« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Halim Kaya

27 Kas

2023

İSLAM’DA İNANÇ KONULARI VE İTİKADİ MEZHEPLER

27 Kasım 2023

Süleyman Uludağ ile ilk gıyabi tanışmam 1986 yılında Bursa Uludağ Üniversitesinde okurken Ülkücü öğrencilerin kalmış olduğu Yurtoğlu Apartmanındaki kütüphanede bulunan “İslam’da Faiz Meselesine Farklı Bir Bakış” adlı kitabıyla olmuştur. Hoca bu tarihlerde Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde hocalık yapıyordu. O zamanlar toplumun hocanın dediklerini kabul etmediği yönünde bu konu üzerinden bazı hikâyeler de anlatılıyordu. Ama hoca o zamanlar bile ilim adamı vasfını konuşturmuştu. Çünkü hiç kimsenin temas etmeye cesaret edemediği faiz konusunda yeni bir şeyler söylüyordu.

Bu gün okumaya niyet ettiğim Süleyman Uludağ hocanın yazmış olduğu “İslam’da İnanç Konuları ve İtikadi Mezhepler” adlı kitabı Dergâh Yayınları tarafından Ağustos 2017 tarihinde basılmış olan nüshası. Dergâh Yayınları bu kitabın birinci baskısını Haziran 2014 tarihinde yapmış. Ancak kitabın ilk piyasaya çıkışı ve kamuoyuna takdimi Marifet Yayınları tarafından 1992 tarihinde ilk baskıyla olmuş. Marifet Yayınları başka bir baskı yaptı mı bilinmemekle birlikte Dergâh Yayınları namuslu bir yayıncılık anlayışı sergileyerek ticari bir anlayışla meseleye bakmamış ve ilk baskının Marifet Yayınları tarafından yapıldığını kitap künyesine yazmıştır. Kitap “İçindekiler”, “Önsöz”, den sonra Birinci bölümü “İslam’da İnanç Konuları-Kelam İlmi” üst başlığının altında tali başlıklardan, İkinci bölümü “İtikadi Mezhepler” üst başlığı altındaki tali başlıklar ve “Bibliyografya”yı kapsayan 342 sayfadan oluşmaktadır. Bu elimizdeki baskıda yazar bazı düzenlemeler yaparak günümüz toplum ihtiyaçlarını da dikkate alarak kitabın muhtevasını genişletmiştir.

Süleyman Uludağ daha kitabın başında önsöz kısmında Kelam İlmini “genelde bir bütün olarak İslam’ı, özelde ise İslam inanç esaslarını savunan bir disiplin” olarak tanımlarken “çağa ve ihtiyaca göre yeni deliller ile İslam’ın yeniden yorumlayarak insanların idrakine sunma” (S:7) gibi bir görevinin de olduğu şeklinde tanımlar. Yani Kelam ilmi; İslam ve İslam inançlarına getirilen eleştirilere cevap verirken, Müslümanların inanç ilkelerini anlamakta zorlandıkları hususları deliller ile onların anlayacağı bir şekilde izah eder. Ancak kelam ilminin konusuna göre ve gayesine göre tarifi olduğunu (S:13) ifade ederken, konusuna göre tarifte vermiş olduğu “İslam esaslarına göre bahseden” (S:14) ifadesiyle “metafizik” kısının tarifin dışında bırakıldığını söyler. Yani kelam ilmi metafizik doğa ötesi konularla ilgilenmez ancak kelam malum ile ilgilendiği için “malumun içine varlık girdiği gibi yoklukta girmektedir. Yokluk her ne kadar var değilse de bilinen bir şeydir.” (S:12) yani doğa ötesi bilinebilen bir malum olmadığı için kelamın konusu değildir. Süleyman Uludağ yokluk konusunu izah etmek için “Mesela Allah’ın şeriki yoktur. Fakat Allah’ın şerikinin olmamsı malumdur. Allah’ın bir ortağının bulunmadığı ve bulunmamasının imkânsız olduğu kelamda bahis konusu edilmiş”tir (S:12) der.

Kelam ilmiyle uğraşmayı “farz-ı kifaye” olarak gören Süleyman Uludağ bu ilim ile uğraşmayı belirli bir kesine has görmekte, sadece âlimleri mesul tutmaktadır. Ancak kelam ilmi ile uğraşan âlimlerin başvurduğu akli, ilmi ve nakli delillere başvurmadan İslam’daki imanla ilgili hükümleri, İslam itikadını ve iman esasların ana hatları ile ve özet olarak bilmek her Müslüman’a farzdır. Her Müslüman farz olan farziyet de Farz-ı ayndır. (S:15) Yani bir kısmının bilmesi ile bu mesuliyetten bilmeyenler kurtulamaz. Kelam ilmi ile âlimlerin ilgilenmesi diğer bütün Müslümanları mesuliyetten kurtarır.

Süleyman Uludağ, “İslam’da İnanç Konuları ve İtikadi Mezhepler” kitabı sadece bir akait kitabı değil aynı zamanda bir “Akait Usulu” kitabı. Süleyman Uludağ, kitabın birinci bölümünde kelam ilminin ne olduğunu anlatırken her ilmi metodun nasıl işlediğini anlatırken itikadi bir konudan örnek vererek hem usulü tarif etmekte hem de itikadi bir konuyu çözüp bir hüküm çıkarmaktadır.

“Kelam, birçok nassları akıl ve mantık çerçevesi dâhilinde, ilmi esaslara istinat ederek tevil eder.” (S:25) Kitap ver sünnete uygun, bir delile istinat ederek, keyfi ve indi bir şey katmayacak.

