« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

HARBİDEN

      Efendi BARUTCU

14 Mar

2016

GALİP AĞABEYLE BİR DEMET HATIRA…

14 Mart 2016

Efendi BARUTCU
Galip Erdem Ağabeyi Ankara’daki yaşıtlarıma göre biraz daha geç tanıdım. 1970’li yıllarda, ilk gençlik yıllarımda Bursa’daydım. 1975’ten itibaren de cezaevinde tutukluydum. Bu sebeple daha erken yaşlarda şahsen tanışabilme imkânım olmadı. Ama kitaplarından, Devlet gazetesindeki ve muhtelif dergilerdeki yazılarından yakinen takip ettiğimiz ve fikri şahsiyetimizin oluşmasında üzerimizde büyük emekleri olan değerli şahsiyetlerden biriydi.
Bizim nesil, yani şuanda yaşları 65’e yaklaşan nesil Galip Erdem’in ikinci nesil ağabeyleriyiz.
Rahmetli Nevzat Kösoğlu, İbrahim Metin, Acar Okan, Osman Nurettin Gürgür, Sadi Somuncuoğlu, Cezmi Bayram ve bunların yaşıtları Galip Erdem’in birinci nesil ağabeyleridir.
Birde yaşları 50 ile 60 arası olan üçüncü nesil ağabeyleri vardır.
Bu ‘’Ağabeyleriyiz’’ sözümü yadırgamayın. O hepimizin ağabeyiydi. Kendisi de bizlere hep şaka yollu ağabey derdi. Tabii hanımlarımızda ‘’ablaları’’ idiler.
Kendisiyle ilk defa yüz yüze 1980 yılının ağustos ayında Eskişehir’de karşılaştık. Bendeniz Eskişehir cezaevinde tutukluydum. Rahatsızlığım sebebiyle Eskişehir devlet hastanesinde tedavi altındaydım. O tarihlerde Niğde Milletvekili olan Sadi Somuncuoğlu, Erzurum Milletvekili olan Nevzat Kösoğlu ve Galip Ağabey Eskişehir Eğitim Enstitüsünde imtihanlara sokulmayan arkadaşlarımızın durumunu Eskişehir Valisi ile görüşmek üzere gelmişler. Ceza evindeki arkadaşlarımızı ziyaret etmişler. Oradan da beni ziyarete gelmişlerdi.
Kısa süre sonra 12 Eylül Askeri Darbesi gerçekleşti. Ben o tarihte Ankara Numune Hastanesi mahkûm koğuşuna, tedavi için nakledilmiştim.
12 Eylül sonrası bütün Ülkücüler ve Türk milliyetçileri için olduğu gibi Galip Erdem Ağabey içinde zor günler zor yıllar başlamıştı.
Binlerce, on binlerce arkadaşımız Türkiye’nin dört bir tarafında sıkıyönetim yetkililerince gözaltına alınıyor, takibata uğruyor. Suçlu suçsuz ayrımı gözetilmeksizin insanlık dışı işkencelere maruz bırakılıyordu.
Akabinde kurulan sıkıyönetim mahkemelerinde başta Ankara ki MHP ve Ülkücü kuruluşlar davası olmak üzere Türkiye ‘nin birçok yerinde asılsız suç isnatlarıyla ağır mahkûmiyetler talebiyle davalar açılıyordu.
Mesele bir takım ferdi suçların cezalandırılmasının ötesinde, Ülkücülük Türk milliyetçiliği sanık sandalyesine oturtuluyor, cezalandırılmak isteniyordu. Hem de bunun gelecek nesiller üzerinde milliyetçilik duygusu açısından ne büyük tahribatlara yol açacağı düşünülmeksizin.
Ocaklar sönüyor, yuvalar dağılıyor, Türk milliyetçileri insanlık dışı muamelelere maruz kalıyor işlerinden ekmeklerinden ediliyordu.
Kahramanlar, tarih boyunca büyük acıların, çetin mücadelelerin ve büyük hadiselerin neticesinde ortaya çıkarlar. Merhum Galip Erdem Ağabey de 12 Eylül 1980 şartlarında kahramanlaşmış bir abide şahsiyettir.
12 Eylül sonrası bu manada gerçek bir imtihan, merdin dayandığı, namerdin ortadan toz olup kaybolduğu kıyamet günleriydi.
