« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

HARBİDEN

      Efendi BARUTCU

07 Mar

2020

SURİYE’DEKİ GELİŞMELER

07 Mart 2020

Aziz dostlar sevgili gençler Değerli Fikir Adamı Prof. Dr. Mehmet Akif OKUR Bey'in "Suriye'de ki Gelişmeler" Başlıklı konuşmasını genç arkadaşlarımız deşifre etti. Konuşmadaki önemli konuların sizler tarafından da okunmasının faydalı olacağı düşüncesi ile sizlerle paylaşıyorum. Baki selamlar.

SURİYE’DEKİ GELİŞMELER*(Alıntıdır)

PROF. DR. MEHMET AKİF OKUR
28.02.2020/İSTANBUL


Sayın Başkanım,
Muhterem Türk Ocaklılar,
Sözlerime başlamadan önce hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Çok zor zamanlardan geçiyoruz, içimiz yanıyor. Gerçekten dün gece aldığımız şehit haberleri… Çok uzun zamandır şehit haberleri alan bir milletiz. Ancak hem şehitlerimizin sayısı hem yaşanan hadisenin şekli itibarıyla yüreklerimizi delik deşik etti. O yüzden bir taraftan acımızı dindirmeye, yasımızı tutmaya çalışıyoruz. Diğer taraftan da hadiseler tabii çok süratli bir biçim akıyor. Olan biteni anlamaya, yorumlamaya; uygun tepkiler nelerdir, ne yapmak lazım gelir bunun üzerinde fikretmeye çalışıyoruz. Ben de müsaadenizle çok hızlı seyreden hadiseler zincirini bir resme oturtmaya çalışacağım. Onun ardından da meselemiz çok güncel olduğu için soru alarak devam ettirmeye çalışacağım. Tabii zihnimiz bir sorular yumağı. Suriye politikasının genel seyri çerçevesinden tutun, hem taktik düzeyde harekâtı şöyle mi yönetmeliydik, böyle mi yapmalıydık, bunlara dair bir dizi soru zihnimizde vızıldıyor. Böyle dönemler, kırılma anları, büyük sancılı dönemler gerçekten de pek çok konunun en baştan, yeni baştan kökleriyle veya hâlihazırda nereye gidecek diye sorgulandığı zamanlardır. Şimdi burada bir noktayı daha vurgulamakta yarar var. Muhataplarımız da tam da aslında böyle bir şeyin farkında olarak bu saldırıları gerçekleştirirler. Yani günümüzün savaşlarında, günümüzün çatışmalarında karşı tarafın kamuoyunu yönlendirmek, kamuoyunun fikirlerinin üzerinde etki sahibi olabilmek çok önemli. Özellikle büyük kayıpların verildiği dönemler hadiselerin yorumlanması bakımından önemli kabul edilir.

Karşımızdaki Rusya, hibrit savaş diye ifade ettiğimiz savaş yöntemini –en parlak örneği Kırım’ın işgali- başarıyla uygulayan bir aktör. Bulanık savaş mantığı diye de bunu ifade ediyoruz, yorumluyoruz. Bu savaş mantığının belirli temel karakteristikleri var. Bir tarafında askerî güç var. Ama askerî gücün adresinin gizlenmesi ve bu gizlenen adresin üzerinden karşı tarafın iradesinin çözülmesi de bu bulanık savaş mantığının bir parçası. Kırım’ın işgali dönemini hatırlayalım. Birden Kırım Yarımadası’nda üzerinde herhangi bir işaret bulunmayan üniforma giymiş askerler belirmişti. Rusya, bu askerlerin kendi askerleri olmadığını iddia etmişti. O birlikler Kırım’ın… Bunlar elbette Rus askerleriydi ama resmen reddetti- resmen reddedişin sebebi karşı tarafa Rusya’yla cephede savaşmamak ama yenilgiyi de kabul ettirmek için bir alan açmayı hedefliyordu. Suriye’de yaşanan saldırının ardından biz aslında benzer bir süreç yaşıyoruz. Suriye Hava Kuvvetlerine ait bir uçak da saldırıyı gerçekleştirmiş olsa herkes biliyor ki Rusya’nın izni, kabulü, onayı olmaksızın veya bizzat Rus pilotlar o uçağı uçurmaksızın veya o uçak bizzat Rus uçağı olmaksızın böyle bir saldırının gerçekleştirilmesi mümkün değil. Ama bulanık savaş mantığının bir gereği olarak Rusya failin kendisinin olmadığını söylüyor. Karşı taraf olarak Türkiye’ye bu söyleme tutunarak şehitlerini sineye çekmesi ve krizde geri adım atması için onu bir alana itmeye çalışacak. Bunu propaganda boyutunda göreceğiz.