Süleyman Uludağ İslamiyet’ten önce Kelam’ın varlığı ve yokluğu konusunda “İslamiyet”ten evvel Hicazdaki Arapların parlak bir medeniyetleri olmamıştı. (…) Düşünce sistemleri ilkel (Primitif) idi. Oldukça basit düşünürler ve garip şeylere inanırlardı. (…) Böyle bir çevre ve ortam içinde kelam gibi en ince akli meseleleri ustalıkla halleden bir ilmin vücut bulmayacağı tabiidir. İslamiyet’in ilk asrında kelamın doğmamış ve ilim haline getirilmemiş olmasının sebebi budur. İlk Müslümanlarda inançların tazeliği ve kuvvetli olması da kelam ilmine ihtiyaç bırakmamıştı.” (S:36) diyerek hem kelam ilminin tefekkür eden bir akıl gerektirdiğini hem de ilk Müslümanların yeni Müslüman olmalarına ve imanlarının güçlü olmasına bağlayarak gelişmediğini ifade etmiştir. Aslında ilk Müslümanların önünde Peygamber Efendimizin olması dolayısıyla kendileri belki bazı hususları araştırmaktan men edilmeleri ve itikadi konularda ayet ve sünnet ile problemlerinin hemen çözülmesi dolayısıyla çok düşünmek zorunda kalmamaları, kolay yoldan müşküllerinin çözülmesi buna sebeptir. İnsanların merkeze uzak kalmaları ve sayılarının artmasıyla ihtiyaçların artış göstermesi de Kelam ilminin doğuşuna sebep olmuştur. İslam dışındaki dini düşüncelerin ve bid’at - batıl mezheplerin Peygamber Efendimizden sonra İslam’a saldırmaları ve sapkın görüşleri ile Müslümanları etkilemeye çalışmalarını da Süleyman Uludağ Kelam elinin doğuş sepeleri arasında saymaktadır. “Muhaliflerin hücumlarını artırmaları ve delillerini yenilemelerine paralel olarak İslam âlimleri de müdafaalarını artırmışlar, örnekleri Kur’an’da bulunan delilleri çoğaltmışlardır.” (S:40) Yani İslam’ın indiği sırada bildirdiği itikadi konular üzerine yeni düşünceler geliştiren muhaliflerin bu düşüncelerini bertaraf etmek için Müslüman âlimler de yeni deliler ürettiler.

Kelam ilmin kullandığı delilleri akli ve nakli deliller olarak ikiye ayırarak, nakli delilleri de kati ve zanni deliler şeklinde sınıflandırıp, akli delileri burhan, hüccet, hatebe olarak gruplamış ve “Kelam ilmi delillerin çeşitlerine göre bölümlere ayrılmıştır. (…) Delillerin ve kullanılma sahalarının bilinmesi kelâmın daha iyi anlaşılmasını ve kavranmasını sağlar. Kelâmın temeli olan deliller ve ait oldukları alanları bilmek bu ilmi köklü ve şuurlu bir şeklide öğrenmek demektir.” Kelam ilminin deliller ilmi olduğunu ifade etmiştir. Hatta kelam ilmi delilleri hususunda “Gelişigüzel bir kelam kitabının tetkiki bu ilimde akli delillerin ne kadar geniş ölçüde kullanıldığını göstermektedir. Denilebilir ki kelamda incelenen bahislerin %60’ı sadece akli delillerin, %25’i hem akli hem de nakli delillerin, %15’i sadece nakli delillerin incelediği konulardır.” (S:57) diyerek akli delillerin kelam ilmin en fazla başvurduğu delil olduğunu ancak bu akli delillerin de kitap ve sünnete uygun bir aklın başvurduğu deliller olmasının esas olduğunu ifade eder. Yani âlim nefsanî davranamaz.

Süleyman Uludağ Allah’a İman ve Allah’ın Varlığı, Allah’ın Varlığının İspatı konusunda “Allah’ın varlığını kabul etmeyen birine onun varlığını Allah ve Resulünün sözü ile ispat etmek yanlıştır, tenakuzdur.” (S:80) der ve bunun sebebini de “Allah Teâlâ’nın varlığı ayet ve hadisle ispat edilemez. Zira kendisine Allah’ın varlığını ispat etmek (kabul ettirmek) istediğimiz kimse Allah’ın varlığını kabul etmemektedir.” (S:80) diyerek Allah’ın varlığını kabul etmeyen kişi Allah’ın ayetlerini ve Resulünün sözlerini neden kabul etsin, yok olduğuna inandığı şeyin kendinin varlığını ispatlamasının da abes çelişkili olacağını ifade eder. Bunun için Allah’ın varlığını ispatlamak için “akli, vicdani, psikolojik, biyolojik ve tarihi deliller kullanılır.” (S:81) der ve inanan ve inanmayan herkesin kabul edebileceği yolların tercih edilmesi gerektiğini ortaya koyar. Ancak Kur’an’daki akli delillerden de Allah’ın varlığını ispatlamada yararlanılabileceğini söyler. Akli ve bilimsel delilerin de İslam filozoflarının haricindeki pagan Yunan filozoflarının, Hıristiyan ve Yahudi filozoflarının kullandığı akli ve ilmi deliller ile aynı olduğunu ifade eder.

Hudûs ve İmkân delillerini uzun uzun inceleyen ve örnekler veren Süleyman Uludağ her iki delil için kısaca “Aslında hudûs delili ile imkân delilinin gayesi aynıdır. Allah’ın varlığını ispattan ibarettir. Fakat ayrı ve farklı yollardan bu hedefe varılmaktadır. Bu sebeple bu iki delilin mahiyeti itibarı ile birbirine zıttır. Kelamcılar imkân delili ile felsefeciler hudûs delili ile Allah’ın varlığının ispatlanamayacağını iddia ederler. Fakat bazı değişikliklerle imkân delili sonraki kelamcılar tarafından Kelam ilmine alınmış ve kullanılmıştır. Buna mukabil felsefenin de bazı değişikliklerle hudûs ve hadis gibi kelama has deyimleri kullandığı görülmektedir ki bu hal kelamla felsefenin son zamanlarda birbirine ne kadar yaklaştıklarını açıkça göstermektedir.” (S:105) diyor ve hudûs ve imkân delillerinin “Anlaşılmaları akli kıyasların etraflıca bilinmesini gerektirmektedir. Bu sebeple hudûs ve imkân delili âlimlerin, bilginlerin, filozofların, münevverlerin delilidir. Halktan bu delilleri anlaması ve kavraması beklenemez.” (S:106) diyerek de hudûs ve imkân delilerinin entelektüel aklın anlayacağı deliler olduğunu ümmi ve cahil halkın bunu anlamasının mümkün olmadığını bildirmektedir.