Galip Erdem Ağabey’in şahsiyetiyle ilgili çok şey söylenebilir ama bir cümleyle ifade etmek gerekirse:
“Feragatin, fedakârlığın, hasbiliğin, dava arkadaşlarına karşı tevazuun, din ve millet düşmanlarına karşı vakarın timsali olarak yaşadı. İnandığı kutsal değerler ve Türklük için yapamayacağı fedakârlık yoktu. O sessiz ve şöhretsiz bir kahramandı nesiller üzerinde derin izler bırakan bir şahsiyetti.”
12 Eylül sonrası Galip Erdem için de, onu tanıyanlar için de ayrı bir hayat devresinin başlangıcı oldu. Galip Erdem bütün varlığıyla kendisini Mamak’ta yatanlar ve onların geride bıraktıklarına adamıştı.
Hayatta kendi parasının hiç hesabını yapmamış bu insan, Mamak’takiler için topladığı yardımların bir kuruşuna bile halel gelmemesi için her kuruşun hesabını yapıyordu.
“Çok kahırlıydı… Bütün hayatını Türk milliyetçiliği fikrinin benimsenmesi ve açıklanmasına harcamış bir insan olarak devletin Türk milliyetçilerini hem de hayatlarını hiçe sayarak, kanlarını sebil ederek, Rus emperyalizmine karşı savaşmış Türk milliyetçilerini, komünizmin gelmesini savunan insanlarla aynı zindanlara atmış olmasını kabullenemiyordu.”
1981 Ağustos’undaki MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davasında Türk milliyetçiliğine yönelik suçlamaları cevapsız bırakmadı ve devrin cuntacılarına yazdığı uzun mektupta özet olarak şöyle diyordu:
“Adım Galip Erdem… Ülkücü gençliği de çok iyi tanırım…
“Sizden bir tek dileğim var… Ülkücüler, eğer öyle olması gerektiğinin faydasına inanılıyorsa yargılansınlar, cezalandırılsınlar. Ama lütfen devleti yıkmaya çalışmakla, milleti sevmemekle, vatanı bölmekle suçlanmasınlar. Dileğim yaşayanlar hesabına değil… Bir gül bahçesine girercesine şu kara toprağa giren binlerce şehit adınadır, ruhlarının huzuru içindir.
Onlar neden, kimin uğruna ve hangi değerleri yaşatmak için öldüklerini biliyorlardı. İnanıyorum ki, bugün olmazsa yarın millet de bilecektir, tarih de bilecektir.
İstiyorum ki siz de bilesiniz ve başkalarına öncülük edesiniz. Mamak’ta yargılanan Türk milliyetçiliğidir. Tarih Türk milliyetçiliğini yargılayanları affetmez. Türk milliyetçiliğini suçlayan, onları zindanlara gönderen, idam sehpalarında sallandıran bir zihniyet bir gün mutlaka millet tarafından yargılanır; siyasi tarihe de kara bir leke olarak damgasını vurur. Hepsi bu kadar… Ötesi benim için önemli değil…
Allah’a inanırım ve takdirin tedbirden önce geldiğini bilirim. Derin saygılarımla. Galip Erdem, Başbakanlık Müşaviri” diyordu.
Yazmış olduğu tarihi mektupta, ortaya koymuş olduğu fikirlerinin altına hiçbir istikbal endişesi taşımadan ismini ve imzasını koyacak kadar yürekli bir ülkücüydü.
Herkesin köşe bucak kaçtığı, birbirine selam vermekten çekindiği bir zamanda kendini Mamak’takilere adayacaktı. “Mamak’ta sanık olamadım ama hiç olmazsa onların avukatı olayım.” diyerek evinin bir köşesinde unutmuş olduğu hukuk fakültesi diplomasını çıkartıp buruşuk avukatlık cüppesini giyerek MHP ve ülkücü kuruluşlar davasında yargılanmaya başlayan binlerce ülkücüyü savunmak için davalara girdi.
