« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

HARBİDEN

      Efendi BARUTCU

30 Mar

2017

TÜRKİYE’DE ANAYASA TARTIŞMALARI-1

30 Mart 2017

Efendi Barutçu 30.03.2017

Hemen açık sözlülükle belirtmeliyim ki bendeniz hukukçu değilim. Hele hele anayasa hukukçusu hiç değilim. Türkiye’de 16 Nisan 2017’de yapılacak olan halk oylaması (plebisit desek daha doğru mu olur acaba?)nın neticesinde şayet anayasa değişiklik teklifi kabul edilirse ciddi bir sistem değişikliği ile karşı karşıya kalacağız demektir. Bu durum karşısında üniversite, aydınların ve özellikle de milliyetçi aydınların büyük bir kısmı üzerlerine ölü toprağı serilmiş gibi derin bir suskunluk içerisinde olduğunu görmekteyiz. Bu suskunluğun sebeplerinden birisi 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL kanunları ile gerçek suçluların yanı sıra, hain darbe teşebbüsü ile hiç alakası olmayan, sadece terör örgütü ile ‘irtibatı-iltisakı’ iddiaları ile on binlerce insanın mağduriyetine yol açacak -paralel yapı yargıçlarının uydurduğu hukuki uygulamaları hatırlatan- uygulamalar neticesinde tutuklamalar, kamu görevinden ihraç, açığa alınma, mal varlığına el konulma vb. gibi sebeplerle toplumumuzun adeta bir korku tüneline hapsedilmiş olmasıdır.
Cür’et’imi mazur görün. “Cahil cesur olur.” derler. -Her ne kadar bu anayasa değişikliğinin başlıca aktörleri olan Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP’nin Sayın Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli kadar cesur olmasam da- bir Türk milliyetçisi olarak; 1970’li yıllarda nasıl Türk Milleti’nin hukukunu yabancı ideoloji uşaklarına karşı müdafaa etmişsek bugün de memleket dahilinde -gaflet ve dalalet- içerisinde iktidara sahip olanların karşısında yine milletimizin hukukunun, hukukun üstünlüğünün savunulmasının asıl ve acil bir vazife olduğu inancındayım. Aslında bu bir anayasa oylamasıdır. İsteyen “evet” beyanını isteyen “hayır” beyanını hiçbir baskı altında kalmaksızın açıklayabilmelidir. Bu bir meydan savaşı değildir. Ama ülke dahilinde öyle bir hava yaratılıyor ki evet diyenler kahraman, hayır diyenler düşman askeri telakki ediliyor. Halbuki bu işin kazasız belasız savuşturulması ve demokrasinin namusu özellikle ülkeyi yönetenlerin şeref ve namusuna emanettir. Ülkeyi yönetenlerin kanaatlerinin aksine kanaat beyan edenlere karşı uygulanan siyasi linç kampanyaları, devletin bütün imkanlarının –anayasa ve seçim kanunlarını çiğnemek pahasına- evet çıkması için seferber edilmesinden -her namuslu vicdan sahibi Türk evladı gibi- bendeniz de rahatsızlık duymaktayım. Ayrıca da mevki makam sahibi değilim. El konulacak –haramla kazanılmış- servet sahibi de değilim. Gençlik yıllarımdan beri sütre gerisinden, en altından –mış gibi yaparak veya suret-i haktan görünmek yerine “Felek her türlü ebab-ı cefasın toplasın gelsin. Dönersem kahpeyim millet yolunda azimetten.” diyerek milletinin birliği ve vatanının bütünlüğü, devletinin bekası tehdit karşısında kaldığında “ileri atılıp sellercesine…” diyen nesildenim. Özellikle de inanıyorum ki Cenabı Allah rızk’ın kefilidir. Peygamber buyruğudur ki: “Korkaklıkta ar, ileri gitmekte şeref vardır. Kişi korkmakla hükm’ü kaderden kurtulamaz.”
Bu konudaki düşüncelerimi bir kısım değerli fikir adamının, yazarın, anayasa hukuku hocaları muhterem Prof. Dr. Atilla Özer, Prof. Dr. Hasan Tunç, Prof. Dr. Kemal Gözler, Prof. Dr. Burhan Kuzu ve Yargıtay Onursal başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, hukukçu araştırmacı-yazar sayın Taha Akyol’un gündemdeki anayasa tartışmaları ile ilgili yazmış oldukları makaleleri ve bazı kitapçıklarını da okuyarak kendimce edindiğim kanaatlerimi yazmanın bir mesuliyet olduğuna inanıyorum. Zira yaşıyorsak milletimize, vatanımıza, devletimize ve hatta insanlığa karşı mesuliyetlerimiz vardır.