İlk Arapların ümmi ve cahil olmasından dolayı gelen hak peygamberlerin bu ümmi ve cahil halka Allah’ın varlığını öğretmek için kullandıkları metodu “Genel vasfı bu [ümmi ve cahil] olan bir halk topluluğuna hudûs ve imkân delillerinden bahsetmek, onlara anlamayacakları bir dille hitap etmek olurdu. Bu ise her şeyden evvel karşısındakinin fikir, akıl, idrak, vicdan ve insafına hitap eden enbiyanın mesleğine ve metoduna uygun düşmez. Bu sebeple enbiyanın öyle bir metot ve meslek takip etmeleri gerekiyordu ki bu hem halk tarafından kolaylıkla anlaşılsın, hem de âlimler tarafından makul ve mantıklı olarak kabul edilsin. Hem halkı hem de aydınları tatmin ve ikna edebilsin. İslam dini, cihanşümul olduğu için ispat-ı vacipte böyle bir yol takip etmek onun için zaruridir. İşte bu sebeple İslamiyet ve diğer hak dinler Allah’ın varlığını ispat için iki yol takip ettiler. A9-Gaye Metodu (meslek-i gayet), b)-İhtira’ metodu (meslek-i ihtira’)” (S:106)

Allah’ın Sıfatları Konusunda İslam Mezheplerini üçe ayıran Süleyman Uludağ, bunları Ta’til ve Muattıla, Tecsim ve Teşbih, Sıfatiyye (S:114) olarak sıralar. Sıfatiyye Mezhebini de üçe ayırır: Selefiyye, Maturidiyye, Eş’ariyye. “Sübûti sıfatları ilim, irade, hayat, kudret, sem’, basar, kelâm ve tekvin olmak üzere 8’e indiren Maturidiler, bu tahdidi yaptıkları için Selefiyye’den ayrılırlar.” (S:114) çünkü Selefiler “Kur’an ve hadislerde Allah hangi sıfatlarla tavsif edilmişse, Allah öyledir. Allah Teâlâ’ya nasslarda ne kadar sıfat nisbet edilmişse, Allah’ın o kadar sıfatı vardır.” (S:114) demektedirler. “Eş’ariye Allah’ın sübûti sıfatlarını kabul ederler ama fiili sıfatlarını tevil ederler.” (S:114) diyerek de Eş’arilerin diğerlerinden ayrılmış olduklarını ortaya koyar.

Süleyman Uludağ Allah’ın Ahrette görülmesi meselesinde, mutezilenin görülmeyeceğini, ehlisünnetin de görüleceğini savunduğunu bu yüzden iki mezhep arasında bir tartışmanın sürüp gittiğini ifade ettikten sonra akli ve nakli delillerle her ikisinin görüşlerini aktarmış ve Ehlisünnetin akli delil ile görüleceğine delili olarak sunduğu “dünyada onu [Allah’ı] görmeye engel olan bazı hususlar vardır. Ahirette bu engeller kalkınca Allah’ı görmek mümkün olacaktır. Eskiden çıplak gözle görülemeyen hücre ve mikrop gibi küçük varlıklar, zamanla bir takım aletlerle görülebilir hale gelmiştir. Eskiden görülmeleri imkânsız sayılan ve hatta var oldukları bile bilinmeyen varlıklar bugün görülebilir duruma gelmiştir.” (S:126) diyerek ortaya koyar. Süleyman Uludağ’ın örneklerine biz uzaydaki yeni keşfedilen yıldız ve gezegenleri de örnek verebiliriz. Varlığından haberdar olmadığımız yıldız ve gezegenler bugün teleskop ile görülmektedir. Teleskopun görüş derecesi artıkça da yeni yeni keşifler yapılıp gözümüz önüne serilmektedir. Nakli delil olarak da ehlisünnetin “Şüphe yok ki bulutsuz bir gecede, dolunay halinde ayı gördüğümüz gibi Rabb’inizi de göreceksiniz.” (S:127) (Buhari, Mevakit 16; Müslim, Mesacid,39) en önemli her iki sahih hadis kaynağında da geçen Hadisi Şerifi ile “O gün Rablerine bakan ve ışıl ışıl parlayan yüzler vardır.” (S:127) (Kıyamet Suresi 23. Ayet) ayeti kerimesini vermektedir. Arapça gramer ile yapılan bir açıklamayla da bu ayetin manasının “Ahirette Rablerini gören yüzler ve gözler vardır” (S:127) şeklinde anlaşılması gerektiğini de ifade eder. Süleyman Uludağ “Rü’yeti kabul etmemek bir bidat olarak ortaya çıkmıştır. Bu âlemle kıyaslanması doğru olmayan öbür âlemde Allah’ın görüleceğinin imkansız olduğuna delalet eden hiçbir akli ve nakli delil mevcut değildir.” (S:127-128) diyerek Mu’tezilenin tutarsızlığını ortaya koyar. “İmam Maturidi rüyada Allah’ın görülmesine şiddetle karşı çıkmış, fakat sonraki Maturidi ve Hanefi âlimleri tarafından sözleri tevil edilmiştir.” (S:129) Aslında İmamı Azam Ebu Hanife’nin de İmam Maturidi’nin de kendilerinin vermiş olduğu fetvalar tevil edilmeden aynı ile kalmalı, farklı ve yeni fetva verenlerin ki de ayrıca aynı mezhep içinde farklı bir görüş olarak yer almalıdır ki din kolay kılınmış olsun.