Avukat yazıhanesinde böbrek sancılarıyla kıvranırken bile Ağabey öleceksin seni bir doktora götürelim diyenlere “Merak etmeyin, Ülkücü Kuruluşlar Davası bitmeden ölmeyeceğim” diyordu. Bir arkadaşımızda ona takılarak: ‘’Bu mahkemelerin yüzyılda bitmeyeceğini bilmiyorsun, kendine uzun ömür biçiyorsun’’ demişti.
Galip Ağabeyle Bartın Cezaevindeyken de mektuplaşıyorduk.
İlk el yazısı mektubunu aldığımda hayal kırıklığına uğramıştım. El yazısı çivi yazısı gibi kargacık burgacıktı. Böylesine büyük bir fikir adamının, el yazısının da çok güzel ve düzgün olacağını tahmin ediyordum.
O dönemde muhtelif dergilerdeki yazıları bize ümit ve cesaret veriyor, sabır ve tahammülümüzü arttırıyordu. Ülkücü gençliğe hitaben:
“Ülkücülük çetin bir yoldur, yürümek için bacaklarının kudretinden önce sevdiğine sonsuz bir inançla bağlanacak zengin ruhlara, çekilen her cefayı, sefa gibi karşılayacak yüreklere ihtiyaç vardır.”
‘’Davanızın gururu ve şerefi ağır bir yüktür, herkes kaldıramaz. Sizin zengin ruhlarınıza, büyük yüreklerinize ihtiyaç vardır. Yaşadığımızı yaşamadan destanımızı anlamak çok zordur!’’
‘’Mademki ülkücüsünüz, Allah’tan başka hiç kimseden hiçbir şey istemeyeceksiniz…” diyordu.
Galip Ağabey, ilk karşılaşmamızda ceza evinden çıkan her ülkücü gibi beni de önce bir yemeğe götürdü. Sonra ilk günlerde ihtiyaç olur düşüncesiyle cebimize harçlığımızı koydu. Yemek esnasında, ben on yıllık ara kesitten sonra dışarıdaki bir takım tezatları bazı insanların fikri ile zikrinin, davranışlarının birbirine uymayan tutumlarından yakınınca:
‘’Efendi Ağabey sen fikir ile ahlakı birbirine karıştırıyorsun. Her insan milliyetçi olabilir milletinin hayrına olan şeyler düşünebilir. Hatta cemiyet hayatında milliyetçilik fikrinin hâkim fikir olmasını da arzu edebilir. Fikrin ahlakını yaşamak ayrı bir meziyet ve erdemdir. Esas olanda cemiyette bunların sayısının çoğalmasıdır’’ dedi.
Daha sonraki yıllarda büyük Türk Milliyetçisi merhum Nevzat Kösoğlu Ağabeyde bir yazısında: ‘’Ülkücülük Türk Milliyetçiliğinin ahlakıdır.’’ Derken zannederim bunu kastediyordu.
Bir keresinde de Galip Ağabeyle sohbet ederken şimdi oda rahmetli olan bir büyük milliyetçi sağcı romancıya, Mamak cezaevindeki arkadaşlarımızın içinde bulunduğu şartları anlattığında romancının hüngür hüngür ağladığını bunun üzerine Galip Ağabey: ‘’Üstad madem bu gençlerin haline bu kadar çok üzüldünüz. Şu romanlarınızdan birinin telif hakları parasını bu gençlere yardım olarak vermek ister misiniz?’’ Dediğinde merhum romancının adeta nutku donarcasına derin bir sessizliğe gömüldüğünü kendisinin de bu tavır karşısında sükût-ü hayale uğradığını anlatmıştı.
Şimdi günlük bir gazetede köşe yazarı olan Mehmet Şeker ile arkadaşları Celalettin Çevik ve Atilla Bircan isimli gençler, o günlerde çıkarttıkları ‘’Erguvan’’ isimli edebiyat dergisini Galip Ağabey’e takdim etmek istediklerini, kendilerini Galip Ağabeyle tanıştırmamı istemişlerdi. Avukat yazıhanesine gittik. Anda’da Nevzat Kösoğlu Ağabey’in yanında olduğunu söylediler. Oraya gittik. Galip Ağabey dergiye şöyle bir baktı. Kaç lira diye sordu. İki buçuk lira ağabey dediler.