Büyük güçler muhatap oldukları ülkeler içerisinde kriz vakitlerinde seferber edebilecekleri bir enformasyon sistemi oluştururlar. Biz bunun bir boyutunu Batı için çok iyi biliyoruz. İşte Amerikan sistemi, onun Avrupa ayağı bakımından bu sistem nasıl işliyorsa aynı güce erişemese de aynı şekilde işliyor. O yüzden de bu hain, menfur saldırının gerçekleştiği andan itibaren biz bir taraftan enformasyon savaşı içerisindeyiz. Bunun değişik safhalarını da süreç içerisinde görmeye başlayacağız. Peki, böyle bir bulanıklığın içerisinde neye bakmalıyız, neyi önemli saymalıyız ve nasıl bir strateji izlemeliyiz, yarından itibaren ne tarafa gitmeliyiz. Orada da tabii şunu görmemiz lazım. Bir kere tarihî jeopolitiğin bize söylediği bir şey var: Türkiye önemli, güçlü bir ülke. Ancak sanayi çağından bu tarafa güç denklemi açısından Rusya’yla başa baş kaldığı ve büyük savaşa dönüşmüş mücadelenin altından kalkabilecek bir güce, kudrete sahip olamadı. Biz bunu 93 Harbi’nde gördük. Daha sonrasında hissettik, Sovyet döneminin baskıları altında Batı’ya yönelişimizin bir sebebi bu idi. Bunu dengeleyebilmek için diplomasimizin bir kefesini, bir ayağını Batı’da tuttuk. Tabii ayağımızın uzun süre boyunca Batı’da kalmasının oluşturduğu mahsurları da daha sonra art arda başladık. O ittifak sistemi de Türkiye’yi kendi içinden yönetmeye, Türkiye’nin bağımsız iradesine el koymaya çalıştı. Kendi gündemini alternatifsiz kabul edilmesi gereken bir siyasi gündem olarak Türkiye’ye dayattı. Dolayısıyla Türkiye, bu defa dengeyi Doğu’dan kurmak için tekrar Doğu’ya doğru yöneldi. Ancak bu yönelişimizde, Batı’yla yaşadığımız sıkıntının sadece bu ülkelerle alakalı olmadığını, hangi büyük güçle iş birliği yaparsak yapalım büyük güçlerin olaylara bakış mantığının aynı olduğu gerçeğini ıskaladık. Yani büyük güçler hayır kurumu değildir. Siz dengeleme yapmaya çalıştığınızda sizin zaaflarınızı, sizin ihtiyaçlı durumunuzu sizden çok daha iyi hesap ederler, bu hesabın üzerine –almak üzerine kurulu- bir strateji inşa ederler. Sizi ehlilleştirmeye çalışırlar. Siz bu oyunu gördüğünüz ölçüde –denge stratejisi izliyorsanız- bağımlılığınızı azaltmaya çalışacaksınız. Yani bir başka büyük güçle… Batı’yla sıkıntı yaşıyorsunuz, Doğu’yla bunu dengelemeye çalıştığınızda da Doğu’ya olan bağımlılığınızı hızla tesis ederseniz… Yani Batı’da niye sıkıntı yaşadınız? Çünkü uzun süre ayağınız orada kaldı. Bağımlılığınız arttı. Bunu istismar ettiler. O zaman ders almış olarak Doğu’yla münasebet kurmak icap ederdi. Fakat biz, kısa da sürse bu yolculuğumuzda maalesef bunlara da çok fazla riayet etmediğimizi şu anda acı biçimde görüyoruz. Nedir bunlar? Bu krizin tırmandığını varsayalım, Türkiye’nin bağımlılık faturası önünde, bir tarafında duruyor. Enerji bağımlılığı, enerjinin stratejik kalemlerinde bağımlılık önemlidir. Biz o vakitte bu uyarlıları yapmaya çalışmıştık.

Türkiye savaşabileceği bir ülkeden nükleer reaktör aldı. Bu, sınırlarının içerisine atom bombası inşa etmektir. Bu sizin bilmediğiniz bir teknoloji. Zaten bilmediğiniz için aldınız. Eğer bir büyük güçle, herhangi bir jeopolitik bir mesele sebebiyle savaşa girebileceğinizi ön görüyorsanız böyle bir nükleer inşaayı ona yaptırmamalısınız. İskandinavya’dan, Japonya’dan bulmalısınız. Aynı şekilde enerji bağımlılığın yüksek olması önemlidir. Bu sizi bu krizde sıkıntıya sokar.