İrade ikiye ayrılı İlahi İrade ve İnsani irade. Külli İrade de Meşiyet manasında İlahi irade ve Muhabbet rıza rehberlik etme yol gösterme manasına gelen [ilahi] irade. Bu iradeye dini ve teşrii irade de denir. Meşiyet manasına irade ile Allah bir şeyin yaratılmasını irade ederse o şeye ol der ve o da hemen oluverir. Muhabbet ve rıza manasına irade ile de Mesela Allah insanların oruç tutmalarını ve verdikleri sözden dönmemelerini ister. Oruç tutmalarına razı olur ve tutanları da sever. (S:131) İnsani İrade de Külli olan insan iradesi ve cüz’i olan İnsan iradesi olarak ayılır. Külli İnsan İrade si bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya azm etmek, karar vermek iradesidir. Mesela orucu tutmaya karar vermek ya da tutmamaya karar vermek gibi. Cüz’i insan iradesi ise Allah tarafından insan verilen külli iradenin iyi ya da kötü işlerde harcanması kullanılmasıdır. Maturidi’lere göre Cüz’i irade mahlûk değildir eğer mahlûk olsaydı insan fiilinde mecbur muzdar olurdu. Eş’ari’lere göre Cüz’i irade ve kesb mahluktur Allah tarafından yaratılmıştır. (S:132) Süleyman Uludağ irade konusunda dört farklı mezhebin görüş ve farklılıklarını ortaya koyar. Aşırı ve mutlak cebir anlayışına göre “Cebriyye’ye göre insanda ne irade ne de kudret vardır. Her şey Allah’ın kazası, kaderi, iradesi ve kudretiyle meydana gelir. Kaderin önündeki insanın durumu rüzgârın önündeki [kuru] yaprağın durumu gibidir.” (S:134) Mutavasıt, mutedil ve ortalama cebir anlayışına göre “Eşar’ilere göre insanda irade vardır, ancak bir şeyi insanın irade etmesi için daha evvel o şeyi Allah’ın irade etmesi şarttır. İnsanın dilemesi Allah’ın dilemesine tabi ve bağlıdır.” (S:134), “Mutlak tevfiz ve aşırı iradecilik görüşüne göre “Kaderiyye ve Mu’tezile’ye göre Allah insana irade ve kudret vermiş, bunları ona kayıtsız ve şartsız teslim etmiştir. Artık Allah insanların işine karışmamaktadır. Dileyen iyilik dileyen kötülük yapabilecektir. İnsan, Allah’ın hiçbir müdahalesi olmadan kendi işini bizzat kendisi kendi iradesi ve kudreti ile yapar. İnsan fiili Allah tarafından yaratılmaz. Öyle olsaydı, Allah’ın irade ettiği ve iradesine göre yarattığı bir fiilden dolayı insan sorumlu ve mükellef tutulması haksızlık olurdu.” (S:134) Mutavassıt mutedil ve ortalama tefviz görüşüne göre “Maturidilere göre insanda hem irade hem de kudret vardır. İrade de kudrette tesirlidir. Ancak yaratma işi Allah’a aittir. O’na mahsustur. Mesela insan bir işi yapmayı düşünür ve onu yapmaya karar verir. O işi yapması için kudretini ve cüz’i iradesini harcaması, ilahi iradenin ve kudretin o işi yaratmasına vesile ve sebep olur.” (S:135)

Allah’ın ahirette ve dünyada rüyada görülmesinden, İrade – Kazak – Kadere, Peygamberlere iman ve Peygamberlerin vasıf ve sıfatlarına, Vahiy ve Mucize’ye, Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin ispatına, Kitaplara iman, Meleklere İman, Ahiret gününe iman hususlarını detaylı bir şekilde ele alan ve örneklendiren Süleyman Uludağ resmen bir müminin neye inanması neye inanmaması gerektiğini ortaya koymuştur. Tekfir konusunu da sonuçları itibarıyla açıkladıktan sonra Tekfir sebeplerini; Hizip, Mezhep, tarikat hatta siyasetteki Taassup ve şartlandırmaya, Cehalet ve taklide, Hased ve menfaatperestliğe bağlı olarak üçe ayırmıştır. Ancak bir başkasını kâfirlikle suçlamanın çok hassas ve mesuliyetli bir iş olduğunu (S:181) ifade eden Süleyman Uludağ İslam dininin tekfir yasakladığını ve “yersiz ve haksız tekfiri, kâfir olmayı gerektiren çok ağır bir suç say”dığını (S:180) söyleyerek adeta bir kişiyi tekfir etmeyi bumeranga benzetmiştir.

İslam’dan evvelki Haşimi-Emevi siyasi kavgasına ve kabile rekabetine dönüşen Muaviye ve Hz. Ali arasındaki muhalefet ve ayrılıkta Hz. Ali taraftarları şia, ona muhalif olanlar ise Nâsibi olarak adlandırılmıştı. Süleyman Uludağ bu iki grup dışında kalanların da olduğunu ve “Bu ihtilaflarda her iki gruptan da ayrılan (itizal) ve tarafsız kalan (Mu’tezile) Abdullah bin Ömer, Sa’d bin Ebi Vakkas, Üsâme, Hasan bin Sabit ve Muhammed b. Mesleme gibi büyük sahabeler de vardı. Mu’tezile mezhebi mensupları sonradan bunlara mensubiyet iddiasında bulunmuşlardı.” (S:205) diyerek nötr kalmanın bile fırkalaşmaya sebebiyet verdiğini göstermiştir.

Süleyman Uludağ itikadi mezhepleri ele almış ve bu mezheplerin arasında çıkan anlaşmazlıkları ve bu anlaşmazlıklardan doğan farklılıklar hususunda da “İtikadi mezheplerin doğuşunda siyasi olayların büyük rolü olmuştur. Kelami mezheplerdeki itikadların çoğunun esasını siyasi olaylar teşkil eder.” (S:205) tespitini yapmıştır. Önceleri siyasi olarak anlaşamayan Müslümanlar bu çatışmalarını dini yönden açıklayarak kendilerinin haklı olduğunu ortaya koymaya çalışırken zamanla bu konular siyasi olmaktan çıkıp itikadi konulara dönüşmüştür. Siyaseten olan bu farklılıklar unutularak artık inanç yönünden farklılıklar ve ayrılıklar üzerinden siyaset yapılmaya başlanmıştır.