Türkiye 135 (1876) yıldan beri değişik tarihlerde altı defa anayasa yapmıştır. Her defasında büyük ümitler bağlanan bu anayasa değişiklikleri esnasında ülkemiz büyük meselelerle karşı karşıya kalıp darboğazlardan geçiliyordu.
Öteden beri Türkiye’de idari ve siyasi yapıdan kaynaklanan meselelerin "anayasa yaparak” veya "sistem değiştirerek” çözülebileceği yolunda güçlü bir gelenek oluşmuştur.
On dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren "Kanuni Esasî"nin bütün meseleleri halledecek bir “gümüş kurşun” olduğunu düşünen, daha sonra ise yaklaşık bir buçuk asırda altı anayasa yapmakla kalmayarak bunları sürekli biçimde tadil eden, bu çerçevede "yasama yürütme dengesi"nde sonu gelmeyen ayarlamalar yapan bir toplumun "anayasa ve siyasi sistemi" kutsallaştırdığını görmekteyiz.
Tarihi tecrübelerimiz, “anayasa ve sistem” değişikliklerinin idari ve siyasi yapıdan kaynaklanan meselelerin çözülmesinde sınırlı bir tesir icra ettiğini ortaya koymaktadır. Bir buçuk asırdır, siyasi tartışmalarımızın “Anayasa”, “sistem” değişimine odaklanması, fetişleştirmenin yanı sıra bunların “amaç” haline getirilmesine, “Anayasa” ve “sistem”in bir demokrasinin araçları olduğunun göz ardı edilmesine de sebep olmaktadır.
1876’da büyük devletlerin isteğiyle İstanbul’da Tersane Konferansı toplanmıştı. Osmanlı Devleti’ne Rumeli’de ayaklanma halinde olan Hıristiyan tebaasına özerklik hakları tanınarak bağımsızlıklarını özerklik yoluyla tescil edilmesi hususunda Batılı İttifak Devletleri ( Düvel-i Muazzama) baskı yapıyordu.
Sadrazam Mithat Paşa, yönetimin meşruti yapıya kavuşması amacıyla hazırlanan ve bütün tebaaya birçok Avrupa ülkesinin bile sahip olmadığı hak ve hürriyetleri bahşeden Kanun-i Esasi’yi top ateşleriyle ilân edip toplantı halindeki yabancı devlet temsilcilerine bunun bilgisini sunarken çok ümitliydi. Çünkü Devlet-i Aliye’den ıslahat adıyla istenen yaptırımların tamamına yakını Kanun-i Esasi kapsamında yerine getirilmiş oluyor, maruz kalınan dış baskıların gerekçeleri ortadan kalkıyordu. Ancak yabancı temsilcilerin tavrı Osmanlı ricalinin düşündüğü gibi olmadı. Çünkü onların isteği meşruti bir idare kurularak ahalinin bütününe daha geniş hak ve hürriyetler tanınması, yaşanan karmaşanın sükûn bulması değil, Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan ahalinin siyasî bağımsızlıklarını kazanmalarıydı.
Nitekim 93 harbiyle bu proje Rumeli’de büyük çapta uygulanmaya konuldu. Doğu Anadolu’da ise 6 vilayeti kapsayan ıslahat plânıyla bağımsız bir Ermeni devletinin kurulmasının ilk adımı atıldı.
Benzer bir gelişme 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı sürecinde de yaşandı. İttihatçılar Rumeli’de elimizde kalan son toprak parçası Makedonya’da sürüp gelen etnik çatışmaların durdurulmasının ve dağılmayı önlemenin tek yolunun Kanun-i Esasi’nin gerekli değişiklikler yapılarak yeniden yürürlüğe konulması olduğunu düşünüyorlardı. Meşrutiyet ikinci defa 1908’de ilân edilirken ittihatçılar meselelerin halledileceğine samimiyetle inanmışlardı. Meşruti idare yeniden yürürlüğe konulduğu taktirde bütün ahalinin, Müslüman ve Hıristiyan unsurların devlete sadakatle bağlı kalacağına kaniydiler.“Ancak etnik temelli siyasi taleplerin, milletleşme teşebbüslerinin etnik nitelikli tavizlerle çözülemeyeceği kısa zamanda görüldü”.
Hıristiyan unsurların hepsi bir yıl bile geçmeden siyasi projelerini ardarda hayata geçirdiler. Devlet-i Aliye’nin sadık tebaası olarak ortada millî kimliklerini, diğer unsurları rencide etme kaygısıyla telaffuzdan bile çekinen Türkler kaldı.