-Hıh dedi. İki buçuk lirayı bu dergiye vereceğime, Ekici’nin kızlarına çikolata alırım. Hem sonra bu dergiyi çıkarmak için harcadığınız parayı bana verseydiniz de Mamaktaki gençlere harçlık götürseydim, dedi.
Nevzat Kösoğlu Ağabey cevapla: Olur mu ağabey, dergiler şair ve yazarların, fikir adamlarının, büyük sanatkârların yetiştiği fideliklerdir.
Hepimiz şaşırmıştık. Hayatı boyunca fikre, fikir adamına, kültür, sanat ve edebiyata büyük değer vermiş bir insan, bir edebiyat dergisine iki buçuk lirayı vermekten imtina ediyordu. Tabii bunun sebebi hasisliğinden değil, artık birinci önceliğinin Mamaktakiler ve onların dışarıdaki yakınları, çocukları olmasıyla ilgiliydi.
Nasip oldu. 1986 yılı, 26 Haziranında Ankara Maltepe’deki Altın Köşk Düğün salonunda bir ‘’Türk Düğünü’’ yaparak eşim Selvinaz hanımla evlendik.
Nikâh şahitlerimizden birisi merhum Galip Ağabeydi diğeri de Milliyetçi Hareket Partisinin şimdiki genel başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli Bey idi.
Nikâh esnasında Galip Ağabey, kulağıma eğilerek ve muzipçe gülerek: -Efendi Ağabey, görüyorum ki bu nikâh şahitleri tesadüfen seçilmemiş- dedi.
Evet, biz nikâh şahitlerimizi tesadüfen seçmemiştik. O tarihlerde, Mamak cezaevindeki arkadaşlarımız ve ailelerine her türlü yardım faaliyetinin daha düzenli yapılabilmesi için Galip Ağabey’in başkanlığında bir grup arkadaşımız ‘’Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı’’ adıyla bir vakıf kurmuşlardı. Ama bu vakfın varlığı camianın bazı muktedirlerini her nedense rahatsız ediyordu. Ve Galip Ağabey aleyhinde ‘’Cezaevinde ki Ülkücüler üzerinden siyasi güç sahibi olmak istiyor’’ diye bir kampanya başlatılmıştı.
Aynı şekilde Sayın Dr. Devlet Bahçeli Bey’de o tarihlerde camianın çok az bir kısmını temsil iddiasındaki ‘’Muhafazakâr Parti’’nin kuruluşuna muhalif bir tutum içerisindeydi. Ve bu sebeple de aleyhinde bir kampanya başlatılmış ve bir hayli de hırpalanmıştı. Yani bugün ki gibi kudretli günlerinde değildi.
Biz bu iki şahsiyeti nikâh şahidi olarak seçerek kendilerine yapılan haksız muamelelere razı olmadığımızı ve bu konuda kendilerinin yanında olduğumuzu göstermek istemiş, karınca misali tarafımızı belli etmiştik.
Evlendikten sonra bir sene Kahramanmaraş Afşin’de ikamet ettim. Daha sonra 1987 Ekim’inde Ankara’ya, Keçiören’e taşındım. O tarihten itibaren merhum Galip Ağabeyle daha sık görüşür olduk.
Her Çarşamba akşamı fakirhanemizin şeref misafiriydi. Bir gün önceden arar, boğuk sesiyle: -Efendi Ağabey, yarın akşam kendimi size davet ediyorum- derdi. Bu bizim için mazhariyetti. Galip Ağabey’i evinde misafir etmek bir imtiyazdı. Zaten öyle herkese de gitmezdi.
O yıllarda birinci nesil ağabeyleriyle daha nadiren görüşüyor, bizim gibi ikinci nesil ağabeylerine daha çok vakit ayırıyordu.
