasi hayata müdahil ve hatta hâkim olmaya çalışan odaklar ve zihniyetlerdir.” (S.225)

Eğeri oturup doğru konuşmak lazım. Türkiye Cumhuriyetine, İnkılâplara karşı olanların elbaşları yurt dışına gönderilmiş ortalık bir nebze sükûna ermişti. Ama bütün yaşanılanlar ve suçlamalardan sonra 1938 yılında çıkarılan 150’likler affı da bugünkü Ümmetçi, İslamcı, Hilafetçi, Saltanatçı muhaliflerin yaşamasına, neşvünema bulmalarına sebep olmuştur.

Prof. Dr. Rahmi Doğanay “Kurtuluş’a Muhalefet-Milli Mücadelenin Dinci Muhalifleri” kitabında kurtuluş Savaşına karşı olan kurumların, kişilerin ve mandacıların isim isim şeceresini çıkarmış sanki okuyucuya işte bunlar İstiklalimize karşı çıkanlar diyerek boyunlarına vatan hainliği yaftasını asarak isimlerini listelemiştir.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

NEY_SEN(ce)
Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Yok bizim eskimiz yenimiz, Hâlâ dinç, en yaşlı divanemiz... ______&______ Asil olan eski usül, Sere serpe yeni nesil.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

22 Tem 2024

Halim Kaya

08 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

03 Haz 2024

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 107,52 M - Bugn : 24655

ulkucudunya@ulkucudunya.com