1877-78 yıllarının yürütme karşısında neredeyse hiç gücü bulunmayan, "Kabine Hükûmeti Sistemi"nin sınırlı denetim yapan Meclis-i Mebusan’ından, 1920-22 döneminin konvansiyonel meclisine, yürütmenin 1878-1908 arasında re'sen (istizan olmaksızın sâdır olan) irade-i seniyeler, 1913-18 döneminde ise kavânin-i muvakkateler (geçici kanunlar) aracılığıyla fiilen yasama faaliyetini de icra ettiği yapılanmalardan, 1961-80 parantezinde hükûmetin özerk kurumlarla kuşatılarak "iktidarın muktedir kılınmadığı" düzene ulaşan bir yelpazedeki uygulamalara rağmen meselelerin halledilemediği görülmüştür. Diğer bir ifadeyle "yürütme ile yasama arasında akla gelebilecek tüm dengeler" in denenmesi meselelerimizi çözememiştir.
1961 anayasası cumhuriyet döneminde yeni bir Anayasa’nın her derde deva olabileceği inancıyla yapılan iddialı bir teşebbüstür. O dönemin Milli Birlik Komitesi üyesi merhum Dündar Taşer’e kulak verelim:
“1960 hareketinde biz, on seneden beri propagandası yapılan Anayasa değişikliği ile bir şeyler yapılacağını, bir ilerici hamleye vücut verebileceğimizi sanıyorduk. İtiraf edeyim ki, ben de bu telakkide idim. Her hangi iyi bir anayasa yapılırsa, ileri memleketlerin seviyesine gidebilecek bir yola gireriz sanıyordum. Bu telakkiyi kınamayın. Çünkü bizim münevverlerimizin umumi kanaati budur. Bir ileri anayasaya sahip olursak, büyük devletlerin seviyesine geliriz. Zann’ı hala aydınlarımızın ekseriyesinin düşüncesidir. Bu garip oyuncakla oynayıp duruyoruz. Bunun içindir ki, 1960 hareketinin ertesi günü İstanbul’dan bir profesör heyetini davet ettik. Onları hürmetle ve ayakta karşıladık. Gelir gelmez, ‘aç olduklarını’ söylediler. Bizde açtık; ama yemeği düşünmemiştik. Hemen yemek getirttik. Yediler. Hatta, o sırada cemal paşa ‘bende açım çocuklar.’ Dedi, ve onların en büyüğünden artan yemeği yedi. Onlara karşı böyle bir hürmetle dolu idik. Bu ne de olsa ananelerimizden gelen bir şeydi. Umeranın ulemaya hürmeti gibi idi. Türkiye’de çok şey değişmişti ama, değişmeyen böyle şeylerde vardı. Yemeklerini yedikten sonra, ‘Bize bir anayasa yapın.’ Teklifinde bulunduk. Onlar: ‘Nasıl bir anayasa istiyorsunuz?’ diye sordular. İşte bu soru, beni uyandıran bir cümle oldu. ‘Nasıl bir anayasa istiyorsunuz?’ Allah Allah, benim istediğim mi anayasa olacak? Öyle ise size ne lüzum var? Osman Gazi’nin kurduğu devlette böyle olmamıştı. O zamanın hukukçuları ve uleması, ‘Kanun senin istediğindir.’ Dememişlerdi. Aksine, ‘Sen şunu yapabilirsin, şunu yapamazsın; şu senin selahiyetin dahilindedir, şu değildir. Şu senin yapmakla mükellef olduğun şeydir ve vazifendir, şuna ise hakkın ve selahiyetin yoktur.’ demişlerdi. ‘Devleti hukuka bağlı, hukukla sınırlamış, sonraları arzuları ile değişmeyen hukuk prensiplerine bağlamışlardı.’ Gibi düşünceler biran da kafamdan geçti ve artık o defteri kapadım.”
Yaşanan sıkıntıların 1924 Anayasası’nın kusurlarından ileri geldiği düşüncesiyle köklü bir reform yapılmasının önü açılmıştı. Bu amaçla yürütülen çalışmalar sonucunda kuvvetler ayrılığı sistemi güçlendirildi, çift meclis kuruldu. Yasama ve yürütme organlarıyla yargı arasındaki ilişkiler netleştirilerek yargı bağımsızlığı sağlandı. Anayasa mahkemesi kurularak, Danıştay’ın yetkileri genişletilip idarenin bütün karar ve işlemlerinin, kanunların uygulanmasının Anayasa’ya uygunluğu denetim altına alındı. Ancak bir süre sonra teorik olarak mükemmel görünen düzenlemelerin gerçek hayata uygulamada yetersiz kaldığı fark edildi.
İleri ölçüde liberal bir anlayışın ürünü olan yeni anayasal sistemin (1961 Anayasası), devlet çarkının işleyişini ciddi şekilde engellediği, giderek tırmanan sosyal ve siyasi çalkantılarda bunun rolünün olduğu görüldü.