Kısaca, ‘’Mamakzedeler’’ diye tarif ettiği arkadaşlarımıza, eşlerimize, çocuklarımıza çok derin muhabbeti vardı. Zaafı ve müsamahası vardı. Bir kere hanımlarımız, yani onun ablaları, Galip Ağabey’in nezdinde bize karşı her zaman haklıydılar. Hep onların tarafını tutardı. Çocuklarımızın Galip dedesiydi. Her türlü yaramazlıklarına, şımarıklıklarına sabırla katlanır. Onlarla şakalaşmaktan büyük keyif alırdı. Hilal’den sonraki ikinci kızım Melek Bilge’nin ismini Galip Ağabey vermişti.
Bilge, Galip Ağabey’in hayatta ki tek varlığı sevgili kızının adıydı. Çevremizde isimlerini Galip Ağabey’in verdiği onlarca Bilge vardır.
Bizde misafir olduğu günler Bilge’nin boğazını hafifçe sıkar. ‘’Alçak Bilge’’ diye takılırdı. Çocuk Bilge’nin cevabı da ‘’yüksek Galip’’ idi.
Misafir gittiği her evin çocuklarına mutlaka Ülker çikolatası götürürdü. Ülker’i tercih etmesinin sebebi 12 Eylül’den sonra Ülker’in rahmetli sahibi, Sabri Ülker Bey’e –daha önceden hiç tanımadığı halde- yazdığı mektupta ‘’Cezaevindeki Ülkücüleri kastederek ve içinde bulundukları mahrumiyetleri anlatarak bu gençlere borcunuzu ödemelisiniz’’ diye hitap etmesi üzerine Sabri Bey’in her ay düzenli olarak maddi yardım yapması, Galip Ağabey’in tabiriyle ‘’mektup’’ göndermesinden duyduğu memnuniyetti.
Çok soğuk ve yağışlı bir kış akşamı Galip Ağabey’i bize götürmek üzere evinden aldım. Oturduğu binanın hemen yakınındaki bakkalı göstererek arabayı şuraya çek dedi. O soğukta inmesine gönlüm razı olmadığı için:
–Ağabey hava çok soğuk üşütür hasta olursun, ne istiyorsan ben alayım dedim. Önce ‘’nayır’’ dedi, kabul etmedi. Sonra çok ısrarım üzerine parasını kendisinin ödemesi şartıyla iki Ülker çikolatası almamı istedi. Mecburen peki dedim. Bakkala gittim. İki tane Ülker çikolatası istedim. Bakkal; -Galip dede için mi alıyorsun dedi. Nerden biliyorsun diye sorduğumda -çünkü Galip dede her akşam torunları için Ülker çikolatası alır- dedi. Sonra ilaveten -sahi Galip dedenin kaç torunu var? Diye sordu. Bende gülümseyerek yirmi, otuz, elli belki de yüz deyip çıktım.
Galip Ağabey’in vefatını duyduğunda kızım küçücük Bilge’nin ilk tepkisi ‘’-Gitti bizim çikolatalar’’ olmuştu.
Galip Ağabey, obur hele de pisboğaz bir insan değildi. Yemek için yaşayanlardan değil, yaşamak için yiyenlerdendi. Çoğu zaman günde bir öğün yemek yer, yanında Pepsi kola içer. Yemek sonrası çay bardağı ve ‘’Camel’’ sigarası hiç elinden düşmezdi. Sigaranın külünü, küllüğe atmaya bile üşenir. Sigaranın bitimine doğru uzayan sigara külünü şöyle ufak bir sırça parmak darbesiyle düşürürdü.
Yemeklerde kırmızı et ve balık başlıca tercihleriydi. Sebzeden nefret ederdi.
Bir keresinde bizim evde hanım, çok önemli bir şey yapmış gibi övünerek: –Galip Ağabey sizin için ıspanak kavurdum, deyip tabağı önüne koydu. Rahmetli yüzünü buruşturarak ve tabağı iteleyerek:
–Selvinaz abla o ıspanağı sen ye demişti. Gülmekten yerlere yatmıştım.
Evet, biz o yaşlarda bile babalarımıza, büyüklerimize yapamadığımız şakaları, takılmaları, bazen de şımarıklık derecesinde, Galip Ağabey’e karşı yapardık. Oda bütün bunları büyük bir keyif alarak sabır ve tebessümle karşılardı. Zira biz onun ağabeyleri genel tabirle ‘’Mamakzedeler’’ idik.