Suriye’ye baktığımızda tarih bize neyi söylüyor? Bir kere Türk milliyetçilerinin hafızasıyla tarihe baktığımızda Rusya’nın aklını okumak mümkün hâle geliyor. Nedir o? Rus devleti “pogrom” dediğimiz, “pogrom” Rusça bir kelimedir, zulüm ve baskıyla sürmek anlamına gelir. Bunu devlet siyaseti olarak Türk ve Müslüman topluluklara uygulayageldi. Kırım’da yaşananları biliyoruz. Kırım, Anadolu gibi Müslüman Türk coğrafyasıydı. Burada nüfus mühendisliği yapıldı. Biz bunu ya Rusya’dan gördük ya da Rusya’nın arkasında olduğu bir vekilden gördük. Balkanlarda gördük, Kafkasya’da gördük, Ahıskalıları gördük… En son Karabağ’da Ermenilerin Rus desteği ile yaptıklarını gördük.

Suriye’de Rus devlet aklı farklı işlemiyor. Yeni bir Suriye inşa edilmeye çalışılıyor. Bu yeni Suriye’de de Türkiye’ye kendisini yakın hisseden nüfusun boşaltılması arzu ediliyor. Bununla ilgili çok katı bir strateji izleniyor. Terör örgütlerinin varlığı da bu stratejiye hizmet ediyor. Büyük planın, ben bu nüfusun bütünüyle sınır dışına çıkarılması, geri dönemeyecekleri bir denklem oluşturulması ve bu denklem üzerinden de aslına İsrail, Rusya ve Amerika’nın onaylayacağı bir yeni Suriye dizaynının oluşturulması düşünüldüğü kanaatindeyim. O nedir? Şimdi Suriye PKK’sının Rusya ile de münasebetleri var. Rusya bize Afrin’de, Fırat Kalkanı bölgesinde bize hava sahasını açarken kendi stratejisine hizmet etti. Nasıl? PKK’ya önce dedi ki siz Esed’e katılın. Eğer Esed’e katılırsanız ben hava sahasını açmam ve Türkiye buraya giremez. Örgüt bunu reddetti. Bunu reddedince Rusya bizim harekâtların önünü açtı. Türkiye sopasıyla PKK’yı kendi çizgisine çekebilecek bir hamle yaptı. Şimdi, Barış Pınarı Harekâtı sonrasında biz Rus devriyelerini kuzeye doğru da daha çok çektik. Suriye Esed rejiminin kuvvetlerine katılmaları yönünde Rusya’nın baskısı sürüyor. Şimdi şöyle bir Suriye düşünün: Amerika diyor ki ben bu örgütle iş yaptım, bunu ezdim. Kötü senaryonun devam ettiğini varsayın. İdlib’te 4 milyon civarında sıkışmış bir nüfus var. Onun da Türkiye’ye ya da Türkiye üzerinden Avrupa’ya… Nüfusunun büyük bir bölümü seyrelmiş bir Suriye olacak. Zaten kötü muamele haberleri gelince insanlar yasal olarak dönmeleri mümkün olsa da geri dönmüyorlar.

Birleşmiş Milletlerin 2018 yılında tarafsız bir gruba hazırlattığı bir rapor var. Tecavüz raporu bu. Suriye ordusunun girdiği yerlerde kullandığı cezalandırma yöntemlerini anlatıyor. Okuduğunu zaman geceleri uyuyamazsınız. Bunu muhalifler hazırlasa belki inandırıcı bulmazsınız. Orada -şahitliklere dayandırılarak- evlere girildiğini, aile üyelerine aile üyelerinin önünde işkence edildiğini, tecavüz edildiğini anlatıyor. Bunlar neden yapılıyor? Bunların hepsi bir nüfusun geri dönmemesi için yapılıyor. Sistematik bir iş olduğunu da coğrafyamızda yaşadıklarımızdan biliyoruz. Biz Tuna boylarından çekilirken Türk nüfus, Bulgar nüfustan fazlaydı. Yani bizim etrafımızdaki coğrafya üç kollu olarak son bir buçuk iki asırdır böyle nüfus mühendislikleriyle şekillendiriliyor. Şimdi maalesef aynı mantık işliyor. Amerika’nın Rusya’dan istediği, İran’ın Suriye’den çıkartılması. Rusya buna onay verecek olan bir aktördür. Türkiye denklemden çıkarılırsa, bu nüfusun önemli bir kısmı sürülürse şöyle bir denklem için masaya oturabilirler: YPG, PYD; Suriye ordusunun bir parçası hâline getirilir. Astana’da Rusya’nın Esed’in önüne koyduğu anayasada Suriye Arap Cumhuriyeti değil, Suriye Cumhuriyeti olacak deniliyor. Arap vurgusundan vazgeçeceksiniz deniliyor. İsrail’in de temel beklentisi esasen buna uygundur. Figür olarak da “Esed, uluslararası suçludur, biz bununla yapamayız.” derlerse onu da değiştirirler. Bu da tabii omurgasında Türkiye’ye karşı husumet olan bir yeni Şam ve yeni Suriye ortaya çıkaracaktır. Dolayısıyla Suriye’nin coğrafi bütünlüğünü koruması, tek başına Türkiye’nin güvenlik kaygılarını ortadan kaldırmaya yetmeyecektir.