Haricileri ele alan (S:207) Süleyman Uludağ, ilk ortaya çıkışlarından başlayarak tarih oluşumlarını ve kollarını (S:208) farklılıklarını ve inanç yapılarını açıklayarak ortaya koyduktan sonra genel bir haricilik mezhebinin özelliklerini sıralar, bunu sayarken de Hz. Ali’nin ölümüne yakın söylediğini ifade ettiği “Haricileri öldürmeyiniz. Zira hakkı arayıp da yanılan kimse (Harici) ler, batlı arayıp da bulan kimse (Emevi) ler gibi değildir.” (S:211) sözünü aktarır. Hz. Ali bu sözle Haricilerin hakkı arayan Emevilerin ise Batılı arayan kişiler olarak niyetlerinin farklı olduğunu ve Batılı arayan Emevilerin aslında aradıklarına kavuştuğunu ve bunun da tasvip edilmeyen bir durum olduğunu bu sözü kitabına alan Süleyman Uludağ tarafından ortaya konulmaya çalışmaktadır. Gerçi Süleyman Uludağ kitabın daha önceki sayfalarından “Mısır’da Cemalettin Efgani, onun talebesi Şeyh Muhammed Abduh ve onları takip eden Şeyh Muhammed Reşid Rıza, Abdullah Meraği, Ferid Vecdi, Abdulaziz Çaviş, Şeyh Seltut… gibi yeni dönemin ilim ve fikir adamları İslam düşüncesine yeni fikirler getirmişlerdir.” (S:194) diyerek “son yarım yüzyıl içinde yapılan çalışmalar” başlıklı yazıyla Ehl-i Sünnet âlimlerinin ve daha çok merhum ilahiyatçı Ahmet Davudoğlu hocanın “Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri” kitabında, yine merhum Necip Fazıl Kısakürek’in “Doğru Yolun Sapık Kolları” adlı kitabında eleştirdiği kişileri ilmi kelam yolunda yeni çalışmalar yapan ilim adamları arasında saymıştır.

Şia’yı tarihi oluşum seyri içinde ele alıp kollarını aralarındaki farkları (S:215-243) anlatan Süleyman Uludağ, Şia’nın İmamiye kolunun aynı ehl-i sünnet mezhebinde olduğu gibi ehl-i sünnet vel cemaat ve yeni selefilik benzeri geleneksel ve yenilikçi kanatlarının olduğunu ve adlarını gelenekçi kanadın Ahbariler, yenilikçi kanadın Usuliler olduğunu ifade ederek aralarındaki farkları ortaya koymuş ve “Usuliler fıkıhta Hanefiliğe, kelamda Eş’ariliğe yaklaşmaya, biri ameli diğeri itikadi olan bu iki mezhebin akılcı (rey) ve kıyascı esaslarını kabul etmeye başladılar.” (S:241) ve “Ahbarilerin önemli bir kısmı gizli ilimlere (ulum-i hafiyye) ve onu bilme aracı olarak keşfe (ilham, sezgi) yönelmişlerdi. Bunların tasavvufla ilgilenmeleri, başka bir yoldan suniliğe yaklaşmalarına sebep oluyordu.” (S:241) diyerek Şia’nın Usuliler kolunun çağın gereklerine cevap vermek düşüncesiyle aklıliği seçtiğini ve dolayısıyla da Ehl-i Sünnet mezhebine yaklaştığını, Ahbariler kolunun da tasavvufa yaklaşarak Sünniliğe yaklaştıklarını “Başka bir ifade ile Usuliler Sünni kelam ve fıkıh usulü ilminin etkisinde kalırken Ahbariler Sünni tasavvufun etkisinde kaldılar.” (S:241) şeklinde gayet net olarak ortaya koymaktadır.

Hacı Bektaş Veli’nin Horasanlı olduğunu ve Yesevi dervişlerinden tasavvuf terbiyesi aldığını ve bu gün mezarının bulunduğu Hacıbektaş ilçesine gelip yerleştiğini ifade eden Süleyman Uludağ onun hakkında iki farklı görüşün olduğunu bunlardan birinin onun tamamen İslam dışında kalan ve eski Türk dinine dayanan İslam dışı kaynaklardan beslenen heteredoks bir tasavvuf anlayışına sahip olduğu, diğerinin ise “Ehl-i Beyt ve Hz. Ali soyundan gelen imamlara güçlü bir meyil duymakla beraber aslında çağındaki öbür Sünni tarikat mensuplarının benimsedikleri tasavvuf anlayışından fazla farklı olmayan bir tasavvuf anlayışının temsilcisi idi.” (S:244) ifadeleriyle açıklar. Hacı Bektaş Veli’ini Sünni olduğunun delili olarak “Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti mensupları tarafından ilk Bektaşilerin dışlanmamış olmaları, tam tersine iyi bir kabul görmüş olmaları”nı (S:245) ve Yesevilik, Vefailik, Nakşibendîlik gibi Sünni tarikatlar ile ilişkisini (S:244) ve kendisine atfedilen Kitabu’l-Fevaid, Makalat, Şerh-i Besmel, Şathiye ile daha sonra yazıldığı iddia edilen Velâyetname adlı eserlerde (S:245) Ehl-i Sünnet inanca ters bir kaydın bulunmamasını ileri sürer. Bektaşiliğin kuruluş aşamasında Sünni bir tarikat olduğunu ifade eden Süleyman Uludağ tarihi seyri içinde Çelebiler ve Dedebabalar diye ikiye ayrıldığını, bunlardan Köy Bektaşiliği- Alevilik denilen kolun Hacı Bektaş’ın öğretilerinden uzaklaşarak Alevi-Kızılbaş çizgiye, Şehir Bektaşileri de Şii Batını tesirlerle tarikat esas ve usulünü korumakla birlikte (S:246) değişime uğradıklarını söylemktedir. Aynı Safevi tarikatı gibi kuruluş aşamasında Sünni iken tarihi seyir içinde Şia etkisine girmesi gibi Bektaşilik de kuruluş aşamasında ve belli zaman kadar Sünni yapıyı korurken daha sonra Alevilik ve Şia etkisiyle Ehl-i Sünnet dışına çıkmıştır.

