« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

HARBİDEN

      Efendi BARUTCU

05 Eyl

2017

Denizli İntibaları - 3

05 Eylül 2017

Değerli Arkadaşlar;
1980’e gelirken Marksist hareketler öğretmenler ve emniyet güçleri arasında da örgütlenmişlerdi. Bir yandan da Ankara’da, Kızılay’da sokak ortasında polis vuruyorlardı. Marksistler 12 Mart dönemini çok aşan bir güce ulaşmışlardı. Ama önce Ülkücü direnci kırmaları gerekiyordu, bunu yapamadılar.
CHP ve sosyal demokratların nazarında ise, esas sorumlular, milliyetçiler ve ülkücülerdi. Her olayda kullanmaya alıştıkları sol diyalektik ve determinist yöntemlere göre, MHP ve ülkücüler olmazsa, ona tepki olarak oluşan sol hareketler kendiliğinden sona erer, varlık sebepleri ortadan kalkardı.
Milliyetçiliği anarşi ve terörün ideolojik zemini, MHP'yi ise bu fikirlerin çatısı olarak sayıyorlardı. Bunun sonucu olarak 1970 ila 1980 arasında, komünist militanların kurşunlarına hedef olarak can veren milliyetçi düşünceyi benimseyen 5000'e yakın insan fikirleri sebebiyle bunların nazarında daima yok sayılmıştır.
Devrimcilerin sloganlarına bakarak sırf Amerikan emperyalizmini protesto etmek için, özgürlük için eylem yaptıklarını söyleyenler varsa, onlar pankartlara takılmış aptal zihinlerdir. Niçin? Çünkü devrimci gençler ne istediklerini, ne yapacaklarını, imzalı bildirileri, broşürleri ve sair yayınlarıyla ortaya koyuyor, ayrıca fraksiyonlar arasındaki kavgayı da bu şekilde açıkça yapıyorlardı.
Peki, bu sade tabloyu devleti yönetenler anlayamadı mı? Onlar da bölük bölüktür; kimisi anladı ama tavır almak işine gelmedi; kimisi devrimcileri arkalayarak onların sırtından iktidar umdu. Ordu mensuplarının tutumlarını açık cümlelerle şerh etmek ise ümit kırıcıdır.
1980’lere gelindiğinde Ülkücüler geniş kitlelerin desteğine mazhar oluyor. Türkiye’nin her köşesinde büyük alakalar görmeye başlıyordu.
İşte dış güçler bunu hazmedemiyordu. Ülkücülerin toplumun her kesiminden geniş alaka görmesi içeride ve dışarıda bazı çevreleri ciddi şekilde tedirgin ediyordu.12 Eylül müdahalesi, Ülkücülerin iktidar yürüyüşüne öldürücü bir darbe vurmuş, yerli ve milli bir hareketi kaynağında boğmak istemiştir.
Aslında aylar öncesinde, 1979'un sonlarına gelindiğinde askeri müdahalenin işaretleri netleşmeye başlamıştı. Genelkurmay Başkanı Kenan EVREN ile Kuvvet Komutanlığı, 17 Aralık 1979’da Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK ile uzun bir görüşme yaptılar ve bir mektup sundular. Bu konuda bir hususun altını çizmek gerekiyor. 12 Eylül'e giden yolun taşlarını döşeyen, ihtilal ortamını hazırlayan merkezler varsa bile bu durum dönemin siyasetçilerinin özellikle Demirel ve Ecevit’in sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Olayın seyrini göremeyen ideolojik bağnazlıkla siyasi hesaplardan kendini kurtaramayan, diyaloga kapılarını peşinen kapatan, husumeti marifet sayan basiretsiz siyaset anlayışı darbenin asli failidir.
1979 yılı sonlarına doğru Türkiye ekonomisi de tam anlamıyla dar boğaza girmişti. Döviz rezervleri eriyen bir merkez bankası vardı. Döviz dar boğazından kaynaklanan kriz dolayısıyla yokluklar ve kuyruklar dönemi yeniden başlamıştı. 24 Ocak kararları olarak bilinen ve ülkenin ekonomik rotasını köprü biçiminde değiştiren dönüşüm kapıya dayandı.