Nasıl bir şey Türkiye’nin güvenliğini temin eder? Yeni Şam’da Türkiye’ye dost bir iradenin oradaki güç bileşeninin bir parçası olması lazım. Bu da nüfus üzerinden mümkün olabilir. Onun dışında Türkiye’ye hangi güvenceler verilirse verilsin ben bunların işlemeyeceği kanaatindeyim. Türkiye, Yunanistan’la nasıl bir sorun yaşıyorsa Suriye ile de yaşayacaktır. Bugünden sonrası için resme bakarken bu gerçekleri de unutmamak lazım.

Tabii burada Türkiye’nin sınırlılıkları var. Nedir o sınırlılıklar? Siz bu gerilimi tırmandırırken Rusya ile cephe savaşını başlatmamanız lazım. Yani sizin de benzer stratejileri takip ederek –canınız yansa da- mücadeleyi sürdürmeniz icap ediyor. Rusya karşısında yalnız kalmamak için de –güvenmesiniz de- diplomasiyi harekete geçirmeniz lazım. Türkiye’nin iyiliği için harekete geçmeyeceklerdir. Ancak krizin büyümesinden onların da zarar göreceğini biliyoruz. Nedir bu zarar? Bir tanesi mülteci meselesidir. Avrupa’da kabaran bir ırkçılık var. Bu ırkçılığı tahrik eden kavramlardan biri de mülteciler. Irkçılık Avrupa’da iktidarları değiştiriyor. Mesele iktidar meselesi olduğu için de mülteci akını konusunda hassaslar. Türkiye sınırları açmakta geç kaldı. Bunu hatta bir özgürlük nutkuyla da tamamlamalı: Can kaygısı sebebi ile yerinden edilen, sizin uluslararası toplum olarak korumadığınız bu insanların önünde, bunların seyahat özgürlüğünün önünde neden duruyorsunuz? Bunlar Avrupa’ya ulaşmak istiyorlar.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve mültecilerle ilgili antlaşmalar açıkça şunu öngörüyor: Bir mülteci bir ülkeye istediği yerden girebilir. Ülkeye kaçak girdin diye hiç kimse sorgulanamaz. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre, mültecilerin toplu olarak sınır dışına çıkarılmasına karar verilemez. Her mültecinin tek başına mahkemeye çıkma hakkı vardır. Orada, gerçekten ülkesinde savaş şartları varsa hiçbir mahkeme onu geri gönderemez. Mülteci, Avrupa’ya adım attığı anda ya Avrupa kimliğini değiştirecektir ya da bu nüfusu kabullenecektir. Onun anlamı da bir sosyolojik kaynama ve siyasi çalkantı anlamına geliyor.

Tarih boyunca Türkiye’yi -yine kimliğimizden hoşnut olmasalar da- Batı diplomasisinin içerisinde tutan meselelerden biri de jeopolitiğidir. Jeopolitik denilince de en önemlisi Boğazlar meselesidir. Dün akşamki saldırı ile Türkiye, uluslararası hukuk açısından bir yakın savaş tehdidi içerisine girmiştir. Montrö Sözleşmesi’nin 21. Maddesi Türkiye’ye yakın savaş tehdidi altında olduğu hâllerde Boğazlardan savaş gemilerinin geçişini dilediği gibi düzenleme hakkı veriyor. Dolayısıyla Rusya saldırıyı doğrudan üstlenmese de TSK’ya yapılan bu ağır saldırı, Türkiye’yi bir yakın savaş atmosferine sokmuştur. Rus gemilerinin Boğazlar üzerinden Suriye’ye doğru yola çıktığına dair haber alıyoruz. Türkiye, eğer Boğazları kapatırsa mesele, BM Güvenlik Konseyine intikal eder. Orada 15 üyenin üçte ikisinin “Hayır, bu karar haksızdır.” demesi lazım. BMGK’nın devreye girmesi, Türkiye’nin bu süreçte ihtiyaç duyduğu bir şey. Çünkü biz krizin uluslararası boyuta ulaşmasını istiyoruz. Böylelikle hem Boğazlar meselesinin anlamını dünyaya hatırlatabilir hem de Rusya’ya Akdeniz’e girişte, geçiş için Türkiye ile mutabakata ihtiyaç duyduğunu hissettirir.