1971 muhtırasıyla kurulan askerî vesayet hükümetinin ilk yaptığı işlerden birisi devlet mekanizmasının çalışır hale gelmesini temin etmek, Anayasa Mahkemesi’nin rolünü kanunlarla belirlenen çerçeveyle sınırlandırmak üzere Anayasa’da önemli değişiklikler yapmak oldu.
12 Eylül 1980 darbesini yapan askerî yönetim, yeni bir anayasa yapmak üzere Danışma Meclisi’ni kurarken, bu tarihe kadar yaşanan sıkıntıların binlerce cana mal olan anarşinin esas sebebinin 1961 Anayasası’nın yetersizliği olduğuna inanıyor, Türkiye’nin huzurlu ve istikrarlı bir yapıya kavuşması için bu eksikliği telafi etmeyi düşünüyordu.
Aradan 35 yıl geçtikten sonra, daha önce yaşanan tecrübelerde olduğu gibi ideal olduğuna inanılan Anayasa’nın beklentilere cevap vermediği, ihtiyaçları karşılamadığı, gelişen ve büyüyen Türkiye’ye dar geldiği ortaya çıktı.
2010’lu yıllara gelindiğinde ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu sosyal, siyasi ve ekonomik şartlara, toplumun ihtiyaçlarına cevap veren, parlamenter, demokratik düzenin oluşumunu ve aksamadan işleyişini sağlayan, hak ve hürriyetleri teminat altına alan mükemmel bir anayasaya sahip olmamız hususunda sosyal bir mutabakat oluşmuş görünüyordu. Ancak ilk Anayasa’nın ilan tarihi olan 1876’dan beri, 141 yıldır bu konuda yaşadığımız tecrübeler gösteriyor ki, yeni anayasa arzusunun her seferinde fetiş (kutsallaştırılma) haline getirilmesi, bununla bütün problemlerimizin çözüleceğinin düşünülmesinin son derece de yanlış olduğu yaşanan zaman içerisinde görülmüştür.
Söylemek istediğimiz "anayasa" ve "siyasal sistem"in ehemmiyetli olmadığı değildir.
1982 Anayasası'nın yerine fert merkezli, hürriyetçi bir toplum sözleşmesinin geçirilmesi, kanuni altyapının oluşturulmasıyla geniş alanların "güç" ve "karizma" yerine titizlikle uyulan kurallar ile belirlenmesi şüphesiz önemlidir. Ancak bunlar meselelerimizi çözme alanında mucize yaratamazlar. Meseleler "anayasa yapılarak" çözülebilse 1876 sonrasında ortalama her yirmi sekiz yıla bir “toplum sözleşmesi” sıkıştıran, bunlar üzerinde de sayısız değişiklikler yapan toplumumuz, bütün meselelerini halletmiş olurdu. Benzer şekilde "sistem" sihirli değnek etkisi yaratabilse, aynı siyasi sistemin uygulandığı ülkelerin demokrasileri birbirini andırırdı.
“Günümüzde de Türkiye kısa süre içinde gerçekleşecek sistem değişikliği halkoylamasına bu bilinçle yaklaşmalı, yapıdan kaynaklanan sıkıntıların, 16 Nisan sonrasında da gündemimizde olacağını gözden uzak tutmamalıdır.” Bu tarz bir yanılgıya yeniden düşülmesi durumunda, milletimiz geçmişte yaşadıklarımıza benzer yeni hayal kırıklıklarıyla karşı karşıya kalabilir. Türkiye’nin mevcut sosyal ve siyasi sıkıntıları artarak devam eder. Anayasalar, sonuçta kanuni birer metinlerdir. Bu metinlere kutsiyet izafe etmek son derece yanlış olur.
“Teklif edilen anayasa değişikliklerinin sosyal, kültürel ve tarihî karşılıkları bulunmuyorsa, değişikliğin ruhunu ve zihniyetini toplum benimseyip kabullenmiyorsa, kâğıt üzerine yazılanların uygulanma kabiliyeti sınırlı kalır. Sonuçta yeni anayasa beklentileri, istekleri sürüp gider”.
Günümüzde yaşanan yoğun Anayasa tartışmalarının da böyle bir sonuç doğuracağı ayan beyan ortadadır.
Bir başka endişemizde OHAL şartlarında yapılacak olan bir Anayasa değişikliği oylamasının, tıpkı 1982 Anayasası’nın sıkıyönetim şartlarında oylanmasından dolayı uzun yıllar tartışıldığı gibi sürekli olarak tartışılacak olmasıdır.
Anayasa’nın hükümet etme sisteminde bir değişiklik yapılacak ise, bunun geniş bir mutabakatla yani %51 ile değil, en az %70’in üzerinde bir mutabakatla geçmesi sağlıklı ve doğru olan bir yol olurdu.

(Devam edeceğiz.)

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,94 M - Bugn : 27760

ulkucudunya@ulkucudunya.com