« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

M. Metin KAPLAN

27 Şub

2007

DARBE VE DEMOKRASİ

27 Şubat 2007

Darbe ve demokrasi… Bu iki kavram, yan yana ne kadar da “alâkasız, münasebetsiz, yakışıksız, ahenksiz, akortsuz, ayarsız, uyuşmaz, insicamsız” durdular değil mi?

Darbe ve demokrasi… Bunlar, bir birine ne kadar da “karşı, düşman, hasım, muarız, rakip, aleyhtar, mütenakıs, aykırı, ters” iki kavram değil mi?

Ama Türkiye’de “demokrasi tehlikede” denilerek ve “demokrasiyi korumak için” askerî darbe yapılıyor… Darbeler yapıldı… Ya buna ne demeli? Şimdilik, hiçbir şey demeyelim; o, bu yazının konusu…

Türkiye Cumhuriyeti anayasasının birinci maddesi, “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” diyor…

İkinci maddesi; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir” diyor…

Üçüncü maddesi; “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır” diyor…

Dördüncü maddesi; “Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” diyor.

Devletin temel amaç ve görevleri ise, anayasanın beşinci maddesinde şöyle ifade edilmiştir: “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”

Anayasa’nın altıncı maddesi ise, hiçbir yoruma meydan vermeyecek şekilde açık ve net olarak şöyle diyor: “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

Öyleyse, soru bir: Darbeci subaylar, hükümet darbesi yapma yetkisini nereden alıyorlar? Yani 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü ve 28 Şubat’ı anayasa’nın hangi maddesine dayanarak yaptılar? Bırakın birkaç subayı, TSK’nin bile anayasada ifade edilen, böyle bir görev ve yetkisi yok… Zaten darbeci subaylar da, bu yetkiyi (!) TSK yönetmeliğinden aldıklarını söylüyorlar.

Pekiyi, böyle bir şey doğru olabilir mi? Olamaz! Çünkü hukukta, normlar hiyerarşisi diye bir şey vardır… Buna göre genelge yönetmeliğe, yönetmelik tüzüğe, tüzük yasaya, yasa ise anayasaya aykırı olamaz! Olursa da, geçersiz olur… Bunu, şu şekilde de ifade etmek mümkündür: Genelge meşrûiyeti ile geçerlilik gücünü yönetmelikten, yönetmelik tüzükten, tüzük yasadan, yasa da anayasadan alır! Anayasa’nın altıncı maddesinin son fıkrası işte bu yüzden, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” diyor… O sebeple, TSK’nın yönetmeliği, askerî darbelere gerekçe olamaz! Ama oluyor! En az dört defa oldu… Doğru! Ancak bu, yapılan askerî darbelerin meşrû olduğunu ispatlamaz… Bu sadece, silâhlı bir milyon insanın; tankla, topla, uçakla, füzeyle teçhiz edilmiş bir milyon disiplinli askerin fiilî yaptırım gücünü gösterir.

“Yani sen ne diyorsun, Metin Kaplan? Lâfı ağzında geveleyip durma… Açık açık söyle, söyleyeceğini… Askerî darbelere karşı mısın, bunu mu demek istiyorsun” dediğinizi duyar gibiyim, gene kulaklarım çınlıyor çünkü!

Evet ben, askerî darbelere ilke olarak karşıyım! Bu yazımda da bunu anlatmaya çalışıyorum. Ancak bunu söylerken bazı solcular gibi; “Ama 27 Mayıs ile 28 Şubat’ı yapanlar haklıydılar çünkü irtica tehlikesi vardı” yahut bazı sağcılar gibi; “Lâkin 12 Mart ile 12 Eylül’ü yapanlar haklıydılar zira komünizm tehlikesi vardı” da demiyorum. Demem de çünkü bu ilkesizlik olur! Yani bir şey ya doğrudur ya yanlıştır; ya haklıdır ya haksızdır; ya iyidir ya kötüdür; ya meşrûdur ya gayrı meşrûdur; ya güzeldir ya çirkindir; ya helâldir ya haramdır… Hem doğru hem yanlış; hem haklı hem haksız; hem iyi hem kötü; hem meşrû hem gayrı meşrû; hem güzel hem çirkin; hem helâl hem haram olamaz!