Türkiye’nin İdlip’te bulunduğu hattı muhafaza etmesi lazım. Çünkü Türkiye’nin karşısında insanı yok sayan ve yalnızca toprak üzerinden konuşan bir dil var. Bu dil, Türkiye’nin oradaki varlığını Suriye’nin toprak bütünlüğüne aykırı buluyor. Afrin’in, Fırat Kalkanı bölgesinin kapısını çaldığını düşünün bu defa dünya kamuoyu da sizin yanınızda olmayacak. Tam tersi, Afrin Harekâtı boyunca uluslararası medya üzerinden Türkiye’nin aleyhine nasıl yoğun bir kampanya yapıldığını hatırlayalım. O dönemde Kürt kimliği etnistesi üzerinden Türkiye’nin içinde bir kalkışma kaşınmıştı. Türkiye, terör koridorunu kesmek için girmiş olduğu bölgelerde aynı denklemle karşılaştığında burada bir çatışmayı daha dezavatajsız şartlarda göze almış olacak. Bu krizi yönetebilir, oradaki varlığınızı koruyabilirsiniz o zaman bu krizin diğer bölgelere yayılmasını da yönetebilirsiniz.

Türkiye bir karşılaşma yaşamak durumundaydı. Bu cephe, Türkiye açısından daha uygun duruyor. O yüzden krizi doğrudan Rusya ile yalnız başımıza çatışmaya götürmemeliyiz. Bunun için diplomasiyi yedeğimizde tutmalıyız. Rusya’nın uyguladığı bulanık savaş taktiği kodlarının farkında olarak hamlelerimizi yapmalıyız. Ama teslimiyet görüntüsü vermemeliyiz. Buradan çıkaracağımız dersle de büyük güçlerle nasıl ilişki kurulacağı ile bağımlılıklarımız konusunda düşünmemiz lazım.


SORU: Türk askerinin şehit edilmesi, bizim geçmişteki Astana ve Soçi Mutabakatlarında uzlaşılan konuların dışına çıkmamız sebebiyle mi oldu, yoksa biz çerçeve içinde kalmamıza rağmen mi bu saldırı gerçekleşti.

CEVAP: Mutabakatları incelerken iki şeye bakarız: Genel prensipler, taktik planlanış şekilleri. İkincisiyle ilgili soru işaretleri doğduğunda birincisine bakmak gerekir. Astana masasının ruhu, anlamı ya dagenel ilkesi; her zirvenin ardından vurgulanan bir cümledir. Nedir o cümle? Suriye savaşının askerî bir çözümü yoktur, siyasi bir çözümü olacaktır. Bu uzlaşmayla masaya oturuldu. Bu ne demek? Suriye savaşının askeri kazananı olmayacak. Suriye savaşı tarafların müzakeresi ile sonuçlanacak. Neden? Çünkü basit bir terörden söz etmiyoruz. Suriye’de bir isyandan da söz etmiyoruz. Bir ülkenin muhtelif yerlerinde isyan çıkabilir. Onunla ilgili hukuki şeyler var. Şimdi bir ülkenin nüfusunun yarısı mülteci olmuş. Ölü sayısı bir milyona yaklaşmış. Bu bir iç savaş. Dolayısıyla uluslararası hukuk da bunun taraflarına müzakereyi öngörüyor. BM’nin Suriye ile ilgili aldığı bir karar var. Rusya’nın da orada imzası var. Peki, ne yapılacaktı siyasi çözüm için? Çatışmalar belirli bölgelerde durdurulacaktı. Zamanla taraflar silah bırakacaklardı. Siyasi görüşmeler devam edecetki. Şimdi Rusya, İran, Esed tarafı bunu ihlal etti. Altı tane gerginliği azaltma bölgesi vardı. Bunların hepsini askerî olarak yuttular. Oradaki sivil nüfusu İdlip’e taşıdılar. Yani bu saldırının hedefi askerî zafer kazanmaktır. İdlip meselesi dedikleri şey, ben kimseyle konuşmak durumunda değilim, diyor meselesi artık. Şimdi Cenevre’de Birleşmiş Milletlerin kurduğu bir masa var. Orada Esed’i temsil eden temsilciler vardı. Sahada işler iyi gidince Şam yönetimi açıklama yaptı, “Oradakiler benimle ilgili değildir, bana sempati duyabilirler ama beni temsil etmiyorlar.” dedi. Dolayısıyla karşı taraf, ben bu masanın hiçbir yerinde yokum, diyor. Yani “Astana Mutabakatı’nın esası siyasi çözüm olacak, kimse askerî zafer kazanmayacak, savaşı tırmandırırım.” dedi. Bunun tam aksini yaptılar.