24 Ocak 1980 tarihinde alınan ekonomik kararları uygulamak için yeterli siyasal destek, sivil irade tarafından değil askeri konseyin onayıyla 12 Eylül generalleri tarafından sağlanmıştı.
12 EYLÜL'ÜN KARANLIK YÜZÜ
12 Eylül sürecinde, toplam 650.000 kişi gözaltına alındı. 98.000 kişi örgüt üyesi suçlamasıyla yargılandı. 1983'e kadar bu davalarda 17 kişi için idam cezası verildi ve infaz edildi. Bunlardan 10’u sol, 7’si ülkücüydü. Konsey’in bu konuda özenle izlediği denge politikası aslında 12 Eylül müdahalesinin ideolojik yapısını ve olaylara bakış tarzını yansıtır. Bu dönemin Genelkurmay istihbarat raporlarında ve Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nde belirtilen tehlikeli cereyanlar arasında Ülkücülük de vardır. Darbeden bir ay sonra idam edilen Mustafa PEHLİVANLIOĞLU ailesine yazdığı son mektubunda şöyle diyordu:
“Şunu hiçbir zaman unutmasınlar ki, Mustafalar ölür, Allah(cc) davası ölmez. Milliyetçilik yaşar, kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer, her zaman Allah'a inananlarındır”.
Mamak cezaevi ve diğer askeri tutukevlerindeki ülkücü ve solcu tutuklular savaş esirlerini andırır tarzda düzenlenmiş ortamlarda çok feci şartlar altında kaldılar.
İnsanlık ve vicdanla bağdaşmayan bu muameleler, tamamen ihtilâl yönetiminin bilinçli, yaygın ve sistematik uygulamasa idi. Sürü muamelesine tabi tutulan tutuklular ruhi ve fiziki bakımdan ezilmek, sindirilmek ve tutukluların beyinleri boşaltılmak isteniyordu.
12 Eylül’ün YOK ETTİKLERİ
12 Eylül ve benzeri olgular özünde Türkiye’yi küresel dünyaya entegre etme projeleridir. 12 Eylül solun ve sağın idealistlerini ezip yok ederken kullanılabilir olanlarını da öngörülen küresel sisteme payanda olacak şekilde yönlendirmişlerdir. Darbeciler idealistlik, değer odaklılık ve şahsiyetlilik kavramlarını şahıslarla birlikte ezmişlerdir.
Darbeci anlayış sistemi felç etmiş ve bunu fırsat bilen ihanet çeteleri için gün doğmuştur. İlkesiz, iddiasız ve idealsiz bırakılan gençlik sonunda kendi kimliğine karşı kurulan komplonun bir parçası haline gelmiştir. Gençliği milli, ahlaki, insani ve manevi değerlerden mümkün olduğunca uzak tutma gayretlerinin ardında küreselci güçlerin Türkiye ve Türklüğe karşı yabancılaştırdığı yerli etki ajanlarının rolü sanıldığından da fazla olmuştur. Bütün bu süreç sonucunda Milliyetsizliği kutsayan ve Türksüzlüğü dayatan bir anlayışın yolu açılmıştır.
12 Eylül’ün darbeci kliği kendilerinden başka kimsenin vatanı, bayrağı, milleti ve devleti sevme hakkı olmadığını düşünüyorlardı. Ülkücüler devlet ile zindanlarda, darağaçlarında ve mahkeme salonlarında yüzleşmek zorunda kalmışlardır. Sizlere çarpıcı bir misal olmak açısından şu iki hadiseyi anlatmak isterim:
1981 yılı Nisan ayı… Arkadaşım Metin KAPLAN ile beraber Afyon Kapalı Cezaevindeyiz. Bundan önce kaldığımız Eskişehir’in Cumhuriyet Başsavcısı İsmet SALTAN beye Eskişehir Cezaevinde kaldığımız süre içerisinde bize gösterilen insanî muameleden dolayı bir teşekkür mektubu yazmıştım. Beni kapı altına çağırdılar bir odaya aldılar başgardiyan Ali ÖGE ve adamları ellerinde kalın sopalar, bana hitaben “sen kim oluyorsun da başsavcıya mektup yazıyorsun.” Sonra gözlerimi koğuşta açtım. Hatırlayabildiğim; Allahhhh diye haykırmam karşısında Ali ÖGE’nin öfkeyle dolu “çağır, çağır gelsin de Allah’ın seni kurtarsın” sözleri… Sonra iç kanamalar, doktorların hayatımızdan ümidi kestiği bir yılı aşkın süren tedaviler. Öyle ya ben kim oluyordum da savcıya mektup yazıyordum.
1983 yılı Kasım ayı… Bartın Özel Tip Cezaevi’nde 17 numaralı hücredeyim. Allah ile baş başayım. Cumhuriyet savcısına dilekçe yazarak görüşme talebinde bulundum. Savcı beye götürdüler, adını hâlâ hatırlıyorum; Kayserili Cezaevi savcısı Fevzi Çakı. Yüzüme ters ters bakarak:
- “Ne istiyorsun?” diye sordu. Ben de:
- “Savcı Bey hücrede kalıyorum. A-2 koğuşundaki dolabımdan birkaç kitap getirtilmesini istiyorum. Zamanımı okuyarak değerlendirmek istiyorum.” dedim. Yine ters ters bakarak:
- “Nöreceğin okuyup da? Bütün bu işler başınıza okumaktan geldi. Bana bak aslanım! Bu devlet aslında hepinizi yok edecek ama dış baskılardan çekiniyor.” İşte 1980’lerde bir hukuk adamının devletin emanetindeki bir hükümlüye bakışı ve değerlendirmesi böyle idi. Çok ısrarlar sonunda birkaç kitap alabildim. 27 Kasım 1983 Pazar günü saat 11:10’da başlayıp, 16 Aralık 1983 Cuma günü saat 13:20’de Özel Tip Cezaevi Tecrit 3’te bitirdiğim kitabın ismi Ali Gevgilili’nin “Yükseliş ve Düşüş” isimli kitabıydı. Tarihleri nereden mi hatırlıyorum? 15 Temmuz 2016’dan sonra yeniden okumak ihtiyacı duyduğum kitabın başlangıç ve bitiş sahifelerine kurşun kalem ile not düşmüşüm.
Hapishaneler; itiraz, iddia, teklif ve gaye sahibi olan insanlar için tam bir cehennemdir. Hele hele hürriyetine en düşkün olan ülkücü kesimlerin haksız uyduruk gerekçelerle hürriyetlerinden mahrum edilmesi çok daha vahim bir yıkımdır. Esaretin haksızlıkla birleşmesi de inanılmaz bir öfke patlaması yaratır. 12 Eylül tam da bunu yaptı. Toplumun en diri, duyarlı, hırslı ve kararlı kesimlerini fiziki ve ruhî linçe tabi tuttu. Bilindiği gibi “kişisel duyarlılıklar ve sosyal kriz dönemlerinde” artan “tutunacak dal” ihtiyacı, daha bir “bağlanma” ve “ait olma”, hatta “keramet” bekleme eğilimi doğurur. Tutukevlerine tıkılan idealistler, çaresiz, çözümsüz, yılgın ve yorgun hale getirilerek böyle bir krize zorlanmışlardır.
İnsanlar içerisine düşürüldükleri böyle anlarda daha çok mistik ve melankolik olurlar. Mistiklik ve melankoliklik hemen hemen bütün tarikatların mürit elde etmede kullandığı temel zemindir. Hapishaneler bu şartlar içinde olan idealist gençleri tarikatlara yönlendirdiler. Dinamik, diri ve asi gençler tarikata girince daha dingin, edilgen, yumuşak başlı ve olanı biteni kaderin bir cilvesi olarak göreceklerdi. Tabii uzun tutukluluk yıllarını tevekkülle karşılayıp çelikleşmiş iradeleriyle sistemin baskı ve işkencelerine meydan okuyarak Ülkücü kimliğini ve şahsiyetini en kötü şartlarda dahi muhafaza edenlerimiz çoğunlukta olsa da, azda olsa bir takım tarikatlara ve mehdici gruplara bel bağlayanlarımızda olmadı değil.