Askerî darbeler de ya doğrudur ya yanlıştır, ya haklıdır ya haksızdır; ya iyidir ya kötüdür; ya meşrûdur ya gayrı meşrûdur; ya güzeldir ya çirkindir; ya helâldir ya haramdır… Bazıları doğru, haklı, iyi, meşrû, güzel, helâl; bazılarıysa yanlış, haksız, kötü, gayrı meşrû, çirkin, haram olamaz! Böyle diyenler, çifte standart uygulamış olurlar. Ben bu hatayı yapmam!

Asıl olan ilke, askerî darbelerin yanlış, haksız, kötü, gayrı meşrû, çirkin, haram olduğudur! Bu, herkes tarafından böylece bilinmeli ve kabul edilmelidir!

Ancak İslâmiyet’te bir ilke vardır; “Zarûretler, mahzûrâtı mubah kılar.” İyi de zarûret ve mahzûrât nedir? Zarûret; haram olan, yasaklanan bir işin yapılmasını mubah (dinen serbest) kılan sebep, özürdür… Mahzûrât ise; dinde yasak edilmiş şeyler, haramlardır.

“Zarûretler, dinen haram, yasak olan şeyleri mubah kılar. Yani mubahı (dinen yapılması serbest olan bir işi) yapan nasıl muâheze olunmazsa (cezalandırılmazsa), zarûret olan bir işi yapan da muâheze olunmaz. Bir kimse, muteber bir ikrah (zorlama, cebr) ile başkasının malını telef etse, ikrah zarûreti bu işin haramlığını, yasaklığını gidermez. O iş yine haramdır. Sadece bu işi ikrah, zorlama, korkutma gibi zarûret sebebiyle yaptığı için, sorumlu olmaz. Zarûretlerin, yasakları mubah kılmasına ruhsat denir.” (Ali Haydar Efendi)

“Zarûretler, kendi miktarlarınca takdir olunurlar. Açlıktan helâk olacak, ölecek bir kimse, başkasının malından izni olmadan ancak ölmeyecek kadar alıp yiyebilir. Açlık bahanesiyle fazlasını yiyemez. Daha sonra ölmeyeceği miktarda yediğinin bedelini sahibine verir, yahut helâlleşir.” (Ali Haydar Efendi)

Konumuza dönersek, asıl olan, askerî darbelerin yanlış, haksız, kötü, gayrı meşrû, çirkin, haram olduğudur, fakat bazı çok özel haller vardır ki; İslâmiyet’te “zarûretlerin mahzûrâtı mubah kılması” gibi, bunlar da askerî darbeleri bazen mubah kılabilirler! Fakat bu, anlaşıldığı gibi, “kaide” değil istisnaî bir şeydir. Hiçbir zaman “kaide” de olamaz.

Bu haller nelerdir? Bu sualin cevabı, bu yazının konusunu aşar, ama gene de bir cevap vermem gerekirse; milletin yahut devletin ciddi, büyük ve yakın bir tehlike ve tehdit altında olmasıdır! Böyle bir hal zuhur ettiği anda, TSK, sırf silâhlı kuvvet olmalarından doğan bir hak ile “askerî darbe yapma yetkisi” kazanır… Ben, böyle düşünüyor ve inanıyorum!

Ancak söz konusu askerî darbe, yalnızca milleti yahut devleti tehdit eden tehlike ve tehdit ile sınırlı olmak zorundadır… Tehdit ve tehlike ortadan kaldırılır kaldırılmaz, ülke normal yönetim şekline geri dönmelidir… Bu bir… İkincisi de, askerî darbe sadece millet yahut devlet tehdit altında olduğunda yapılabilir… İnsan hakları, cumhuriyet veya demokrasi ya da üçü de tehlike altında denilerek, hükümet darbesi yapılamaz… Yapılırsa, bu meşrû sayılamaz!