1994’te Galip Ağabey’in Çankaya yıldızdaki evine daha yakın bir eve taşınmıştık. Fırsat buldukça daha sık uğruyor, sadece bize gelirken değil başka yerlere gitmek istediği zamanda arabamla alıp bırakıyordum. Bayramları Ankara’da geçirdiğimizde ailecek ilk ziyaretimizi Galip Ağabey’e yapardık. Yine bir bayram sabahı erkenden gittik. Israrla zili çalmamıza rağmen kapıyı açtıramadık. Herhalde bir yere gitmiştir. Düşüncesiyle ayrılıp hemen yakın bir binada oturan şair yazar Ali Akbaş Ağabeylere bayramlaşmaya gittik. Oradan ayrılırken şansımızı bir kez daha deneyerek Galip Ağabey’in ev telefonunu tekrar aradık. Telefon açıldı. Telefonda ki ses Ülkü ocakları eski genel başkanlarından Sami Bal Ağabey’in sesiydi. Bizden bir saat sonra eşi Şenol hanımla onlarda ziyarete gelmişler uzun uğraşlardan sonra kapıyı açtırabilmişlerdi. Bizde oraya geçtik ve üzülerek öğrendik ki ramazanın son iki günü hiç evden çıkmamış hiç yemek yememiş bayram sabahına kadar aç ve bitkin vaziyette kalmış ve orucunu o haliyle tutmuştu. Bayram öncesi Galip Ağabey unutulmuştu. Dostlarının onu unutması affedilemezdi. Ama o ‘’kendini unutan adam’’dı.
Akşamları geç vakit eve bırakmak üzere oturduğu binaya götürdüğümde cebinden bir anahtar çıkartarak binanın girişinde ki kendisine ait posta kutusunu açar ve içinde bir şey olmadığını görünce de hızla kapatarak ve acı acı gülümseyerek:
-Alçak postacı yine bir mektup getirmemiş, derdi.
Sanki ötelerden bir davet mektubu bekliyordu.
Galip Ağabey, vakıf çalışmalarına devam ederken, Mamak’taki eski müvekkillerinden bu işlerde çok ‘’mahir’’ bir arkadaşımız bir gün gelerek, Galip Ağabey’e hitaben:
-Ağabey sizi bu vakıf başkanlığında koruyamayacağız. Başkanlığı bırakmanız daha hayırlı olur- der. Galip Ağabey’de lafı ikiletmeden vakıf başkanlığını bırakır. Yerine Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu seçilir. Bu hadiseyi bana birkaç kez acı acı gülümseyerek anlatmıştı. Yukarıda dedik ya ‘’ Ağabeyleri’’ne karşı derin bir müsamahası ve zaafı vardır. Bu defada öyle olmuştur. Bir ağabeyinin sözünü ikiletmemiştir.
Başka türlü dünya bir araya gelse Galip Erdem’e geri adım attıramaz ve vakfı bıraktıramazdı. 12 Eylül’ün cunta liderlerine, cesaretle kafa tutan adam, bir ‘’Mamakzede’’nin önceden hesaplanmış bir talebini hiç itiraz etmeden kabul etmişti.
Unutamadığım ve Galip Ağabey’i çok üzdüğünü tahmin ettiğim bir başka hadise de yanlış hatırlamıyorsam 1996 senesindeki Türk Ocakları Genel merkezi kurultayında iki liste yarıştı. Osman Nurettin Gürgür ve arkadaşları çıkardıkları listenin en başına rahmetli Galip Erdem Ağabey’in ismini yazmıştı. İsmi Türk Milliyetçiliği ve Türk Ocaklarıyla özdeşleşmiş bir şahsiyetin, Galip Erdem’in Türk Ocağı Genel Başkanı olacağı zannedilerek delegelerin önemli bir kısmı o listeye oy vermişti. Kendisinin zaten öyle bir talebi yoktu. Kurultay sonrasında seçilen yönetim kurulu beklendiği gibi Galip Erdem Ağabey’i değil Osman Nurettin Gürgür Bey’i genel başkanlığa seçmişti. Galip Ağabey, bir kere daha ‘’Ağabey’’lerinin isteğine hayır diyememişti.