Burada ayet okudu Putin. Hangi ayetleri okudu hatırlıyor musunuz? Yani Kuran-ı Kerim’den affedin, hazmedin ve yapın. Yani İngilizlerin facesailing dedikleri bir şey vardır. Yüz yıkama yani sen mağlup oldun, kaybettin ama ben sana onurlu bir şey vereceğim. Mağlubiyetini ezilmişlik olarak göstermeyeceğim, acıtmayacağım ama somut olarak ben bunun tamamını kazanacağım. Dolayısıyla masayı kuran temel ilkeyi sistemli bir şekilde ihlal ettiler. Moskova’nın bakış açısıyla, Türkiye’ye açtıkları konjonktürel alan da -aslında PKK ile mücadele için açılmış bir alan değil- PKK’yı Rusya’nın çözümüne ikna etmek için Türk sopasının kullanılması anlamına getiriyordu. Dolayısıyla orada da bir şey kaybetmediler. Şimdi bunun son durağı İdlip. İdlip’te askerî çözüm gerçekleştirildiğinde Türkiye’nin oradaki bölgelerinin de Suriye’nin içerisinde kalması mümkün değil. Aynı şeyi tekrar edecekler. Şimdi pratik düzeye bakalım. Pratik düzeyde, evet, bu örgütlerle mücadele noktasında o belirlenen hedeflere varılmadı ama burada karşı tarafında payı var. Neden? Çünkü Soçi’de şu konuşuldu ve diğer yerlerde örgütler nasıl çözülecek şu denildi. Şimdi bu örgütlerin bir kısmı üzerinde herkes müttefik, yani ha terör örgütü El kaide.

Buraya yabancı savaşçılar gelmişler ama bir kısmı bu iç savaş şartlarında bu yapılara monte olmuşlar. Bunları ayrıştırmak gerek. Nasıl ayrıştıracağız? Onlara diyeceğiz ki bakın Türkiye’nin kefaletinde bir siyasi çözüm olacak, yani savaştığınız unsur gelip sizi ezmeyecek, masada bir çözüm olacak, siz de kendinize bir yer bulacaksınız. Buna ikna oldukça o olumlu muhalefet denen Suriye Milli Ordusu vs. filan onun saflarına geçecekler. Bu sürecin işleyebilmesi için de Türkiye’nin kefaletinin para etmesi ve Türk askeri oradayken bu bölgeye saldırılmaması lazım. Neden? Çünkü her saldırı olduğunda bu örgütler daha çok kuvvetleniyorlar. Bakın bu iş işlemez demiştik, bakın Türkiye böyle söylüyor ama siz yine öldürülüyorsunuz savaşmaktan başka mecburiyetiniz yok. Bir barış sürecine girip silahlarınızı teslim ederseniz, sizi silahsız katledecekler vs. vs. Dolayısıyla saldırılarıyla örgütlerin çözülme vasatını da ortadan kaldırdılar.

Şimdi Türkiye’nin orada Esed’i durdurması aslında Soçi Mutabakatına destek sağlıyor. Nasıl sağlıyor? Türkiye o dört milyonluk nüfusa verdiği sözü tutuyor. Diyor ki ben sizi ezdirmeyeceğim. Bir adım sonrasında, işaret ettiği adreste toplanın taahhüdünü de kuvvetlendiren bir şeydir. Yani örgütlerden ayrılın, Suriye’nin bir ordusu çatısı altında toplanın, ben sizi müzakerelerde de destekleyeceğim. Bu olmazsa sınırlar delinecek. İşte resmî rakam, Türkiye’de 3.5 milyon Suriyeli mülteci var. Orada 4 milyon nüfus var, hepsi gelmese bile en az 2.5-3 milyon mülteci gelecek. Dolayısıyla Türkiye’nin 8-10 senede aldığı mülteciyi biz 1-2 hafta içerisinde tekrar sınırlarımızın içerisinde göreceğiz. Onunla ilgili de çünkü baskı başlıyor şeyden…