İslam coğrafyasında ve İslam toplumları içinden çıkmaktan başka İslami bir inanç ve ahlak kaidesi olmayan, bütün ayetleri Bâtıni manada yorumlayarak farklı manalar veren, kurucuları Fars milliyetçisi İslam’dan ve Müslümanlardan intikam alma peşinde koşan kişilerin olduğu Bâtınilik’in en meşhur adı Haşhaşiler ve yine en meşhur lideri Hasan Sabbah’tır. Alamut kalesinde müritlerine haşhaş afyonu vererek uyuşturan ve bu uyuşturucu etkisindeki müritlerinden intihar fedaileri oluşturup suikastlar düzenleyen bir sapkın mezhep. (S:252-259) Bâtıniler Kabe’den Hacerü’l Esved taşını çalmış ve 30 yıl Hecr denilen yerde saklamışlar, Kuzey Afrika’da bir Batıni devlet olarak Fatımi Devletini kurmuşlar ve 150 yıl kadar hüküm sürmüştür. (S:253) Süleyman Uludağ onların inançlarını “Peygamberlerin baş olmak sevdasında olan kimseler olduklarını, bu gayeye erişmek için halkı kanun ve şeriatla aldattıklarını, Cebrail diye kendilerine göründüğünü söyledikleri şeyin akıl ve zekâları olduğunu, birinci ve ikinci diye iki ilah bulunduğunu, birincisine akıl, ikincisine de nefs denildiğini, kız ve kız kardeşle evlenmenin, içki içmenin ve livata yapmanın mubah olduğu” (S:258) şeklinde ortaya koyar.

Mu’tezile mezhebi Kaderiye ve Cehmiyye mezheplerinden alınan esaslarla Hasan Basri’nin talebesi Vasıl bin Ata tarafından kurulmuştur. Hasan Basri’ye sorulan büyük günah işleyen günahkarın durumunun ne olacağı sorusuna Vasıl bin Ata “Kanaatime göre kebire sahibi mutlak şekilde kafir olmadığı gibi, mümin de değildir, iki menzil arasındadır” şeklinde cevap vermiş ve bu görüşüyle de Hasan Basri’den ayrılmıştır. Bu yüzden Vasıl Ata ve taraftarları Mu’tezile yani “Ayrılanlar” olarak isimlendirilmiştir. (S:267) Emevi halifeleri ve ilk Abbasi halifesi Mu’tezile âlimlerine itibar ettiği için Mu’tezile devlet desteğiyle yayıldı. (S:268) Allah’ın subiti sıfatlarını yok sayarlar, Allah zatından ayrı bir ilim ile değil zatının aynı olan ilimle bilir derler. Kur’an’da ve sahih hadislerde geçen Allah’ın eli gibi deyimleri tevil etmişlerdir. Kur’an’ı mahlûk olarak kabul ederler. Mu’tezileye göre mekânda olan sınırlı şeyler görülebileceğinden Allah’ı dünya ve ahrette görmek mümkün değildir. (S:269) Kul işlediği fiili bizzat kendisi yaratır. Yoksa insan fiillerini Allah yaratsaydı işlenen fiillerden dolayı insanların cezalandırılması halinde Allah’ın adil olmadığı bir durum ortaya çıkardı. (S:270) İnsan fiillerini insanın kendisinin yaratması görüşü Mu’tezileyi kader’i ve alın yazısını inkâra sürüklemiştir. Büyük günah işleyenler tövbe etmeden ölürlerse şefaatten istifade edemezler. Büyük günah işleyenler mümin ya da kâfir olarak kabul edilmez onlar fasıktırlar. (S:271) Büyük günah işleyen tövbe ettikten sonra ölürse mümin olarak cennete gider, tövbe etmeden ölürse kâfir olarak cehenneme gider. (S:272) Mucizeyi çok dar bir sahaya inhisar etmişlerdir. Şakkul Kamer ve peygamberimizin parmaklarından su akıtması mucizelerini kabul etmezler. Mu’tezileye göre Kur’an yazılı hali bakımında mucize değildir. Mu’tezie mezhebinin mensupları ekseriya Arap olmayan Müslümanlardandır. (S:275)

Cebbriyye mezhebi kaderi inkâr eden mezheplerin karşıtı olarak ortaya çıktı. (S:280) “Âlemde günah ve şer denilen bir şey yoktur. Çünkü yapılan her şey kulun en küçük bir tesiri ve rolü olmaksızın Allah tarafından yaratılmaktadır. Onun için küfür ile iman, kâfir ile mümin mahiyetleri icabı birbirinin aynıdır.” (S:281) derler.

Müşebbihe Allah’ı zatı ve sıfatları ile mahlûklara benzetmek, mahlûklar gibi cisim olduğunu iddia eden mezheptir. (S:284) Allah’ın sıfatlarını inkâr eden Kaderiyye, Cehmiyye ve Mu’tezileye karşı İlahi sıfatları kabul ve müdafaa eden Selefiyye, Küllabiye, Eş’ariyye, Maturidiyye mehzheplerine Sıfatiyye mezhepleri denilmiştir. (S:285-286) Ehl-i Sünnet İslam “Halik olan Allah hiçbir bakımdan mahlûkata ve mahlûkatın sahip olduğu vasıflara benzemez. O her bakımdan mahlûkata muhaliftir.” (S:289) der.

Mürcie İcra mastarından gelir. İcra lügatte tehir etmek ve ümit vermek manasına gelmektedir. Büyük Günah işleyen Müslümanların kâfir olmadıkların söylediği, onlara ümit verdiği, amelin imandan bir cüz olmadığını Hz. Ali taraftarlarının Cemel ve Sıffin savaşlarında maktul düşen muhalifler hakkında leh ve aleyhte hüküm vermekten sakındıkları için bu ismi almış olduğu savunulur. (S:290) “Ehl-i Sünnetten olup ameli imandan cüz saymayan Said b. Cubeyr, Hammad ve Ebu Hanife gibi kesmeler de mezhepler tarihinde Mürcie olarak gösterilmişlerdir.” (S:292) Yani Mürcie başlı başına çok yönlü bir mezhep değil, Sadece amel-iman, günah-ı kebair, va’d- vaîd ve küfür gibi konularda fikir beyan etmekle iktifa eden bir mezheptir.(S:292)