Sevdiklerini kıramazdı ve sevdikleri ona zaman zaman Ocak’ta nöbet tuttururlardı.
Yine o yıllarda Galip Ağabey’i çok mutlu eden birkaç hadiseyi şöyle ifade edebilirim:
90’lı yıllarda sevgili ve biricik kızı Bilge’nin düğün merasiminde kalkıp dostlarıyla birlikte keyifle oynadığını hatırlıyorum.
Bir başkası, Namık Kemal Zeybek Bey’in Kültür Bakanlığı döneminde onun Azerbaycan ve Türkistan seyahatine heyette yer alarak katılmış olmasıdır. Daha ortaokul sıralarındayken arkadaşıyla ‘’Turan Seferi’’ne çıkıp Van’dan zorla döndürülen Galip Erdem Ağabey ömrünün son yıllarında Turan illerini görmek bahtiyarlığını yaşamıştı.
Bir de 12 Eylül döneminde ağır işkencelere maruz bırakılan, uzun yıllar cezaevinde yatan bazı arkadaşlarımızın, cezaevinden çıktıktan sonra Milliyetçi Çalışma Partisi saflarında milletvekili olarak seçilip, meclise girmeleri(merhum Muhsin Yazıcıoğlu, Hasan Çağlayan, Mehmet Ekici, Esat Bütün vb. gibi) onu çok keyiflendirmişti. ‘’-Bu Ağabeyler meclis kürsüsüne çıktıkça veya meclis koridorlarında yürüdükçe, zevkten dört köşe oluyorum.’’ Derdi.
Galip Ağabey 1987’de ülkücü kuruluşlar davasının son müdafaasını verdikten sonra rahmetli Atsız Bey’in;
“Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim:
Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen;
Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.
Herkes bir özleyişle yaşar…
Bende öylece Altaylar’ın ve Tanrıdağ’ın çevresindeyim.
Merdanelikle şöyle bakıp ayrılıklara
Son menzilin hüzün dolu kâşanesindeyim.
Artık veda zamanı kalmadı;
Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim.” dediği bir ruh halini yaşamaya başlamıştı.
67 yıllık ömre 500 yıllık bir hayatı sığdırmanın yorgunluğunu taşıyan Galip Erdem’in ömrünün son yıllarında, bir kitabına konulan adla “ülkücünün çilesine” mahkûm edilircesine bir nisyana terk edildiğini söylemek abartma olmaz.
Son görüşmemizde, vefatından kısa süre önce ben Antalya’ya gidiyordum. Döndüğümde Salı günü kendisini alacaktım ve taa Erzurum Lisesi yıllarından arkadaşı olan İdris Yamantürk Ağabey’in ziyaretine gidecektik. Ben Antalya’dan döndüğümde fenalaşıp hastaneye yatırılmıştı. Dostlarının kendisini öyle sonda takılı halde görmelerini istemediği için pek ziyaretçi kabul etmediğini söylediler. Birkaç gün sonra da hakka yürüdü.
Evet, ötelerden beklediği mektup, ‘’Rabbine dön’’ daveti gelmişti 12 Mart 1997.
O son yolculuğuna uğurlanırken ülkücü hareketin liderinden, neferine kadar herkes cenazesinin önünde saf durmuştu. Ama, o büyük yalnızlar gibi yalnız gitti… Ruhu şad mekânı cennet olsun…


Efendi Barutcu

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

15 Nis 2024

14 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Halim Kaya

11 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 102,77 M - Bugn : 7045

ulkucudunya@ulkucudunya.com