Bunu da eğer arzu etmiyorsak birkaç bakımdan arzu etmiyoruz. Bunun maliyeti var. Sosyal çalkantılar, sıkıntılar var ve Suriye’nin akıbeti bakımından sonuçları var. Çünkü bu krizin nihai olarak bitebilmesi için Şam’da, yani son kalede Türkiye’ye olumlu bakan nüfusun da etkisinin olduğu bir yeni iktidarın şekillenmesi lazım. Onun için de oranın boşalmaması icap ediyor. O yüzden de tabii bir şeyler söyleniyor. Herkes kendi lehine olumlu olan kısımdan bakarak yorumluyor. Türkiye’nin daha çok insanı vurgulayan bir söylemle toplantılara gitmesi lazım, biz o zaman da bunu çok vurguladık. Üç tane şey söyleniyor: Toprak bütünlüğü, siyasi bütünlük ve egemenlik. Bakın insan yok. Ot gibi bir şey, yani biçersin gider, o bir teferruat tartışma. Doğru değil.

Şimdi bizim Türk devlet felsefesi açısından bakalım. Anayasamız Türkiye’yi nasıl tarif ediyor. Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Yani toprak ve nüfus bu ikisini bir bütünlüğün üzerinden tarifi yapıyoruz. İnsana verdiğimiz yer açısından yani yoksa ülke yalnızca toprak demek değil dolayısıyla biz muhatabımıza da aynı şekilde bakmalıyız. Bu nazarda bakıldığında Türkiye’nin oradaki varlığı Suriye’nin bütünlüğünü koruyor. Neden? Eğer insan ülkenin, o bütünlüğün bir parçasıysa bu insanı ülke dışına atmak, o ülkeyi bölmek demektir. Esed’in saldırıları Suriye’yi bölüyor. Suriye’yi ülke yapan en önemli unsuru, yani insan unsurunu dışarıya atıyor ve bizim geleneğimizle biz de Suriye’ye bakarken toprağa bakmamalıyız. İnsanıyla beraber bir bütüne bakmalıyız. Suriye’nin bütünlüğünü o manada söylemeliyiz. Bizim güvenliğimiz Suriye’nin ülkesi ve milletiyle bütünlüğüne bağlı, yani yoksa o coğrafyayı bölünmez tutarlar ama içini öyle bir yapıyla değiştirirler ki onunla siz uğraşmak mecburiyetinde kalırsınız. Dolayısıyla Türkiye o mutabakata otururken konuşmalıdır. Buradakiler mülteci değil, bunlar Suriye’dir diyebilmelidir. Oradaki insanlar Suriyeli, siz onu ayrı bir şekilde, bir teferruat, bir saksı gibi alıp bir tarafa konulacak bir şey olarak görmeniz lazım.

Soru: Burada yapılan çok büyük hatalar var. Buradaki hatalar tekrar ediyor ve devam ediyor. Burada bizim, yani bu hataların devam etmemesi gerekiyor. Burada bahsettiğiniz gibi biz, evet bir cephede bulunuyoruz. O cephe bizi istismar ediyordu. Biz bunun bilinci içerisindeydik ama bu cepheyi bırakıp öbür cepheye geçtiğimiz zaman 2 milyar dolarlık bir alışveriş yapıldı. Öbür tarafta 1,5 milyar dolarlık bir kayıp var. Aldığımız savunma sistemini biz bunlara karşı kullanacak durumda değiliz. Bu hadiseye sizin gibi bir perspektiften baktığımız zaman bunun çok büyük bir hata olduğunu yani sokaktaki herhangi bir kimseye sorsanız onu size söyleyecek durumdayken devletin bu büyük hatayı yapması, daha sonra da tekrar geriye dönerek ikinci büyük hatayı yapması. Hocam biz bunları nasıl önleyeceğiz? Bu iktidar gelmeden önce, Türkiye’nin kendine göre gayet güzel Dış İşleri Bakanlığı vardı. Buradaki ilişkiler, istihbarat gayet güzel şekilde ilerletiliyordu. Kusura bakmayın, biraz politik olarak giriyorum. Bu benim hiç istemediğim bir şey ama Türkiye’nin komşularıyla bir sorunu yoktu. Bugün sorun olmayan bir şey yok, buradan nasıl çıkacağız?