Eş’ari ve Maturidi mezhepleri kurulmadan evlek bütün Ehl-i Sünnet Müslümanlar Selefi idi. Hadislere bağlı kaldıkları için Ehl-i Hadis denildiği gibi Sahabe ve Tabiin yolunu çok iddialı olarak takip ettikleri için Eseriyye, Ehl-i Eser olarak da isimlendirilmişledir. Selefi mezhebi ashabın, tabiinin, tebei tabiinin mezhebidir. İmam-ı Azam Selef mezhebini müdafaa etmek için yazılmış ilk eser olan el-Fıkhu’l Ekber adlı kitabı yazmıştır. Dört imam ve ilk tabii olanları da selefi mezhebindendirler. (S:294) Hanbelî mezhep mensupları dışındaki Selefi mezhebine mensup olanların büyük çoğunluğu Eş’ari ve Maturidi mezhepleri teessüs edince bu mezhepleri benimsediler. (S:295) “Bu [Selefi] mezhebe göre Allah’a tazim, tenzih ve takdis hususunda mübalağa etmek ve büyük bir hassasiyet göstererek tafsilata dalmaktan kaçınmak esastır.(…) Ayet ve hadisleri akla göre tevil etmemek, bid’at çıkarmaktan sakınmak ve nassların manasını eksik ve ilavesiz bir şekilde, olduğu gibi anlamak lazımdır. İman ve itikad konularında ayet ve hadislerde anlatılan şeylerle iktifa etmek ve daha ileri gitmemek icap eder. Allah’ın varlığı, sıfatı, fiil ve isimleri ayet ve hadislerde nasıl anılmış ise öylece kabul edilmeli ve bu gibi önemli hususlar akla ve ilme dayanarak tevil edilmemelidir. Dini hükümlerin ve akidelerin yeniden yorumlanmasından titizlikle kaçınılmalıdır. ” (S:295) Nerdeyse din ve iman hususunda hiçbir şekilde düşünmeyin, nakil yoluyla gelenleri kabul edin, ilim ve akıl ile yeni yorumlar ilave etmeyin demektedir. Peygamberimiz ve Sahabesi, tabiin ile tebei tabiinden oluşan üç neslin dışındakileri tamamen düşünmekten men eder bir tutum arz etmektedir. Eş’ari olmasına rağmen İmam Gazzali Selefiyye mezhebinin doğru ve hak olduğuna dair “İlcamu’l-Avam an İlmi’l Kelam” kitabında esaslarını yazmıştır.(S:300)

Eş’arilik mezhebinin kurucusu İmam Eş’ari basrada doğmuştur. Mu’tezile reislerinden Ebu Ali el-Cübbai’nin üvey evladı olup, ondan ilim ve terbiye almıştır. Mu’tezile mezhebi üzerine İmam derecesine yükselmiştir. Hocasına sorduğu soruya tatminkâr bir cevap alamayınca İstiare yapmış ve istiare sonucu Peygamber Efendimiz rüyasında görmüştü. Bu istiare rüyasında “Hz. Muhammed (sav) ona sünnet yoluna girmesini emretti.” (S:310) Bunu üzerine Eş’ari Kur’an ve Sünnete sarılarak bu iki esasa aykırı Mu’tezili fikirleri reddetmeye başladı. Reddettiği Mu’tezili fikirler şunlardır.“Allah görülemez, Kur’an Mahlûktur, İnsan kendi fiilinin yaratıcısıdır.” (S:310) Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey zamanında Eş’ari fikirler bir ara şiddetli tazyiklere maruz kalmış, Alparslan tarafından Selçuklu veziri Amidül-mülk Künderi’nin idam edilerek yerine Nizamülmülk’ün vezir yapılmasıyla Eş’arilik Nizamiye medreselerinde okutulmaya başlanmış ve çok sayıda Eş’ari âlim yetişmiştir. Eş’ariliğin başıca görüşleri; Allah’ın sıfatları vardır ve bu sıfatları kendinin aynı olmadığı gibi gayrı da değildir. Kulların fiillerini Allah yaratır, kul kesbeder. İman, marifet ve kalple tasdiktir. Amel İmana dâhil değildir. İmam içtihat ve seçim yoluyla tayin olur nassla değil. Allah’u Teâlâ’yı görmek caizdir. (S:312) Günahları affetmek Allah’ın dilemesine bağlıdır. Kur’an edebi yönden mucizedir. Allah’a hiçbir şey vacip değildir. Kabir sorgusu, haşir, mizan ve sırat haktır.(S:313)

Maturidiyye mezhebinin kurucusu Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed el- Maturidi es-Semrkandi’dir. Nasır b. Yahya el-Belhi’den kelam öğrendi. Fıkıh ilminde İmam-ı Azam Ebu Haife’yi takip ederek görüşlerini yaymaya çalıştı. Maturidiliğin görüşleri; Allah’ın Tekvin sıfatı Eş’ariye göre hadis Maturidiye göre kadimdir. Ku’an Allah’ın kelamıdır ve Kelam Allah’ın zatı ile kaim ezeli bir sıfatıdır. Mushaf’ta olan harfler ve sesler mahlûktur. File güç yeterliği Eş’ari ve Maturidiye göre fiille beraberdir. Katledilen kimse eceliyle ölmüştür. Haram rızıktır çünkü rızık gıdadır mülk değildir. İman dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. İnsanların yaptığı işler Allah’ın mahlûkudur. Meydana gelen asıl fiil Allah tarafından yaratılır. İnsanların mukadderatı levh-i mahfuzda umumi hatlarıyla yazılmıştır. (S:318) Şayet teferruatı ile yazılmış olsa kişi fiilinde mecbur olurdu. İnsanın cüzi iradesi vardır. İstisna, yani inşallah müminim caiz değildir. Ben hakikaten müminim demeli, buna tam olarak itikad etmelidir. (S:319) Eş’ariler ile
Maturidiler arasında elliden fazla itikadi konuda ihtilaf vardır. İtilaflar lâfzî değil manevidir. Asıl itikadi meseleler de değil tali meselelerdedir.

Vehhabilik mezhebi Arabistan’ın Necd bölgesinde el-Uveyneh kasabasında doğmuş Muhammed b. Abdulvehhab tarafından kurulmuştur. Abdulvehhab ed-Deri’yyeh emiri Muhammed b. Suud’a fikirlerini kabul ettirmekte muvaffak olunca, Muhammed b. Suud kılıç zoruyla Abdulvehhab’ın fikirlerini tatbik etmeye başladı. (S:321) “Vehhabilik siyasi otoriteden mahrum, cahil, mutaassıp, geri kalmış, iptidai ve kavgacı bir sosyal ortamda doğmuş ve gelişmiştir.” (S:324) “Vehhabiler akaidin birçok konularında Hanbelîlerin ve İbn Teymiyye’nin görüşlerini takip ederler Selefi olduklarını söylerler.” (S:326) “Vehhabiler mabedleri yıktıkları için kendilerine ‘huddâmu’l-meabid’ ismi verilmişti. Bu bakımdan da Haricilere benzemektedirler.” (S:327) Zaman geçtikçe Vahhabiler’in görüşleri yumuşamış medeni âleme intibak için gayret sarf etmektedirler. Süleyman Uludağ bu yumuşama hususunda Motorlu taşıtların, radyo ve televizyon’un kullanılması, sinema eğlence yerlerinin açılması, bankaların kurulması, kızların okumasını (S:327) örnek vermektedir.