Hem darbecilerin hem de bazı tarikatların ülkücüler konusundaki tavırları çakıştı. Çünkü Türk ve İslam ülküsüne hem darbeciler hem de bazı tarikatlar düşman idi. Darbeciler Türk’ü İslam’dan; bazı tarikatlar da İslam’ı Türk’ten ayırmak istiyorlardı.
Özellikle 12 Eylül öncesi ve sonrası işkence gören, tutuklanan, fikirlerinden dolayı takibata uğrayan, işi ve ekmeği elinden alınan, 12 Eylülün cellatlarına yakalanmamak için 20 – 30 sene vatana hasret çeken ülkücülerin insanın burnunun direğini sızlatan acıklı hikâyeleri kulaktan kulağa duyulurken yeni nesillerin bir daha bu acıları yaşamaması için Türk milliyetçiliği fikir ve inancından uzak tutulmaya çalışıldığı bir gerçektir. Ankara ölçeğinde bir misal vermek gerekirse 12 Eylülün hemen sonrasında Ankara Hukuk Fakültesinde, DİL-Tarih ve Coğrafya fakültesinde ramazanda 400-500 kişilik gruplarla iftar eden ülkücüler 2017’lere gelindiğinde 20-30 kişilik gruplara düşmüşlerdir. Bu boşluğu yukarıda da anlatıldığı gibi bir takım sözde cemaatler doldurmuştur.
15 Temmuz 2016 Darbe teşebbüsü ile gerçek çehresi gün yüzüne çıkan paralel yapı yıllarca bu ortamlardan istifade ederek 12 Eylülcülerin, 28 Şubatçıların himayesinde “Ilımlı İslam” sloganıyla memleketin ve milletin en zeki, en çalışkan çocuklarını bünyesine almıştır. Fakir olanları bedava okutulmak vaadiyle, varlıklı ailelerin çocukları, dinini diyanetini öğretme vaadiyle bu habis örgütün pençesine düşürülmüştür. Türk milletinin hayırseverlik duygusunu hayâsızca sömürerek elde ettikleri büyük mali kaynaklarla vatan evlatlarını ailelerine, milletine, devletine yabancılaştırıp; şahsiyetsiz, ikiyüzlü, takıyyeci, sinsi, yaratıklar haline dönüştürerek şimdi on binlercesinin ceza evlerinde çürümesine bir neslin kaybolmasına sebep olmuşlardır. Türk milleti bu on binlerle ifade edilen “yetişmiş insan unsuru” kaybını yirmi otuz senede zor telafi edebilecektir.(3)
Biz Ülkücülere gelince; evet çok acı çektik. Türk Milleti adına bedeli bizler ödedik. Ama bugün önümüzde açılan ufukta Türk dünyasının ihtişamını görüyoruz.
Birleşmiş Milletler ’de yıllarca yalnız ve boynu bükük dalgalanan Türk Bayrağı’nın yanında 6 kardeş Türk bayrağının daha dalgalanmasıyla iftihar ediyoruz. Yorgun olabiliriz. Ama gelecek nesillere bu yolu biz açtık. Hangi nesil çektiği acıların mükâfatını bu kadar kısa zamanda görmüştür? Bugün Türkiye’de ideolojik zeminleri, fikri yapıları dünya görüşleri çok farklı olan birçok siyasi hareket iç ve dış şartların zorluklarıyla karşılaştığında “Milliyetçilik fikrine” sarılmak mecburiyetini duyuyorsa bu Türk milliyetçiliği fikrinin devlet ve millet hayatında meşruiyet alanının gittikçe genişlediğinin ve güçlendiğinin göstergesidir. Emeksiz hiçbir şey olmayacağı gibi verilen emeklerin de boşa gitmeyeceği muhakkaktır. Merhum Semiha Aydemir hanımefendinin söylediği gibi “Zamana atılan fikirler de toprağa atılan tohumlar gibidir. Uygun zemin ve iklimi bulduğunda mutlaka yeşerecektir.”
DEVAM EDECEĞİZ ...

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,82 M - Bugn : 24366

ulkucudunya@ulkucudunya.com