Cevap: Bu çok geniş bir soru o yüzden onu bir başka gelişte değerlendirmek lazım ve fakat şöyle bir filmi geriye sarsak hakikaten o kadar sıkıntılı sahne var ki burada bizzat hani o kararlarda bulunanlarda dâhil kimse savunulamaz vaziyette. Şimdi buradan geleceğe yürüyeceğiz. Buradan geleceğe yürürken tabii muhasebe yapmak lazım. Yalnız şunu da unutmamamız lazım. Şimdi geçmişteki dönemleri hatırlarken o dönemlerin genel sistemik özelliklerini bazen unuturuz. Neyi mi kastediyorum. Şimdi diyelim ki Türkiye’nin Batı ittifakı ile ilişkileri belirli bir süre rayında gitsin ama Batı, Doğu’dan ciddi tehdit algıladığı zaman Türkiye ile ilişkileri rayında götürüyor. Mesela bizim soğuk savaş tarihimiz de öyle. Sovyet Rusya bir ciddi tehdit olduğunda Türkiye üzerindeki baskının gevşediğini, münasebetlerin iyi kurulduğunu görüyoruz. O baskı kalkınca uğraştıkları meseleler Ermeni meselesi, Kürt meselesi, odur budur vs. Bu defterleri açıp Türkiye’nin üzerine gitmeye devam ediyorlar. Şimdi Doğu, içinde Batı ile bir kavgası filan varsa arada bir denge unsuru olarak Türkiye’yle iyi şey yaptı… Biz şu anda sistemik olarak çok bulanık bir dönemden geçiyoruz, yani neyi kastediyorum: Şimdi bu Batı’nın kalbinde ABD varsa ABD’nin gündemi bizim başkanımızı Rusya mı seçtirdi, düşünün. Altı ay sonra başkanlık seçimi var ve oradan çıkacak olan iktidar, Rusya ile mi iş tutacak Çin ile mi bilmem ne yapacak, bir belirsizlik. Avrupa’ya bakıyorsunuz; Avrupa, Rusya’yı dengeleyecek mi, Rusya’yla iş mi tutacak. İşte parçalanan bir AB varken -içerisinde kavgaları var- - gel buranın adamı ol, yani biz bütün gönlümüzle bir ittifakın parçası olalım diye bir kolonya gibi kapı arasak öyle bir muhatap şu anda yok. Bu, muhatap buharlaştı anlamına gelmiyor ama burada bir akıl krizi yaşanıyor. Kendi iktidar kavgaları sebebiyle işin diğer tarafında öyle bir organize Doğu da yok. Rusya var, Çin var, bunların belirli bir menfaatleri var ama bunlarda Batı ile kuracakları ilişkiyi aslında bütünüyle bir çalışma ilişkisi üzerinde kurmak istemiyorlar. Mesela Rusya Avrupa’da bir yer tutmak istiyor. Suriye’de mülteci gönderdiğinde orada yükselen partiler Rusya’nın müttefikleri mesela Fransız seçimlerinde Marine Le pen, Macronun yerine otursa onun partisiyle Rusya’nın arasında münasebetler çok yakın. Dolayısıyla Fransa nasıl bir Batı’nın parçası olacak veya nasıl Rusya siyaseti işleyecek. Almanya’da benzer bir şeyi görüyoruz. Mesela Almanya’da dönüşümü muhafazakârları ile ırkçılarının ittifak ettiği zaman gerçekleşecek. Hitler öyle iktidara geldi. Bunun bir örneğini eyalet seçimlerinde gördüler geçtiğimiz ay muhafazakârlarla şeyler ittifak etti başbakan seçtiler. Nazi geçmişini hatırlattığı için bu sosyolojik kumaş, infial doğdu başka bir şey yaptı. Yani biz atlatana kadar çok sıkıntı çekeceğimiz dalgalı bir süreçteyiz. Dengeleme stratejisi de işlemiyor.

* Bu metin Yıldız Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Akif OKUR Bey’in 28 Mart Perşembe (İdlib de Putin-Esad işbirlikçisi katiller tarafından 33 Mehmetçiğimizin şehit edilişinin ertesi günü) günü İstanbul Türk Ocağında yapmış olduğu konuşmanın yazılı halidir. Yutuptan indirdiğimiz konuşma metnini Ülkücü gençlerimiz deşifre ederek yazılı metin haline getirmişlerdir. Konuşmanın satır aralarında önemli konulara yer verildiği için sizlerle paylaşıyoruz.

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,00 M - Bugn : 33763

ulkucudunya@ulkucudunya.com