Mehdi’nin geleceği inancı Yahudilik, Hristiyanlık ve İranlıların eski dini yıkıldıktan sonra eski günlerin gelecek bir kahraman ile yeniden sağlanacağı düşüncesinin oluşmasıyla İslam’dan önce var olan bir inançtır. Mehdi, terim olarak ‘halaskar’ ve ‘kurtarıcı’ manasına gelir. (S:329) İslam’da ilk Mehdilik inancı Şia mezhebinin bir kolu olan Keysaniye’de ortaya çıkmıştır. Hz. Ali’nin azatlı kölesi olan Keysan bu fikri ilk ortaya atarak Hz. Ali’nin küçük oğlu Muhammed b. Hanefiyye’nin ölmediğini, günün birinde çıkmak ve adaleti tesisi etmek için Cebel-i Rıdvan’da gizlendiğini iddia etti. Emeviler zamanında Alevilerin Şia’nın Mehdilik inancına bir nazire olarak adı ‘Süfyani’ olan Mehdiliğe benzeyen bir inanç meydana geldi. (S:330) Emevilerin ve Alevilerin ‘Mehdi ve Süfyani’ anlayışlarına karşılık Abbasiler de Mehdi intibaını uyandırmak için çocuklarına Hz. Peygamberin ve babasının isimlerine uygun isimler vermişler ve “Çıkacak olan mehdinin adın benim adım, babasının adı da babamın adına sahiptir.” Hadisinin kendileri için söylenmiş olduğunu iddia etmişlerdir. (S:331) On dört asırlık İslam Tarihi boyunca binlerce Mehdi zuhur etmiştir. En bilinenleri şunlardır; ilk mehdi iddiasında eNefsü’z- Zakiyye diye meşhur olan Muhammed b. Abdullah bulunmuş, 4. Asırda Ubeydullahu’l-Mehdi ortaya çıkmış ve Fatimi devletini kurmuş, daha sonra Kuzey Afrika’da Muhammed b. Abdullah el-Mehdi, Abbasü’l-Fatımı el- Mehdi, Hindistan’da Seyyid Ahmed Mehdi, İran’da Mirza Ali mehdilik iddiasıyla ortaya çıkmışlardır. (S:331) Sünnilerde mehdi anlayışına rastlanmaktadır ancak Sünnilerde mehdi inancı Şia’daki gibi temel bir akide değildir. Sonra geleceğine inanılan mehdi kıyamet yaklaştığında ve kıyamet alametleri görüldüğü zaman zuhur edecektir. Ehl-i Sünnet inancındaki Mehdilik Tirmizi, Ebu Davud, İbn Mace gibi hadis kitaplarındaki hadislere dayanır. Ancak İslam âlimlerinin çoğu da Mehdilik inancının İslamiyet’te bulunmadığı, Hz. Peygamberin bu hususta bir şey söylemediği, ona atfedilen hadislerin uydurma olduğu, bu inancın Sünnilere Şiilerden geçtiğini düşünürler.(S:332)

Bahailik inancı 19. Yüzyılda İran’da Şirazlı Ali Muhammed tarafından kurulmuştur. Kendisinin Hz. Peygamber soyundan geldiğini, vahiy aldığını ve bu yüzden kendisinin ‘Bab’ olduğunu iddia etmiştir. Şirazlı Seyyid Ali Muhammed 1850’de idam edildikten sonra mezhebin başına Bahaullah adıyla Mirza Hüseyin Ali geçmiştir. (S:335) Bahaullah Mirza Hüseyin Ali’nin İran’dan sürgün edilerek İstanbul, Edirne, Selanik ve Hayfa’ya gönderilmesi Bahaîliği İran dışına taşımıştır. Bahaullah’ın kendisini peygamber ilan etmesi ve Allah’tan aldığı vahiyleri tebliği etmeye başlaması ile işin mahiyeti değişmiştir. Yeni bir kitap ortaya koyması ve Hz. Muhammed’in son peygamber, İslam’ın da son din olmadığını söylemesi Bahaîliği yeni bir din şekline sokmuştur. Bahaîler Yahudiliği, Hristiyanlığı ve İslam’ı hükümleri ilga edilmiş modası geçmiş ve nesh edilmiş dinler olarak görürler. (S:336)

Süleyman Uludağ Müslümanların “İslam’da İnanç Konuları ve İtikadi Mezhepler” adlı Kelam kitabında neye nasıl inanması gerektiğini ortaya koyarken yukarıda yazdıklarımızda daha geniş bir malumat vermiş ve bizim yazmadığımız nice konu ve mezheplere temas ederek doğruyu ve sapkın mezheplerin inançlarını detaylı olarak anlatarak günümüz Müslümanlarını doğru bir akideye sevk etmenin yollarını aramıştır.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

Halim Kaya

26 Kas 2024

Süleyman Eryiğit’in yazdıklarından daha önce hiçbir yazısını okumadım. Mümtaz Turhan, Sabri F. Ülgener, Ömer Lütfü Barkan, Mehmet Genç gibi hocaları okuyup Osmanlının geri kalışının sebepleriyle ilgilenmeye başladığımdan ve özellikle de Mehmet Genç’in iki ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” adlı kitabını okuduktan sonra “Osmanlı ve Kapitalizm” konusu daha dikkatimi çekmeye başladı.

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

26 Kas 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

28 Eki 2024

M. Metin KAPLAN

12 Eyl 2024

Nurullah KAPLAN

12 Eyl 2024

Hüdai KUŞ

22 Tem 2024

Orkun Özeller

03 Haz 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Ziyaret -> Toplam : 127,13 M - Bugn : 207234

ulkucudunya@ulkucudunya.com