Bir sıralama yapmam gerekirse, en önemli “şey” millettir.. sonra da milletin devletidir.. diğerleri yani cumhuriyet, demokrasi ve insan hakları bunlardan sonra gelir…Bunlar hatta, devlet yahut millet ile mukayese dahi edilemezler… Çünkü insan hakları, demokrasi ve cumhuriyet ve hatta devlet olmasa bile millet yaşamaya devam eder… Ancak bunların hiç biri milletsiz olamazlar… Millet var olacak ki, onun devleti olabilsin.. devlet var olacak ki, onun cumhuriyeti ve yahut demokrasisi olabilsin... vatandaşlarının insan hakları bulunabilsin.

M. Metin KAPLAN

DAYANAKLARIM:

Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye;

“Zaruretler, memnu olan şeyleri mubah kılar.” (Md. 21) (Zaruret: Yasak olan şeyin işlenmesini caiz kılan özür. Memnu: Yasaklanmış. Mubah: Yapılıp yapılmaması serbest olan.)

“Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar.” (Md. 22)

“Bir özür için caiz olan şey, ol özrün zevali ile batıl olur.” (Md. 23) (Caiz: Uygun, mahzursuz. Zeval: Ortadan kalkmak. Batıl olmak: Geçersiz olmak.)

“Mani zail olunca memnu avdet eder.” (Md. 24) (Mani: Engel. Zail olmak: Ortadan kalkmak.)

“Zarar kendi misli ile izale olunamaz.” (Md. 25)

“Zarar-ı âmmı def' için, zarar-ı hâs ihtiyar olunur.” (Md. 26) (Zarar-ı âmm: Geniş kapsamlı zarar. Zarar-ı hâs: Dar kapsamlı zarar. İhtiyar olunmak: Tercih edilmek.)

“Zarar-ı eşedd, zarar-ı ehaff ile izale olunur.” (Md. 27) (Zarar-ı eşedd: Çok şiddetli zarar. Zarar-ı ehaff: Daha hafif zarar. İzale etmek: Gidermek, yok etmek.)

“İki fesat tearuz ettiğinde ehaffı irtikab ile a’zamının çaresine bakılır.” (Md. 28) (Tearuz etmek: Çatışmak. Ehaff: Daha hafif. A’zam: Daha büyük. İrtikab: Yapmak, tercih etmek.)

“Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” (Md. 29) (Ehven: Daha iyi. Şerreyn: İki kötü, zararlı şey. İhtiyar olunmak: Tercih edilmek.)

“Def-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır.” (Md. 30) (Def’: Gidermek. Mefasid: Kötü ve zararlı şeyler. Celb: Elde etmek, çekmek. Menafi’: Yararlı şeyler. Evlâ: Daha iyi)

Yazarın tüm yazılarını okumak için tıklayınız.

M. Metin KAPLAN

22 Nis 2024

15 Şubat 1977 M. Metin Kaplan’ın henüz yirmi üç yaşında Bursa’da üniversite öğrencisi iken, tutuklu bulunduğu sırada, arka sayfasını tamamen “Ülkü Ocakları Sayfası” adı altında ülkücü yazarlara tahsis eden milliyetçi bir gazetede, 6.

Halim Kaya

22 Nis 2024

Yusuf Yılmaz ARAÇ

15 Nis 2024

Efendi BARUTCU

01 Nis 2024

Muharrem GÜNAY (SIDDIKOĞLU)

15 Mar 2024

Nurullah KAPLAN

04 Mar 2024

Altan Çetin

28 Ara 2023

Hüdai KUŞ

19 Eki 2023

Ziyaret -> Toplam : 103,35 M - Bugn : 74036

ulkucudunya@ulkucudunya.com